dizi – Meydan Gazetesi https://meydan1.org Anarşist Gazete Tue, 07 Apr 2020 15:51:46 +0000 tr hourly 1 https://wordpress.org/?v=5.3.13 “Örgütlü Bir Halkı Hiçbir Kuvvet Yenemez”: DAMNATION – Furkan Çelik https://meydan1.org/2020/04/07/orgutlu-bir-halki-hicbir-kuvvet-yenemez-damnation-furkan-celik/ https://meydan1.org/2020/04/07/orgutlu-bir-halki-hicbir-kuvvet-yenemez-damnation-furkan-celik/#respond Tue, 07 Apr 2020 15:48:17 +0000 https://meydan.org/?p=56910 Damnation’u hızlıca izleyip bitirdikten sonra kafamda yazı yazma fikri hemen oluşmuştu. Ama biraz çekimser kalmıştım, amansız bir dizi övcülüğümü bitirip “sonuçta netflix çekmiş yahu” demeye başlamıştım. “2. sezon ne zaman çıkar?” diye biraz araştırdıktan sonra dizinin çok izlenmesine rağmen ikinci sezonunun iptal edildiğini öğrenince yazı yazma fikrim daha da netleşti. Çünkü Damnation tarihsel bir gerçeklikle […]

The post “Örgütlü Bir Halkı Hiçbir Kuvvet Yenemez”: DAMNATION – Furkan Çelik appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>

Damnation’u hızlıca izleyip bitirdikten sonra kafamda yazı yazma fikri hemen oluşmuştu. Ama biraz çekimser kalmıştım, amansız bir dizi övcülüğümü bitirip “sonuçta netflix çekmiş yahu” demeye başlamıştım. “2. sezon ne zaman çıkar?” diye biraz araştırdıktan sonra dizinin çok izlenmesine rağmen ikinci sezonunun iptal edildiğini öğrenince yazı yazma fikrim daha da netleşti. Çünkü Damnation tarihsel bir gerçeklikle devletin ve patronların çiftçilere karşı zorbalıklarını işlerken bir yandan da demokrasi eleştirisini bir sahneyle içeriğe çok iyi yerleştirmiş. Kısacası nereden tutarsak tutalım izlediğim en politik dizi olduğunu söyleyebilirim…

“Tüm muhteşem hikayeler iki şekilde başlar: Ya bir insan bir yolculuğa çıkar, ya da şehre bir yabancı gelir” der Tolstoy.

1930’larda Amerika’da Büyük Buhran sırasında, Kentucky Ohio kasabasına Seth adında bir vaiz geliyor ve hikayemiz başlıyor. Dizinin ilk sahnesinde evsiz, genç bir kadın çiftlikten yumurta çalmaya çalışırken yakalanıyor. “Hırsızlık” yapan kadını vurmaya çalışan çiftçiye, Vaiz Seth engel oluyor. Arabasıyla genç kadını bırakırken cebinden iki yumurta (kümesten az önce çaldığı) çıkarıp kadına uzatıyor ve ekliyor: “Bir dahakine yumurta almaya çalışma direk tavuğu çal”.

Muhtemelen herkes şaşırıyor bu sahnede, çünkü bir vaizin ağzından çıkamayacak bu sözler, seyirciye aslında Seth’in vaiz değil, vaizlik yaparak kamufle olan bir isyancı olduğunu gösteriyor.

Dizideki vaiz Seth’e aslında aşinayız. Çünkü Latin Amerika’da yapılan keşiflerle beraber birçok bölgeye sömürüyü kolaylaştırmak için rahipler de taşınıyordu. Orduların silahlı birliklerinin giremediği yerlere rahipler kolaylıkla girebiliyordu. Fakat bu rahiplerden bazıları, yerlilerin yaşam alanlarında onlarla dayanışma ilişkisi kurmuş, taraf değiştirerek sömürgecilere karşı devrimlerde yerel halk saflarında yer almıştı.

Dizide de Vaiz Seth geçmişteki yaşantısından (bu kısmı, diziyi izlemek isteyenlere spolier vermemek adına detaylandırmıyorum) büyük bir utanç duyarak tarafını değiştirip halktan yana tavır alıyor.

Şimdi kasabamıza geri dönelim. Ohio’da tüm çiftçiler bankaya borçlanmış, üstüne bir de mısır alım fiyatları 2 dolardan 50 sente düşmüş. Çiftçiler mısırlarını 50 sente satmak zorunda kalınca greve gitmeleri tek seçenekleri olmuş…

Çiftçiler greve gidince, arazi sahipleri ve bankerler bu durumdan memnun kalır çünkü borçlarını ödeyemeyen her çiftçinin çiftliğine el koymak kaçınılmaz olacaktır. El koydukları araziler için bankerlerin planı şudur; çiftlikleri fabrika-çiftliklere dönüştürmek. Dizide bu sahne şöyle işlenir. Çiftlikte yaşayan yoksullardan Martha Riley tedirgin bir şekilde yola bakar. Siyah elbisesi ve siyah şapkasıyla oldukça gergin görünmektedir. Diğer taraftan bankerler birbirleri ile sohbet halindedir. Kasabanın genç gazetecisi bisiklet üstünde, kasketi ve takım elbisesi ile gelir. Martha Riley ve yanında kırmızı elbiseli, güleç kadına “Vaiz Seth ve çiftçiler, nerede geldi mi?” diye sorar. “Ayinde olduğunu, birazdan geleceğini” söyler kadınlar. Ve ekler: “Onlar gelene kadar gözün grev kırıcının(Pinkerton) üzerinde olsun”.

Aslında o anda Vaiz Seth’i sadece çiftçiler değil herkes beklemektedir. Sahne bankerlerin konuşmalarıyla devam eder. Ne olursa olsun bu çiftliği almak gerektiğini konuşurlar ve Vaiz Seth gelir. Ardında onlarca çiftçi ve ellerinde İncil ile. Uzun namlulu bir silahla kasaba şerif yardımcısı tarafından yolu kesilir vaizin. Vaiz Seth, ellerinde sadece İncil olduğunu, yol vermezlerse dini inançları yüksek Hristiyanların tepkisini toplayacaklarını söyler. Sonra silah indirilir, Vaiz Seth ve çiftçilere yol verilir. O an açık arttırma şeklinde çiftliğin satışı gerçekleştirilecektir. Herkes yerini alır ve siyahlar giyinmiş Martha Riley 1 sentle oturumu başlatır. Vaiz Seth, herkesin yüzüne yayılan dalga geçer bir gülümsemenin ve anlamsız bakışların içinden geçerek açık arttırmayı sunan adamın sırtına bir silah dayar ve açık arttırmaya devam etmesini rica eder. O anda, bütün inciller açılır ve içinden bıçaklar, silahlar çıkar ve her bir yoksul her bir zenginin yanına yaklaşarak bıçakları zenginlerin sırtına, koluna, bacağına yaslarlar. Eğer 1 centin üstüne bir rakam söylerlerse öldürüleceklerini bilen zenginler hiç bir şey diyemez ve açık arttırmacı çiftliği 1 cente Martha Riley’ya satar. İlk defa orada Martha’nın yüzüne sıcacık bir gülümseme yayılır ve planları başarılı olduğu için rahat bir nefes alır.

John Steinbenck, “Gece karanlıkta ortalıklarda olacağım. Bakabileceğin her yerde olacağım. Aç insanların karnını, sayesinde doyuracağı bir kavga varsa ben orada olacağım. Nerede polis birini dövse ben orada olacağım. İnsanların çılgına dönüp haykırışında ben olacağım. Bebelerin açken akşam yemeğinin hazır olduğunu bilip gülüşlerinde ben olacağım. Ve insanlar kendi yetiştirdiklerini yiyip, kendi yaptıkları evlerde yaşadığı zaman, ben orada da olacağım.” der Gazap Üzümleri romanında. Damnation’u izlerken sık sık aklımıza gelir gazap üzümleri.

Black Legion Devrede

Klu Klux Klan’ı birçok amerikan yapımı film/dizide görmüşsünüzdür. Siyahi karşıtı, ırkçı bir örgüttür. Black Legion ise Klu Klux Klan’ın bir kolu olarak çıkar. Sonrasında ayrılır ve artık Amerikancılığı savunan bir milis örgütlenmedir. Dizi boyunca sık sık gördüğümüz Black Legion ile çiftleri satın almak isteyen bankerler çiftçilere karşı birleşir. Dizide, bankerlerin, Black Legion’a yaptıkları silah yardımları, grevleri kırmak için yapılan saldırılar tarihsel olarak da gerçeklik barındırır. Black Legion’un en yükselişte olduğu yıllarda 30 bin üyesinin olduğu tarihi bir gerçeklik. Fakat o yıllarda sadece 30 Black Legion üyesinin ABD mahkemelerinde yargılandığı kaydedilmiş. Sebebi tabi ki bu silah kukuletalı örgütün içinde birçok savcı, şerif ve bunları finanse eden patronun bulunduğu gerçeği.

Pinkertonlar Grevleri Kırıyor

Pinkertonlar önce haklarını arayan işçilerin grevlerini izler, sonra grevin önde gelen isimlerinden bazılarını öldürür. Greve giden işçileri korkutmak için birkaç kişiyi daha öldürür ve böylece grevi sonlandırmak için yapılması gereken her şeyi yapmış olur. Eğer işçiler korkmaz da greve devam ederse, direnişe geçen tüm işçileri katleder. 1850’lerde kurulan Pinkerton Dedektif Ajansı yasal olarak bu işi yapar. Abraham Lincoln’un korumalığını yaparak kendilerini devletin en üst kademesinde bir yere yerleştiren Pinkertonlar makineleşmenin çığ gibi büyüdüğü bir dönemde işçilerin karşışına ilk çıkanlar olur. Tarihte Pinkertonların yaptıklarına bakacak olursak: 1892 yılında Homestand Grevi sürerken fabrika patronu Henry Clay Frick, pinkertonları grevi bastırmak için çağırır. Pinkertonlar grevci işçileri kurşun yağmuruna tutarak 9 işçiyi öldürüp onlarca işçinin yaralanmasına neden olurlar. Sonrasında da fabrikadan grevci işçileri çıkartıp grev kırıcı işçilerin fabrikaya girişini organize ederler. Anarşist Alexander Berkman, bu olay sonrasında Henry Clay Frick’i ofisinde silahla vurarak öldürmeye çalışır, başarılı olamaz fakat 14 yıl bu eylemi için hapishanede tutsak olur.

Dizinin çoğu sahnesinde karşılaşıyoruz Pinkertonlarla. Pinkerton, dizide grev kırıcı olarak lanse edilse de grev kırıcı; greve giden işçilerin çağrısına karşı gelerek iş bırakmayan işçiye denir. Pinkertonlar ise patronların tetikçileridir. Dizinin önemli karakterlerinden biri de hapishaneden, Pinkerton ajanı olması karşılığında çıkarılan Creeley Turner. Bu adamın kim olduğunu dizinin ilerleyen bölümlerinde öğrenecek ve çok şaşıracaksınız.

Son olarak belirtmem gerekirse; tarihte yaşanan direnişleri, katliamları hatırlatan Damnation dizisinin olay örgüsünü özellikle işlemedim ki, izlemek isteyenlerin hevesini kırmayayım. Evet şimdi yazıyı bitirdi iseniz Florence Reece ve Natalie Merchant’tan “Which Side Are You On” dinlemenizi ve 10 bölümlük Damnation yolculuğuna çıkmanızı tavsiye ederim.

Furkan Çelik

[email protected]

Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 52. sayısında yayınlanmıştır.

The post “Örgütlü Bir Halkı Hiçbir Kuvvet Yenemez”: DAMNATION – Furkan Çelik appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>
https://meydan1.org/2020/04/07/orgutlu-bir-halki-hicbir-kuvvet-yenemez-damnation-furkan-celik/feed/ 0
Senaryo Tartışılsa da Gerçek Gerçektir: Çernobil – Fırat Binici https://meydan1.org/2019/06/11/senaryo-tartisilsa-da-gercek-gercektir-cernobil-firat-binici/ https://meydan1.org/2019/06/11/senaryo-tartisilsa-da-gercek-gercektir-cernobil-firat-binici/#respond Tue, 11 Jun 2019 14:25:18 +0000 https://test.meydan.org/2019/06/11/senaryo-tartisilsa-da-gercek-gercektir-cernobil-firat-binici/ “Yalanların bedeli nedir? Cevap onları gerçeklerle karıştırmaya başlamaktan ibaret değil şüphesiz. Asıl tehlike; eğer yeterince yalan dinlersek artık gerçeği ayırt edemez, tanıyamaz hale gelmemizdir. Peki o zaman ne gelir elimizden? Uydurduğumuz hikayelerle kendimizi tatmin etmekten başka ne kalır geriye?” Son dönemde -Game of Thrones’un hemen ardından birkaç gün içinde- oldukça gündemleşen ve birçok tartışmayı da […]

The post Senaryo Tartışılsa da Gerçek Gerçektir: Çernobil – Fırat Binici appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>

“Yalanların bedeli nedir? Cevap onları gerçeklerle karıştırmaya başlamaktan ibaret değil şüphesiz. Asıl tehlike; eğer yeterince yalan dinlersek artık gerçeği ayırt edemez, tanıyamaz hale gelmemizdir. Peki o zaman ne gelir elimizden? Uydurduğumuz hikayelerle kendimizi tatmin etmekten başka ne kalır geriye?”

Son dönemde -Game of Thrones’un hemen ardından birkaç gün içinde- oldukça gündemleşen ve birçok tartışmayı da beraberinde getiren 5 bölümlük Çernobil dizisi bu sözlerle başlıyor. Daha şimdiden birçok yazının konusu haline gelse ve gerçekleri ne kadar yansıttığı tartışılıp dursa da aslında bizim için meselenin en önemli kısmı, dizinin topluma bir şeyleri tekrardan hatırlatmış olması.

Çernobil’in Gerçekliğini Hatırlamak

1986 yılı Nisan ayında Sovyetler Birliği’nin bir parçası olan Ukrayna’daki V.I. Lenin Nükleer Santrali bizim bildiğimiz adıyla Çernobil Nükleer Santrali’nde gerçekleşen patlama, savaşları dışarıda tutarsak, insanlığın kendi elleriyle yarattığı en büyük katliam olarak kabul edilir. HBO kanalının bu katliamı merkezine alan Çernobil dizisi de “Olay nasıl gerçekleşti?” ve “Sonrasında neler yaşandı?” sorularına gerçeklere yaslanarak yanıtlar vermeye çalışıyor. Tam da bu noktada gelebilecek kimi eleştirileri savuşturmak için, yayınlananın bir belgesel değil dizi olduğunu vurgulamakta fayda var.

Beş bölümden oluşan dizi, ilk iki bölümde patlamanın gerçekleştiği anda ve ilk 24 saat içinde yaşananları anlatıyor. Daha sonra ise bu büyük patlamanın yol açacağı sorunların önüne geçmek için harcanan emekleri, yaşananları, alınmaya çalışılan önlemleri gösteriyor. Ve son bölüm, başroldeki profesör Legasov’un mahkemede “patlamanın santraldeki bir hatadan kaynaklı olduğunu iddia eden” yani “devleti suçlayan” sansasyonel konuşmasıyla bitiyor.

Dizinin ABD yapımı olduğu için bir anti-sovyet propagandası içerdiğini, gerçeği yansıtmayacak derecede abartılı ve kurgu karakterler içerdiği için tamamen gerçek dışı olduğunu söyleyenler var bir yanda. Diğer yanda ise sovyet hükümetinin patlamadan ve onun etkilerinden hem kendi halklarını hem de tüm dünyayı haberdar etmek noktasında geç kaldığını, bu dizinin de sovyet bürokrasisinin gerçek yüzünü gösterdiğini savunanlar. Belgesel olmadığı halde belgeselmiş gibi lanse edilip izleyicileri yanlış bilgilendirdiği gerekçesiyle eleştirenler…

Her şey tartışılabilir elbette fakat patlamanın olduğu santralin binlerce metrekarelik çevresinde neredeyse hiçbir yaşam belirtisinin olmaması ve mutant canlı türlerinin ekosistemi haline gelmesi (Kiev’den hareketle gerçekleştirilen, turistlere terk edilmiş Çernobil’i keşfetmeyi, girişe kapalı bölgelere girme izni bile vaat eden günübirlik turlar dizinin yayınlanmasının ardından daha da popülerleşmiş olsa da) gerçeğini nasıl tartışacağız ya da nasıl anlatacağız?

Her şey tartışılabilir elbette fakat radyasyondan etkilenerek yaşamını yitiren ve önümüzdeki yıllarda yitirecek olan binlerce insanı nasıl tartışacağız ya da nasıl anlatacağız?

Olayla hiçbir alakası olmadığı halde sırf kendi çıkarları ya da devletinin prestiji için insanların yaşamlarını hiçe sayarak “Burada radyasyon yoktur!” diyen devlet yöneticilerini ve hatta “Radyasyonlu çay iyidir!” diyen yöneticilerin olduğu gerçeğini nasıl tartışacağız?

Binlerce kilometre uzakta olmasına rağmen bu topraklarda dahi kanserden yaşamını yitiren onlarca insanın olduğu gerçeğini nasıl tartışacağız? Elbette bu meseleyi gerçeklerden ayrı tartışamayız çünkü nükleerin gerçekliği bu. Çünkü biliyoruz, Çernobil ilk nükleer facia değil son da olmayacak. Çernobil’de, hatta daha önceki patlamalarda, en son 2011’de Fukuşima’daki patlamada gördüğümüz gibi ve şu anda inşaatı devam eden Mersin’deki Akkuyu Nükleer Santrali’nde de bilmeliyiz ki nükleerin gerçekliği bunlar.

Bu tartışmalar sürerken bizler Çernobil’i nasıl tartışıp konuşmalıyız, nasıl anlatmalıyız? Sonuçları yaşamlarımızı doğrudan ilgilendiren bir facianın bilgilerini dahi yine o faciayı yaratan devletlerin kontrolünde edinirken bizler nasıl yalanları ve gerçekleri ayırt edebileceğiz?

Ve Dizinin Gerçekliği?

Çernobil dizisi öncelikle nükleer santrallere karşı hassasiyeti arttırılıyor gibi görünüyor, genel olarak izlenimlerimiz de bu yönde. Fakat başroldeki profesörün dizinin başındaki kaset sahnesinde ve sonundaki mahkeme sahnesindeki konuşmalarında gözden kaçmayan bir detay daha var. Profesör Legasov santralin teknik olarak nasıl patladığını anlattıktan sonra santrali patlatan şeyin aslında yalanlar olduğunu söyleyerek devleti eleştirmeye başlıyor. Ve esasında bazı şeylerin devlet tarafından saklandığını, patlamaya göz yumulduğunu ileri süren Legasov’un (bu yanlışlar olmasa ve diğer santraller de tekrardan gözden geçirilse) bu nükleer santrallerin varoluşunda herhangi bir beis görmediğini fark ediyoruz. Evet, dizi genel hatlarıyla nükleere karşı daha duyarlı olmaya itmiştir belki izleyicileri, fakat şu da bir gerçektir ki bu santrallerin var oluşu bile doğa için bir tehdittir; sorun nasıl kullanıldığı ve kimin kullandığından ibaret değildir.

Dizide devletin olmazsa olmazı olan bürokrasinin çıkmazları, özellikle Sovyet bürokrasisinin çöküşü de sıkça vurgulanmış. Son bölümde patlamanın bir test sonucu gerçekleştiğini, bu testin ilk kez yapılmadığını ve daha öncekilerin de başarısız olduklarını görüyoruz. Aynı zamanda fabrikaların elektriğe ihtiyacı olduğu bilgisi geldikten sonra da testi tamamladığında terfi alacak olan santral müdürünün durumdan hoşnutsuz olması da bir diğer detay. Daha sonra da patlama yaşandıktan sonra Sovyet politbürosunun Moskova’dan olayı çözmek istemesi, merkezileşmeyle bürokrasinin de bir nükleer santral kadar tehlikeli olduğunu gösteriyor bizlere.

Patlamadan sonra nükleer santralin çatısına fırlayan ve radyoaktif halde olan grafit parçalarını, kürekle çekirdeğe doğru atmak için yalnızca ama yalnızca 90 saniyeleri olan “3000 küsür biyorobot” sahnesiyle de radyasyonun öldürücülüğü gözler önüne seriliyor. Öyle ki bu kadar öldürücü radyasyona sahip bu grafit parçalarının aylar boyunca çatıda temizlenemeden durmuş ve radyasyon yaymış olması da bir başka acı gerçek. Patlama sonrasında yangına ilk müdahaleyi gerçekleştiren itfaiyecilerden biri ise patlamadan 17 gün sonra tıpkı diğer itfaiyeciler gibi feci şekilde yaşamını yitiriyor. Radyasyonun etkileri sonucunda insanların ve hayvanların uzuvlarındaki anormal görüntüler dizide hiç işlenmemiş olsa da radyasyonun etkisiyle ölen itfaiyeci bu boşluğu kısmen dolduruyor.

Rusya’daki NTV kanalı ise HBO’nun anlattığından farklı (Amerikalıların Çernobil Nükleer Santrali’ne sızdığını ve patlamaya sebep olduğunu “tarihi kanıtlara” dayandıran) bir hikaye anlatacak yeni bir Çernobil dizisi çekileceğini açıkladı. Dizinin her ne kadar anti sovyet propagandası olduğu yazılıp çizilse ve bu her ne kadar ayrı bir tartışma konusu olsa da diziden esas alacağımız mesaj nükleerin Sovyet’i, Amerikan’ı, Fransız’ı ya da sosyalisti, kapitalisti olmayacağı gerçeği değil midir? Esas gerçek nükleerin ölüm anlamına geldiği değil midir? HBO yapımı bu 5 bölümlük dizinin, nükleerin ne kadar yıkıcı bir şey olduğunu görsel olarak da anlatması açısından olumlu bir yerde durduğunu düşünüyoruz.

Ateşi elinizde tutarsanız eğer, ateşin elinizi yakmasından şikayet edemez ya da bundan dolayı kimseyi suçlayamazsınız. Eğer bir nükleer santral inşa ediyorsanız, nükleerin ne olduğunu ve her daim bir katliama yol açabileceği ihtimalini bile bile yapıyor olursanız, bundan kaynaklı gerçekleşebilecek bir katliamdan dolayı da kimseye kızmaya hakkınız olmayacaktır. Artık lanetlenmişsinizdir ve bu katliam sizi de bulacaktır. Bundan sonra yazılacak herhangi bir yazı, çekilecek herhangi bir film ya da dizi, olabilecek herhangi bir olayda eleştirilmeniz gayet doğal değil midir? Üstelik bahsettiğimiz şey bir nükleer katliam ise; etkileri yüzlerce yıl boyunca milyonlarca insanı etkileyebilecek bir katliam ise yapılması gereken nedir? Çernobil dizisine en çok da bu açıdan bakılması gerekiyor.

Fırat Binici

[email protected]

Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 50. sayısında yayınlanmıştır.

The post Senaryo Tartışılsa da Gerçek Gerçektir: Çernobil – Fırat Binici appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>
https://meydan1.org/2019/06/11/senaryo-tartisilsa-da-gercek-gercektir-cernobil-firat-binici/feed/ 0
Taht Yoksa Savaş Yok – Burak Aktaş https://meydan1.org/2019/06/11/taht-yoksa-savas-yok-burak-aktas/ https://meydan1.org/2019/06/11/taht-yoksa-savas-yok-burak-aktas/#respond Tue, 11 Jun 2019 14:18:47 +0000 https://test.meydan.org/2019/06/11/taht-yoksa-savas-yok-burak-aktas/ “Yüz yıl önce yoldaş Bakunin’in Çar’a ve Çar’ın iktidarını kazanmak isteyenlere karşı söylediği söz adeta Game of Thrones dizisinin senaryo tartışmalarını sonlandıracak gerçeklikte. “En ateşli ejderhayı alın, iktidarı Khaleesi’ye verin bir sezon içinde Cersei’den daha beter olacaktır.” “Güç yozlaştırır, mutlak güç mutlaka yozlaştırır” Daenerys Targaryen Kralın Şehri’nin çanlarını duyduğu halde neden devam etti ve sivilleri […]

The post Taht Yoksa Savaş Yok – Burak Aktaş appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>

“Yüz yıl önce yoldaş Bakunin’in Çar’a ve Çar’ın iktidarını kazanmak isteyenlere karşı söylediği söz adeta Game of Thrones dizisinin senaryo tartışmalarını sonlandıracak gerçeklikte.

“En ateşli ejderhayı alın, iktidarı Khaleesi’ye verin bir sezon içinde Cersei’den daha beter olacaktır.”

“Güç yozlaştırır, mutlak güç mutlaka yozlaştırır”

Daenerys Targaryen Kralın Şehri’nin çanlarını duyduğu halde neden devam etti ve sivilleri katletti? Şöyle de sorabiliriz, Nazi Almanyası yenilmişken ve Japonya’nın teslim olacağı kesinken neden ABD Hiroşima ve Nagazaki’ye atom bombası atıp 240.000’e yakın sivili katletti? Aynı soru formu ne yazık ki birçok olay ve olgu için geçerli; toplama kampları, gaz odaları, insan fırınları, toplu tecavüzler, zorunlu göçler vs… Peki ortak formattaki bu soruların cevabı sizce ne?

Game of Thrones hikayesi çoğumuzun hayatına dizisiyle beraber 2011 ilkbaharında girdi. Yayınlanmaya başladığı günden beri bu dizi, insanları herhangi bir eğlence sektörü ürününden daha derin etkiledi. Hayranların kendi aralarında kurduğu teoriler ve akademisyenlerin dizi bölümlerini derslerinde kullanması bu “derinliğin” basit örneklerinden birkaç tanesi sadece. Dizi internet jargonunu, gifleri, şakaları, spoiler kültürünü (Gezi direnişindeki duvar spoilerını hatırlarsınız) genel anlamda 2010’lu yılları değiştirdi/etkiledi; bugüne kadar hiçbir televizyon işinde göremediğimiz prodüksiyon kalitesi ve sanat ekibiyle (kahve bardaklarını saymazsak) şimdiye kadar yapılmış en büyük televizyon işi oldu.

Dizinin asıl gücü finalinden sonra her kesimden insanı harekete geçirmesi ve kendisi hakkında konuşmaya/düşünmeye itmesinden kaynaklanıyor. Hatta Rus Komünist Partisi, akademinin pop yıldızlarından Zizek ve sayamayacağım binlerce farklı kişi, kurum ve oluşum dizi hakkındaki görüşlerini dile getirdi. Rus Komünist Partisi, üyeleri arasında dizinin takipçileri olduğunu ve son sezonun yeniden çekilmesi gerektiğini düşündüklerini söyledi. Zizek, dizinin liberal muhafazakarlık öğretisini desteklediğini ve hiçbir devrimin başarıya ulaşamayacağı mesajını verdiğini söylüyor. Liberal feminist kaynaklar ise dizinin kadın karakterlerin elinden gücü alarak var olan ataerkil düzeni onadığını düşünüyor. Eleştirilerin haklılık payı olsa da bizce insanların kaçırdığı nokta şu ki; aslında bütün hikâye savaş karşıtlığı ve gücün yozlaştırıcı etkisi üzerine yazılmıştı. Gücün hangi sınıfa, cinsiyete ait olduğu veya ne için kullanıldığının çok da bir önemi yoktu.

Yazarların kişiliklerinin, ideolojilerinin, yetkinliklerinin eserlerini etkilediğinin genel geçer kabul görmüş bir olgu olduğunu kabul edebiliriz. Bu etkiler bizim evrenimizde geçen hikâye ve romanlarda gerçekliğimiz, konjonktür, önyargılar gibi olgular sebebiyle yazarların oto kontrolleriyle makul seviyelere indirilir. Ancak fantastik, bilimkurgu, gotik gibi bizim evrenimizde geçmeyen tamamen kurgu evrenlerde böyle bir oto kontrole gerek yoktur. Bu evrenler yazarları için çok daha bereketli ve özgür bağlamlardır. Fantastik edebiyat türünün kurucusu sayılan J.R.R Tolkien 1. Dünya Savaşı’na katılmış, “savaş endüstrisini” birebir görmüş bir filologdu. Yüzüklerin Efendisi’nde yeni diller yaratması, endüstriyel kötülüğü bütün çıplaklığıyla göstermesi bu sebeptendir. Gelelim içinde bulunduğumuz 10 yılın en popüler kurgusunu yaratan George R.R Martin’e; yazar CBC Canada ile yaptığı röportajında Vietnam Savaşı sırasında nasıl vicdani retçi olduğunu ve kendi pasifizminin boyutlarını anlatıyor. Ki bu karar ABD gibi bir devlette ömür boyu korkak damgası yiyip müthiş boyutlarda bir sosyal baskıyı beraberinde getirebilecek bir karardı. Bu cesareti gösterebilmiş yazarın hikâyesi elbette savaş ve iktidar karşıtı görüşlerinden etkilenecekti.

Bahsettiğimiz bu durum hikâyede nerelerde karşımıza çıkıyor?

İlk bölümünden itibaren Taht Oyunları’nın oyuncularının iktidar savaşlarında trajik bir şekilde yok olduklarını görüyoruz. Robert Baratheon’un ölümünden sonra başlayan iktidar savaşına katılan 5 kral da bu savaşta öldü. Robert’in küçük kardeşi olan Renly, kendi öz kardeşinin emriyle ve kızıl cadının büyüsüyle suikaste uğradı ve 5 kraldan hayatını kaybeden ilk kişi oldu. Aslında yedi krallığın kralı olmak için savaşmayan babasının ölümü üzerine kuzeyi yedi krallıktan ayırmaya çalışan ve bağımsızlığını ilan etmeye çalışan Kuzeydeki Kral Robb Stark, Kızıl Düğün’de Freyler tarafından katledildi ve ölen 2’nci kral oldu. Bu arada eklememiz gerekiyor, Robb’a güç için ihanet edip onu katleden Freyler de daha sonra Arya Stark tarafından ortadan kaldırıldı. Babasının ölümü üzerine tahta geçen ve hemen hemen bütün Westeros halkının nefret ettiği Joffrey ise Mor Düğün’de zehirlenerek öldü ve taht kavgasında ölen 3’üncü kral oldu. Çoğu kişinin teorilerde tahta geçeceğini düşündüğü ve yanıldığı Stannis Baratheon ise Kışyarı Savaşı’nda Leydi Brienne tarafından Renly’i öldürdüğü gerekçesiyle öldürülüp taht uğruna ölen 4’üncü kral oluyor. 5’inci sırada ise yine kardeş kavgasına kurban giden Demir Adalar’ın kralı Balon Greyjoy var. Balon da Robb gibi Demir Taht için değil de kendi bölgesinin özgür kralı olmak ve doğan karışıklıktan mümkün olduğu kadar fazla yararlanmak için bu savaşa katılmıştı.

Westeros’da bunlar yaşanırken dizimizin Çılgın Kraliçesi olacak Daenerys Targaryen Essos’ta ne yapıyordu?

Rakiplerinden farklı olarak kendi ordusuna ve para kaynaklarına sahip olmayan Daenerys; savaşı için gereken unsurları 3 ejderhası ve “özgürleştirdiği” kölelerle sıfırdan kurmaktaydı. Hikâye anlatımı gereği Jon Snow’un birisini öldürürken her seferinden önce bundan duyduğu memnuniyetsizlikle Daenerys’in her can alışındaki kendini mutlak haklı görüşü arasındaki zıtlığı defalarca seyrediyoruz. Kurgu burada Jon ile Daenerys arasındaki benzer eylemlere verdikleri farklı tepkileri, zıtlığı bize göstererek ilerliyor.

Küçüklüğünden itibaren kendisini sürekli ezen ve suistimal eden abisi Viserys’in Khal Drogo tarafından öldürüldüğü sahnede yaşanan şiddet gösterisinden rahatsız olmayan bir Daenerys izliyoruz. Daha sonra ejderhaları köle efendilerini öldürürken takındığı aynı soğukkanlılığı ve vakur duruşu defalarca izliyoruz. Köle efendilerini çarmıha gererken yine aynı şekilde şiddeti idealleri uğruna kullanmaktan çekinmeyen ve haklı gören tavrı görüyoruz. Bütün bu şiddet gösterilerinde izleyici Daenerys’i haklı bulmaya başlıyordu ve dizi aslında bu sahnelerle finale hazırlık yapıyordu. Gücünü arttırdığı her olayda, her köle şehrini “özgürleştirdiğinde” kendine olan inancı artan, kendini insanları tiranların elinden kurtaracak bir kraliçe olarak gören Daenerys’i izliyoruz.

Aynı zaman dilimlerinde ise iktidarı sürekli reddetmesine rağmen iktidara/tahta doğru itilen, her can alışında Ned Stark tarafından öğretilen ilkeleri hatırlayan ve bunu bir zevk unsuru veya gereklilik olarak değil de bir ağırlık olarak gören Jon Snow’u görüyoruz.

Çoğu insanın izlerken özdeşlik kurduğu bu iki karakter birbirinin zıttı yönde bir gelişim gösteriyor. Dışsal tehditin bu iki karakter tarafından yok edilmesinden sonra da son savaşı izliyoruz. Bu savaşın hazırlık aşamasında da savaşta da aynı zıtlık görünüyor. Dönüm noktası Kralın Şehri’ndeki savaşta, şehrin teslim olmasına rağmen Daenerys ejderhasını halkı katletmek için kullanırken Jon kendi komutasındaki askerleri geri çekmeye çalıştığında yaşanıyor. Sonuç olarak savaş bitimi Jon yine istemediği halde -adeta kendi Wehrmacht’ına zafer konuşması yapmış- Daenerys’i öldürmek zorunda kalıyor. Bunun sonucunda da dizi boyunca iktidarın alegorisi olan iki varlık karşı karşıya geliyor: Drogo ve Demir Taht. Ejderha Drogo annesini öldürenin Jon değil de taht olduğunu anlıyor ve tahtı yok ediyor. Dizinin mutlak monarşinin bitişini anlatan sahnesi de tam olarak burada yaşanıyor. Ve sormak gerekir ki: Bütün bunlar yaşanırken ve bize 8 sezon boyunca bu durum hazırlanmışken Daenerys’in dönüşümü nasıl “hızlı” bulunabilir, Jon karakteri nasıl pasif ve gidişat üzerinde etkisi olmayan bir karakter olarak görülebilir? Aslında sebebi çok basit, giriş kısmındaki sorulara açıkça cevap verilmeyişiyle ve Zizek gibi marksist akademinin önemli isimlerinin meseleyi eksik okumalarının sebebiyle aynı; iktidarın ve savaşın doğasının pas geçilmesi ve/veya bu kavramların reddedilmemesi.

Toparlayacak olursak, yazarın savaş karşıtlığının hikâyenin bütün kısımlarına yansımış olduğunu görüyoruz. İktidarın yozlaşmayla olan ilişkisi ise, niyeti insanları özgürleştirmek olan Daenerys’in, halkı döneminin en büyük kitlesel imha silahıyla katletmesiyle anlatılabilir. Bakunin’in sözünün bu durumu hepimiz için özetleyeceğini düşünüyorum: “En ateşli devrimciyi alın, ona mutlak iktidar verin, bir yıl içinde Çar’dan daha zalim olacaktır.”*

7 krallığın 6 krallığa dönüştüğü, yönetim şeklinin seçimli monarşiye döndüğü konsey sahnesinden sonra ise iktidarı elinde tutan grubu görüyoruz. Güce sahip olan Bran’in yöneticilerine “Siz krallığı yönetin, ben ejderhayı bulacağım.” dediğini duyuyoruz. “Ejderhayı bulmak” size ne anlam ifade ediyor bilmiyorum ama durumun çok net olduğunu düşünüyorum. Bir ejderha varsa iktidar hep tehlike altında kalacak. Peki sizce ejderhayı bulduktan sonra kötürüm, neredeyse fani hiçbir isteği kalmamış olan Bran’ın ne yapacağını düşünüyorsunuz? Ya da daha doğrudan soralım; “Dracarys” demeyecekseniz bir ejderhayı neden bulmaya çalışırsınız?

Burak Aktaş

Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 50. sayısında yayınlanmıştır. 

The post Taht Yoksa Savaş Yok – Burak Aktaş appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>
https://meydan1.org/2019/06/11/taht-yoksa-savas-yok-burak-aktas/feed/ 0
Ne izlediğimizi biliyor muyuz? https://meydan1.org/2013/01/02/ne-izledigimizi-biliyor-muyuz/ https://meydan1.org/2013/01/02/ne-izledigimizi-biliyor-muyuz/#respond Wed, 02 Jan 2013 21:43:43 +0000 https://test.meydan.org/2013/01/02/ne-izledigimizi-biliyor-muyuz/ Bazen onlar izlediğimiz bir film ya da dizide baş kahramanın kullandığı bir telefon ya da bilgisayar olarak karşımıza çıkıyor, bazen de oturdukları bir restoranda içtikleri bir kahve ya da yedikleri pizza olarak. Kimi zaman da yolda yürürken karşı kaldırımda duvarda asılmış minik bir afiş. Aslında reklamlardan söz ediyoruz, bazı örneklerine yukarıda yer verilen ve gittikçe […]

The post Ne izlediğimizi biliyor muyuz? appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>
Bazen onlar izlediğimiz bir film ya da dizide baş kahramanın kullandığı bir telefon ya da bilgisayar olarak karşımıza çıkıyor, bazen de oturdukları bir restoranda içtikleri bir kahve ya da yedikleri pizza olarak. Kimi zaman da yolda yürürken karşı kaldırımda duvarda asılmış minik bir afiş. Aslında reklamlardan söz ediyoruz, bazı örneklerine yukarıda yer verilen ve gittikçe yaygınlaşan farklı bir uygulama taktiği olan ürün yerleştirmeden. Çünkü artık geleneksel reklamcılık, biçimiyle beraber sınırlarını da değiştirmiş durumda.

Ürün yerleştirme olarak tabir edilen bu uygulamayla, ürünün görseli ya da sloganı, dizinin yayını ya da filmin gösterimi kesilmeden izleyiciye ulaştırılmış oluyor. Televizyonlarda reklam sürelerinin belli bir sürenin üzerine çıkarılmaması kuralı var. Bu nedenle reklam verenlerin artık daha sıklıkla başvurdukları bu uygulamayla, ilk başlarda ürünün görseli herhangi bir yere yerleştiriliyorken artık senaryonun bu ürüne göre yazılması da sağlanıyor. Hatta bu uygulama, oyuncuların replikleriyle de desteklenerek neredeyse fark edilmez bir hale geliyor.

Her ne kadar reklamcılıkta 50. yıl yaklaşıyor dediysek de, benzer örneklerine baktığımızda Jules Verne’nin “80 Günde Devri Alem” romanı, o bölgedeki balıkçılık mağazalarının isim ya da sembollerine kitapta çokça yer verdiği için, ürün yerleştirme uygulamasının eski bir örneği olarak sayılabilir.

Reklam kuşaklarının uzun tutulmasıyla birlikte televizyon izleyicisinin reklam sırasında başka bir kanala zaplaması “riski” de bulunduğundan, şirketler alışılmış kuşak yerine dizi ya da film sırasında yerleştirilmiş reklam vermeyi daha uygun görüyorlar. Bunda da haksız sayılmazlar. Yapılan araştırmalar bu uygulamanın “geleneksel” reklamdan kat be kat daha fazla akılda kalıcı olduğu ve dolayısıyla daha çok satış ve kar sağladığını ortaya koymuş durumda. Haliyle kapitalizmin “doğası” gereği, bu uygulamanın diğerine göre daha pahalı olması kimseyi şaşırtmıyor olsa gerek.

Daha çok satış istiyorsan daha çok ödemelisin!
Başta ABD olmak üzere bir çok ülkede 50 yıla yakın süredir uygulanan bu uygulama, sinemada en başarılı ürün yerleştirme uygulamalarından biri E.T. filmindeki “Reese’s Pieces” çikolata/şekerleme ürünüdür. Filmdeki bu gizli reklamın ardından bu ürünün satışları neredeyse iki katına varmıştır.

Herkesin bildiği James Bond film serilerinin neredeyse ürün yerleştirme üzerine kurulu olduğunu söyleyebiliriz. Hatta daha da ileri gidip, James Bond filmleri bu ürünlerin reklamı için çevriliyor dersek, emin olun, abartmış olmayız. Hangi ürünler yok ki bu filmde: BMW, Aston Martin, Alfa Romeo gibi otomobil markalarından, Bond’un kullandığı telefon Sony’e, yudumladığı Jack Daniels viskisine, kullandığı Ace marka tarağa, koluna taktığı Omega saatine, seyahat ettiği British Airways uçak firmasına kadar bir çok ürün itinayla yerleştirilmiştir.

İngiltere’de bir programda ürün yerleştirme olduğunu yayınlanacak programın başında iç içe geçmiş P harfiyle anlatıyorlar. Türkiye’de de epeydir uygulanan ama 3 Mart 2011’de yürürlüğe giren RTÜK yasasındaki değişikliğin ardından “yasallık” kazanan bu uygulama, en muhalif gibi addedilen Behzat Ç. dizisinde de sıklıkla başvurulan bir uygulama. En sık olarak da bölüm geçişlerinde gündüz ya da gece Ankara trafiğinin gösterildiği planda, arka yolda duran bir billboardda, dizinin anlaştığı ürünün reklamıyla kendini gösteriyor.

Bu ürün yerleştirme uygulaması o kadar ciddiye alınan bir duruma geldi ki, 17-18 Mayıs 2012 tarihlerinde İstanbul Kadir Has Üniversitesi’nde Ürün Yerleştirme Sempozyumu düzenlendi. Büyük firmaların satış temsilcileri ve Holywood’da reklam yönetmenliği görevlerinde çalışmış kişiler gelip bu sempozyumda, bu işin inceliklerini anlattılar. Yalnızca bu işi yapan ajansların olduğunu söylemek, işin ciddiyeti hakkında bilgi verebilir.

Reklamın sloganı, senaryoların içinde gizli!
Son günlerde öne çıkan bir ürün yerleştirme ise oldukça dikkat çekici. Coca cola verdiği onca ilanla yetinmemiş olacak ki, ATV de yayınlanan ve reytingi yüksek olan Karadayı dizisinde oyunculara kendi sloganı olan “mutlu olmak için bi milyon neden” sözünü milyon kez söyletiverdi. Nasıl mı? İzleyici kurmaca sanıp kimi zaman rahatlamak, kimi zaman başka nedenlerle diziye teslim olduğu bir anda baş karakterlerin “bi milyon neden” sözünü işitince, zaten diziden önceki reklam kuşağında muhakkak verilmiş olan aynı ürünün reklamı ile müthiş derecede bir bağ kuruyor. Bir anlamda zaten baştan beri “izleyici” konumunu sürdüren izleyici, dikkatini ayırmadığı “doktor”u tarafından adeta hipnotize ediliyor. Böylece karşısındaki kahraman rolden çıkıyor, artık Coca cola şirketinin satış temsilcisi konumuna terfi ediyor. Ancak izleyici bunu kavrayana dek rol yeniden başlıyor.

Her ne kadar senaryolar belli bir olay örgüsünü aktarmak için yazılmış olsalar da, günümüzde artık en iyi rolleri şirketler kapmış durumda.

Zaten kurdukları pembe dünyalarla izleyiciyi gerçek dünyadan uzaklaştırma işlevini gören bu diziler, öne çıkardıkları yaşam biçimleriyle şimdiye değin kapitalizmin bütün bir algısını bölümlerine yerleştiriyorlardı. Yani ürün yerleştirme olmadan çok önce kapitalizm yerleştirilmesi vardı zaten. Şimdi değişen yegane şey, ekranlarda gösterilen bu sahte ve yapmacık yaşamın elde edilmesi için belli bir ürünü işaret etmek.

Gerçekten ne izlediğimizi biliyor muyuz?

The post Ne izlediğimizi biliyor muyuz? appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>
https://meydan1.org/2013/01/02/ne-izledigimizi-biliyor-muyuz/feed/ 0