The post GDO appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>Son yıllarda belki de adını en fazla duyduğumuz kısaltmalardan bir olsa gerek GDO. Aslında Rekombinant DNA Teknolojisi olarak adlandırılan bir tekniktir. Bahsi geçen teknik ile organizma üzerinde kalıtsal değişiklik yapılır, farklı DNA’lar birleştirilerek ya da bir organizmadan diğerine DNA aktarılarak yeni bir DNA, başka bir deyişle rDNA üretme işlemine organizmanın genetiğini değiştirmek deriz.
60’lı yılların başlarında teknolojinin özellikle gen teknolojisiinin muazzam bir ivme kazanması, GDO’yu tetikleyen başlıca unsurlardandı. Yine aynı dönemde özellikle tarımda kullanılan gübre ve ilaçların doğa ve insan yaşamının üzerinde yarattığı tahribat tartışılmaya başlandı. Kapitalizm bir yandan endüstriyel tarımın nimetlerinden faydalanırken diğer yandan eleştirileri göz ardı edemiyordu. Bunun üzerine, her yüzyılda bir yaşandığı gibi üretilen yiyecek miktarının artan nüfusa yetmeyeceği yaygaraları çıkarılmaya başlandı. Nihayetinde, 60’lı yıllardaki girişimler 1973 yılında ilk kez genetiği değiştirilmiş bir bakteri şeklinde ilk meyvesini verdi. Art arda yaşanan gelişmeler 1988 yılında Çin’in ilk GDO’lu tarım üretimini yapması, 1995 yılında ilk GDO’lu mısırın üretimi ve 1998 yılında GDO’lu ürünlere etiket zorunluluğu ile devam etti. 2000’li yıllara gelindiğinde ve GDO’nun önlenemez yükselişi devam ederken ona yönelik tepkiler de çığ gibi büyümeye devam ediyordu, halen ediyor.
Bu toprakların GDO ile tanışması ise 1998 yılındaki tartışmalarla başladı. 2003 yılında Arjantin’den Türkiye’ye getirilen soyanın GDO’lu olması tartışmaları alevlendirdi. 2009 yılında çıkan ve GDO’yu engelleyeceği söylenen yönetmelikten sonra sınırdan en az 32 ayrı GDO’lu gen girişi tespit edildi. 2010 yılına gelindiğinde çıkarılan “Biyogüvenlik Kanunu” sınırdan GDO’lu ürün geçişini engellemediği gibi, GDO’cuların “Güvenlik Kaygılarını” hafifletmeye yaradı.
GDO’ya konu olan canlıların başında ise soya, mısır, yer fıstığı, ayçiçeği, buğday, pirinç, domates ve bazı balık türleri geliyor.
Öte yandan GDO’nun kayda geçmiş zararları arasında başta biyolojik çeşitliliğe zarar vermesi, çeşitli alerjilere neden olması, hayvanlarda antibiyotik direncini artırması sayılabilir. Öte yandan bir çok uzman üretilen her bir GDO’lu ürünün tüm canlı yaşamı için kelimesi kelimesine zehir anlamına geldiğini belirtiyorlar.
Bu sayı Meydan Gazetesi’nin 48. Sayısında yayınlanmıştır.
The post GDO appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post DNA Analiziyle Heykel Yapılırsa… appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>Yapılan DNA analizinin sonucunda kadının ten rengine ve göz rengine kadar belirleyici yüz özellikleri hakkında bilgi toplayan bilimciler aynı zamanda kadının yaklaşık 140 cm boyunda olduğunu ve A kan grubuna sahip olduğunu saptadılar. Analiz sonucunda canlandırılması yapılan heykel sergilendi. Sergilenen heykelin çok gerçekçi olması gözlerden kaçmadı.
The post DNA Analiziyle Heykel Yapılırsa… appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post ”GDO’lu Bebekler” – Mine Yılmazoğlu appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>Bir köpek, bir kedi doğurabilir mi? Peki bir köpek, aynı doğumda, bir köpek ve iki kedi doğurabilir mi? Duyan herkesi şaşkına çeviren bu doğum, birkaç yıl önce Çin’de gerçekleşti.
Söz konusu doğum, bilimsel çalışma yapanların iştahını oldukça kabartmış olacak ki, hemen ardından farklı biyolojik türler çaprazlanarak, yeni ya da farklı türler oluşturma çalışmalarına başlandı. 2015 yılında ise yine Çin’de bir tüp bebek merkezinden alınan insan embriyoları üzerinde gen değiştirme deneyleri yapıldı. Ancak ortaya çıkan sonuçlar hiç iç açıcı değildi. İstenilen genler değiştiriliyor ama diğer genlerde birçok bozukluk ortaya çıkıyordu.
Batılı bilimcilerin dergileri, bu çalışmaları yayınlamayı reddetti. Bunun nedeni etik kaygılar olarak söylense de, başta büyük devletlerin orduları olmak üzere, bu konuya kaynak aktaran yatırımcıları ürkütmek istemediler. Çin’de bu gelişmeler yaşanırken, batıdaki bilimcilerin yasal engellerden dolayı embriyo üzerinde çalışamaması da tepkilere neden oldu. Buna karşılık, 2016’nın Şubat ayında İngiltere’de bir grup araştırmacı, insan embriyosu üzerinde çalışma izni aldı.
Son zamanlarda gündeme gelen bir başka DNA çalışması, bilimcilerin DNA’mızda yeni bir katmanı keşfetmiş olmalarının bir sonucu. Kasların gücünden sahip olunan hastalıklara kadar genler üzerinde taşınan birçok bilgiyi taşıyan bu katman, kişiye özel bir katlanma biçimine sahip. Bilimciler tarafından bu katmanın katlanma biçimi değiştirilerek, kişinin sahip olduğu tüm özelliklerde değiştirilebilecek.
DNA katmanlarının katlanma şeklinin değiştirildiği evre olan embriyo döneminin ilk yedi gününde yapılabilecek bir başka müdahale ise İngiltere’de ortaya çıktı.
Embriyodan sağlıklı bir bebeğe dönüşüm sürecine engel olan genleri değiştirmeye yönelik olan bu müdahaleyle, olması gerekenin dışında aktivite gösteren genler etkisiz hale getirilerek modifiye edilecek. Yani genetiği değiştirilmiş bebeklerin oluşturulacak yeni gen yapısıyla, embriyo adeta kusursuz hale gelecek ve kusursuz bebekler üretilecek. DNA üzerinde yapılacak bu modifikasyonlar ile sahip olunan genetik hastalığın doğacak bebeğe aktarılması ve engellenmesi bir yana, bu modifikasyonlar başka müdahalelere de neden olabilir. Çünkü bu müdahaleler, doğacak her bebeğin istenildiği gibi “üretilmesi” demek.
Nasıl ki at ve eşekten meydana gelen katır, gücü ve dayanıklılığı nedeniyle taşımacılıkta en sık kullanılan hayvan ise; genetiği olması gerekenin dışında olan her canlı da sistem içerisindeki farklı gereksinimler karşılansın diye üretilecektir. Ancak belki de “etik” nedenlerle, katırda olduğu gibi, bu canlıların üreme yetenekleri de köreltilecektir.
Bir yandansa normal bir işçiden daha fazla çalışıp daha az yorulan, daha az hasta olan her bir işçi, kapitalist sistem için belki de bir katır işlevi görecektir. Ya da bilimcilerin deyimiyle, bir mutanta dönüşecektir…
Mine Yılmazoğlu
[email protected]
Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 34. sayısında yayınlanmıştır.
The post ”GDO’lu Bebekler” – Mine Yılmazoğlu appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post ” Gen Etik ” – Belen Yıldırım appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>Çığır açan teknik: CRISPR-Cas9
Huang’ın takımı, 2013’te keşfedilen ve gen mühendisliğinde çığır açtığı söylenen CRISPR-Cas9 yöntemini kullandı. CRISPR teknolojisi ile, embriyo ya da erişkin canlıda hasarlı bir geni tamir etmek ya da hatalı geni devre dışı bırakarak potansiyel ya da mevcut hastalıkları tedavi etmek mümkün olabilecek. Bugüne kadar yöntemi denemek için yapılan araştırmalarda, bakteriler, bitkiler, fareler ve maymunlar gibi bir çok tür kullanılmıştı. İnsan kök hücrelerinde de uygulanan yöntem, ilik kanserine karşı bir tedavi umudu olmuştu.
CRISPR; bakterilerin, bakteriyofaj (bakteri yiyicisi) denen bir grup virüse karşı korunmak için geliştirmiş olduğu mekanizmanın bir parçası olan, tekrarlanan DNA dizilerine verilmiş isimdir. Bakteri, Cas9 diye adlandırılan bir proteini, virüsün genomuna uyan bir RNA dizisine bağlıyor ve oluşan bu karma yapı virüsün DNA’sını keserek etkisizleştiriyor. Dolayısıyla CRISPR, hedef DNA’ya kitlenen RNA’nın yerini aldığı için geçtiğimiz yıllarda geliştirilen gen değiştirme tekniklerine kıyasla çok daha kolay, ucuz bir yöntem haline geliyor.
CRISPR-Cas9 teknolojisinin olanakları neredeyse sonsuzlukla ifade edilebilir. Ama bu sonsuzluk, yöntemin hatasız sonuçlar verdiği anlamına gelmez. Şimdiye kadar, bir hücreli canlı kültürleriyle yapılan araştırmalarda bile, bu yöntemin hem ilgili genlerin üzerinde, hem de ilgisiz başka genlerde mutasyonlara neden olabildiği görülmüştür. Bu gen hataları da aynı derecede sonsuz çeşitlilikte yaşamsal bozukluklara neden olabileceği anlamına geliyor.
Hastalıklara Deva: CRISPR-Cas9
Huang’ın takımı, çalışmasında 86 insan embriyosu kullandı. Bu embriyolar, tüp bebek kliniğinden alınan ve normal bir gelişim süreci göstermesi mümkün olmayan, triplonüklear zigotlardı. Embriyolara müdahalenin ardından, 48 saat boyunca canlılık gösteren 71 adet 8 hücreli embriyo içinden 54 embriyo analiz edilebildi. Bunların sadece 28’inde genler değiştirilebildi. Bunların arasında 4 embriyo gen onarımı aşamasındaki hatalarla, 7 embriyo verilen genin değil, DNA içindeki başka bir genin kopyalanması nedeniyle bozuldu. Ayrıca ilgisiz genlerde de hatalar gözlemlendi. Bütün genlerin analiz edilmesi tamamlandığında ise başka hataların da çıkması bekleniyor.
Huang’ın takımı, çalışmalarını Dawn, Parkinson ve Akdeniz anemisi gibi embriyonik evrede öngörülebilen hastalıklar üzerinde yapmıştı. Yöntemin şu anda ne kadar hata payı olduğu ve gelecekte nasıl geliştirileceği belirsiz olsa da, bu tarz çalışmalar ve tartışmaların artık sürekli karşımıza çıkacağının habercisi niteliğinde. Arizona Üniversitesi’nden Joel Garreau’da, 2012 yılında ABD savunma bakanlığının desteklediği projelerde, metabolizma genetiğini değiştirerek daha güçlü ve dayanıklı askerler yaratmak peşinde olduğunu açıklamıştı. Yeter ki bir kez insanlar üzerinde kullanılması için önü açılsın; işte o zaman kapitalizmin hayalindeki süper işçileri ya da devletlerin hayalindeki süper askerleri yaratmak için kullanılacak olan milyon dolarlar, hırs ve rekabet tanımayan yeni şirketlerle tanışacağız demektir. Hasta olmayan, metabolizması farklı çalışan, fiziksel anlamda dayanıklı insanlar hayalini devletlere satmak pek de zor olmasa gerek.
Bilimde Etik Hassasiyeti
Birinci Dünya Savaşı boyunca ve ardından gelen süreçte başta Almanya, Japonya, Rusya, Amerika gibi devletler, bir sonraki savaşın hazırlığı adına tıp, genetik ve biyoloji alanlarında dehşet dolu çalışmalara imza atmışlardı. Nazi Almanyası’nın genetik çalışmalarını yöneten Josef Mengele, toplama kamplarında ikizler üzerinde gözlerine kimyasal enjekte etmek, narkoz olmadan ameliyatla bedenlerini birbirine yapıştırmak gibi korkunç deneyler yapmıştı. Mengele, o dönemde yaptığı çalışmalardan dolayı, günümüzde modern genetiğin kurucu isimleri arasında anılıyor. Savaş zamanında insanlar üzerinde yapılan katliamlar bugün, hayvanlar üzerinde yapılıyor. Örneğin, Ludwig-Maximilians Üniversitesi’nden Wolfgang Enard; farelere insan geninde bulunan Foxp2 geni eklediğinde daha hızlı öğrendiklerini gözlemlemiş.
Özellikle ikinci dünya savaşı sonrasında, meslektaşlarının yaptıkları ve yapabilecekleri karşısında dehşete düşen bilim insanlarının öncülüğünde bilimin sınırları ‘etik’ ile belirlenir oldu. Genetik bilimi tarihindeki bu korkunç deneylerin mucitleri ya da DNA’yı keşfeden James Watson gibi ırkçı bilim insanlarının frenleyicisi olsun diye midir bilinmez, insan merkeziyetçilik etiğin ana unsurlarından biri haline geldi. Böylece Huang’ın çalışmalarını yayımlatmayan ve etik gerekçelerle durdurmalarını isteyenler, aynı etik anlayış içerisinde, hayvanlar üzerinde deneyler yapmayı makul ve kabul edilebilir görebiliyorlar.
Kapitalizmde Para Hassasiyeti
Bu zamana kadar bilim insanları, çalışanı oldukları şirketlere, yöntemin insan geninde de kullanılabileceğinden bahsederken, Huang ve takımının çalışmasıyla, milyon dolarlık vaatleri boşa çıkmış oldu. Üstelik tüm bu araştırmalar, yüklü savaş yatırımları olan devletlerin himayesi ve desteğinde gerçekleştiriliyorken… Kapitalizmin müdahalesi ile etik eleştiriler de, Huang ve takımının gelecekte korkunç sonuçları doğurabileceği tahmin edilen çalışması gibi iyice bulanıklaşıyor.
Belen Yıldırım
Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 27. sayısında yayımlanmıştır.
The post ” Gen Etik ” – Belen Yıldırım appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post “Archoscientia” – Merve Demir appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>1800’lerde Almanya Baden’de nöroanatomist Franz Joseph Gall, kafatasının şeklinden bireyin karakterinin ve bu karakterin düzen dışı olup olmadığının tespit edilebileceğini iddia etti. Bu saçma sapan iddia, bilim dünyası tarafından önce frenoloji adıyla bir bilim dalı olarak kabul edildi; 1850’lere gelindiğinde ise bir bilim dalı olmaktan çıkarıldı.
1900’lerde İngiltere Birmingham’da Francis Galton, İngiliz halkının dünyadaki diğer halklardan daha başarılı ve akıllı olduğunu iddia etti. Galton, İngiliz halkının çoğalmasının insanlık için önemli olduğunu savundu. Bu saçma sapan iddia da Birleşik Krallıkça kabul edildi. 1954’de ABD’li James Watson, İngiliz Galton’u da aşarak farklı coğrafyalarda yaşayan insanların beyinleri arasında farklılıklar olduğunu iddia etti. İddiası, beyaz ırktan olan insanların, diğer insanardan akıllı olduğu savına dayanıyordu. James Watson, DNA’da ikili sarmalı bulan bilimci olarak Nobel ödülü aldı. Nobel ödülü almasıyla beraber Harvard Üniversitesi’nde biyoloji profesörlüğüne getirildi. Irkçı iddiaları eleştirilmedi.
2010’larda, yani günümüzde, ABD Kaliforniya’da Elizabeth Sowell, zenginlerin beyinlerinin, fakirlerin beyninden büyük olduğunu iddia etti. Bu iddia da büyüklük akıllıkla eş değerli tanımlandı. Bu iddiayı bilimsel bir teoriye dönüştürmek için, 2000’e yakın denek üzerinde senelerce araştırmalar yapıldı. Araştırmaya farklı üniversitelerden katılan nörologlar, psikiyatristler ve psikologlar, iddiayı yani “fakirliğin beyin gelişimini olumsuz etkilediği” savını onayladılar. Perinatologlar biraz daha geriye giderek, zenginin ve fakirin beyinleri arasında gebelikten itibaren fark görüldüğünü; fakir annenin zengin anneye göre yaşadığı beslenme bozuklukları ve sürekli stresin, bebeğin beyin gelişimini yavaşlattığını açıkladılar. Genetikçiler daha da geriye giderek, fakirlerin beyninin küçüklüğünün, kuşaktan kuşağa aktarılan genlerle sürebileceğini araştırmaya kalkıştılar.
1840’larda bilimin ilkeleri yeni yeni oluşmaktaydı. İlkelerin içinde kullanılan yeni kavramlar da birer birer açığa çıkıyordu. Pseudoscience kavramı da böyle bir kavramdı. Kelime anlamı “sahtebilgi” olan bu kavram, bilim dünyasınca sahtebilim olarak kullanıldı. Bilim dünyası saçma sapan önermelerle oluşan her tezi, bilimsel kabul etmeyeceğini böylece gösteriyordu. Ama Alman Franz Joseph Gall, İngiliz Francis Galton’un ırkçı tezleri oldukça uzun zaman sonra Pseudoscience olarak kabul edildi. Daha da beteri, ABD’li James Watson’un aşırı ırkçı tezleri, DNA sarmalını bulması ve Nobel ödülü alması sayesinde asla Pseudoscience kabul edilmedi. Çünkü bilim, beyazların uydurma tezlerine “bunlar uydurma” diyemeyecek kadar beyazdı. Bu, ırkçılığın yanı sıra, sınıfsal çelişkinin de bir etkisiydi.
Dünyanın zengin ve fakir ülkeleri arasındaki renk farkı, aynı anlayış için sınıfsal bir farkı da belirginleştiriyordu. Bu, ırkçı ve burjuva bilimcilerle benzer yaklaşımını sürdüren Elizabeth Sowell ve arkadaşlarının yaptığı araştırmadan şunu çıkarabiliriz: “Zenginler akıllıdır fakirler aptal. Ama fakirler de zenginleşirse akıllanabilirler.” Tam da böyle söylüyor Elizabeth Sowell. Fakirlikten tiksinip zenginliğe imrenen her fakir, zengin olmak için daha çok ve daha çok çalışacaktır. Fakirler çalıştıkça zenginler de daha rahat yaşayacaklardır. Bu araştırma, doğuştan eşit olmadığımızı, zenginleşmek için her şeyin mübah olduğu bir dünyayı meşrulaştıran bir araştırmadır. Ve diğerleri gibi bu araştırma da bilim dünyası tarafından bilimsel kabul edilecektir. Bilimsel araştırmalar karmaşıktır ve karmaşalarının arkasında ırkçılık, faşistlik ve sömürgecilik gibi iktidar kavramları saklıdır. Bu araştırmayı anlamamız için bilim dünyasının uydurma bilgilerine ihtiyacımız yok. İhtiyacımız olan iktidarın bencil, rekabetçi, sömürücü davranışlarını yaşayarak bilmektir. Bunu anlamak için de ezerek bolluğuna bolluk katan zenginlerin “aklı” değil; fakirlerin “aptalca” yaptığı paylaşma ve dayanışma ve ezilmişliğiyle artan öfkesini yaşamak gerekir. Elizabeth Sowell ve arkadaşlarının bilimsel araştırmalarla anlayamayacağı – yaşayamayacağı- da budur.
Bilim dünyasının yeni iddialara ve tanımlara ihtiyacı varsa; ben de bilim dünyası için bu makalemle yeni bir kavram tanımlıyorum. İddiam şudur ki; bilim tüm canlılara yani yaşama anlam katamayacak kadar *archoscientik’tir.
Archoscientia: İktidarcıbilim.
Merve Demir
Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 26. sayısında yayımlanmıştır.
The post “Archoscientia” – Merve Demir appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post Tükürdük, Fişlendik appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>Yasaklara karşı mücadele eden öğrenciler, haklarını arayan işçiler, devrimciler, adaleti savundukları için gözaltına alınan avukatlar, gerçekleri halka yansıtmak için uğraşan gazeteciler… Gözaltına alındıktan sonra Vatan Caddesi üzerinde bulunan İstanbul İl Emniyet Müdürlüğü’ne götürülen herkes, “muayene için” sıklıkla Terörle Mücadele Şubesi’nin kullandığı Haseki Hastanesi’ne gönderilir. Ve gözaltına alındıktan sonra bu hastaneye götürülen hemen herkes, ters kelepçeli bir şekilde, üstüne çıkarak kafasına vuran 4-5 kişiye direnirken, ağızlarından tükürük örneği almaya zorlanır.
Haseki’de İnsanlık Suçu İşleniyor
Gözaltına aldığı herkesi fişlemeyi amaç edinmiş Terörle Mücadele Şubesi, çıkarttırdığı mahkeme kararı ile gözaltında DNA testini zorunlu hale getiriyor. Uygulama mahkeme kararı ile zorunlu hale getirilse de, bu karar aynı zamanda doktorların bu zorunlu işkenceye ortak olması demektir. Bu uygulamayla birlikte kişinin susma hakkı ve kendisi için aleyhte delil vermeme hakkı da zorla ortadan kaldırılmış oluyor.
Çağlayan Adli Tıp’taki doktorların “Hasta örnek vermek istemiyorsa, müdahale edemeyiz” demesi üzerine TMŞ’nin gözaltına aldığı kişileri sadece Haseki Hastanesi’ne götürmesi ve buradaki doktorların kelepçeli şekilde yerlerde yatırılan kişilerin ağızlarına çubuk sokarak tükürük örneği alması bizlere gösteriyor ki, Haseki Hastanesi ile Terörle Mücadele Şubesi arasında gizli bir işkence protokolü imzalanmış. DNA’lar ise Terörle Mücadele Şubesi soruşturmada delil olarak kullanmak bir yana, aksine gayri resmi DNA bankalarının oluşturulmasına yarıyor.
Fişlemenin Osmanlı’daki Tarihi
Tarihte ilk fotoğraf, 1826 yılında Joseph Nicephore Niepce tarafından evinin balkonundan çekilen manzara fotoğrafıdır. Fotoğraf makinaları daha sonra ise belgesel ve tarihsel kaynak yaratma amacıyla sıkça kullanılmıştır. Avrupa’da fotoğraf makinası kullanımının yaygınlaşmasıyla birlikte, kullanım amacı da değişmeye başlar.
Devletler “suçlu” olarak gördüğü kişileri tarifin yanı sıra fotoğraflarıyla da kayıt altına alınmaya başlarlar. Avrupa’da bulunan fotoğraf makinalarından birinin satışa çıktığı Osmanlı gazetelerinde haber olunca, zamanın kolluk kuvveti Zaptiye Müşiriyeti hemen fotoğraf makinasını satın alır, bir memurunu da işi öğrenmesi için eğitir.
Makinanın öğrenilmesiyle kolluk kuvvetleri “suçlu” olarak gördüğü herkesin fotoğrafını çekerek, “suçlu” albümüne ekler. Bu albümlerdeki her detay hakkında tüm bilgiler de toplanarak dosyalara işlenir.
Federal Soruşturma Bürosu’nda Parmak İzi Uygulaması
“Otoritemize itaatsizlik var. Halkı dizginlemeli kontrol altına almalıyız” diyordu ajan J. Edgar Hoover. ABD’de adaletsizlikler had safhaya ulaşmışken kanunlar da hep işçilerin, ezilenlerin aleyhine işliyordu. Ekonomi büyüyordu ama sadece zenginler için. Açlık, yoksulluk ve sürekli çalışmak ezilenlerin kaderi olmuştu. İşte böyle bir çürümüş düzen içerisinde ise toplumdaki başkaldırıları kontrol edecek bir mekanizmanın eksikliği hissediliyordu. Devlet otoritesine ve patronların adalet düzenine karşı saldırıların artması ABD içerisinde bazı çevreleri harekete geçirdi. Her yerde olduğu gibi devletin bekası için kanunlar değiştirildi, özel yetkiler verildi.
1924 yılında FBI başkanlığına getirilen J. Edgar, ABD’yi ve sözde vatandaşları korumak için bir dizi yasayı kabul ettirdi; göçmen işçilerin sürgün edilmesi, politik kimliği olan birçok kişinin tutuklanması gibi.
Adaletsiz düzeni koruma görevi başarı ile sürdürülürken, adaletsizliklere karşı çıkanlar ise fişlenmeye başlanmıştı. Bugün bilinen dünyanın en büyük parmak izi ve veri arşivi, o zamanlar oluşturdu. Tüm göçmenlerin, sendikacıların, konuşma yapıp toplantılara katılan işçilerin bilgileri ve resimleri dosyalanarak bu kişiler fişlendi. Bazı devlet başkanlarının dahi engellemek istediği J.Edgar’in FBI içerisindeki konumu ise ölene kadar değişmedi. Görev yaptığı süre boyunca sekiz ABD başkanı değişti ve tam üç savaş dönemi yaşandı.
Şu an, tam rakamlara ulaşılamasa da, FBI’ın arşivinde 55 milyon kişinin parmak izinin bulunduğu; FBI tarafından gözaltına alınan herkesin DNA ve parmak izlerinin alınmaya devam edildiği bilinmektedir.
Hicivci komedyen Bill Hicks’in bir sözü var “İşte böyle Amerika. Özgürsünüz, söylediğimiz gibi davranmakta özgürsünüz.”
Özgürlük kavramıyla çok yan yana gelen devletlerin de özgürlükten anladıkları, kendilerinin belirlediği alanlarda belirlenen şekillere uyarak yaşama halimizdir. Bugün tüm dünyada görülen fişleme, gözetleme, dinleme uygulamaları da bu “özgürlük al anı”nda insanların sessiz sedasız yaşamaları ve başkaldırmamaları içindir.
The post Tükürdük, Fişlendik appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>