The post İran’da Neler Oluyor? – Gökhan Soysal appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>Devletlerarası gündemde ana başlıklardan birini bu aylarda İran oluşturuyor. Geçtiğimiz Ağustos ayı içerisinde ABD başkanı Trump, İran’la 5+1 ülkelerinin (BM Güvenlik Konseyi Daimi Ülkeleri ABD, İngiltere, Fransa, Rusya, Çin + Almanya) 2015 yılında gerçekleştirmiş olduğu nükleer anlaşmasından tek taraflı olarak çekildiğini açıkladı. Hemen ardından Trump “sadece dünya barışını istediğini” belirttiği tweetinde İran’a karşı uygulanacak yaptırımları açıkladı. Yaptırım açıklamasıyla 2015 yılı itibariyle ambargonun gevşetilmesiyle hareketlenen İran ekonomisi güçlü bir şekilde sarsıldı. Üstelik yaptırımlar 2 ayaklı olup ilk ayağı Ağustos ayında başlayan yaptırımların ikinci ayağı kasım başında uygulamaya konulacak. Kasım ayındaki yaptırımlar daha sert geçecek olup Türkiye’nin birinci ham petrol ve ikinci doğalgaz tedarikçisi devlet olan İran’dan petrol ve doğalgaz alımının kısıtlanması, daha doğrusu sıfıra indirilmesi hedeflenecek.
Diğer 5+1 ülkelerinin çekilmediklerini açıkladığı anlaşma, ABD tarafından İran’a uygulanan ambargoların gevşetilmesi karşılığında İran’ın nükleer faaliyetlerini kısıtlamasını öngörüyordu. Başkanlığa aday olduğundan beri kısıtlamaları yeterli görmediği için “korkunç” olarak adlandırdığı anlaşmadan çekileceğini vaat eden Trump yeni ambargolarla İran’ı yeni bir uzlaşmaya zorlamayı amaçlıyor.
Ortadoğu’nun güvenliğinin önündeki en büyük engel olarak gördüğü İran’a karşı söylemleri de buna paralellik oluşturuyor. Vaadini gerçekleştirerek iç politikadaki popülist tavrını devam ettiren Trump, daha önceki yaptırımlarının amacı olarak “rejimi devirmek değil İran’ı tutumunu değiştirmeye zorlamak” olduğunu açıklamasına rağmen son olarak “Yönetime geldiğimde, soru İran’ın ne zaman Orta Doğu’ya hakim olacağıydı.” dedi ve “Şimdi soru, hayatta kalacaklar mı? Bir buçuk yıldaki büyük fark!” demekten çekinmedi.
Başta Avrupa Birliği üye devletleri olmak üzere içinde TC’nin de olduğu birçok devlet, ABD’nin yeni yaptırım politikası karşı ve uygulamada isteksizler. Bu devletlere karşı Trump son olarak “İran’la iş yapan, ABD ile yapamayacak” diyerek ne kadar ciddi olduğunu tekrar vurguladı. Bu meselede esas sorun, başkan olduğu günden beri hareketlerinin ne olacağı tahmin edilemeyen Trump’ın atabileceği yeni adımların belirsiz oluşu. Özellikle Suriye’de beklenen son olarak Rusya ve İran’ın beraber İdlib’e yönelik harekatı düşünüldüğünde Trump’ın tavrı iyice merak konusu. Son dönemde Trump’ın Kudüs’ü başkent olarak resmen tanıyarak büyükelçiliği Kudüs’e taşıması, ardından İsrail’in Arapça’yı resmi dil olmaktan çıkararak “birleşik ve bütün” olarak Kudüs’ü başkent olarak yeniden tanımlaması verileri göz önüne alındığında Suriye’de güçlendiği iddia edilen İran’a karşı İsrail’in de Ortadoğu’da yeni kriz doğurucu hareketlerde bulunması bu bağlamda gözardı edilmemeli.
İran’ın tek sıkıntısı ABD’den gelen yaptırım uygulamaları veya yıllardan beri süren İsrail tehditleri değil. Ambargoların kalkmaya başlamasıyla birlikte İran ekonomisi nefes almaya başlamış olsa da istenilen seviyeye gelmediği için çeşitli şehirlerde yolsuzlukların soruşturulması talepli gösteriler, yürüyüşler gerçekleştiriliyordu. Mevcut cumhurbaşkanı Ruhani sıkışmış durumda. “Ruhani lider” Hamaney, ekonomik darboğazdan ABD’nin yaptırımlarını değil cumhurbaşkanı Ruhani’nin yönetimini sorumlu tutuyor. Hamaney ayrıca Trump’ın yaptırımlarla elde etmeye çalıştığı görüşme masasına oturma ihtimalini ABD’ye sahtekar diyerek elinin tersiyle itmiş durumda. AB ülkeleri özellikle Almanya, İngiltere ve Fransa’nın destek sözünü alsa da Ruhani’ye yöneltilen bir diğer suçlama, İran’ın sadece kendi gücüne dayanmayıp Avrupa devletleriyle işbirliği içinde olması.
İran’da yaşanan ekonomik kriz nedeniyle gerçekleşen eylemlerin yüksek sayıda gözaltılarla bastırıldığı düşünüldüğünde, önümüzdeki ayların belki de günlerin İran için hiç de kolay geçmeyeceği açık. TC Devleti’nin de bu durumdan azade olmadığını ayrıca vurgulamak gerekiyor. Başta vurguladığımız gibi TC Devleti’nin petrol ve doğalgaz alımında İran ciddi bir pay oluşturuyor. Petrol alım seçenekleri bakımından TC’nin önünde başka olanaklar varken doğalgazda durum böyle değil. Zaten bunun için İran ile uzun yıllara dayanan sözleşmeler yapılmış durumda. Üstelik TC, doğalgaz alımı yapmasa dahi ödeme garantili sözleşmeler gereği İran’a belirlenen miktarı ödemek zorunda.
Devlet başkanının veya bakanların ambargoya uymayacaklarına yönelik sözlerine rağmen TC’de faaliyet gösteren özel şirketler geçen süre içinde petrol alımını kademe kademe azaltmaya başladı bile. Ama doğalgaz alımında bu olanak yok. Geçen yıllarda uygulanan ambargolarda TC’nin ABD’yle anlaşması gereği doğalgaz alımında muafiyeti vardı ancak Kasım ayında başlayacak yaptırımlar için henüz bir muafiyet de yok. Kısa süre içinde bu yönde bir anlaşma yapılmazsa hem ısınmak için hem de elektrik üretmek için çok önemli bir payı olan doğalgaz dolayısıyla TC Devleti’nde var olan ekonomik krize bir de doğalgaz krizi eklenecek. Söylemeye gerek yok, faturası yine halka çıkacak.
Gökhan Soysal
Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 46. sayısında yayınlanmıştır.
The post İran’da Neler Oluyor? – Gökhan Soysal appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post Doğalgaza da Zam! appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>Elektriğe son üç ayda iki defa gelen zamdan sonra, doğalgaza da zam geldi.
Boru Hatları ile Petrol taşınma Anonim Şirketi (BOTAŞ), santrallere ve sanayiye sattığı doğalgazın fiyatını 1 Nisan’dan itibaren geçerli olmak üzere %9,7 arttırdı.
Aralık ayındaki %8’lik zam sonrasında gerçekleşen zam, iyiye giden ekonomi yalanlarının en büyük göstergelerinden.
The post Doğalgaza da Zam! appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post Ekonomi Balonu Zamlarla Patladı – Furkan Çelik appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>Bizim bu grafiği oluşturduğumuz sürede benzine 2 kez zam yapıldı. Son iki ayda toplamda 4 kez benzine zam geldi. Benzine gelen zamlar dolaylı olarak diğer ürenlere zam olarak yavaş yavaş yansıyor. Bizler de yaşamlarımızda çok sık duyduğumuz vergileri, zamları anlaşılır bir şekilde yazmak istedik. Tabi ki karşımıza çıkan tablo çok karamsar oldu. Ne yapacağız sorusu sizler gibi bizlerin de kafasında oluştu. Ama cevap bulmak çok zor değil. Biraz bir araya gelmek, örgütlü hareket etmek gerek sadece. Ondan sonra kapitalizmin krizlerinin üstesinden gelmek kolay. En azından bunu birlikte çabalayabiliriz. Birlikte kapitalizmin sömürüsüne karşı kooperatifler, kolektifler oluşturabiliriz.
Vergi borçlarını ödemeyen ilk on patronun toplam borcu 10,4 milyar TL
Bir sinema biletinin; Eğlence Vergisi, Türk Hava Kurumu Payı, KDV ile Bilet bedelinin %17’si vergidir.
2017’nin ilk 10 ayında tahsil edilen toplam vergi geliri 431 milyar TL
Bunun 235,4 milyar TL’lik kısmı sadece ÖTV ve KDV’den oluşmakta!
Bir cep telefonu gümrük girişi 1.000TL 100TL TRT Payı – 275TL ÖTV – 248TL KDV – Telefon 1623 tl ile satışa sunuluyor.
2017’de Patlıcana %23,10, Nar’a %20,62, Salatalık’a %15,15, Yumurtaya %10, Balık’a %8 (Deniz balığı azaldı, çitlik balıkları çoğaldı)
Trafik cezaları, cep telefonu vergileri, ehliyet ve pasaportlar %14.47 oranında zamlandı.
Cep telefonundan alınan Özel İletişim Vergisi 47.7 liradan 54.6 liraya, B sınıfı ehliyet harcı 418.3 liradan 479 liraya, 1 yıllık pasaport harcı 169.5 liradan 194 liraya çıktı.
1lt benzin 5.57’dir. Bunun 0.85 TL’si KDV, 2.37 TL’si ÖTV 1 litre benzine ödenen vergi 3.22 TL
Yani satış fiyatının %58’i vergidir.
Boğaz köprülerinden otomobil geçiş ücreti 7 TL’den 8,75 liraya çıktı.
Sanayi elektriğinde TRT payı %0
Herkesin kullandığı cep telefonunda TRT payı %10
Bir asgari ücretli 1.6 motor “0” bir otomobil alabilmek için; Türkiye’de 111 ay çalışmak zorunda 58 ay araç 53 ay vergisi için
Gümrük girişi 26.500 TL olan Türkiye’deki en ucuz 1.6 otomobil;
TRT payı 106TL – ÖTV 11.972TL – KDV 6.945TL – Tescil 650TL – MTV 1.035TL – Toplam vergi 20.708TL – Bayî kârı hariç fiyat 47.208TL
Çevre Temizlik Vergisi her 1 metreküp su tüketimi için 28 kuruştan 32 kuruşa çıktı.
Emlak vergisi %7.25 zamlandı.
Motorlu Taşıtlar Vergisi yeni yılda%15 ve % 25 zamlandı.
Avrasya Tüneli’nde otomobiler 16,60 TL’den 21 TL’ye, minibüsler için ise 24,90 TL’den 31,50 TL’ye
Enflasyon: Elindeki 3,5 tl ile aldığın 2 kilo patatesi bir sonraki yıl 4 tl ye alıyorsan bu enflasyonun arttığını gösterir. Enflasyon oranı belli başlı ürünlerdeki fiyat artışlarıyla hesaplanır.
Son 10 yılın Enflasyon Oranı
-SGK bir çalışanın diş implant tedavisini karşılamaz. Ama bir vekilin ücretsiz 8 diş implant hakkı vardır.
-12kg bir mutfak tüpü satış fiyatı 92 TL
Bunun; -ÖTV’si (1,77×12) = 21,24 TL KDV’si = 6,81TL
Yani satış fiyatının %31’i (28,05TL) vergilerden oluşmaktadır.
-Bir gemi alırsanız %1 KDV öder, motorini litresi 2,89TL’den alırsınız.
Bir traktör alırsanız %8 KDV öder, motorini litresi 5,03TL’den alırsınız.
ASGARİ ÜCRET
2018 aylık kazancı 2.029TL |
-304TL Sgk primi |
-259TL gelir vergisi |
-15TL damga vergisi |
Agi hariç net asgari ücret 1.451TL |
Agi dahil 1.603TL |
2018 yılından itibaren 1 yılda işçiden kesilen |
-3.652TL Sgk |
-3.104TL Gelir Vergisi. (agi hariç) |
-185TL Damga Vergisi olmak üzere 6.941TL’si kesilecektir. |
Harcama vergileri hariç 365 günün 104 günü Vergi-Sgk için çalışılacaktır. Harcama vergileri eklendiğinde bir işçi 365 günü 194 günü vergiler ve Sgk için çalışacaktır.
Su Faturası
M3 fiyatı belediyelerin keyfine göre belirlenir.
Vergisinin belirli bir oranı yoktur.
Doğalgaz Faturası
Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 43. sayısında yayınlanmıştır.
The post Ekonomi Balonu Zamlarla Patladı – Furkan Çelik appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post Devletin Barış Hali de Savaş Hali de Kapitalizm İçin Aynı appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>Uluslararası ilişkiler, devletlerarası arenadaki egemen aktörlerin diğer egemen aktörler karşısındaki hareket tarzlarını açıklamaya ve tahmin etmeye yönelik geliştirilen teorik yaklaşımların olduğu bir disiplindir. Bu disiplinin ortaya çıkışına zemin hazırlayan gelişmeler çoğunlukla savaşlardır.
Savaşlar, uluslararası sistemin aktörlerini dönüştürme ve devletlerarası düzeni değiştirme işlevine sahiptir. Bu nedenle, barış kavramı bu disiplinde, bu devletlerarası düzenin dolayımı olarak kalmıştır. Ancak özellikle son dönemde, bu noktada farklı girişimler vardır. Bunda devletlerin içerisine girdiği söylemsel değişiklikler etkilidir.
Çıkar odaklı reelpolitik, “komşularla sıfır sorun politikası” gibi değişikliklere uğramıştır. Bu değişikliğin söylemsel olmaktan ileri gidemediği, gidemeyeceği bir zamanın içindeyiz. Reelpolitikte odak noktasının ne olduğunu kaçırdığımızda, siyasal analizin bağlamını kaybedebiliriz. Bu odak noktasının ne olduğunu hatırlatalım: kapitalist çıkarlar.
Afrin Saldırısının Siyasi Boyutu
20 Ocak’ta başlayan saldırıyı, ABD’nin oluşturmak istediği “Sınır Koruma Gücü”nde SDG’yi konumlandıracağı açıklamasının tetiklediği biliniyor. Sınırlarının güvenliği, saldırının bir mantığa oturtulmasından başka bir anlam taşımıyordu. Ancak mantıksız olan, saldırının ABD nüfuz bölgelerinde yani Fırat’ın doğusunda değil, Afrin’de başlamasıydı. Beklenenin aksine, bu yeni duruma bölgedeki iki önemli aktörden de net bir karşı çıkış gelmedi.
Afrin saldırısı, ABD ve Batı devletlerinin şerh koysa da karşı çıkmadığı bir saldırı. Bunun nedeni, bölgedeki Rusya nüfuzunun sınırlandırılması isteği. “Afrin bizim operasyon sahamız değil” açıklamasının da Rusya’yı siyasi, askeri ve diplomatik açıdan zor durumda bıraktığı bir gerçek. Ancak ABD ve Batı devletlerinin bu utangaç karşı çıkışları bir strateji değişikliği olarak okunabilir mi? Ya da politik bir ilkesizlik?
SDG’nin Fırat’ın doğusuna çekilmesi, ABD’den art arda yapılan “SDG ile ittifakımızı sürdüreceğiz” açıklamaları, SDG’nin aynı zamanda Esad ile anlaşma zeminini ortadan kaldırıyor ve Fırat’ın doğusunda, İran ilerleyişini durduracağı var sayılan nüfuz bölgesinde varlığını sürdürmeye itiyor. Tabi ABD’nin başka bir planı yoksa…
Buna rağmen Rusya’nın da tavrının “sınırlı saldırıya” izin vermesi, ister istemez bunun bir İdlib pazarlığı olma ihtimalini gündeme getiriyor. Suriye’de IŞİD karşıtı mücadele sürerken Rusya ve Esad ordusunun İdlib’e bir operasyon yapıp gücünü bölmediği biliniyor. Bununla beraber, Halep de dahil olmak üzere, Suriye’nin geri kalanındaki radikal islamcıları İdlib’te toplamayı tercih etmesi, önemli bir stratejinin parçası. Rusya ve Esad rejimi İdlib’teki grupları, karşısında savaşılması gereken cihatçılar olarak görüyor. İdlib’tekileri Suriyeli muhalifler olarak gören TC ise Afrin saldırısıyla, İdlib’te sıkışmış durumda bulunan bu silahlı gruplara bir alan kazandırmayı hedefliyor.
2017’de IŞİD’in yenildiğini, 2018’in ise Heyet Tahrir Eş-Şam ve El Nusra’yla (dolayısıyla El Kaide’yle) mücadele yılı olacağını ilan eden Rusya, TC’nin ÖSO’yla beraber başladığı “sınırlı saldırı”ya neden karşı çıkmıyor? ÖSO, rejim tarafından açık bir şekilde terörist olarak tanımlanıyor. Rusya’nın Azez-Tel Rıfat hattındaki saldırılara karşı TC’ye yönelik politikası bu kadar netken Afrin saldırısında stratejisini neden değiştiriyor?
Tüm bu verilere karşın TC Rusya nezdinde “güvenilmez” bir imaja sahip. Bu nedenle Rusya’nın Kürtlerle, Esad rejimi üzerinden kurulacak federasyon benzeri yeni bir ilişki inşa etmek istediği sıklıkla dile getiriliyor. Fakat bu durum da değişme potansiyeli taşımıyor mu?
Afrin’e yönelik saldırı, Suriye’deki savaşta oyun dışı kalmış TC’ye, ABD nezdinde zorlayıcı bir konum biçme hedefi taşıyor. Bu zorlayıcılık Rusya ile yakınlaşma, NATO ile ilişkiler üzerinden elini güçlendirme ve ABD’nin içinde bulunduğu askeri, siyasi, diplomatik kanatlar üzerindeki uyumsuzluğu kullanma potansiyelini barındırıyor. TC ile güvenlik temelli bir ilişkisi olan ABD nezdinde bu zorlayıcılığın karşılığı, Rusya ile girilecek yeni bir güvenlik ilişkisiyle test edilebilir.
ABD ve Rusya’nın Tutumları Neden Bu Kadar Esnek?
Devletlerarası ilişkilerde, dostluk ya da düşmanlık durumu hızlı bir şekilde değişebiliyor. Birkaç yıl öncesine kadar “düşman devlet” ilan edilenlerle, ortak politikalar geliştirilebiliyor. Reelpolitiğin reel kısmı, tam da burası. Burada işleyen tek reel durum, çıkara göre konumlanmak. Yani uzun erimli stratejiler bir yalan, bu ilişkilerde ilkesellik bir masal…
Bu ilkesizliği anlamak için Suriye’de devam edenler yakıcı örnek mahiyetinde;
Devletlerin İlkesizliğinin Sebebi Kapitalist Çıkarlar
Devletlerarası siyasetin bu esnek, ilkesiz, sürekli değişen özelliğinin ana sebebi, tüm stratejilerin temelini oluşturan kapitalist ruhudur. Devletlerin kendi sınırları dahilinde milliyetçilik yarışına girerek oluşturduğu tüm kırmızı çizgileri, bu ruhun içerisinde erir gider. Dolayısıyla bu durum herkesi dost, herkesi düşman kılar.
Ortadoğu coğrafyasının tümünde olduğu gibi Suriye de, devletlerin ve şirketlerin siyasi ve ekonomik çıkarlarını güçlendirmek için savaştığı bir coğrafyadır. Suriye’deki savaşın fiilen başladığı 2011’den bu yana, devletlerin enerji politikalarının bölge üzerindeki etkisi aşikardır.
Petrol ve doğal gaz gibi enerjiler ekseninde oluşan bu politikalar, Suriye’deki siyasi durumun açığa çıkmasında, yaşanan savaşlarda, savaştan kaynaklı göçte ve tüm bunlara bağlı etmenlerin oluşmasında etkendir. Bölge üzerinde hareket halinde bulunan Chevron ve Exxon gibi küresel enerji şirketleri, bu bölgedeki hareketliliklerini tarihlerinde olmadıkları kadar hızlandırmış durumda.
Küresel kapitalizmin kendi “gerçekliklerini” dayatmasının mağdurlarının bölge halkları olduğu aşikardır.
Kapitalizmin Suriye’deki Can Damarları
2009 yılında, Katar’ın Şam yönetimine yaptığı boru hattı teklifinin, Suriye’de devam etmekte olan savaşın ana nedeni olduğu bilinen bir gerçek. İran’a da komşu olan bir bölgeden başlayıp Suudi Arabistan, Ürdün, Suriye ve Türkiye’ye uzanarak AB’ye ulaşması hedeflenen doğal gaz boru hattını Esad yönetiminin reddetmesi ve İran, Irak, Suriye’den geçecek alternatif bir proje başlatması, savaşın başladığı 2011’de imzalandı. Enerji merkezli, devletlerarası ekonomik müzakere süreci, bölgeden ve bölge dışından çok sayıda aktörün dahil olduğu bir savaşa evrildi. Bölgeye gözünü dikmiş ve hali hazırda pazar için kaynak olarak kullananlar ile bölgeyi bir pazara dönüştürmek isteyenler de çıkarları gereği bu savaşa dahil olmakta sakınca görmedi.
Savaşın enerji koridorlarında dört hat karşımıza çıkmakta. Güney Kürdistan petrolünü taşıyan Kerkük-Yumurtalık Koridoru; bu hatta alternatif Rojava üzerinden Ceyhan’a, oradan da Akdeniz’e bu petrolü taşıyan koridor; Kerkük’ten Lübnan Trablusşam’a uzanan boru hattı (Şii Hilali de denilen, İran’ın devreye girmesiyle Lübnan Hizbullahı’nın Akdeniz’e taşıyacağı hat); Körfez devletlerinin Katar’a cephe almasına neden olan TAP (Trans Arap Pipeline) denilen Sünni Haifa hattı.
Tüm bu enerji damarlarının Suriye Savaşı’nın ekonomik nedenselliklerinin incelemesinde önemli bir yeri var. TC’nin Afrin saldırısında da, Kürt düşmanlığının arka planında da yine bu damarların küresel pazardaki işlevi var. Suriye’deki savaşın gözler önündeki siyasi nedenlerinin dışında, Deyr-ez Zor’dan Rakka’ya oradan İdlib’e uzanan bu enerji koridorlarından geçen, çok da görünmeyen ekonomik nedenleri görmek önemlidir.
2012 yılında yani Suriye Savaşı’nın başında, Trans-Anadolu Doğal Gaz Boru Hattı (TANAP) imzalanmış; proje kapsamında BOTAŞ, SOCAR (Azerbaycan Petrol Şirketi) ve BP ortaklığıyla doğal gazın Asya’dan Avrupa’ya (Trans Adriyatik Boru Hattı’yla) taşınması planlanmıştı.
Türk Akımı’nda açılacak yeni hat üzerinde Rusya ve TC’nin vardığı anlaşma, yine enerji paralelinde Türkiye’de açılacak enerji ihalelerinde Rus şirketlerinin yer alması Afrin saldırısının çok konuşulmayan pazarlıklarından. Halkbank davası gibi nedenlerle TC’ye yönelik küresel ekonomik yaptırımlar ABD’nin gündemindeyken TC’nin Rusya ile anlaşması TC açısından önemli bir strateji. Afrin saldırısı, işte tam da bu bağlamda gerçekleşmiştir.
Enerji projeleri ve ticaret anlaşmalarıyla, ekonomik ve siyasi gelişmelerin hız kazandığı koşullarda savaşın derinleşmesi ve yaygınlaşması kaçınılmazdır. Kapitalist amaçlar, devletlerin güvenlik politikalarını yönlendirebilmekte, devletlerarası ilişkilerin “reel”ini belirleyebilmektedir.
Kapitalist çıkarların siyaseti yönlendirdiği zamanlarda ortadaki tek tablo savaştır.
Afrin saldırısını bu arka plandan bağımsız göremeyiz. Aslında Suriye’de olan ve olacakları bu kapitalist stratejilerden bağımsız düşünmek, meselenin nedenlerinden bizi uzaklaştırmaya bile itebilir.
IŞİD’den sonra ortaya çıkan yeni tablonun, kimlerin ağzını sulandırdığı yukarıda saydığımız enerji hatları düşünüldüğünde açıktır. Küresel kapitalistler ve bu tablodan ekonomik çıkarlarını tatmin etmeye çalışan devletler iş başındadır. Bölgede birilerinin koruyuculuğunu üstlenen hamilerinin yanında Afrin saldırısı gibi hamleler, bu kaynakları ele geçirmeyi hedeflemekten çok, bu kaynaklardan nemalanmaya yöneliktir.
Tüm bu büyük ve küçük kapitalist çıkarlardan bağımsız olarak Afrin halkı, Afrin’de yaşamını sürdürürken bugün bu çıkarların yıkımıyla karşı karşıyadır. Enerji savaşının bir stratejisidir Afrin. Tüm bu kapitalist çıkarların geçersiz kılındığı bir coğrafyanın insanlarıdır Afrinliler. Kobanê’de, Cizire’de, Chiapas’ta olduğu gibi. Küresel kapitalizmin masasında payını artırmak isteyenlerin, strateji belirleyenlerin çıkarlarına verilecek cevabı, özgürlükten yana olanlar örgütlü bir şekilde vermektedir. Ve örgütlü bir halkı hiçbir kuvvet yenemez!
Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 43. sayısında yayınlanmıştır.
The post Devletin Barış Hali de Savaş Hali de Kapitalizm İçin Aynı appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post Türkiye ve İsrail Dostlukta Gaza Geldi appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>TC Devleti’nin İsrail ile olan ilişkileri, 2009 Davos toplantılarındaki “one minute” çıkışı ve sonrasında 2010 Mavi Marmara saldırısı ile “bozulmuştu”. Son süreçte Suriye’de yaşanan savaşta değişen dengeler, İran’ın Batı Bloku’na dahil olma sinyalleri vermesi gibi etkenler çerçevesinde, “bozuk” olan bu ilişki, tekrar normalleşme belirtileri göstermeye başladı.
Geçtiğimiz Aralık ayı içinde bir araya gelen iki devletin temsilcileri, karşılıklı bir dizi taviz kararı aldılar. Bu kararlara göre TC, sınırları içinde Hamas örgütüne ve yöneticilerine bazı engellemeler getirirken; Mavi Marmara saldırısında yaşamını yitirenlerin ailelerine İsrail devletince yardım fonu oluşturulacak, ayrıca saldırıya katılan askerler hakkında TC’nin açtığı davalar düşürülecekti. İki devlet arasında mutabakata varılan diğer bir konu -ancak belki de önemine tezat olarak gözden kaçan konu- ise enerji meselesindeydi. Buna göre, İsrail çıkardığı doğalgazı TC’ye satacak, oluşturulacak bir boru hattı ile de doğalgaz Avrupa’ya transfer edilecekti. İsrail ve TC devletlerinin son gelişmeler üzerine girdiği yalnızlaşma süreci göz önüne getirildiğinde ise İsraillilerin “Bu doğalgaza müşteri lazım ve TC şu anda en ideal müşteri konumunda” yorumu, iki devlet arasındaki normalleşmenin parametrelerinden birini ortaya koyuyor.
Aslında görünürde “bozuk” olan iki devlet ilişkileri, özellikle ticaret ve askeri faaliyetler bazında oldukça normal akışındaydı. Öte yandan da TC’nin iç politikadaki “Filistinsever tavrıyla” çelişen, Filistinlilere vize uygulaması yürürlükteydi. Ancak devletin “Filistin davasına hamilik” olarak sunulan ikiyüzlülüğüne karşın özellikle iç politikada Erdoğan, Filistin davasının kahramanı olarak görülür oldu. Coğrafyamızdaki muhafazakar kesimde “ümmet davasının” taşıyıcı olmanın iddiasının bile geçer akçe olduğunu bilen devlet, bu durumu 2013’te yaşanan Mısır darbesi sonrası ikinci bir fırsata çevirmeyi ihmal etmedi. Mısır’da, darbeciler tarafından katledilerek sembolleşen 17 yaşındaki Esma ve bunun yanında “Rabia işaretleri” ustaca sahiplenildi.
Suriye’de süren savaşta gelinen noktada ise Ortadoğu’da oyun kurucu olma iddiaları “stratejik derinliklerde” boğulan TC, yüzünü döndüğü ve Suudi Arabistan ile Katar’ın dahil olduğu Sünni Arap eksende, karşısına aldığı Rusya-İran-Suriye bloğuna karşı özellikle İran karşıtlığı temelinde İsrail’le aynı safta buluştu. Diğer taraftan da Mısır darbesine en büyük desteği veren Suudi Arabistan ile müttefik olma ve bu ittifakın “maddi getirileri” uğruna Rabia işaretleri unutuldu. Mısır ile ilişkileri düzeltmede arabuluculuğunu ise Suudi Arabistan üstlendi. Bu arabuluculuk sonucunda, önümüzdeki Nisan ayında gerçekleşecek İslam İşbirliği Konferansı için dönem başkanı ve bir anlamda ev sahibi olarak “darbeci Sisi”nin İstanbul’a gelmesi dahi söz konusu.
TC bugün, İsrail’in Gazze açıklarında çıkardığı -statüsü tartışmalı- doğal gazı alıp/satarak “Filistin davası” hamiliğinden, işgalci devlet ile doğalgaz gaspı ortaklığına geldi. Böylelikle oy getirisi adına iç politikada oluşturulan bir kahramanlık ve kurtarıcılık “hikayesi” daha sonlanmış oldu. Hikaye sonlanırken de devletin en tepesinden “Bizim İsrail’e ihtiyacımız var, bunu kabul etmemiz lazım” itirafı geldi.
Bu Yazı Meydan Gazetesi’nin 31. sayısında yayımlanmıştır.
The post Türkiye ve İsrail Dostlukta Gaza Geldi appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post “ENERJEOPOLİTİK” – Emrah Tekin appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>
Jeopolitiğin kurucusu Friedrich Ratzel , “Bu küçük gezegende, sadece bir büyük devlet için gerekli yer mevcuttur” sözüyle, devletin doğasındaki yayılmacılık arzusunu açıkça ortaya koymuştu. Ratzel her ne kadar bu sözü olumsuz bir yerden kurmuyorsa da, devletin varlığını sürdürebilmesini genişlemekle sağlayabileceği tespitini iyi yapıyor. Nasyonal-sosyalist düşünceye armağanı olan Lebensraum- yaşama alanı kavramını da bu düşünceyle şekillendiriyor.
Jeopolitik, özellikle uluslararası siyaset analiz edilirken en çok başvurulan yaklaşımlardan biri. Fukuyama’nın Tarihin Sonu tezinden Huntington’ın Medeniyetler Çatışması’na; Büyük Ortadoğu Projesi’nden Brezezinski’nin Büyük Satranç Tahtası’na, jeopolitik yaklaşım güncel uluslararası siyasetin nabzını tutmaktadır. Bu bakış açısından yapılacak bir devletler tarihi okumasında, 19. yüzyılda Almanya’nın, 20. yüzyılda ABD’nin uluslararası siyasetteki yükselişlerinin, öncekinin kömürü, sonrakinin petrolü kontrolü ile ilgili olduğu iddia edilebilir.
Ancak 20. yüzyılda, uluslararası siyasete yeni bir paradigma damga vurdu: Yenilenebilir enerji fikri… Devletlerin dış politikalarını belirlemesinde, hatta devlet dışı ekonomik ve siyasi aktörlerin bu politikaları etkilemesinde en büyük olgu, yenilenebilir enerjiydi.
Bu fikirle birlikte sadece dış politikalar değil, yeni kapitalizm tanımları, küresel şirketlerin dünya siyasetine etkileri konuşulur oldu. Jeopolitikçi yaklaşımların büyük bir çoğunluğu, bu süreç sonunda komplo teorileriyle ilişkilendirildi.
Siyaset biliminde, jeopolitikçi yaklaşımların nesnelliği tartışmalıdır. Örneğin Brezezinski, ABD Başkanı Carter’ın danışmanıdır. Dolayısıyla, uluslararası siyaseti okumasının tarafsız olması beklenemez.
Jeopolotikçi yaklaşım bu haklı ya da haksız itibarsızlaştırmaya karşı yeni bir argüman üretmiş durumda. TC devletinin son aylardaki uluslararası siyasette üzerinde yoğunlaştığı meselenin ne olduğu düşünüldüğünde bu durum daha kolay anlaşılacaktır. Devletlerin enerji politikaları dengeleri, her geçen gün değişmektedir. Bu dengeler güncel siyaseti etkileyebilmekte, devletlerin uluslararası siyasetteki konumunu belirleyebilmektedir.
Bu durum jeopolitikçileri, uluslararası sistemdeki aktörlerin yeni enerji düzeninde rol almalarına ve dış politikalarını buna göre belirlemeleriyle yeni bir kavram ortaya atmaya itmiştir: Enerjeopolitik.
Bu yaklaşıma göre yenilenebilir enerjiye geçiş bir süreçtir ve bu süreçte petrol ve doğalgaz önemini koruyacaktır. Hatta bu süreçte, daha önce petrol ve doğalgaz konusunda tekel durumunda olanların (ABD ve AB gibi) karşısına yeni aktörler (Brezilya, Rusya, Çin, Hindistan gibi) çıkacaktır. Küresel siyaset yapılandırılırken petrol hala öncelikli bir role sahiptir ve doğalgaz kullanımı hızla artmaktadır. Hal böyle olunca Ortadoğu, Kuzey Afrika, Kafkaslar, Hazar Havzası ve Orta Asya coğrafyalarındaki küresel siyasi ve ekonomik çekişmelerin asıl dayanağı enerji olarak ortada durmaktadır.
Erdoğan’ın Enerjeopolitik Arka Planı
Barış Süreci ile ilgili gelişmelerin hızlandığı bir dönemden geçerken, Tayyip Erdoğan, 17 Mart günü, TANAP’ın yani Trans-Anadolu Doğal Gaz Boru Hattı’nın, Kars ayağının açılışında yaptığı bir konuşmada, “Kürt sorunu diye bir şey yoktur” dedi. Ancak buna benzer her konuşmada olduğu gibi yine, devlet erkanının konuşmalarını gerçekleştirdiği “arka planlar” üzerinde çok durulmadı. Fakat Erdoğan’ın Türkiye’nin enerji ve ulaşım koridoru olmasını vurguladığı bu konuşma esnasında kurduğu cümlelerin, hangi ruh haliyle kurgulandığını anlamak ve bunun, konuşmanın “arka planı” ile olan ilgisini düşünmekte fayda olabilir.
Enerji Bakanı Taner Yıldız ve Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan, son süreçte, Romanya’dan Azerbaycan’a, Rusya’dan İran’a dek, hummalı bir çalışma içerisinde. Bu çalışmaların sürdüğü her bir yeni yer ise, siyasi konjonktüre ilişkin soruların cevaplandığı, devlet meselelerine ilişkin konuşmaların yapıldığı yerler olma niteliğinde. Gidilen her bir mekanın, devletlilerin demeç verdiği mekanlara dönüşmesi durumu söz konusuyken, bunun nedenini tartışmak, mekanlar üzerinde şekillenen politikaları anlamak açısından da önem taşıyor.
TANAP nedir?
Taner Yıldız Kandil’de petrol aramaya niyetlenmiş; Tayyip Erdoğan’la birlikte Türkiye’ye biçtikleri geleceğin, büyük bir enerji dağıtım şirketi olduğunun sinyallerini verir ve bunu da yaptığı her açıklamaya, her çalışmaya yansıtırken son zamanlarda kulağımıza çokça çalınan bir proje var. ABD’nin dolara müdahalesi iddialarının karşısında, 10 milyar dolarlık bir anlaşma olma niteliği taşıyan; bu yönüyle de II. Dünya Savaşı sonrası oluşan ve AB’nin kökeni sayılan “Kömür-Çelik Topluluğu”na benzetilen TANAP’a dair ilk anlaşma, 2012 yılında imzalandı.
1850 km uzunluğunda, Kars’tan Çanakkale’ye toplamda yirmi ilden geçecek olan Trans-Anadolu Doğal Gaz Boru Hattı, BOTAŞ ve Azerbaycan Devlet Petrol Şirketi SOCAR arasındaki anlaşmayla oluşturuldu. Projeyle hedeflenen Hazar Denizi’ndeki Şahdeniz 2 Gaz Sahası’ndan çıkacak gazı Avrupa’yla buluşturmak. %30’luk hissesiyle BOTAŞ, %58’lik hissesiyle SOCAR’ın çok da konuşulmayan bir ortakları daha var, projedeki %12’lik hissesiyle, kendi krizini şimdi de Avrasya’da yürüteceği politikalarla aşmaya çalışan BP.
BP Azerbaycan, Gürcistan, Türkiye Bölge Başkanı Gordon Birell, projede Türkiye ile birlikte yer almanın öneminden “Türkiye son 5-10 yılda önemli bir enerji merkezi oldu. TANAP’ta partner olmamız bizim için önemli bir adım. TANAP, Türkiye’nin enerji güvenliği için önemli bir fırsat” diyerek planlanan projeyi övgüler dizmeye şimdiden başlamışken; projenin asıl büyük ayağı ise dikkat çekiyor.
Projenin bütününde planlanan şey, esas olarak şu: Güney Kafkasya Boru Hattı (SCP) ile Azerbaycan’ın Hazar Denizi’ndeki Şahdeniz 2 Gaz Sahası’nda ve diğer sahalarda üretilen doğalgaz öncelikle Türkiye’ye, yani TANAP’a, ardından Trans Adriyatik Boru Hattı (TAP) ile Yunanistan, Arnavutluk ve İtalya üzerinden Avrupa’ya ulaştırılacak. Taner Yıldız’ın “siyasi engeller çıkarılmaya çalışıldı ama bu projenin önünde siyasi bir engel olmayacaktır” açıklamaları da, TANAP’ın daha şimdiden nasıl bir “namus meselesi”ne dönüştüğünü anlatır nitelikte.
Yeni Enerji Düzeni
Jeopolitiğin önemi noktasında ısrarlı duranların altını çizdiği duruma göz atmak gerekirse; Rusya, Ukrayna’daki gelişmelerden kaynaklı olarak iptal ettiği Güney Akım Projesi’ni, Türkiye-Yunanistan’dan geçecek yeni bir doğalgaz projesiyle ikame edecek. Putin’in yakın bir zamanda gerçekleştirdiği Erdoğan görüşmesi ve Çipras’ın Rusya ziyaretini buradan okumak doğru olacaktır.
Peki, İran’ın ABD ile nükleer müzakereleri sonrasında, İran tarafından yapılan eleştirilere rağmen Erdoğan’ın İran’a gidiyor oluşunu nasıl anlamak gerekecek? Yeni jeopolitikçilerin cevabı, Yeni İpek Yolu projesi. Çin’in ticari kaygılarla hazırladığı bu projenin yolları, karadan ve denizden Türkiye ile kesişiyor. Ancak yolların bir tanesinin üzerinde Yemen bulunuyor. Dolayısıyla Yemen’deki hareketliliği bir de buradan okumak gerekiyor! Öte yandan çok gündemde olmasa da, İpek Yolu’nun bir ayağının geçtiği Kenya’da ise 150 kişi radikal İslamcı Eş-Şebab tarafından katledildi.
Bu tarz bir okumayla, Enerji Bakanı Taner Yıldız’ın, petrolü Kandil’de aramasını da anlamlandırabiliriz.
Enerji, Rant ve Savaş Üçgeni
Doğalgaz projeleri, yeni ticaret anlaşmaları.. Küresel ekonomik ve siyasi gelişmelerin hız kazandığı ortamda, bu hızdan kimlerin kar edeceğini görebilmek için strateji uzmanı olmaya gerek yok. Petrol ve doğalgaz gibi enerjilerin siyasette ve ekonomide hala daha ne kadar önemli olabildiğini anlamak için de… ABD ordusunun bir günlük ihtiyacının, Yunanistan Devleti’nin günlük ihtiyacından daha fazla olduğunun bilinmesi bile bunu anlamak için yeterli bir örnek.
Ancak bu, bizim küresel şirketlerin dünya siyasetindeki ve ekonomik sistemindeki rolünü önemsizleştirmemize yol açmıyor. 20. yüzyılın yarısında, Dünya Savaşı sonrası küresel şirketlerin, ABD güdümlü bir ekonomik ve siyasi hegemonyanın bir parçası olarak görüldüğü dönemde değiliz. Bugün bu küresel şirketlerin ekonomik amaçları ile devletlerin güvenlik politikaları uyuşmayabilir. Dünya üzerinde nükleer, doğalgaz ya da petrol enerjileri ile ilgili hatırı sayılır miktarda küresel organizasyon var ve bunlar dünya siyasetinde söz sahibi.
Biz ezilenlerin, meseleyi değerlendirmedeki ölçütünü nereye koyacağı önemli. TANAP projesi ve benzeri projeleri değerlendirmemizdeki kriter ne bu projelerin zenginliklerine zenginlik katacağı kapitalistler, ne de küresel siyasette gücünü arttıran mevcut sınırlara hükmeden devletlerdir. Zaten ortadaki enerji ihtiyacı da ne halkındır, ne de kazanılacağı iddia edilen milyonlar halka dağıtılacaktır.
Küresel siyasetin ve kapitalist ekonominin böyle hız kazandığı dönemlerde ortaya çıkan tek tablo savaştır. Masa başlarında imzalanan kağıtlar bazen bir bomba olarak bazen de kriz olarak karşımıza çıkacaktır.
The post “ENERJEOPOLİTİK” – Emrah Tekin appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post “Rusya’nın Türk Akımı” – Sergei Arkadiev appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>Duydunuz mu bilmiyorum ama Rusya’da şöyle bir komplo teorisi var: Türk devleti 1990’ların ilk yarısında Kuzey Çeçenistan’daki durumun şiddetlenmesinde çok önemli bir rol oynadı ve onun Çeçenistan’daki savaşa verdiği destek Modern Rusya’nın kaderini etkiledi.
“Avrupa Petrol Konsorsiyumu”, Rus petrolünü uluslararası pazara taşıyan boru hattını nereden geçireceğine karar vermesi gerekiyordu: Çeçenistan’dan mı yoksa Ceyhan ve Trabzon limanlarından mı?
Petrol musluğunun başında olmak, Türk tarafının her türlü çıkarınaydı. Bu yüzden Çeçenistan’daki istikrarlı ilişkileri bozan oyuna katıldı. Tabii ki bu teorinin asıl amacı, Kuzey Kafkasya’da 10 yıl süren katliamların ve Rusya’nın Avrupa tarafında yapılan “terör eylemleri” biçimindeki yankılarının sorumluluğu başkasına atmak gibi gözüküyor.
1990’ları ve 2000’leri hatırlarsak, devlet yanlısı medya Çeçen halkını bir şer odağı, ne kadınları, ne çocukları ne de kendilerini esirgeyen manyak fanatikler olarak sunuyordu.
Çeçenler toplumda o kadar şeytan gibi gösterildi ki, sürüncemeye giren çatışmalar için başka sorumlu aramaya gerek kalmadı – Rusya Federasyonun barışı ve bütünlüğü için, küresel terörizmin yönlendirdiği bu manyaklarla savaştaydık. Fakat zamanla durum tam tersine döndü. Bugün, cumhuriyetin başındaki Ramzan Kadyrov’a bağlı Çeçen Askeri Birlikleri – Rus ordusunun en kabiliyetli askeri birliklerinden biridir. Gürcistan’da savaştılar ve bugün Ukrayna’da savaşmaya devam ediyorlar. Medyada dünün “manyak fanatikleri” şimdi de dava ve silah kardeşlerimiz, gerçek vatanseverler ve geleneksel değerlerin muhafızları olarak sunuluyor. Şimdilerde savaşın suçluları, iki halkın arasını bozan bazı dış güçler olarak açıklanıyor.
Görünüşe göre, bir zaman önce ana-akım dışındaki devlet yanlısı medyada yoğun bir şekilde tartışılan Türkiye’nin rolü unutuldu. Politik durum tekrar değişti: Erdoğan’dan sadece olumlu anlamda bahsediliyor. Bulgaristan’ın tekerine çomak sokmasının ardından Rusya, Türkiye’ye yakınlaşmaya çalışıyor.
Gazprom ve Türk Hükümeti arasında imzalanan anlaşmanın, Avrupa’ya giden doğalgazı Ukrayna’ya uğramadan taşımak için yeni bir yol yaratan, politik bir hamle olduğuna şüphe yok. “Güney Akımının” yerine bu projenin geleceğini ne kadar hızlı duyurduklarına bakarsak mesele acil. Türk Medyası, buraya Rusya’ya aktarılan yayınlarından gördüğümüz kadarıyla “akım” haberlerini “boru hattı projesi doğalgaz kaynaklarının Türkiye’den geçecek” şeklinde olumlu karşıladı. Fakat ucuz Rus gazını almaya değer mi?
“Gazprom”, tıpkı deneyimli bir uyuşturucu satıcısı gibi reddedemeyeceğin bir teklif yapar, sizi “gaz iğnesinde” tutmak için baştan düşük fiyat verir, sonra yavaş yavaş çıtayı yükseltir. Ukrayna’da böyle oldu. Ukrayna’yla Rusya arasında son 20 yılda gelişen bütün gerginliklerin nedeni öncelikle doğalgazla ilişkilidir, milliyetçiliğin yükselmesi, Karadeniz filosu, Donbas’taki Rus askerleri ya da haberlerde abartılan başka konular değil.
Ayrıca Rus Devletinin bütün dairelerini ve iştiraklerini kapsayan korkunç yolsuzlukları unutmamak gerekir ve Gazprom, Rusya’nın değişik bölgelerinde sürekli ortaya çıkan ekoloji katliamlarında sık sık karşımıza çıkıyor. Bu olaylar çoğunlukla iç ve dış mihrakların entrikaları ya da “bir ulusal hazineye” yönelik iftiralar şeklinde savunuluyor (bu arada, Ulusal Hazine, Gazprom’un Rusya’daki resmi sloganıdır). Bu yüzden hükümetinizin yeni dostlarının gerçek yüzünü görmek için sabırlı olmanız gerekiyor.
Ya da daha iyisi, sabırlı olmayın!
Sergei Arkadiev – Saint Petersburg, “Otonom Faaliyet (toplumsal devrim)”
Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 26. sayısında yayımlanmıştır.
The post “Rusya’nın Türk Akımı” – Sergei Arkadiev appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post “Çaldağı’nda KATLiAM” -Özgür Erdoğan appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>İşte böyle bir iklimde, Yırca köylüsünün zeytinlikleri yağmalandıktan hemen sonra internet sitelerine ve televizyonlarına bir haber düştü: “Turgutlu’nun Çaldağı bölgesine yapılmak istenen Nikel madeni için 2 milyon ağaç kesilecek.” Her ne kadar bölge insanı 2000’li yılların başından beri meseleden haberdar olup, bu konu hakkında çalışmalar yürüttüyse de; yaptıkları, muhalif ve yerel basın dışında çok karşılık bulamamıştı. Son olaylardan sonra meselenin bilinirliliğinin artmasıyla, ana akım medya, meseleyi daha fazla duymazlıktan gelemedi. Fakat ne yazık ki, 2 milyon ağacın kesilmesi gibi ciddi bir ekolojik yıkım, buz dağının yalnızca görünen yüzü. Buz dağından aşağıya doğru indiğimizde ise, belki de Çernobil faciasıyla kıyaslanabilecek boyutta başka bir ekolojik yıkımla karşı karşıya kalıyoruz.
2 Milyon Ağacın Gölgesinde Kalanlar
Çaldağı’nda yapılmak istenen şey, 750 bin metrekarelik ormanlık bir araziye, açık maden işletmesi olarak bir nikel madeni kurmak. Bu bile başlı başına bir felaketken, nikelin çıkartılmasında uygulanacak yöntem için felaket demek emin olun “iyimserlik”e denk düşüyor. Sülfürik asit liç yöntemi, dünyada henüz denenmemiş -daha doğrusu, uygulanmak istenen yerellerde halkların büyük direnişleri ile karşılaştıktan sonra denenememiş- bir yöntem.
Bu yöntemin bölgedeki canlı yaşamını, ekonomik ve sosyal yaşantıyı nasıl etkileyeceğini anlamak için, bu alanda çalışma yürüten yerellerin ortaya koyduğu verilere bakmak yeterli olacaktır: Bu açık maden işletmesinde, 15 yıl boyunca günde 8.000 ton nikel cevheri toprak delinerek, kazılarak ve patlatılarak çıkarılacak. Bu süre zarfında her gün, 24 saat boyunca ve her 3 dakikada bir, 15 tonluk bir kamyon dolusu cevher madenden tesise gönderilecek ve yaklaşık 100 milyon ton cevher 1600 dönümlük sahaya depo edilecek. Burada kullanılacak sülfürik asit liç usulu için, bölgeye yılda 1 milyon ton asit üretecek bir tesis açılacak.
Madenin Yol Açacağı Hasarlar
Peki bütün bunlar neye yol açacak? Kanserojen etkisi olan nikel tozları, bütün bir Gediz Ovası’na yayılacak. Sülfürik asit liç yönteminden kaynaklanan asit buharlaşmasından dolayı, çok geniş bir alanda asit yağmurları yağacak. Dünyanın her yerinde sadece çöllere kurulmasına izin verilen asit fabrikalarının belki de en büyüğü, Gediz Ovası’nın göbeğine kurulacak. Yapılan madencilik faaliyetinden ötürü, yeraltı ve yerüstü suları talan edilecek, geri kalanıysa kullanılamayacak derecede kirletilecek. Başta 300 bin ağaç olmak üzere, 15 yıl boyunca 2 milyon ağaç kesilecek. Açık maden olduğu için uzaydan bile seçilebilecek olan dev bir çukur açılacak. İki adet zehirli atık dağı oluşturulacak. 10 milyon ton Kükürtdioksit doğaya yayılacak… Bu liste, emin olun, daha da uzatılabilir.
Paravan Şirketler Yığını ve “Büyük Patron”a Giden Yol
Şu anda madende faaliyet yürütecek olan şirketin ismi VTG Holding. ODTÜ mezunu üç genç tarafından kurulduğu söylenen şirket, 2011 yılında, aslında madende çalışma yapma yetkisini elinde bulunduran Sardes Madencilik A.Ş’yi nasıl olduysa “madencilik sektörü” için oldukça cüzi bir miktara satın almış. Fakat işin ilginç yanı, Sardes Madencilik A.Ş’nin, bir süre önce bu topraklarda Bosphorus Nikel A.Ş olarak faaliyet yürüten İngiltere kökenli European Nickel PLC (ENK PLC) şirketi tarafından satın alınmış olması. Bahsi geçen firmaya yakından bakmak, bizi götüreceği “Büyük Patron”a ulaşmak açısından önemli. Balkanlar’da 1999 yılında, sülfürik liç yöntemiyle maden çıkarmak amacıyla kurulmuş. ENK PLC, Türkiye’de Bosphorus Nickel Madencilik, Arnavutluk’ta Adriatic Nickel Resources, Bosna Hersek’te Dinara Nickel, Kosova’da Morovo Nickel isimleri ile faaliyet yürütmektedir. Şirketin yönetici kadrosunda yer alan Sir David Logan, tanıdık bir isim. Kendisi 1997 – 2001 yılları arasında İngiltere’nin T.C Büyükelçiliği yapmış bir zat. Bu zattın, uygulanmak istendiği her yerde büyük direnişlerle karşılaşan ve uygulanamayan Sülfürik liç yönteminin bu topraklarda uygulanabilmesi için, devletle aracılık yaptığı biliniyor. Ne büyük bir tesadüftür ki, yine aynı zattın Karadeniz’deki HES katliamlarından sorumlu olan Anadolu Efes grubunun sahibi olduğu Efes Breweries International şirketinin yönetiminde -genel müdürlük de dahil olmak üzere- çeşitli pozisyonlarda yer aldığı görülüyor. ENK PLC’nin yönetim kurulundaki dikkat çekici bir diğer isim ise Paul Lush. Lush, dünyadaki en büyük maden şirketi olan ve yaptığı ekolojik yıkımlarla girdiği her yerde adından çokça söz ettiren, dünya üzerinde farklı isimlerle beraber 462 yan kuruluşu olan BHP BİLLİTON firmasının önemli şahsiyetlerinden biri.
Şirketin bugüne kadar neler yaptığına geçmeden önce, Bu şirketin ENK PLC ile ortak yanlarının olmasının ötesinde, ENK PLC’nin bu dev şirketin apaçık taşeronu olduğunu göstermek gerekiyor. BHP BİLLİTON, bir çok madeni çıkarmak için en ucuz yöntem olan sülfürik asit liç yöntemini bulan ve bunun patentini alan dünya devidir. Şirket bu yöntemi, sahibi olduğu, ortağı olduğu olduğu ya da teşvik verdiği bir çok şirketle uygulatmaya çalışmıştır. Bu şirketler, Kolombiya’da Cerro Matoso S.A., Balkanlar, Filipinler ve Finlandiya’da Talvivaara, Balkanlar ve Türkiye’de European Nickel PLC’dir. Adı geçen hiçbir ülkede bu yöntem uygulanamamış, bu topraklarda ise devletin onay vermesi ile şirket çalışmalarına başlamıştır. Ayrıca, BHP BİLLİTON’un ENK PLC ile yaptığı anlaşmada, şirkete 3.33 Milyon sterlin ödeyerek üretilecek ürünün yarısını almak ve diğer yarısı için de ilk alıcı olmak konusunda mutabakata varmışlardır. Yani bugün VTG holding adıyla bilinen şirketin asıl patronunun, bir sürü paravanın ardına saklanmış olan BHP BİLLİTON olduğunu söyleyebiliriz.
Yaşam Düşmanı Şirket: BHP BİLLİTON
BHP BİLLİTON, Avustralya kökenli bir şirket. Özellikle kömür, nikel, uranyum ve alüminyum gibi madenlerle, ayrıca petrol ve doğalgazla da ilgileniyor. Bazen bizzat kendisi, bazen de taşeronları aracılığıyla, bu rezervlerin olduğu her yere eli uzanıyor. Yaşama karşı saldırıları da şirketin büyüklüğüyle paralel olarak inanılmaz boyutlarda. Burada bir kaç örnek vermek, bu konuyu daha anlaşılır hale getirecektir. 1984 yılında Papua Yeni Gine’de, Ok Tedi Bakır Madenleri’ni işletmeye başlayan şirket, maden atıklarının toplanması için yapılması gereken barajı çeşitli bahanelerle yapmayarak, tüm atıklarını, (bugüne kadar 500 milyon tona yakın) Ok Tedi nehrine boşaltmıştır. Bu kirlilik, 50.000 insan ve 120 yerleşim yerini etkilemiş; bölge halklarının geçimini sağladığı balıkçılık ve tarımı ise adeta felce uğratmıştır. Kolombiya’da La Guajira yarımadası üzerine kurulu olan ve dünyanın neredeyse en büyük açık madeni olan Cerrejon kömür madenleri, yarımadadaki canlı yaşamını adeta silip süpürmüştür. La Guajira’daki Tabaco köyünden tüm halkı kaba kuvvetle kovan şirket, çevrede bulunan 5 ayrı köydeki insanları da, etrafa yaydığı kirlilik yüzünden göç etmeye zorlamıştır. Şirketin uranyum üretimi yaptığı bölgelerde ise, birçok radyoaktif sızıntı olduğu söylenmektedir. Şirketin iş yürüttüğü bir çok alanda, bu ve buna benzer -yazının kapsamını çok çok aşan- daha birçok vaka yaşanmıştır. (Bkz. bhpbillitonwatch.net)
Bütün bunlarla beraber, bu katil şirketlerin ellerinin uzandığı her yerde, ciddi direnişlerle karşılaştıklarını da belirtmek gerekir. European Nickel’in özellikle Sırbistan ve Arnavutluk’ta işletmek istediği fakat işletemediği madenlerin akıbetini belirleyen şey, devletlerin onlara izin vermemesi değil; bölge halklarının geri adım atmadan, kararlı direnişlerini sürdürmeleri oldu. Turgutlu’da da devlet, yapılmak istenen talana ortak olup tüm yasal izinleri bölgedeki canlı yaşamını hiçe sayarak çıkarmış, katil şirketin çalışması için uygun koşulları hazırlamıştır. Buna karşılık, burada bölge halkına ve yaşam savunucularına düşen sorumluluk; devletten ya da şirketten bir şey beklemeksizin, şirket kovulana, maden kapatılana kadar direnişlerini sürdürmek olmalı!
Kaynakça:
http://www.sourcewatch.org/index.php/BHP_Billiton
http://powerbase.info/index.php/BHP_Billiton
http://bhpbillitonwatch.files.wordpress.com/2012/06/carnival-of-freaks-bhp.jpg
http://www.metalurji.org.tr/dergi/dergi142/d142_3338.pdf
http://www.caldagi.com/?Bid=488876
http://www.caldagi.com/?Syf=15&cat_id=28&baslik_name=TmFzxLFsIGJpciDDp2V2cmUgZmVsYWtldGkgYmVrbGl5b3I/
The post “Çaldağı’nda KATLiAM” -Özgür Erdoğan appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post 21. yy’da Teslimiyet Teorileri ve Pratikleri: “Greenpeace 5,2 Milyon Doları Yok Etti” – Alp Temiz appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>Greenpeace’in finans danışmanının Euro ile Pound para birimleri arasındaki dalgalanmada, 11 Milyon Liraya karşılık gelen 3 Milyon gibi bir miktarını “üzülerek” kaybettiğini açıklaması, dünya çapında haberlere ve tartışmalara konu oldu.
Greenpeace’in yalnızca kur farkıyla bu miktarda para kaybediyor olması, şirketlerden fon kabul etmeyen ama aynı şirketlerin vakıfları yoluyla yaptığı bağışları memnuniyetle kabul eden STK’nın aldığı fonların miktarı hakkında büyük bir tartışmaya yol açtı.
Kaybedilen paranın “çevreci kampanyaları” sekteye uğratmayacağı Greenpeace merkez ofisi tarafından açıklanırken, paraya gerçekte ne olduğu konusunda da ciddi şüpheler mevcut.
Geçtiğimiz günlerde yayınlanan bu haber, söz konusu fonların ne denli büyük miktarlarda parasal bir akışa yol açtığını açıkça ortaya koyuyor.
İktisadi olarak detaylı bir analiz yapılırsa şüphesiz daha gerçekçi verilere ulaşılabilecektir. Ancak kabataslak bir hesaplamayla, son günlerdeki Euro-Pound paritelerindeki dalgalanmaya göre kaybedilen paradan yola çıkılarak, anaparanın miktarı hakkında yaklaşık bir yargıya varılabilir.
Euro-Pound paritesi, Greenpeace International tarafından açıklamanın yapıldığı 15 Haziran tarihi öncesi son 1 aylık zaman diliminde, sadece yüzde 1 oranında dalgalandı. Bu da 3 milyon Pound’un kaybedilebilmesi için, 300 Milyon Pound’luk bir alım satım işleminin yapıldığı anlamına geliyor. Yani sadece üzerinde işlem yapılan para, yaklaşık 1 Milyar 100 Milyon Lira.
Truva atı STK’ların (Sivil Toplum Kuruluşu) maddi destek aldığı şirketlere ve kurumlara karşı mücadele ediyormuş gibi görünmesine kentlerde ve vadilerde pek çok kez tepki gösterilmişti. Mücadelenin öznesi yerellikler ve yaşam savunucusu örgütlenmeler, çeşitli zeminlerde bu konuda açıklamalar, deşifrasyonlar yapmışlardı. (1)
Truva atı STK’lara karşı takınılan bu tavrın temelini oluşturan, yaşamı savunanlar ile yaşamı yok edenlerin bir araya gelemeyeceği, aynı sözü söylüyormuş gibi davranamayacağından ileri gelmektedir. Yaşamı yok eden şirketler tarafından kurulan ve desteklenen çevreci vakıflar ve STK’lar, hayata geçirdikleri “dünyayı kurtarma projeleri”ne yaptıkları katkılardan dolayı petrol, doğalgaz, sanayi, kimya, inşaat, medya şirketlerini çevreci ilan etmiş; onları yeşile boyamıştır. Bu vakıfların ve STK’ların asıl amacı, şirketleri “Yeşile Boyama”dır.
Greenpeace, bu STK’ların belki de en kurnazı. Çünkü şirketlerden doğrudan para almayı reddediyor. Bu da onun, gerçekten de halkın öz örgütlenmesiyle gerçekleştirdiği bir mücadele olduğu yanılgısını güçlendiriyor.
Greenpeace International internet sitesinde belirttiği üzere “Greenpeace bireysel destekçilerin gönüllü bağışlarına ve vakıflarca desteklenen hibelere güvenir.” deniyor.(2) Bu söz ile GP güya şeffaflık gösterirken açık veriyor ve şu soru akıllara geliyor: Kim tarafından kurulan hangi vakıflar?
Rockefeller Brothers Fund, Inc., Charles Stewart Mott Foundation, The Trust for Mutual Understanding, Reiman Charitable Foundation, Inc., The Scherman Foundation, Inc., The Overbrook Foundation…(3)
Liste böyle uzasa da, çok uzatmaya gerek yok. Bir tek Rockefeller Vakfı’nı incelemek yeterli olacaktır. Rockefeller Vakfı’nın kurucusu John D. Rockefeller, aynı zamanda 20. yüzyılın başında Shell dahil 25’ten fazla şirketi içine alarak büyük bir petrol tröstü haline gelen Standard Oil şirketinin de kurucusu.
Rockefeller Brothers Foundation internet sitesi rbf.org’tan, sürdürülebilir kalkınma başlığı altından Greenpeace’e hangi zamanlarda, kaç kez, kaç yüz bin dolar bağış yapıldığı kolaylıkla öğrenilebilir.(4)(5)(6)(7)(8)
GreenPeace adını yeşil koyarak yaşamı savunamaz, çünkü petrol şirketlerinden destek alarak petrolün açığa çıkardığı sorunlara karşı mücadele edilmez.
GreenPeace adını barış koyarak barıştan yana da olamaz, çünkü yeryüzündeki savaşların çoğu kendisini destekleyen petrol şirketlerinin çıkarları uğruna gerçekleştiriliyor.
Yolda karşınıza çıkıp sizden destek talep eden sevimli, modern, duyarlı, çevreci üniversite öğrencisi Greepeace’çilere bu soruları sorun. Muhtemelen kesinlikle şirketlerden bağış kabul etmediklerini söyleyecekler. Israrcı olup belgeleri söylediğinizde anlamazlıktan gelecek, belki ekip şefini çağıracak. Ekip şefi bu konu özelinde bir açıklama yapmayıp başka hikayelerle bu mevzuyu kaynatmaya çalışacak. Ama siz bileceksiniz: Hesap ortada!
Milyon dolarların nereden geldiği belli.
Nasıl kaybolduğuna gelince; işte orası aslında tam bir muamma.
Dipnotlar:
1) http://patikaekoloji.org/yeni-nesil-truva-atlari-ve-fon-dongusu/
2) http://www.greenpeace.org/international/en/about/faq_old/questions-about-greenpeace-in/
“Greenpeace relies on the voluntary donations of individual supporters, and on grant support from foundations.”
3) http://www.undueinfluence.com/greenpeace.htm
4) http://www.rbf.org/grant/10866/greenpeace-fund
5) http://www.rbf.org/grant/10866/greenpeace-fund-0
6) http://www.rbf.org/grant/10866/greenpeace-fund-1
Alp Temiz
Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 20. sayısında yayımlanmıştır.
The post 21. yy’da Teslimiyet Teorileri ve Pratikleri: “Greenpeace 5,2 Milyon Doları Yok Etti” – Alp Temiz appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post “Çüş Oha Yuh” – Oğul Akdoğan appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>Hükümet halkı nasıl soyacağının hesabını herhangi bir açık bırakmayacak şekilde her detayıyla hayata geçiriyor
Yoksulun tepesine basa basa iktidarını sürdüren AKP hükümetinin, halkın sırtına yüklediği keyfi uygulamalarından biri de ev ve iş yerlerine gelen faturalara yansımış olan kesintiler.
Hükümetin kalkınmak için yapamayacağı şey yok!
Geçenlerde televizyonda doğalgaza ve elektriğe yapılan zamlarla ilgili bir haberde vatandaşın birine soruyorlar; asgari ücret belirlendi 774 lira, ancak yapılan son zamlarla vatandaş bu parayla yine zorda kalacağa benziyor. Vatandaş soruya cevap veriyor, “Başbakan kalkınma peşinde, gelişiyoruz. Eee zam yapıyorsa, vardır bir bildiği”. Yani bizim de çorbada tuzumuz olsun der gibi konuşuyor. Yalnız çorba kaynamış, dibi tutmak üzere. Nasıl mı?
Faturalara yansıyan zamların peşi sıra yapılıyor olmasının “bilinen nedeni” kalkınma peşindeki ülkenin giderek borçlanması, borcun artması ve artan borcun envai çeşit vergi saçmalıklarıyla hissettirilmeden vatandaştan kesilmesi. Olayın özetinin özeti bu, ancak vatandaşın cebinden çıkan bu kesintilerin “asgari” yani çorba da bir miktar tuz olmadığı, neredeyse insanlardan zorla “gasp” edildiği gözden kaçmamalı. Peki bu gasp nasıl oluyor?
Bir faturaya 9 çeşit vergi ve fon
Elektrik faturası incelendiğinde, faturaya yansıyan enerji bedelinin dışında, 9 çeşit vergi ve fon olduğu görülmektedir. Bunlar Kayıp- Kaçak Bedeli, Dağıtım Bedeli, Perakende Satış Hizmet Bedeli, Sayaç Okuma Bedeli, İletim Sistemlerini Kullanma Bedeli, Enerji Fonu, TRT Payı, Elektrik Tüketim Vergisi ve KDV şeklinde sıralanır. Fatura tutarı incelendiğinde 100 liralık bir faturanın yaklaşık 50 lirası enerji bedeli ise, 50 lirası da bu 9 çeşit vergi ve fon adına kesilmektedir.
Kaçak elektrik bahane! Rant şahane!
Hükümet bu bedellere gerekçe olarak “kaçak” olarak tabir edilen elektrik kullanımına işaret etmektedir. Elektrik kaçağı bir bölgeye verilen belirli watt elektrik dışında kullanıldığı tespit edilmiş olan enerji kullanımıdır. Bu kullanımın bedeli bölgesel değişkenlik göstererek, vatandaşın elektrik faturasına yansımakta, eşit miktarda dağıtılmaktadır. Şu sıralar meclise önerge olarak sunulan, kaçak kullanım meselesi yani “Herkes ‘dürüst vatandaş’ olmalı, kimse kimsenin faturasına ortak olmamalı” sözleri gündemde. Özellikle gecekondu yerleşimlerinin bir sorunu olarak gösterilmek istenen bu durum, hükümetin insanları birbirine düşürmek amacıyla uydurduğu esas sorunu görünmez kılma çabasıdır. Zaten yıllardır her hükümet kayıp, kaçak denilen sorunu çözme yöntemini “Doğudaki kaçak kullanıyor, onların bedelini batıdaki ödüyor” propagandasıyla yapmaktaydı. Yani bu konuda iktidar da muhalefet de aynı tarafta, ama farklı çalıp oynuyorlar. Biri kaçak elektrik peşinde, diğeri enerji bahanesiyle (HES)lerle köylünün suyunu gasp etme peşinde. Zaten hükümetin asıl istediği enerji ve ekonomi konusunda kalkınma değil, kalkınma adıyla insanları kandırma politikasıdır.
Peki bu “kaçak” olarak tabir edilen bedel neye göre belirleniyor?
Kaçağın nasıl belirlendiğine ilişkin, Enerji Piyasası Denetleme Kurumu’dan bir yetkilinin basına yansıyan bir konuşması oldukça düşündürücüydü. Yetkili, “Mevcut teknoloji eski olduğu için kayıp ve kaçağı tam olarak ölçmek mümkün olmuyor. O nedenle genel bir oran alıp bunu ülke çapında uyguluyoruz” demişti. Bu itiraf bile “kaçak tutar” diye vatandaşın faturalarına yansıyan bedelin tümüyle keyfi bir uygulama olduğunu ortaya koymaktadır.
Hem zamlar hem de faturalara yansıyan bu keyfi kesintilerle yine olan yoksullara oluyor. Ancak hükümetin elini cebimize sokarak gasp etiği bu keyfi uygulamalara karşı, bizlerin de yapabileceği şeyler var. Faturalara yansıyan bu kesintilere itiraz etmeli, bu konularla ilgili mecra olan Hakem Heyetleri’ne keyfi olarak alınan pay için müracaat ederek kısaca bizden alınanı geri alabiliriz. Hakem Heyetleri’nde alacağımız sonuç olumsuz olsa bile, davayı Tüketici Mahkemesi’ne taşıyarak hukuki bir mücadele başlatabiliriz. Benzer bir hukuki kazanım yakın bir tarihte yaşandı. Emekli öğretmen olan İhsan Çolak, lehine sonuçlanan karar sonrasında, elektrik faturasına yansıyan 25 aylık kesintilerin toplamını icra yoluyla geri aldı. Emekli öğretmen İhsan Çolak, “Kayıp kaçak bedeli”, “Perakende satış hizmet bedeli”, “Sayaç okuma bedeli”’, “İletim bedeli” adı altında kesinti yapılmasını haksızlık olarak nitelemiş, faturaya yansıtılan toplam bedel üzerinden, harcanan elektrik, KDV ve kesintilerin ay ay dökümünü yaptı. 25 ayda 2 bin 788 liralık fatura ödeyerek kendisinden fazla tahsil edildiğini öne sürdüğü 707 lirayı AKEDAŞ’tan geri aldı. Ancak bu bir örnek kazanım olsa da herkes için bu şekilde sonuçlanmayabilir. Devletin adaletinin zenginin, şirketin, patronun ve kendi tarafında olduğunu göz önünde bulundurduğumuzda, yoksulun bu işten pek çıkarı olmasa da, yine de bu gaspın peşine düşmeliyiz. Böylelikle asıl hırsızın kaçak elektrik kullanmaya mecbur bırakılmış yoksul değil, elini zorla cebimize atan hükümet olduğunu deşifre etmeliyiz.
Kontörlü sayaç soygunu
Hükümet artık kontörlü sayaç uygulamasını zaten hayata geçirmiş durumda. Yani paran varsa suyun, elektriğin ve ısınmak için gazın var. Paran yoksa hiçbirini kullanmaya da hakkın yok. Kontörlü sayaç ile ilk olarak halk, hizmet garantisi almaksızın belediyeye ve belediyelerin anlaşmalı olduğu şirketlere ödeme garantisi vermiş oluyor. Son zamanlarda Tayyip’in “tasarruflu olalım” sözlerinin ardında bu uygulamanın büyük payı var. Önce sayaç montajları, sonra kontör dolumu yapmak için ödenen nakit para yani sıcak para. Belediyeler ve anlaşmalı şirketler için hepsi kazanç, hepsi birer rant kapısı. Vatandaş, eline tutuşturulan bu kartlı sistemle yaşamsal ihtiyaçlarını karşılamak için daha da borçlanacak ve bir sömürünün daha pençesine düşecek.
Bir de bu sayaçların kontrolünü yapacak, dijital faturalarını yazacak ve denetleyecek olan görevliler var. Özelleştirmelerle birlikte taşeron şirketlere çalışan ve çoğu geçici olan bu görevliler söktükleri sayaç, tespit ettikleri kaçak kullanım üzerinden de prim kazanacaklar. Böylece sökülen her sayaç, kesilen her kullanım ihtiyacı, her ihbar bu görevli için ekmek parasına; soğukta, karanlıkta ve susuz kalacak olan için de eziyete dönüşecektir.
Sosyal adaletsizlik, sosyal patlama
Hükümet halkı nasıl soyacağının hesabını herhangi bir açık bırakmayacak şekilde her detayıyla hayata geçiriyor. Ancak bu gaspın getirisi şimdilik pek hissettirmese de ilerleyen zamanlarda büyük bir sosyal adaletsizliğin sonucu olarak karşımıza çıkacaktır. Ve burada karşı karşıya gelen yine yoksullar ve işsizler olacaktır. Umalım ki böyle olmasın, bu adaletsizlikler yerini hükümete, belediyelere, şirketlere ve patronlara karşı oluşacak olan toplumsal bir adalet mücadelesine bıraksın.
Oğul Akdoğan
[email protected]
The post “Çüş Oha Yuh” – Oğul Akdoğan appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>