The post Maaşlarını Alamayan İşçilerden Doğrudan Eylem appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>Bangladeş’te maaşlarını alamayan tekstil işçileri isyan etti. Polis saldırısı sonrasında çıkan çatışmada 50 işçi ve 5 polis yaralandı.
Farklı fabrikalardan aylardır maaşlarını alamayan yüzlerce işçi, sabah saat 07.00’de Narayanganj şehrinin Adamjee bölgesinde yer alan Serbest Üretim Bölgesi’nin (EPZ) önünde toplanarak eylem düzenledi.
Adamjee-Narayanganj yolunu trafiğe kapatarak eylem yapan işçiler, bir kamyonu ateşe verdi. Polisin saldırısı sonucu işçilerle polisler arasında çıkan çatışmada 50 işçinin yaralandığı belirtildi.
Sorunun çözümüne ilişkin söz verilmesinin ardından işçiler yoldaki blokajı kaldırarak eylemlerine son verdiler.
The post Maaşlarını Alamayan İşçilerden Doğrudan Eylem appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post Yoksulluğa, Baskıya ve İmparatorluğa Karşı Japonya’da Anarşizm – Furkan Çelik appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>Anarşizmin ideolojik olarak ortaya çıkışı ve dünya çapında yayılışı şüphesiz ki kolonyal dönemde devletlerin farklı kıtalara, farklı coğrafyalara giderek yeni sömürgeler oluşturmasıyla ilintilidir. Anarşizmin ideolojik olarak biçimlenmesi “Batı”da gerçekleşse de anarşizm yayıldığı her coğrafyadaki yerel kültür ve toplum ilişkilerinde kendi yaşamsal karşılığını bulmuştur. Bu sebeple, “Batı” dışında örgütlenen ve gelenek haline gelen anarşist hareketleri incelememiz, bu ilişkiyi görmemiz açısından önemlidir.
Japonya’da anarşizm, 19. yüzyılın sonlarında ve 20. yüzyılın başlarında gelişmeye başlamıştı. Bu topraklarda anarşist fikirleri ilk kez yaygınlaştıranlardan biri, Shûsui Kôtoku olmuştu. Kôtoku, siyasi politik hayatının başlamasıyla beraber, toplum sorunlarını ele alan bir gazete kurdu. Heimin Shinbun (Sıradan İnsanlar Gazetesi) 1903 yılında yayın hayatına başladı, kısa sürede savaş karşıtlarının toplandığı bir zemin haline geldi. Gazetenin yaygınlaşmasıyla beraber İmparator Meiji durumdan rahatsız olmaya başladı ve imparatorluğun direktifleriyle gazetenin editörleri tutuklandı, büroları basıldı, dağıtımı engellenmeye çalışıldı. Gazete 18 Ocak 1905’te son sayısını çıkartarak yayın hayatına veda etti. Ama Heimin Shinbun’un bu sonu aslında birçok gelişimin de başlangıcı olacaktı. Shûsui Kôtoku, 5 ay boyunca kaldığı hapishaneden çıktığında anarşist fikirleri daha da olgunlaşmış olacaktı.
Shûsui Kôtoku Amerika’da
Hapishanede Kropotkin’in kitaplarını okuyan Kôtoku, Meiji hükümetinin baskılarından uzaklaşmak için Amerika’ya giderek, burada teorik olarak kendisini geliştirdi. Kropotkinle mektuplaşan Kôtoku, Kropotkin’in yazılarını ve kitaplarını Japoncaya çevirmeye başladı. IWW (Dünya Endüstri İşçileri)’nin mücadelesinden etkilendi. Japonya’dan göç etmiş ve Amerika’da yaşayan anarşistlerle beraber, Japonca Kakumei (Devrim) isimli bir dergi ve Ansatsushugi (Terörizm) isimli bir broşür çıkarmaya başladı.
1906 yılında Japonya’ya geri dönen Kôtoku, anarşizmi örgütlemek için burada ilk olarak bir miting düzenledi. 28 Haziran 1906’da düzenlediği mitingde, ABD’de etkilendiği işçi mücadelesinden ve Kropotkin’in komünal düşüncelerinden, Marksist parti anlayışının otoriter ve devletçi oluşundan, dünya devrim hareketi geleneğinden bahsetti.
Doğrudan Eylem Ayrışması
1907 yılında Heimin Shinbun Gazetesi tekrar basılmaya başlandı. Ancak kısa sürede gazete içerisindeki sosyal demokratların oy hakkını savunan düşünceleri üzerine bir tartışma süreci başladı ve bu tartışmalar gazetenin yayınının durmasına sebep oldu. Yaşanan tartışmalar sonrasında sosyal demokratlar Heimin Shinbun’dan ayrılırken; doğrudan eylemi savunan anarşistler Osaka Heimin Shinbun’u basmaya devam ettiler.
İmparatorluğun “Özgür Köy”lerden Korkusu
Japonya köylerinde özellikle pirinç üretiminde halk arasında zaten var olan dayanışma ilişkileri, köylerin anarşist komünlere dönüşmesi için zemin hazırlıyordu. Kôtoku, Akaba gibi anarşistler de Kropotkin’in düşüncelerini köylerdeki söz konusu durumla harmanlama niyetindeydiler.
1910 yılında Akaba Hajime, halkın daha önceden yaşadığı gibi köy toplumuna geri dönüş için çağrıda bulunduğu, anarşist-komünizm yoluyla anarşist bir cennet yaratmaktan söz ettiği Nômin no Fukuin (Çiftçinin Kutsal Kitabı) adlı bir broşür yayınladı. Ancak broşürde İmparator’u eleştirmesi ve karşılıklı yardımlaşma düşüncesinden bahsetmesi sebebiyle, İmparatorluk tarafından arananlar listesine eklendi. Belli bir süre gizlenen Akaba, daha sonra yakalandı ve tutuklandı. Akaba, 1 Mart 1912’de Chiba Cezaevi’nde yaşamını yitirdi.
Şirket Sömürüsüne Karşı Doğrudan Eylemle Direnen İşçiler
Meiji İmparatorluğu’nun güçlenme hırsı ve işgalci politikasıyla savaşlara girmesi, sanayi ihtiyacını doğurdu. Köy toplumu olan Japonya’da hızla bir sanayileşme süreci başladı. Bu durum, madenlerin ve fabrikaların artmasıyla, işçi sınıfı üzerinde sömürünün de artmasına neden oldu. Artan sömürüye karşı işçiler örgütlenerek, patronlara karşı doğrudan eylemler gerçekleştirmeye başladılar.
Şubat 1907’de Ashio bakır madeninde işçilerin greve gitmese de, şirket işçilerin taleplerini görmezden geldi. Şirket tarafından yok sayılan işçilerse “doğrudan eylem”e yönelerek, şirket patronunu küreklerle dövdü, madenin elektrik tesisatını çalışamaz hale getirdi ve şirket binasını ateşe verdi. İmparatorluk, işçilerin direnişini bastırabilmek için bölgeye askeri birlik gönderdi, ancak işçiler kolluk kuvvetleriyle silahlı çatışmaya girdi. Bu dönemle, farklı sektörlerde örgütlenen başkaca grevler de ateşli direnişlere dönüşmeye başladı.
Anarşistlere Yönelik Baskı Dönemi: Operasyon, Tutuklama ve İdam
1908 yılında, Shûsui Kôtoku’nun savunduğu gibi, ezilenler arasında doğrudan eylem anlayışı yayılmaya başladı ve işçi grevleri silahlı eylemlere dönüştü. 1910 yılında anarşistler, İmparatora yönelik bir eylem planlamaya başladı. 25 Mayıs 1910’da boş bir alanda yapılan bomba denemesi sonrasında dört anarşist tutuklandı. 1907 Ansatsushugi (Terörizm) broşüründeki yazıların eyleme geçtiğini düşünen polis, bir operasyon furyası başlattı. Yüzlerce kişi gözaltına alındı. 24 kişi İmparatora suikast hazırlamak suçuyla idama mahkûm edildi; bunlardan 12′sinin cezası ömür boyu hapse çevrildi, fakat Kôtoku ve on bir yoldaşı 24 Ocak 1911′de asılarak idam edildi.
İdamlarla da yetinmeyen Japonya İmparatorluğu, anarşistlere yönelik baskılarını ve yasaklamalarını sürdürdü. Anarşistlere yönelik bu saldırı dönemine “Kış Dönemi” adı verildi. Birçok anarşist tutuklandı; operasyonlardan kurtulabilen anarşistlerin bir kısmıysa dağlarda gizlendi. Birinci Dünya savaşı öncesinde güçlenen Japonya devleti İtilaf Devletleri safında savaşta yerini alacaktı. Japonya’da bir dönem kapanmıştı. Ama devletin tüm baskı politikalarına karşı anarşistler küllerinden doğarak yeniden bir sayfa açacaklardı.
Katledilen Anarşistlerin Ardından Mücadele Büyümeye Devam Etti
Kôtoku ve on bir arkadaşının idamı sırasında hapishanede olan Sakae Ōsugi, 1911 yılında hapishaneden çıktı. Eşi Noe Itō ile beraber Emma Goldman’dan ve Kropotkin’den çeviriler yaparak, Japonya anarşist külliyatına katkıda bulundu. Ōsugi, Kôtoku’nun anti militarist kampanya yürüttüğü sırada “Sıradan İnsanlar” gazetesine katılmıştı. Bu dönemde Ōsugi, askeri kökenli bir aileden geldiği için kendisine “katilin oğlu” diyordu. Ōsugi, anti militarist fikrinin yanı sıra, Fransa’daki CGT’yi örnek alarak anarko-sendikalist bir örgütlenme çalışmasının yararlı olacağını düşünüyordu. 1912 yılında teorik bir yayın olan Kindai Shiso (Çağdaş Düşünce) dergisini çıkartmaya ve anarko-sendikalizmi tartıştırmaya başladı. Ōsugi, derginin yanında yakın arkadaşı anarko-sendikalist Arahata Kanson ile beraber “Sendikalizmi Araştırma Grubu” oluşturdu. Bu grup, 1913-1916 yılları arasında anarko-sendikalist bir anlayışla işçi örgütlenmesi yürüttü.
1917’de Rus Devrimi gerçekleştiği sırada, Japonya’da endüstri hızlı gelişiyordu. İşçi sendikaları ve örgütleri yasal olarak illegal olsa da, gizli örgütlenmeler ile işçiler arasında giderek yayılmaya başlamıştı.
1918 Pirinç İsyanı
Halk, pirinç fiyatındaki yüksek artış nedeniyle köylerde ve şehirlerde en önemli besin maddesini bulamamaya başladı. Bunun en büyük nedeni, Birinci Dünya Savaşı’nda İtilaf Devletleri’ne dahil olan Japonya’nın deniz aşırı bölgelerdeki askerlerine ve müttefiklerine pirinç göndermesi oldu.
İlk tepki, 23 Temmuz 1918’de Toyama’nın Uozu şehrindeki küçük balıkçı kasabasında gerçekleşti. Köylülerin pirinç talepleri dikkate alınmayınca, isyan hareketi hızla yayılmaya başladı. Fabrikalarda grevler örgütleniyor; devletin isyan hareketini bastırmak için şiddete başvurmasıyla karakollar bombalanıyor; kolluk kuvvetleriyle silahlı çatışmalar yaşanıyordu. 1918 yılında 70.000’den fazla işçinin katıldığı 417 grev ve direniş örgütlendi. Japonya genelinde tüm fabrikalarda toplam bir buçuk milyon işçinin çalıştığı düşünüldüğünde, bu işçi hareketi kapitalist çarkın dengesini bozmaya yetmişti.
Pirinç isyanında yaklaşık 25.000 kişi gözaltına alındı, bunlardan 8200’ü tutuklandı. Birçok işçi ve köylü ölüm cezasına çarptırıldı. İmparatorluk isyanı bastırmak için çalışırken başbakan Terauchi ve kabinesi, 29 Eylül 1918’de istifa etmek zorunda kaldı.
Pirinç yokluğunda bir araya gelen işçiler, tüm sorunları için örgütlenmeye başlamıştı. 1912 yılında 15 üyeyle kurulan Yuaikai (Dayanışma Topluluğu), 1918’de üye sayısını 30.000’e çıkartmıştı. Örgütün ismi 1921′de Japon Emek Konfederasyonu olarak değiştirildi. Sendikanın yönetiminde reformist eğilimli sendikacılar bulunsa da sendikayı tabandan hareket ettiren, anarko-sendikalist işçilerdi. İşçiler arasında anarko-sendikalist düşünceler yayan Kindai Shiso (Çağdaş Düşünce) dergisinin teorik olarak savunduklarını pratiğe geçirmek için 1919 yılında Rodo Undo (Emek Hareketi) adlı anarşist bir işçi örgütü kuruldu. Örgüt, aynı adla bir de yayın çıkarıyordu.
1917 Rus Devrimi tüm dünyada olduğu gibi Japonya’da da büyük bir heyecanla karşılandı. Ama Ōsugi, Bolşeviklerin iktidarı alarak Rus Devrimi’ni nasıl paramparça ettiğini çok geçmeden anladı. İlk önce Kronştad’ta Kızıl Ordu’nun anarşistleri katletmesini öğrenmiş; sonrasında Emma Goldman ve Alexender Berkman’ın Bolşevik Parti’yi eleştiren makalelerini çevirerek, Bolşeviklerin Rusya’da neler yaptığını Japonya işçi ve köylülerine aktarmıştı.
İşçi örgütlenmelerinin nasıl olacağı noktasında anarşistler, komünistler ve reformistler arasında ideolojik bir mücadele başladı. Komünistlerin Rusya’da yaptıkları üzerine otoriter örgütlenmeleri ve reformistlerin kapitalizmle uzlaşmacı politikaları, anarşistleri kendi ilkelerine dayalı bir işçi örgütü kurmaya itti. Anarşistler de “Özgürlükçü Sendikalar Federasyonu” (Zenkoku Rôdô Kumiai Jiyû Rengôkai)nu kurdular. Böylece 1925 yılından itibaren anarşistler, komünistler ve reformistler, kendi kurdukları sendikalarda konumlandılar.
1923 Eylül ayında, Japonya anarşist hareketine, Kôtoku’ların idamında olduğu gibi, şiddetli bir devlet saldırısı gerçekleşti. 1 Eylül 1923’te Doğu Japonya’da (Kantô bölgesi) büyük bir deprem meydana geldi. Deprem sonucu yaklaşık 90.000 kişi yaşamını yitirdi. Depremin ardından engellenemeyen birçok yangın, evlerin kül olmasına neden oluyordu. Devlet yangınların, devrimcilerin kundaklamaları sonucu çıktığı söylentisini yaydı. Söylenti çığ gibi büyüdü ve yüzlerce Koreli sokaklarda linç edildi. Kargaşa sırasında polis ekipleri Sakae Ōsugi ile eşi Noe Itō ve 6 yaşındaki yeğenini gözaltına aldı. İşkence yaparak vücutları kurşunlanan anarşistlerin ve 6 yaşındaki yeğenlerinin bedenleri, 4 gün sonra bir kuyuda bulundu. Anarşist bir ailenin katledilerek bedenlerinin kuyulara atılması, anarşist hareket içerisinde doğrudan eylem tarzını tekrar gündeme getirdi.
Ōsugi’nin katledilmesi sonrasında işçi sendikaları içerisinden “Giyotin Derneği” adlı gizli bir örgüt ortaya çıktı. Ōsugi’yu katleden General Fukuda’ya karşı silahlı eylem gerçekleştirildi; Fukuda vurulmasına rağmen ölmedi. Giyotin Derneği sonrasında General Fukuda’nın evini havaya uçurdu.
Ōsugi yaşamını yitirse de ardında büyük bir anarko-sendikalizm mirası bırakmıştı. Aynı dönemde parlementoyu savunan reformistlerle anarşistler arasında politik bir mücadelede sürüyordu. Japonya anarşist hareketi 1925’te genel oy yasası tartışmaları döneminde, işçilerin parlementer sisteme katılımına karşı çıkan Kara Gençlik Birliği(Kokuren)’ni kurdular.
1945 yılında, İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra, anarşist hareket eski örgütlülüğüne kavuşamadı. Japon devletinin Pearl Harbor’a saldırması sonrasında, ABD’nin Hiroşima ve Nagasaki kentlerine atom bombası atması sonucu devletlerarası olan bu savaşta asıl kaybedenin ezilen halklar olduğu bir kez daha açığa çıktı.
Tüm bu olanlara karşı anarşistler eskisi kadar olmasa da örgütlenmeye devam etti. Savaştan hemen sonra Mayıs 1946′da, 200’e yakın üyeyle “Nihon Anakisuto Renmei” adlı Japon Anarşist Federasyonu kuruldu. Federasyon içerisindeki “saf anarşizm”, anarko sendikalizm tartışmaları sonucu federasyon ikiye bölündü. Saf anarşizmi savunan grup Japonya Anarşist Kulübü’nü kurdu; anarko-sendikalist grup ise “Anarşist Federasyon”u. 1955’te Anarşist Federasyon ismini Japonya Anarşist Federasyonu olarak değiştirerek Kuro Hata (kara bayrak) adlı yayını çıkarmaya başladı. 1968’e kadar örgütlenmeye devam eden Federasyon, bu tarihten sonra dağıldı. Daha sonrasında federasyon içerisinden bir grup 1980′e kadar Museifushugi Undo (Anarşist Hareket) isimli bir yayın çıkardı. 1970’lerde Tokya’da başlayan sendikal hareketlilik 1983’te Rodosha Rentai Undo (İşçi Dayanışma Hareketi) olarak kurulan anarko-sendikalist bir örgütlenmeye dönüştü.
Japonya’da anarşist hareket, İmparatorluğun baskı ve katliamlarına, her iki dünya savaşına ve sürekli olan tehdide karşı, yıllar boyunca örgütlendi. Anarşistler, binlerce işçinin ve köylünün örgütlendiği sendikalar, birlikler, örgütler kurdular; sayısız yayın çıkardılar. İmparatorluk anarşistleri yok ettiğini zannetse de, Japonya’da bir gelenek yaratan anarşizm her defasında küllerinden yeniden doğdu. Öyle ki bu topraklarda örgütlenen mücadeleyle anarşizm kavgasına başlayanlar, sadece kendi topraklarında değil, 1936’da İberya Yarımadası’nda faşist Franco’ya karşı mücadeleye katıldılar, enternasyonal bir dayanışma örneği göstermişlerdir.
(Anarşist kadın hareketi içerisindeki önemli isimlerden olan, baskı ve zulme karşı İmparator Meiji’ye suikast planında yer alan, Japonya’da politik tutuklu statüsü ile idam edilen ilk kadın olan anarşist Kanno Sugako ve onun Japonya’daki anarşist mücadele tarihine etkisi hakkında bilgiye, gazetemizin 32. sayısında yayınlanan “Tarihteki Anarşist Kadınlar (2)” başlıklı yazıdan ulaşabilirsiniz.)
Meiji hükümeti döneminde Japonya 1894-1895 yıllarında Çin’i ve 1905 yılında Rusya’yı yenilgiye uğrattı. 1910 yılında Kore’yi işgal ederek kendi topraklarına kattı. Savaş alanındaki gücü nedeniyle 1. Dünya Savaşı’nda İtilaf Devletleri arasında savaşa katıldı.
The post Yoksulluğa, Baskıya ve İmparatorluğa Karşı Japonya’da Anarşizm – Furkan Çelik appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post “Anarşist Yayınlar Dizisi (9) – İsveç’te Anarşist Yayınlar”- Zeynel Çuhadar appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>Anarşist Yayınlar başlıklı yazı dizimizin dokuzuncu bölümünde, küçük bir Kuzey Avrupa ülkesi olan İsveç’teki anarşist yayınları inceleyeceğiz.
1860’lı yıllarda İsveç’te filizlenmeye başlayan anarşizmin varlığına ilk kez Bakunin’in yapıtlarında rastlıyoruz. Hollanda ve Almanya örneklerinde olduğu gibi İsveç’te de sendikal mücadelenin ön planda olduğu bir mücadele söz konusu.
1880’li yılların başında, işçi hareketinde propaganda faaliyetleri yürüten anarşistlerle birlikte, İsveç’te anarşist fikirler duyulmaya başlamıştır. 1909’a kadar farklı sendikalarda ve örgütlenmelerde yer alan anarşistler, 1910 yılında ise Sveriges Arbetares Central (SAC) isimli sendika çatısı altında birleşmiştir. Günümüzde hala aktif olan bu sendika, kurulduğu yıllarda 500 üyesiyle küçük bir sendika gibi görünse de; 14 yıllık sabırlı bir mücadelenin sonucunda, üye sayısını 37.000’e kadar çıkarmıştır. Özellikle inşaat işçileri, maden işçileri ve keresteciler arasında doğrudan eylemin gücüyle hızla örgütlenen SAC; İsveç topraklarındaki işçi mücadelesine grevin yanı sıra iş yavaşlatma, kalitesiz üretim ve ağır tempoyla çalışma gibi yöntemler kazandırmıştır. SAC’ın hazırladığı ve Stockholm’de basılan Arbetaren (İşçi) isimli gazete de işçi mücadelesi içerisinde oldukça etkili olmuştur.
İspanya Devrimi’nin başlamasıyla birlikte İsveç’te mücadele eden birçok anarşist, FAI saflarında devrimi savunmak üzere İspanya’ya gitmiş; özellikle Nils “Nisse” Lätt ve Axel Österberg’in birincil tanıklıkları, anarşizm tarihi açısından oldukça önemli bir noktada yer almıştır. Genç yaşında mücadeleye atılan, Nisse Lätt için özel bir paragraf açmak gerekebilir. Zira yaşamı boyunca ürettiği eserlerle anarşist literatüre çokça katkısı olan Nisse Lätt, İspanya’da geçirdiği zamanlarda Storm(Fırtına= dergisine gönderdiği yazılarla devrimi anlatmış, savaştan sonra ise bunları “İspanya’da Anarşist Milis ve Kolektif Çiftçi” ismiyle kitaplaştırmıştır. Lätt, 1945’te yayınladığı “Denizdeki İşçiler”de, ilk gençlik yıllarında çalıştığı ticaret gemilerindeki işçilerin sorunlarına eğilmiş; SAC’ın yayın organı Syndikalismen’de ve Brand’de yayınlanan çalışmalarının yanı sıra bir çok kitabı da İsveççe’ye çevirmiştir.
İsveç’teki anarşist mücadele içerisinde özellikle kültür-sanat ve edebiyat alanına dair birçok çalışma yapılmıştır. Skutskär doğumlu ve İsveç’in bilindik isimlerinden biri olan şair Leon Larsson daha sonra anarşist mücadeleden uzaklaşacak olsa da uzun yıllar boyunca anarşist örgütlenmeler içerisinde yer almıştır ve özellikle Samhällets Fiende (Devlet Düşmanı) isimli romanıyla bilinir. Ürettiği edebiyat ürünleriyle akıllara gelen bir diğer isimse İsveç’in tanınmış gazeteci/yazarlarından olan Stig Dagerman’dır. Yaşamı boyunca anarşist fikirleri savunan Dagerman SUF’da (İsveç Anarko-sendikalist Gençlik Federasyonu) örgütlenmiş, 19 yaşındayken anarşist dergi Storm’un editörlüğünü üstlenmiş, Brand’de (Ateş) ise kültür-sanat yazıları yazmıştır. Dagerman ardında onlarca roman, oyun ve şiir bırakarak bu alana dair ciddi bir külliyat üreten bir isimdir.
Anarşist hareketin İsveç’teki tarihinde iz bırakmış bir diğer isim, Axel Holmström ise 1898 yılında yayın hayatına başlayan ve İsveç’in en büyük anarşist dergisi diyebileceğimiz Brand’in editörlüğünü uzun yıllar üstlenmiş; 1906 yılında anti-militarist açıklamaları gerekçe gösterilerek tutsak edilmiştir. Yine Brand dergisinin yazarlarından olan Hinke Bergegren ise 1891 yılında yayınlanmaya başlayan Under Röd Flagg dergisinin editörüdür. İdeolojik açıdan bir platforma benzeyen Under Röd Flagg dergisinde, anarşizm vurgusu yüksek olmakla birlikte sosyalizmin savunulduğu makaleler de kendine yer bulabilmiştir.
İsveç’teki anarşist yayınların arasında en uzun süre yayınlanan ve en büyük etkiye sahip olan Brand’in editörlüğü; devletin anarşistleri sindirme politikalarına karşı geliştirilmiş bir refleks olarak, farklı dönemlerde farklı anarşist bireyler tarafından devralınarak sürdürülmüş ve bir gelenek haline gelmiştir. 1906’da şiddet karşıtı propagandanın yasaklanmasıyla birlikte dergiye açılmaya başlanan davalar, Brand’in yayın hayatı boyunca sürmüştür.
90’lı yıllara gelindiğinde gençlik hareketinin yükselmesiyle birlikte aktifleşen Syndikalistiska Ungdomsförbundet’de (SUF, İsveç Anarko-sendikalist Gençlik Federasyonu) örgütlü anarşistler, Direkt Aktion (Doğrudan Eylem) ve Storm isimli dergiler çıkarmışlardır. Söz konusu yayınlar, 2006 yılına kadar yayınlanmaya devam etmiştir.
Günümüzde İsveç topraklarında anarşist mücadele, birçok farklı alanda sürmekteyken; anarşist yayın anlamında da zaman zaman farklı çalışmalar yapılmaktadır.
Zeynel Çuhadar
[email protected]
Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 34. sayısında yayınlanmıştır.
The post “Anarşist Yayınlar Dizisi (9) – İsveç’te Anarşist Yayınlar”- Zeynel Çuhadar appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post “Bir Sıkışma Süreci Oy Bir Ayrışma Süreci Bomba!” – Halil Çelik appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>
Bir Strateji Olarak Seçimler
Özgürlük mücadelesi veren tüm hareketler dönemsel stratejiler kurar ve bu stratejilere göre hamleler yaparlar. Kürt Özgürlük Hareketi de 40 senedir sürdürdüğü özgürlük mücadelesinde, farklı dönemlerde, farklı stratejiler kurmuştur. Hareketin seçimlere girmesi ve halktan oy istemesi, bu stratejilerden sadece bir tanesidir. Bu yazıda, halkın bütünlüklü var olma mücadelesinin içerisinde, hareketin parlamentoda da var olma stratejisi olan “seçimlere katılma ve oy isteme” hamlesinin yanı sıra, 7 Haziran ve 1 Kasım seçimlerinde oy istemiyle başlayan siyasi sıkışmayı ve 13 Mart Ankara bombası sonrası başlayan siyasi savrulmayı tartışacağız.
Sokağın Beraberliğinden Sandığın Birleşmesine
7 Haziran ve 1 Kasım seçimleri öncesinde yaşanan toplumsal patlamaların en genişi ve en uzunu Taksim İsyanı’ydı. Çok özneli bu patlamanın öznesi başta birkaç ağacın kesilmesine karşı koyan çevreciler gibi yansıtılmak istense de, gerçekte olan hükümetle karşı karşıya kalmış tüm öznelerin katılımıyla oluşmuş bir isyan olmasıydı.
Toplum ve bireyler üzerinde her gün artan baskı, isyanı tetiklemişti. Baskının karaktersizliği yani sadece bir kesime değil her kesime, her karaktere değiyor olması, Taksim İsyanı’nın karakterini de zorunlu olarak birleştirici kıldı. İdeolojisi, dili, dini, cinsiyeti, sıkıntıları sorunları birbirinden farklı olan birçok birey ve topluluk, isyanın birer öznesi olabildi. İsyanın bu özne çokluğu hem Taksim işgali süresince hem de sonrasında, isyanın, devlet tarafından kontrolünü zorlaştırdı. Kolluk kuvvetlerinin, Taksim Dayanışması’yla ya da ‘kitle’ örgütleriyle yapmaya çalıştığı anlaşmaların, isyanın başka özneleri tarafından sürekli bozuluyor olması, isyanın çapını genişletiyor ve etkisini büyütüyordu. Taksim’in yaklaşık 15 günlük işgalinin sonlanmasıyla başlayan “Her yer Taksim her yer direniş” sürecinin yayılmasında da, bu çok özneli karakter belirginleşiyordu. Bu çok özneliliğin korunmasını ilkeleştirerek oluşturulan forumlar, -bayraksızlık, flamasızlık, dövizsizlik- “biz”, “barışcıl bir yürüyüş yapacağız”, “barikat yok, taş yok” gibi tutumlarla bir “biz” tanımlayarak, farklılıkları aynılaştırıyordu. Çok öznelilikten tek özneliliğe ve salt AKP ve Tayyip Erdoğan karşıtlığına indirgenen forumlarda aslında seçimlere hazırlık yapılıyordu.
Bir meydanda başlayan ve sokaklarda süren isyanı anlamlandırmak önemliydi. Arzulanan bir devrime benzetmenin, ya da teslimiyetçi bir “olmadı”yla atlatmanın ötesinde; belirtmek gerekir ki paylaşma ve dayanışma ilişkileriyle örgütlenmiş bir karşı koyuşla, iktidarın korkarak ve şaşırarak saçmaladığı bir süreç yaşadık. Belki de kazanacağımız en önemli anlamdı bu. Taksim İsyanı’nın çok çok sonrasında bile, sokak yürüyüşlerinde, cadde kapatmalarda, polisin onlarca uyarısına rağmen yapacağını yapan, yürüyüşlerde ya da toplanmalarda izin istemeden doğrudan eylemler örgütleyen bir anlayıştı bu. Böylesi anlamlarla dolu bir sürecin her halde en anlamsız evresi ise bir seçim süreciyle sonlanması oldu. Bu anlamsızlık meydandan, sokaktan gelerek; foruma, seçime, sandığa, adeta açık alandan kapalı alana giden, madden yaşanan bir kapatılmanın manevi etkisiydi. Seçim sürecinin şartlarına uymak için sokağın sakinleşmesini istemek ise, bu sıkışmanın başlangıcı olacaktı.
Seçimlere Girmek ve Herkesten Oy İstemek
Kürt Özgürlük Hareketi’nin 8. seçim stratejisi olan 7 Haziran seçimlerinin, Taksim İsyanı sürecinin hemen sonrasında şekillenmiş olması, isyan bakımından bir talihsizlikti. Seçimler için bir avantaj olarak kullanılmak istenen isyan süreci, isyanın her öznesinin seçim kampanyasının da bir öznesi olmasını amaçlıyordu. Ulusalcı özneler dışındaki herkes HDP içerisinde kabul ediliyor ve forumlar döneminde AKP ve Tayyip Erdoğan karşıtlığı zeminleştirilerek oluşturulan birleşik anlayışın çatısı HDP yapılıyordu. Ufak tefek tartışmaların ötesinde herkes, HDP için oy çalışması yapmaya ya da oy atmaya çağrılıyordu. HDP içerisindeki reformist çevrelerin üstlendiği seçim kampanyasının en önemli mottosu, başkanlık rejimi karşısında parlamenter rejimi savunacak tek gücün HDP olduğu mottosuydu. Tabi ki bu motto, böylesi bir sade söylevle değil, üst mesajında allanıp pullanarak seçmene sunuluyordu. Seçmene sunulan alt mesajda ise biraz tehditkar bir taraflaşma tarifleniyordu: “HDP’ye oy atmayan AKP’den taraftır”. Bu mottolarla oluşturulan kampanyanın sorunu; yeni çıkılmış “hak istenmez alınır” sürecinden “başkanlık sistemi diktatörlüktür, parlamenter sistemde hakkımızı istemeliyiz”- sürecine çekilen bireyler ve topluluklar olmuştur. Hem de, bu seçimin asıl öznesi olan Kürt halkının -dolayısıyla Kürt Özgürlük Hareketi’nin- stratejilerinden bir tanesi olan “parlamentoda var olma” stratejisinin, HDP ve içerisindeki reformistler tarafından herkese, bir “kurtuluş planı” olarak sunulmasıdır.
Bu yanılgı bile çelişiktir. Kurtuluş, devletten-kapitalizmden yani sistemin kendisinden olmalıyken, sistemi bir hükümete indirgemek, bu kurtuluş planının çelişkisini göstermiyor mu? Başkanlık rejimine karşın parlamenter rejimi savunmamızı istemek alaycı değil mi? Seçime kadar sokakta iktidarı şaşırtan-saçmalatan bu isyan sürecinin öznelerine, seçimler için “bu daha başlangıç mücadeleye devam” demek alaycı değil mi?
Herkes için sorduğumuz bu soruların cevapları illa ki verilecektir. Şöyle ya da böyle, seçimler ve oylar savunulacaktır. Biz anarşistler için ise, sorulan bu soruların cevabı bile yok. Anarşistlerden parlamenter rejimin savunucusu olmasını istemek sadece sığlıkla tanımlanamaz. Bu istek, sığlığın saflığının ötesinde en derininden densizlikle tanımlanmalıdır.
Seçimlerde muhalefet de hükümet de meşrudur.
Parlamenter sistemde azınlığın çoğunluğu yönettiğini anlamak için toplama çıkarma yapmak yeterli olacaktır. Birçok seçimde en yüksek oy oranını alarak hükümet olan AKP’nin bile toplam 80 milyonluk nüfusun sadece 22 milyonundan oy alarak seçilmesi, bunu anlamamız için oldukça yeteridir.
Parlamenter sistem gibi başkanlık sistemi de çoğunlukçu demokrasinin benzer paradoksudur. Bu paradoksun en önemli dinamiği olan seçimlerin, adalet ve özgürlük için uygulanabilecek bir sistemi oluşturması beklenemez. Seçimlere katılmak ve oy istemek bütünlüklü bir stratejinin parçası bile olsa, bu, seçimleri ve dolayısıyla seçim sonucunda seçilenlerin tümünü meşrulaştıracaktır. Seçimlerde kazananın kazancı da kaybedenin kaybı da meşrudur.
Son süreçteki 7 Haziran ve 1 Kasım seçimlerinde oluşan tüm meşruluk tartışmalarını, bu kaçınılmaz birincil ilke ile algılamamız gerekmektedir. Yalnız, iktidarların ilkelerinin olmayacağını, seçimi kazanan partinin 7 Haziran seçimlerinden sonra meclisi işletmeyerek hükümet kurma krizi içerisinde oluşturduğu karmaşayla deneyimledik. Karmaşa, seçimlerin yenilenmesiyle sürdü. Bu süreç bize, sistemin kendi kendine ihanetini ve bu ihanetin olağanlığını deneyimletti. Olağandışı bir seçim süreci değil, seçimin ta kendisiydi 7 Haziran. 1 Kasım seçimlerindeyse hükümet, halktan aldığı oyların “meşruluğu”yla Kürdistan’da sürdürdüğü savaşı sertleştirdi, rejim tartışmaları içerisinde parlamenter sistemden başkanlık sistemine belirsiz fiili bir geçiş başlattı. Mahalle mahalle süren savaşın bir saldırısı da Ankara’nın Çankaya Mahallesi’nde sürmekteydi. Bu günlerdeyse, sistemin bir başka olağan ihaneti tartışılmaya başlandı: Dokunulmazlıklar. Fezlekelerle parlamenter sistemin seçimlerinin meşruluğu tartışılıyor. Dokunulmazlığa da dokunulacak ve seçimlerin meşruluğu bir kez daha sistemin içinden ihlal edilecek. 7 Haziran’dan 1 Kasım’a değişen bir şey yok. Parlamenter sistemin olağan ilkesizliği sürüyor.
Kendi kendine sürekli ihanet içerisinde ilkesizlik timsali olan bu sistem, yakında, bir başka benzer ilkesiz sistemle, başkanlık sistemiyle değiştirilecek. Değişim için anayasa değişikliği şart, bunun için de referandum. Referandumlar sanki partilerden bağımsız bir seçim atmosferinde başlar ve biter. Bir önceki seçimlerde HDP rejim değişikliğinin önündeki tek güçtü ve bu güce dahil olup olmamak bir “ak’la kara” meselesiydi. Reformistler böyle bir algı örgütleyip seçimleri bir kurtuluş planı olarak savunuyorlardı. Şimdi, referandumla beraber aynı algı örgütlenmek istenecek hatta “kendin için oy at”, “kendine oy at” diyerek bizden yine oy atmamızı isteyecekler. Dolayısıyla; attığımız taraf kazansa da kaybetse de yine seçimleri, dolayısıyla çoğunlukçu demokrasiyi meşrulaştırmamızı isteyecekler.
7 Haziran ve 1 Kasım seçimlerinden sonra oluşan bu sıkışmış sürecin Rojava Devrimi’nin tüm olumlu rüzgarına rağmen esintisiz kalması, durağanlığı; Fırat Nehri’ne konmuş bir terazinin hafifliğinden havada kalan kefesi gibi havada duruyordu. Terazinin Bakur kefesindeki tek ağır şeyse, Fırat’ın bu tarafında hendek ve barikatların ardında halkın mahallelerini savunmasıydı. Bölgenin tamamını sadece coğrafik değil sosyolojik ve psikolojik olarak da bölen Fırat, TC için de adeta geçilemez bir sınır. Terazinin dengesizliği Rojava’dakilerin ağırlığının ötesinde savaşın “bu kadar alçaklaşacağı ve vahşileceği” düşünülememişti. Düşünülemeyen bir başka şeyse, parlamentoda var olma stratejisinin son hamleleriydi. HDP’nin 7 Haziran’daki seçimlerde yükselişinin ardından 1 Kasım seçimlerindeki düşüşün yarattığı olumsuzluktu. Bu olumsuzluk Bakur’da çok hissedilmezken, Ankara ve batısındaki HDP’li seçmeni oldukça olumsuz etkilemişti. Meşru mücadelesiyle, seçimlere ve seçim kampanyalarına yüklenen seçmene, tüm savaş karşıtı barışcıl söyleve rağmen, seçimleri savaş isteyenler kazanmıştı. HDP içerisinde bu kampanyalara kapılarak tüm motivasyonunu buraya yoğunlaştıranların yaşadıkları demotivasyonu batıda yaşayan Kürtler aracılığıyla Bakur’a aktarmış olmaları, sürecin en olumsuz etkiydi.
İstanbul, İzmir ve Ankara’dan başlayarak Amed’e, Wan’a taşınan bu etki, aşırı motivasyonun ve demotivasyonun yarattığı algı göçleriyle ve çözüm sürecinin çözümsüzlükle sonuçlanmasıyla bir hareketsizlik başlattı.
Burası Bakur’dur. Hendeklerin barikatların ardındaki çocukların gençlerin ve kadınların yarattıkları öz yönetim ve öz savunmalarla Farqin’den Nusaybin’e hareket, sokak sokak mahalle mahalle yine yeniden örgütlendi. Hareketsizlik Bakur’da uzun sürmedi ve hendeklerin, barikatların arkasındakiler tarafından yeni bir hareketlilik örgütlendi.
Ankara ve batısı içinse benzer bir olumlu yorum yapılamaz. Taksim İsyanı’nın sokaktan sandığa sıkışmasının olumsuzluğunu yaşayan batıda bu hareketsizlik, aşılamayacak bir engelle karşı karşıya. Batının doğusunda taş üstünde taş kalmıyorken, savaş tüm alçaklık ve vahşiliğiyle sürerken; mücadelelerin yarattığı hareketler, savaşın etkisiyle azalmakta. Sokaktan uzaklaşanlar artık sokağa yakınlaşmamaktadırlar. “Taksim İsyanı’nda yaptık olmadı” düşüncesiyle çözümlemelerden kaçınarak, eleştiri özeleştiri süreci işletmeden savaşı duymaz ve görmez hale gelmeyi tercih etmektedirler.
Bir oyla birleşenlerin bir bombayla ayrışması kaçınılmazdı. Bir “yardımlaşma” ilişkisinin ötesinde Kürt halkının özgürlük mücadelesinin bir parçası olarak paylaşma ve dayanışma mücadelesinde olanlar için, Kürt halkıyla seçimler üstünden yardımlaşma bir gereklilik değildir. Kürt Özgürlük Hareketi’nin parlamentoda var olma, seçimler ve oy isteme stratejisinin yanlışlığını eleştiriyorsak, savaşın etkisini batıya taşıma stratejisiyle halk içinde patlatılan bombaları da tabii ki eleştireceğiz. Ve herkes eleştirilmelidir, ama sonuç olan bu bomba, Kürt halkının meşru mücadelesinden ayrışma için bir sebebe dönüşmemelidir. Aksi halde böylesi bir dönüşüm, siyasi savrulmanın başlangıcı olabilir.
Bir seçmen için, HDP’nin tarafında olmak, Kürt halkının asimilasyona karşı koymak için başlattığı mücadelenin de tarafında olmaktır. Taraflık algısını bir çizginin herhangi bir tarafında olmaya indirgememiş olsak bile bazı olayların yorumlanmasında adeta bir çizgi gibi taraflar ayrışırlar. HDP öncesi Kürt Özgürlük Hareketi’nin parlamenter sistem içerisindeki adayları ya da partilerinin seçmenleriyle, HDP’nin bugünkü aday profillerinin ve seçmenlerinin tam tamına örtüştüğünü söyleyemeyiz. Zaten HDP’nin önemli amaçlarından biri de buydu. Daha önce Kürt Özgürlük Hareketi’ne oy vermemiş olan seçmenin oyunu alabilmekti. Bunun sonucu olarak artık HDP’nin bir değil iki seçmeni var. İkinci seçmen de HDP’nin tarafını bilmekte ve bu tarafın tarifini de yapabilmektedir. Yalnız HDP’nin seçim kampanyalarının renkli atmosferinde bu taraflaşmanın bilgisinde bulanıklaşmalar yaşanmıştır. Çeşitli ülkelerdeki ‘özgürlükçü’ sosyalist partilere benzetilen ve sanki Kürt Özgürlük Hareketi’nden tamamen ayrık bir parti çalışması gibi görünümler oluşmuştur. Bu oluşan görüntünün çevresinde toplananlar, Ankara Kızılay bombası sonrasında bulundukları taraf konusunda endişelenmişlerdir. Artık HDP’nin tarafında olmayacakları kesin gibi olan bu ‘özgürlükçü’ reformistlerin cevaplaması gereken bir soru vardır: Şimdi kime oy vereceksiniz? Yoksa oy atmayarak parlamenter sistemin ya da başkanlık sisteminin bir parçası olmayacak mısınız? Size, sizin sözünüzle cevap vermek isteriz: “HDP’den taraf olmayan AKP’den taraftır”.
Bizim tarafımız başından beri belli, biz anarşistiz. Size sözümüz, bizim tarafımızdan olmayın da sizden başka bir şey istemeyiz.
Baştan beri HDP içerisinde pozisyon alan reformist bireylerin yanı sıra STK’lar, güruhlar ve gruplar 13 Mart’la beraber savrulmalar yaşayacaktır. Savrulmaların sadece HDP’den olması bizi hiçbir şekilde kaygılandırmasa da HDP’den başlayan bu kaçış, Kürt Özgürlük Hareketi’nden ve Kürt halkının meşru mücadelesinden kaçışa dönüşecektir. Bir oyla adaletsizliğe karşı koymak ve özgürlük için bir araya gelme romantizmi, bir bombanın ardından bir gerçekle karşılaştı ve bu gerçek herkesi savuracaktır.
Sıkışmalar sonrasında oluşabilecek savrulmaların tümü otoriteyle, devletle, kapitalizmle yüzleşemeyenler için bir muammayken; biz devrimci anarşistler için tüm sıkışmışlıklara rağmen savrulmamanın berraklığı örgütlülüğümüzde, teorimizde ve eylemimizdedir. Mücadelemizin berraklığı geleneğimizdedir.
The post “Bir Sıkışma Süreci Oy Bir Ayrışma Süreci Bomba!” – Halil Çelik appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post Anarşist Teori ve Pratik Tartışmaları(2) : ” Devrimci Sendikalizm ve Anarşizm” – Errico Malatesta, Pierre Monatte appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>Pierre Monatte: Devrimci Sendikalizm
Anarşizm ve sendikalizm arasındaki ortaklığı görmemek için kör olmak gerekir. Her ikisi de toplumsal devrim yoluyla kapitalizmin ve ücretli sistemin kökünü kazımayı istemektedir. Sendikalizm, işçi sınıfı hareketinin yeniden canlanışının bir kanıtı olarak var olmakta ve anarşizm de işçiler arasındaki kökenleri hakkında bir bilinci yeniden canlandırmaktadır. Diğer yandan, anarşistlerin işçi sınıfı hareketini devrimci yola taşımaya ve doğrudan eylem fikrini halka yaymaya olan katkıları hiç de az değildir. Sendikalizm ve anarşizm bu yollar üzerinden birbirinin karşılıklı yararına olacak şekilde bir diğerini etkilediler.
Devrimci sendikalizm fikri Fransa’da, Confédération Générale du Travail’ın(CGT) militanları arasında ortaya çıkıp gelişti. Konfederasyon’un uluslararası işçi sınıfı hareketinde bütünüyle benzersiz bir yeri var. Kendisinin tamamen devrimci olduğunu beyan eden ve hiçbir siyasi partiyle, en gelişmiş olanlarıyla bile, hiçbir bağlılığı olmayan tek örgütlenme odur. Fransa dışında başka birçok memlekette sosyal demokrasi başroldedir. Fransa’da CGT, hem sayısal güç hem de sahip olduğu etkiyle sosyal demokrasiyi, Sosyalist Parti’yi çok geride bırakmış durumdadır. Sadece işçi sınıfını temsil ettiğini ileri sürerek, geçen yıllar içinde kendisine verilen tüm ayrıcalıkları kesinlikle reddeti. Onun gücü otonomidir ve otonom kalmak istemektedir.
CGT’nin bu duruşu, siyasi partilerle temas etmeyi reddetmesi sabrı taşmış düşmanlarının dilinde ona “anarşist” ünvanını kazandırdı. Ancak hiçbir şey bundan daha yanlış olamazdı. Sendikalardan ve emekçi sendikalarından oluşan bütün bir grup olan CGT resmi bir doktrine sahip değildir. CGT’de tüm doktrinler temsil edilir ve bunlar eşit hoşgörüyle karşılanırlar. Bir grup anarşist konfederal komitede çalışır, bunlar burada sosyalistlerle bir araya gelir ve birlikte çalışırlar ki bu sosyalistlerin çoğu -geçerken kaydetmek gerekir ki- sendikalar ve Sosyalist Parti arasındaki bir ittifak fikrine anarşistlerden hiç de az düşman değillerdir.
… Eğer sendikalist uygulamalarımızda, görüşlere dayalı sendikaları kabul etmeyen, her meslek ve kasaba için sadece bir sendika olmasını gerektiren temel ilişkiye bağlı kalmamış olsaydık, ne işçi sınıfı birliğinin gerçekleştirilmesini, ne de devrimcilerin koalisyonu CGT’yi tek başına şu anki zenginlik ve itibar düzeyine taşıyabilirdik. Sendikanın politik tarafsızlığı bu ilkenin sonucudur. Sendika anarşist, ya da Guesdist¹ veya Allemanist ya da Blanquist² olamaz, olmamalıdır da. O sadece işçi sınıfı olmalıdır. Çoğunlukla çok ince ve yüzeysel olan fikir ayrılıkları sendikada ikinci sıradadır ve anlaşma bu şekilde sağlanır. Pratik hayatta çıkarlar fikirlerden önce gelir. Okullar ve hizipler arasındaki tüm çekişmelere rağmen, işçilerin çıkarları, hepsinin ücret yasasına tabi olması nedeniyle birbirinin benzeridir. Ve onlar arasında tesis edilmiş olan uyumun sırrı budur, sendikalizmin gücünü oluşturan ve onun geçen yıl, Amiens Kongresi’nde kendi kendine yeterli olduğunu gururla söylemesini sağlayan sır budur.
Bütün memleketlerdeki proleterlerin Fransız proletaryasının sendikalist deneyiminden yararlanması önemlidir. Ve bu deneyimde, kurtuluşu için mücadele eden bir işçi sınıfının olduğunun her yerde tekrarlanmasını garantilemek anarşistlerin görevidir. Anarşistler, örneğin Rusya’da anarşist sendikaları ve Belçika ve Almanya’da Hristiyan ve sosyal demokratik sendikaları üreten partizan sendikacılığa Fransız tarzı bir sendikalizmle, tarafsız, ya da daha doğrusu, bağımsız bir sendikalizmle karşı çıkmalıdırlar. Bir işçi sınıfının olduğu gibi, bununla aynı şekilde, her sanayide ve her kasabada bir işçi sınıfı örgütünden, bir tek sendikadan daha fazlası olmaması gerekir. Sınıf mücadelesi ancak bu koşulla her dakika rakip okulların ve hiziplerin hırgürüyle engellenmekten kurtulup olanca genişliğiyle gelişebilir ve maksimum sonucu gerçekleştirilebilir.
Sendikalizm, Amiens Kongresi’nin 1906’da ilan ettiği gibi kendi kendine yeterlidir. Bu ifade biliyorum ki hiçbir zaman tamamen anlaşılmadı; anarşistlerce bile. Bununla işçi sınıfının, en sonunda çoğunluğu elde ederek, kendine yeterli olmaya ve kurtuluşu için başka hiç kimseye güvenmemeye niyet etmesi kastediliyor. Bu kadar incelikle ifade edilmiş bir eylem istediğinde, bir anarşist nasıl bir yanlışlık bulabilir?
Sendikalizm işçilere bir yeryüzü cenneti vaat etmekle zaman harcamaz. Onları bu cenneti fethetmeye çağırır, onları eylemlerinin asla tamamen boşuna olmadığına ikna eder. O bir istek, enerji ve verimli düşünme okuludur. Uzun zamandır kendi üzerine kapanmış olan anarşizme yeni perspektifler ve yeni umutlar kazandırır. O halde bırakın tüm anarşistler sendikalizme gelsin; çalışmaları onlar için çok verimli olacaktır ve sosyal rejime karşı darbeleri çok daha kesin sonuç verecektir.
Errico Malatesta: Sendika Bir Araçtır Anarşizm ise Amaç!
Monatte sendikalizmin toplumsal devrim için gerekli ve yeterli bir araç olduğu sonucuna ulaştı. Bir başka ifadeyle, Monatte sendikalizmin kendi başına yeterli olduğunu beyan etti. Ve bu, bana göre, kökten yanlış bir doktrindir.
Geçmişte olduğu gibi bugün de anarşistlerin işçi sınıfı hareketlerine girdiğini görmekten memnun olurum. Dün olduğu gibi bugün de, sendikaları destekleyen biri olduğum anlamında ben bir sendikalistim. Anarşist sendikalar istemiyorum, bu hemen sosyal demokratik, cumhuriyetçi, kraliyetçi ve başka türlerde sendikalara meşruluk kazandıracaktır ve işçi sınıfını kendi içinde her zamankinden daha fazla bölecektir. Hatta kızıl sendikalar görmek dahi istemiyorum, çünkü sarı sendikalar-patronların kontrolünde bulunan sendikalar- görmek istemiyorum. Görüşlerine bakmaksızın tüm işçilere açık sendikalar, tamamıyla tarafsız sendikalar görmeyi daha çok isterim.
Bu nedenle işçi sınıfı hareketine en aktif katılımdan yanayım. Ancak, böyle düşünmemin nedeni her şeyden önce, bu yolla alanı büyük ölçüde genişleyecek olan propagandamızın çıkarlarıdır. Ama bu katılımın, en derin düşüncelerimizden vazgeçmekle eş anlamlı olduğu hiçbir şekilde düşünülmemelidir. Sendikaların içinde anarşist olarak kalmalıyız; bu tanımın tüm gücü ve genişliğiyle! İşçi sınıfı hareketi, benim düşünceme göre bir araçtan daha öte değildir. Her ne kadar, şüphesiz elimizdeki araçların en iyisi olsa da. Ancak araçları amaç olarak benimsemeyi reddediyorum ve aynı şekilde, anarşist fikirlerin bütünlüğünün ya da daha basit ifade edecek olursak, diğer propaganda ve ajitasyon araçlarımızın gözden yitmesini istemem.
Sendikalistler, diğer yandan, araçları bir amaca dönüştürmeye, parçayı bir bütün olarak görmeye meyilliler…
Sendikalizm kendini devrimci sıfatıyla güçlendirse bile, çalışma koşullarının ıslahından başka bir erişilir amacı olmayan, kanuna dayanan ve hatta tutucu olan bir hareketten daha fazlası değildir ve asla olmayacaktır. Büyük Kuzey Amerika sendikalarının bize verdiği kanıtlar dışında başka kanıt aramaya gerek duymuyorum. Bu sendikalar, halen zayıf oldukları zamanlarda bile kendilerini en radikal devrimcilikle dolu olarak gösterip olabildiğince güç ve servet kazanarak tamamen tutucu örgütlenmeler haline geldiler. Tamamen üyelerini fabrikanın, atölyenin ya da madenin aristokratları yapmakla ilgilendiler. Örgütlü olmayan işçilere ve sosyal demokratlarca mahkum edilmiş beş parasız proletaryaya paternalistik3 kapitalizme olduklarından çok daha düşmanlar! Ama sendikalizmin hesaba katmadığı, ya da daha doğrusu sadece bir engel olarak gördüğü, gittikçe artan işsiz proletaryayı bizler, yani diğer anarşistler unutmayız ve onları savunmak bizim görevimizdir. Çünkü en çok acı çekenler onlardır.
İzninizle tekrar ediyorum: Anarşistler, işçi sınıfı sendikalarına girmelidir. Her şeyden önce burada anarşist propaganda yürütmek ve üretimin yönetimini eline geçirebilecek grupların -hepimizin ümit ettiği o günde- yanımızda olmasının tek yolu bu olduğundan. Son olarak da sendikaları özel çıkarlar dışında başka bir şeyi savunmaktan caydıran iğrenç kafa yapısına karşı canla başla savaşmak için sendikalara girmeliyiz.
Bana göre Monatte’in ve tüm devrimci sendikalistlerin temel hatası sınıf mücadelesini çok basite indirgeyen anlayışlarıdır. Bu anlayışa göre tüm işçilerin -tüm işçi sınıfının- ekonomik çıkarları benzerdir, bu anlayışa göre işçilerin kendi çıkarlarını savunmayı ele almaları yeterlidir ve bütün proletaryanın çıkarları aynı zamanda kapitalizme karşı savunulacaktır.
Gerçekliğin oldukça farklı olduğunu iddia ediyorum. Burjuvazi gibi, herkes gibi, işçiler de devletin varlığından ve özel mülkiyetten türeyen ve ancak onlar ortadan kaldırıldığında ortadan kalacak olan evrensel rekabet yasasına tabidir. Bu nedenle, kelimenin gerçek anlamıyla, ortada hiçbir sınıf çıkarı olmadığı için bir sınıf da yoktur. İşçi “sınıfının” ortasında da burjuvazinin ortasında olduğu gibi, rekabet ve savaş devam etmektedir. Bir kategoriye ait işçilerin ekonomik çıkarları, bir diğer kategoriden olanlara kesinlikle karşı olacaktır. Ve her yerde hem ekonomik hem ahlaki olarak burjuvaziye, proleteryaya olduğundan daha yakın işçiler görülmektedir. Size işçilerin grevlerde ne sıklıkla şiddet kullandığını hatırlatmama lüzum yok. Peki, bu şiddet polise ve yöneticilere karşı mı? Tabi ki de değil; yine kendileri gibi sömürülmüş ve hatta kendilerinden daha fazla aşağılanmış olan grev kırıcılara karşıdır. Hem de işçilerin gerçek düşmanları, sosyal eşitliğin gerçek engelleri halen polis ve işverenlerken.
Yine de ekonomik dayanışmanın yokluğunda bile işçiler arasındaki ahlaki dayanışma mümkündür. Anonim çıkarların savunusundan kendilerini ayırmış olan işçiler, onun farkında olmayabilirler. Ama toplumsal dönüşüme yönelik ortak bir iradenin onları yeni insanlara dönüştürdüğü gün bu ortaya çıkacaktır. Günümüz toplumunda, dayanışma sadece ortak bir idealin himayesi altında gelişen bir paylaşım sonucunda ortaya çıkabilir. Anarşistlerin rolü, sendikalarda bu ideali canlandırmaktır. Şu anda onlara pekala taraflı görünen şu “acil çıkarlara” zarar vermek pahasına da olsa, onları aşamalı olarak toplumsal devrime yöneltmektir.
Sendikalist eylemin bizi bir takım tehlikelere soktuğunu kimse ikna edemez. Bu tehlikelerin en büyüğü şüphesiz sendikalarda bulunan memuriyetlerdeki militanların, özellikle de bu maaşlı bir memuriyet olduğunda, (bu sistemi) onayında yatmaktadır. Gelin bunu genel bir kural olarak alalım: Bir sendikada kalıcı ve maaşlı bir memura dönüşen bir anarşist, propaganda açısından kaybedilmiştir, anarşizm açısından kaybedilmiştir! Bu noktadan sonra o, kendisine ödeme yapanların emri altındadır ve bu kişilerin hepsi anarşist olmadığı için, vicdanı ve çıkarları arasında sıkışan maaşlı bir memur, ya vicdanını dinlemek ve pozisyonunu kaybetmek, ya da çıkarlarının peşinden giderek anarşizme veda etmek zorundadır!
İşçi sınıfı hareketinde memurların varlığı, yalnızca parlamenter rejimdekiyle kıyaslanabilecek bir tehlikedir. Her ikisi de yozlaşmaya yol açar ve yozlaşma ile ölüm arasındaki mesafe çok da fazla değildir.
Ve şimdi gelin genel grevi düşünelim. Kişisel olarak bu ilkeyi kabul ediyorum. Yıllardan beri de tüm gücümle onun propagandasını yapmaktayım. Genel grev bana her zaman toplumsal devrimi başlatmak için mükemmel bir araç gibi görünmüştür. Ancak, genel grevin silahlı ayaklanmayı gereksiz kıldığı yönündeki feci yanılsamaya düşmemek için tetikte olmalıyız.
Bize üretimi aniden durdurmak yoluyla birkaç gün içinde açlıktan ölerek, teslim olmak zorunda kalacak olan burjuvaziyi yok etmekte işçilerin başarılı olacağı söyleniyor. Bundan daha görkemli bir saçmalık düşünemiyorum. Bir genel grev sırasında açlıktan ölecek ilk kişiler, tüm stoklarını tamamlayan burjuvalar değil, yaşamak için sadece emeğine sahip olan işçiler olacaktır.
Genel grev, bize önceden söylendiği haliyle salt bir ütopyadan ibarettir. Ya işçi, üç günlük grevin ardından açlıktan ölüp başını öne eğip atölyelere geri dönecek, biz de tahtaya yeni bir yenilgi daha yazmış olacağız ya da üretimi ana kuvvetle ele geçirmeye çalışacak. Onu durdurmak için kimin beklediğini görecek! Burjuvaların kendileri dışında askerler, polisler ve ardından meseleye kurşun ve bombalar karışmadan olmayacak. Ayaklanma olacak ve zafer en güçlü olanın olacak.
Bu nedenle genel greve her derde deva bir ilaç gibi bakmakla kendimizi sınırlandırmak yerine, gelin şu kaçınılmaz ayaklanma için hazırlanalım.
Ama onu gerçekçi terimlerle düşünsek bile, genel grev yine de büyük dikkatle kullanılması gereken iki uçlu bir bıçaktır. Geçim koşulu müddetsiz bir şekilde ertelenemez. Er ya da geç insanları besleyecek araçları ele geçirmek gerekecek ve bunun için, grev bir ayaklanmaya dönüşene dek bekleyemeyiz.
İşçilerden istememiz gereken, çalışmayı sonlandırmaları değil daha çok ona kendi yararlarına olacak şekilde devam etmeleridir. Bu olmaksızın genel grev, dükkanlarda birikmiş olan tüm ürünleri derhal ele geçirmeye yetecek kadar güçlü olsa bile çok geçmeden genel bir açlığa dönüşecektir. Genel grev fikri temelde hepten hatalı bir inançtan doğmaktadır; burjuvazi tarafından biriktirilen ürünleri ele geçirmekle insanlığın, üretmeksizin kim bilir kaç ay ve kaç yıl boyunca tüketime devam edebileceği inancından…
Geçmişte kendilerini işçi sınıfı hareketinden ayıran yoldaşlar için kederlendim. Bugün birçoğumuzun, ters uca düşüp aynı hareket içinde yutulmamıza izin vermiş olduğumuz için kederleniyorum. Bir kere daha söyleyecek olursam, işçi sınıfı örgütlenmesi, grev, genel grev, doğrudan eylem, boykot, sabotaj ve silahlı ayaklanmanın kendisi, bunlar sadece araçtır. Anarşizm ise amaçtır. Arzuladığımız anarşist devrim bir tek sınıfın çıkarlarının çok daha ötesindendir: O köleleştirilmiş insanlığın üç bakış açısından, ekonomik, siyasi ve ahlaki olarak tam özgürlüğünü planlar. Gelin bu nedenle tek yönlü basite indirgenmiş herhangi bir eylem planına karşı tetikte olalım. Sendikalizm, işçi sınıfının bizim kullanımımıza soktuğu güçler nedeniyle mükemmel bir eylem aracıdır, ancak bizim tek aracımız olamaz. Aksi halde, çabalarımıza değer olan bir amacı, Anarşizmi gözden yitirmek zorunda kalırız.
Dip Notlar :
1 – Lules Basile Guesde: Fransız sosyalist bir gazeteci ve politikacı
2 – Louis Auguste Blanqui’ye atfedilen bir devrim anlayışı
3 –Paternalizm: Latince pater(peder, baba) kelimesinden türeyen kavram, halkın bir türlü büyüyemeyen bir çocuk olduğunu ve toplumsal yaşamın karmaşıklığını çözümleyebilecek yetisi olmadığını öne sürer. Halkın bu yüzden bir siyasi iktidara (devlete) zorunlu olarak bağlı olacağını savunur.
Halil Çelik
Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 28. sayısında yayımlanmıştır.
The post Anarşist Teori ve Pratik Tartışmaları(2) : ” Devrimci Sendikalizm ve Anarşizm” – Errico Malatesta, Pierre Monatte appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post “Kavga Direniş Zafer” – Halil Çelik appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>Geçtiğimiz Ağustos ayı başında resmi anlamda kuruluşu tamamlanan İnşaat İşçileri Sendikası, patronlara karşı kullandığı yöntemler ile son yıllarda unutulmaya yüz tutmuş bir şeyi tekrar tekrar hatırlatıyor. Bunlardan ilki şirket önü eylemlerinden yol kapatmaya, şantiye işgaline varan doğrudan ve radikal eylem. Bir diğeri ise patronların ve kolluk güçlerinin beklediği arabuluculuk görevinden ziyade, işçilerin talepleri dışında hiçbir ara formda anlaşmayan uzlaşmaz tavır; böylece İş Mahkemelerinde değil sokakta, kavga ederek direnerek zafere ulaşmak.
Yönetim kurulunun tamamının farklı alanlardaki inşaat işçilerinden oluştuğu İnşaat İşçileri Sendikası(İnşaat-İş), resmi anlamda sendika olmadan önce sendika girişimi, ondan da önce dernek olarak faaliyet yürütüyordu. Tüm bu süreçler boyunca tüzel kişiliğin gerektirdiği faaliyetlerden ziyade inşaat işçilerinin mücadelesinin ihtiyaçlarına göre hareket eden İnşaat-İş, son zamanlarda örgütlediği direnişlerle oldukça önemli ve değerli bir noktada duruyor. Çünkü zaman zaman benzer yöntem ve işleyişler farklı sendikalar tarafından kullanılıyor olsa da işçi mücadelesinde önemli bir tarihe sahip olan sendikal faaliyet, son yıllarda daha da katı hale gelen bürokrasi sorunundan, işçi direnişlerinde yaşanan atıllık ve devamı getirilemeyen eylem sürecine varana dek, yöntemsel ve yapısal bir takım sorunlarla karşı karşıya.
Çoğu sektörde yürütülen sendikal faaliyet bu sorunlar ve daha fazlasıyla karşı karşıya iken inşaat sektöründe ise böylesi bir faaliyet dahi yok. Çünkü inşaat işçilerinin durumu, çoğunlukta sigortasız, geçici, taşeron işçileri olarak örgütlenme çalışması şöyle dursun işçi olarak bile kabul edilmemeye kadar varıyor. Bu alandaki sendika ve farklı derneklerin ise deyim yerindeyse sadece adı var. Hatta bu sendika ve dernekler İnşaat-İş’in bilinirliğiyle beraber gün yüzüne çıkmaya başladı denebilir. Evet, İnşaat-İş bugün tüm bu olumsuzlukların en çok kendini hissettirdiği bir süreçte faaliyet yürütüyor.
Dernek sürecinden bu yana Sakarya’dan Kayseri’ye, Adana’dan Ankara’ya coğrafyanın dört bir yanından inşaat işçilerinin ücret gaspları, çalışma ve yaşam koşulları gibi tüm sorunları çözüm kaynağı oluyor. Çözüm kaynağı olan yöntemler İnşaat-İş için geçtiğimiz Nisan ayında TOKİ’ye ait Emlak Konut’ta şantiye işgalinde, Mayıs ayında Zorlu Center’de iş bırakma eyleminde, Ağustos’ta Astoria AVM önündeki geceli gündüzlü oturma eyleminde, yine Ağustos ayının sonunda Esenyurt Belediyesi önünde tüm baskılara ve polis saldırısına karşı direnişte, her seferinde daha da kuvvetlenerek belirginleşti.
İnşaat-İş ayrıca inşaat sektöründeki cinayetlere, katliamlara karşı da mücadele ediyor. En son Torunlar İnşaat’ta 10 inşaat işçisi katledildiğini duyar duymaz şantiyeye koşan İnşaat-İş, burada katliama tanıklık eden inşaat işçileriyle kurduğu ilişkide daha iyi ücret için değil inşaat işçilerinin tüm yaşamı için mücadele edildiğini bir kez daha gösterdi. İnşaat sektöründeki cinayetler ne devletin şirketlere uygulayacağı yaptırımlarla ne de şirketin alacağı güvenlik önlemleriyle önlenebilir; katliamların karşısında duracak tek güç, devletin yaptırımındansa kendi yaptırımını uygulayabilen, şirketin alacağı önlemlerdense şirkete karşı kendi önlemlerini alabilen işçilerin örgütlü gücüdür.
Halil Çelik
Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 21. sayısında yayımlanmıştır.
The post “Kavga Direniş Zafer” – Halil Çelik appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post “Kazanan Kim” – Hüseyin Civan appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>Bir şeyin ters gitme olasılığı varsa, ters gidecektir
1949’da ABD Hava Kuvvetleri’nde roketlerle ilgili bir deneyde, ivmelenmenin insan üzerindeki etkileri inceleniyordur. Deneyde insan tepkileri incelenip değerlendirilecektir. Sensörler insan vücuduna takılır. Bunun iki yöntemi vardır. Biri doğru, diğeri de yanlış takılış şeklidir. Görevlilerden biri 16 sensörün hepsini takar. Ancak görevli bu sensörlerin 16’sını da yanlış takmayı “becerebilmiştir”. Deneyi yapan mühendislerden biri olan Edward Murphy duruma çok sinirlenir. Ve bu durum, Murphy’i onunla özdeşleşmiş bir sözü söylemesine neden olur; Bir şeyin ters gitme olasılığı varsa, ters gidecektir.
Aynı mantık üzerinden sarf ettiği birçok olumsuz önerme, yaşanan olumsuz deney sonrası gerçekleştirilen basın toplantısında kullanılır. Murphy’nin bu olumsuz açıklamasıyla beraber, açıklamaya konu olan sözler, temelini matematiksel bir kuramdan alan bir kanun olarak anılmaya başlanır.
“Bir şeyin ters gitme olasılığı varsa, ters gidecektir. Bir şeyin birkaç şekilde ters gitme olasılığı varsa, hep en kötü sonuç doğuracak şekilde ters gidecektir. Bir şeyin ters gidebileceği olasılıkları engelleseniz bile, anında yeni bir olasılık ortaya çıkacaktır.”
Murphy Kanunları, 30 Mart Yerel Seçimleri’nde muhalefet için işledi. Seçimlerden galibiyet beklemeyen ama hakkındaki iddiaları çürütmeye bile gerek duymadan siyasal ahlaksızlık ve otokratlıkla iktidarı elinde tutmaya çalışan hükümetin oylarının azalacağı görüşü muhalefette baskındı. Aslında muhalefet iddiasını buraya koymuştu. AKP için güvenoyu yoklaması niteliğinde geçen seçimlerden, Tayyip
Erdoğan istediğini aldı. Belki istediğinden fazlasını… Çankaya senaryoları, bir süredir dondurulan başkanlık sistemi söylemleri etrafında tekrar dillenir oldu.
Hükümet kendisini aklamakla kalmadı, yakın gelecek hesaplarını, seçimle pekişmiş güç üzerinden yapmaya başladı.
Peki, bizim için seçim sonucuyla değil, seçimle beraber değişen neydi?
Mesela rüşvet alınmamış, yolsuzluk yapılmamış oldu. Yandaş patronlara “havuz” oluşturulmamış oldu. Bakan çocukları, banka müdürleri, para simsarları çalmadıklarını “ayakkabı kutularına” doldurmamış oldular. Aynı şahıslar cezaevinden, babalarının “paşa gönül yasalarınca” çıkarılmamış oldular. Dolayısıyla, yasalar hükümetin gücünü pekiştirecek şekilde değiştirilmemiş oldu. Yargı doğrudan hükümetin emrine verilmemiş oldu. Siyasal baskı ve tehdit yapılmamış oldu.
Yerel seçimlere kadarki süre içinde hükümet, meşruiyetini sorgulatan ithamları çürütmek bir kenara, suçsuzluğu ispatlamaya çalışmak için çabaya gerek duymadı. Başbakan, partisi ve medya üçlüsü tüm bu olan biteni, darbe girişimi olarak niteledi ve herkesi buna inandırmaya çalıştı. Seçimle beraber, “darbe girişimi” belki belli bir süre savuşturulmuş oldu. Muhalefet partilerinin iddialarının aksine, hükümet kendisini “akladı”. Aklamakla kalmadı, yakın gelecek hesaplarını, seçimle pekişmiş güç üzerinden yapmaya başladı.
Burada aklamakla kastedilen, tabi ki mevzu bahis durumların hakikatte öyle olmadığı değildir. Ancak seçim dönemiyle beraber, ortaya çıkan politik çürümüşlüğün sadece seçim siyasetine harcanmış olduğudur. Seçimlerden medet umanlar, AKP’yi seçimlerle meşrulaştırmışlar; ortadaki tüm yolsuzluklar kabul edenleretmeyenler demokrasisine indirgenmiştir. AKP’yi seçimlerde kendine muhatap olarak görmek, seçimlere bunun bilinciyle girmek her şeyi demokrasi sosuyla meşrulaştırmaktır.
Muhalefet edememe
Aslında işin nasıl evrileceğini görmek için siyasi partilerin Taksim Gezi İsyanı’ndan bu yana söylemlerini takip etmek yeterli. Oluşan toplumsal muhalefetten sandık hesapları yapanların niyetlerini, Haziran ayından bu yana görmemek mümkün değil. Temsiliyet kaygısı gütmeyen doğrudan eylemin anlamını bir türlü çözemeyenler, siyasal süreçleri karşılama noktasında da güdük kalmışlardır. Oysa her siyasi çürümüşlük, her yolsuzluk büyük bir eylem dalgasıyla kendini göstermiştir.
Bakan çocuklarının, banka müdürlerinin yolsuzluklarının açığa çıktığı ilk günden bu yana yoğunlaşan sokak eylemleri sadece artan bir seyirde devam etmemiş, aynı zamanda farklı yerelliklerde kendini belirginleştirmiştir. Ortaya çıkan toplumsal rahatsızlık kendini doğrudan sokakta ortaya koyabildiğinden daha da toplumsallaşabilmiş, medyanın illüzyonunun karşısında kendi gerçekliğini doğrudan dayatabilmiştir.
Kendi gerçekliğini bu şekilde yaratabilen bir muhalefet sadece, ezilen kesimlere ulaşabilir.
Yerel seçimlerin yaklaşmasını fırsat bilen ve Taksim-Gezi İsyanı sonrasında bile eski siyasal bağnazlıklarını halka dayatan siyasal yapılar, seçim gündemiyle doğrudan eylemi bilinçli bir şekilde sonlandırmayı hedeflemişlerdir.
Taksim-Gezi İsyanı’ndan istediği geri dönüşü alamayan bu temsiliyet bağımlılarının, halkın siyasal iradesini, siyasi kaygılarını doğrudan eyleme geçirmesine anlam verememesi, siyasal temsiliyetle kurulan bağ üzerindendir. Yerel iktidarların, koltukları tutmanın hesaplarını yapanlar; yolsuzluklara karşı başlatılan her eylemin temsili bir karşılığını aramışlardır.
Siyasal gerçekliğini, halkın siyasal özneler olarak doğrudan kendini gerçekleştirdiği eylem alanlarından uzak tutanların, tek teselli olarak “oy arttırma” durumlarını belirtmeleri boşuna değildir. Oy arttırdıklarından, belediye meclislerine girdiklerinden mesut görünenlerin, seçim öncesi yolsuzluk vakalarının, siyasal baskı ve şiddetin hakkından nasıl gelineceğine ilişkin normal olarak bir yolu, yöntemi bulunmamaktadır. Giriştikleri muhalefet, halkın siyasi, ekonomik ve sosyal rahatsızlıklarını kendilerine seçim mezesi yapmaktan öteye gidememiştir.
Seçim sürecine böyle girilirken, seçim sonrası muhalefete soyunan bazı kesimlerse “AKP türü toplumsallık” gibi kavramlaştırmalarla, AKP’ye oy veren tüm kesimlere düşman kesilmiş, açık bir şekilde kentli, seküler ve modern kesimler dışındaki tüm kesimleri kendine düşman edinmiştir. Bu noktada, bu tarz bir toplumsallığa soyunanların aslında toplumsal kaygılarının olmadığını söylemek çok da yanlış olmayacaktır. Elitizm eleştirilerine kulak tıkayanların bu yaptığının aslında tam da söyledikleri şey olduğunu hatırlatmak gerekir. Bu aslında bir tür toplumsallaşamama öz eleştirisidir.
AKP’nin şimdiki konumu
Tayyip Erdoğan’ın, ailesi ve kurmaylarını yanına alarak yaptığı Balkon Konuşması, seçimler sonrası bir milat gibi görüldü kimilerince
Rabia işaretiyle sadece etrafındakileri selamlamayan, aynı zamanda küresel iktidarlara da mesaj yollayan Erdoğan’ın seçim galibiyetine ilişkin en ilginç başlığı, The Economist attı; “Merhamet, Yüce Sultan!”
Tayyip Erdoğan’ın son süreçte özellikle yolsuzlukların ortaya çıkmasıyla belirginleşen otoriter karakteri, The Economist de dahil tüm uluslararası basının bir süredir gündemindeydi. Özellikle sosyal medya yasakları ve hukuki değişimler aynı medyada geniş yer ederken, tüm süreçte eleştirel bir ton hakimdi uluslararası gündemde.
Uluslararası güçlere gönderdiği mesajlarla, tüm bu gizli tehditleri karşısına alan Tayyip Erdoğan, seçim sonrasında, sivrileşen eleştirilerin önünü biraz almışa benziyor. Suriye savaşı, bir satranç hamlesi olarak hükümetin elinde olağanca sıcaklığıyla duruyorken (hem de bu meseleye ilişkin tapeler ayan beyan ortadayken), Seymour Hersh’in sarin gazı meselesini gündem etmesi uluslararası iktidarların AKP’nin yükselişi karşısındaki tavırlarının ne olacağının sinyalini veriyor. El-Nusra ve AKP arasındaki doğrudan ilişkiyi sorgulayan Hersh aslında seçim öncesi birçok kimsenin cesaret edemediği bir soruyu da soruyor; bu tapeleri hakikaten kim ortaya çıkardı?
Siyaseten Milat Koymak
Siyasal süreçlerde milat koymak, belirtilen zamandan sonra siyasi, ekonomik ve sosyal değişimleri görmek açısından önem taşır. Yaşanan gelişmenin köklü etkilerinin ne olduğunu açığa koyar.
Seçimlere milat koyan temsili muhalefetin de, balkon konuşmasıyla hiçbir şeyin eskisi gibi olmayacağını öngören hükümet yanlılarının da yanıldığı bir yer var. Son iki aylık süre içinde bizi oyalayan seçim gündemini de, sonrasında açığa çıkan durumu da Taksim-Gezi sonrası dönemden bağımsız göremeyiz.
Biz, ezilenlerin kendimize milat olarak alması gereken nokta Taksim-Gezi İsyanı’dır. Muhalefeti toplumsallaştıracak aynı ruhla sokaklarda, yerellerde olmak; siyasal muhalefeti temsilcilere bırakmadan, siyasi irademizi doğrudan kullanmak; ekonomik siyasi bir gerçekliği yaratacak özörgütlülükler geliştirebilmektir. Bunu yaparken, elitist bir tavırdan ziyade ezilen sınıf gerçekliğimizle hareket etmektir. Devrimci anarşist bir tutum ancak böyle ortaya konabilir.
Keza toplumsal değişimler, devrimler kanunlara, bilimsel önermelere sığmaz. Murphy Kanunları kapitalist sistem içindeki siyasal anlamada işe yarar olsa da. Toplumsal hareketler ve etkisinin ne olacağı deneylerle tespit edilemez. Taksim-Gezi İsyanı’ndan bu yana sandıklara bırakmadığımız, bu tespiti zor gerçekliktir.
Hüseyin Civan
Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 17. sayısında yayımlanmıştır.
The post “Kazanan Kim” – Hüseyin Civan appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post İsrail Filistin Sınırında Anarşistler Duvara Karşı appeared first on Meydan Gazetesi.
]]> Dikenli teller, derin çukurlar, gözetleme kuleleri, elektronik alarmlar ve yüzlerce kilometre boyunca uzanan bir duvar… 2003 yılında “Filistin-İsrail arasında güvenlik sağlama” yalanıyla Filistin topraklarına inşa edilen duvara karşı, yıllardır örgütlenen büyük bir direniş var. Beit Ummar’dan Bil’in’e, Ni’ilin’den Batı Şeria’ya kadar uzanan duvara karşı örgütlenen İsrailli anarşistlerse, yaşam alanları işgal edilen ve İsrail devleti tarafından sürekli olarak tehdit edilen Filistinlilerle dayanışmak için duvara karşı örgütleniyorlar. TC devleti son zamanlarda, Suriye sınırına bir duvar örme ve bu topraklarda yaşamakta olan Kürtleri özgür bir yaşamın yeniden inşa edildiği Rojava Devrimi’nden ayırma telaşındayken Ortadoğu’nun göbeğinde bir halk, inşa edilen bir duvarı tecride karşı yıkmak için direnmekte. İsrail Devleti’nin gaz bombalarıyla, plastik mermilerle, gerçek kurşunlarla saldırarak sindirmeye çalıştığı Duvara Karşı Anarşistler (Anarchist Against the Wall) ile İsrail’in işgal politikalarını, Filistin halkının mücadelesini ve duvara karşı direnişi konuştuk.
İsrail devletinin “güvenlik” adı altında özellikle Filistinlilerin yaşadıkları bölgelerin çevresini yüksek beton duvarlarla, dikenli tellerle çevrelemesine ve bu bölgelere giriş çıkışın İsrail askerlerince keyfi olarak engellenmesi oldukça tepki çekti. Tüm dünya kamuoyunun İsrail yanlıları ve Filistin yanlıları gibi bir bölünmeye gittiği bir anda İsrailliler olarak sizin, Filistinlilerin yaşadığı bu haksızlığa karşı çıkmanız üzerinden ilk aldığınız tepkiler nasıldı? Filistinliler ne yapmak istediğinizi tam olarak anlayabilmiş miydi?
İlan Shalif: Tecrit genelde tellerden oluşuyor. Kilit noktalarda ve kentsel alanlarda beton duvarlar var, giriş ve çıkışlarda İsrail askerleri rastgele durduruyor. Beton duvarlar ve teller Filistin hareketinin sınırlandırılması için kullanılıyor. İsrail, küresel kapitalizm ve ABD’nin çıkarlarına hizmet ettiği için protestolar yerel ve uluslararası basında öne çıkmıyor. Beyazlar mücadeleye katılınca, medya daha çok dikkat gösteriyor. İsrail devleti ve destekçileri, Siyonist kolonici yerleşimci projenin herhangi bir eleştirisini ve eleştirenleri antisemitik diye karalıyor. İsrail’deki ve dünyadaki Yahudiler eleştiriye katıldığında ise antisemitik iddiası çürüyor. İsrail kamuoyu bölünmüş durumda. Neredeyse yarısı, 1967 işgalinin sona ermesi gerektiğini anlıyor, çoğu tecrit duvarına karşı çıkmıştı. Kamuoyu baskısı nedeniyle, bir AAtW (Anarchists Against the Wall) aktivisti diğerleriyle birlikte tecrit duvarının tellerini sallarken devlet güçleri tarafından gerçek mermiyle ayağından yaralandığında, ordu komutanı onu hastanede ziyaret edip özür dilemek zorunda kalmıştı. Siyonist soldan insanlar bile bizi destekliyor ve birkaçı bize katılıyor. İsrail sağı bizden nefret ediyor ve vatan haini olarak görüyor. Merkez bizim verdiğimiz hasarın farkında. Bazı Filistinliler bizim katılımımızın çeşitli yararlarını anlıyorlar, ancak aşırı gelenekçiler buna karşı. Filistin taban aktivistleri bizim ne düşündüğümüzü ve karşılığında ne aldığımızı biliyor. Bu, ortaklığı ve kişisel arkadaşlığı engellemiyor.
Duvar birçok yerleşim yerini birbirinden ayırdığı için işine ya da okuluna gidenler her gün bu duvarların aralarındaki kontrol noktalarını aşmak zorunda. Burada da İsrailli askerlerin tacizlerine maruz kalıyorlar. Bu uygulama ne zamandır devam ediyor?
Yıllar önce Filistin hareketinden daha fazla rahatsızlık vardı. Tecrit duvarı bunu değiştirdi ama daha kararlı bir politika var. Tacizler, Filistinlilere göç etmeleri için baskı kuran İsrail sisteminin ana parçası. İçeriğindeki değişimler ise sadece birer taktik. İsrail askerlerinin tacizleri en yoğun olarak yasal ve yasadışı işçiler tarafından, İsrail yolunda yaşanıyor. Batı Şeria içinde de bazı kontrol noktaları var ama son zamanlarda küresel baskı nedeniyle bu tip tacizler azaldı. Yollardan kaldırılan bütün engeller ya da tecrit tellerinde açılan delikler birkaç gün içinde geri konuluyordu.
Doğrudan eylem olarak adlandırdığınız bu eylemlerde şiddet kullanmıyorsunuz ama İsrail askerlerinin üzerinize açtığı ateşten dolayı yaralanan ve hatta yaşamını yitiren arkadaşlarınız olduğunu biliyoruz. Bu durum insanların katılımını olumlu ya da olumsuz yönde nasıl etkiliyor?
Hem İsrail içinde, hem Filistinlilerle ortak mücadelede, şiddetsizlik stratejisi uyguluyoruz; pasifizm nedeniyle değil, strateji nedeniyle. Taş atan Şabablar ile birlikteyken taş atılmasına katılmıyoruz ama onları eleştirmiyoruz da. Çoğu insan korkudan eylemlere gelmeye çekiniyor. Bazıları daha çatışmalı konumları tercih ediyor.
Uluslararası dayanışma gösteren birçok kurum Filistinlilere ne yapması gerektiğini söylerken, sizlerin Filistinlilere yönelik böyle bir yaklaşımınız var mı? Bu eylemlikleri nereye kadar sürdürmeyi planlıyorsunuz?
Ortak eylemlere sadece beraber çalışmak için çağırıldığımızda gidiyoruz. Kendimizi her zaman küçük ortak olarak görüyoruz. Ben kişisel olarak, davet edildiğim sürece ortak silahsız eylemlere katılmayı düşünüyorum.
Bizim yaşadığımız topraklara da bir duvar inşaatına başlandı. Kendi devrimini gerçekleştirerek yaşamlarına dair kararlarını kendileri veren Rojava’daki Kürtler ile T.C devleti sınırları içinde kalan halkları birbirinden ayırmayı amaçlayan bir duvar. TC kendi sınırları içinde yaşayan Kürtlere karşı yıllardır arasında görünmez bir duvar örmüş, Kürt halkının dilini ve kültürünü yok saymıştı. Fiziki olsun olmasın, bu duvarları asıl inşa eden şey milliyetçiliktir diyebilir miyiz?
Duvarlar ve tecrit telleri, sadece yöneten kapitalist elitin cephaneliğindeki araçlar. Egemen ulusal cemaatten farklı olanların bastırılması, bu elitin yönetiminin parçası. Bu durumun iyi anlaşılması gerekiyor. Bu durumun farkına varanların her koşulda, her zorlukta bunları anlatması gerekiyor. Milliyetçiliğin, sınırların ve duvarların ne amaçla oluşturulduğunu bilmemiz gerek.
Devletler için yaptıkları saldırıları hukuk kılıfına sokmak çok kolay. Sıklıkla İsrail ordusuyla karşı karşıya kalıyorsunuz. Sizce İsrail devletinin asıl politikası yeterince tartışılabiliyor mu?
“Bugünlerde ne duyacağız?” diye soranlara söylediğim gibi: “Kulağını nereye verdiğine bağlı.” İsrail’in batı yakasındaki Filistinlileri kontrol etmek, baskılamak ve sömürmek için kullandığı araçların çoğu ile ilgileniyoruz ve bunlar dünya medyasında bulunabilir. Ancak İsrail, amaçlarını göstermemek için dinsel söylemleri kullanarak durumu anlaşılmaz kılıyor.
Mücadelenizi yürütürken neye öncelik veriyorsunuz? Eylemleri finanse etmek için nasıl bir yol izliyorsunuz?
Son birkaç yılda – inisiyatif olarak, sadece bizi davet eden Filistinlilere katılıyoruz. Medya çoğu zaman bize yer veriyor, çünkü bu halkın ilgilendiği haberler arasında. Finansmanla ilgili olarak, ulaşım giderlerini katılımcılar karşılıyor. Hukuki giderlerse tüm dünyadan gelen dayanışmalarla karşılanıyor.
Yaşadığımız topraklarda birçok kişi, TC ordusunda askerlik yaparak kardeşine kurşun sıkmayı reddederek vicdani reddini açıklıyor. Bunların önemli bir oranını antimilitaristler ve anarşistler oluşturuyor. Sizin vicdani ret ve vicdani retçilerle ilişkileriniz nasıl?
Radikal Siyonist Fraksiyonu da içeren yelpaze içinden destekleyen inisiyatifler bile var. Vicdani ret, özellikle Filistinlilere karşı yürütülen haksız politikaları protesto etmek için yaygınlaşan bir eylem. Bazen diğerlerinden daha radikal kalan total retçiler de bize katılıyorlar. Vicdani reddin duvara karşı mücadelede de önem taşıdığını düşünüyoruz.
Neticede, anarşistler olarak İsrail devletinin politika ve uygulamalarından biri olan duvara karşı çıkarak Filistinlilerle daha farklı bir iletişim kurma şansınız da oluyor. Anarşizmin Filistinlilerle kurulan ilişkideki etkisi nedir?
Filistinlilerle dayanışırken, tabii ki siyasi kimliğimizin ne olduğu biliniyor. Bu dayanışmamızın yönteminin anlaşılması adına önem taşıyor. Filistinlilerin, halk mücadelesini kendi inisiyatifleri ile başlatmış olmaları gerçeği bize yeterince bilgi veriyor. Bunun üzerinden anarşizmle ilgili sıkça sohbet etme fırsatı buluyoruz.
Bu söyleşi Meydan Gazetesi’nin 14. sayısında yayımlanmıştır.
The post İsrail Filistin Sınırında Anarşistler Duvara Karşı appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post Anarşistlerin Ekonomi Tartışmaları (5) : Patronsuz İşçiler- İşçilerin Öz-yönetimi appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>Arjantin’de İşçilerin Öz-Yönetimi
The post Anarşistlerin Ekonomi Tartışmaları (5) : Patronsuz İşçiler- İşçilerin Öz-yönetimi appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>