The post Covid-19’a Yakalanan Doktorun Maaşı Kesildi appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>İstanbul Sultangazi ASM’de görev yapan Dr. Mustafa Alparslan koronavirüse yakalanan doktorlar arasındaydı. Kozan, 5 Mart tarihinde bir hastasından virüs kaptı ve 12 gün karantinada kaldı. İyileştikten sonra da plazma bağışçısı olan doktor, bu süreçte maaşının yarı yarıya kesildiğini söyledi.
The post Covid-19’a Yakalanan Doktorun Maaşı Kesildi appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post İzlanda’da Mutasyona Uğramış 40 Korona Virüs Tespit Edildi appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>Toplam 737 vakanın olduğu ve 2 ölümün gerçekleştiği İzlanda’da bilim insanları Covid-19 hastalarından aldıkları örnekler üzerinde yaptıkları incelemede, 40 adet mutasyona uğramış corona virüsü tespit ettiler.
Yapılan açıklamada, 9768 corona virüsü hastası, semptom gösteren ve risk grubundaki insandan örnekler alındığı, örneklerin bazılarında korona virüsünün mutasyona uğradığının gözlemlendiği ve bazılarında ise virüsün genomunda ufak değişiklikler yaşandığı belirtildi.
The post İzlanda’da Mutasyona Uğramış 40 Korona Virüs Tespit Edildi appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post Çapa Tıp Fakültesi Profesörünün Korona Virüsü Testi Pozitif Çıktı appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>İstanbul Çapa Tıp Fakültesi Dahiliye Profesörü Dr. Cemil Taşçıoğlu’nun korona virüsü test sonucunun pozitif çıktığı öğrenildi. Taşçıoğlu, hastalık semptomlarını gösterdiği için dün hastanede karantinaya alınmıştı. Taşçıoğlu karantina altındayken sosyal medyada yayınladığı videoda, “kendisini iyi hissettiğini, zorunlu bir bekleyiş içinde olduğunu” söylemişti. Taşçıoğlu’nun Türkiye’de virüse yakalanan ilk sağlık çalışanı olduğu öğrenildi.
Prof. Dr. Cemil Taşçıoğlu’nun oğlu Onur Taşçıoğlu sosyal medya hesabından yaptığı duyuruda, babasının test sonucunun pozitif çıktığını açıklarken babasının durumunu, “Ateşi yok, solunumu normal, herhangi bir cihaza bağlı durumda değildir. Dünden bugüne durumu stabil seyretmektedir” sözleriyle ifade etti.
The post Çapa Tıp Fakültesi Profesörünün Korona Virüsü Testi Pozitif Çıktı appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post Tecavüz- Didem Deniz Erbak appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>Franca Rame bir hikaye anlatıyor bize. Tanıdığımız, çok yakından bildiğimiz bir hikayeyi anlatıyor. Yüzlerce, binlerce, milyonlarca kadının yaşadığı bir gerçeği anlatıyor. Sadece kadın olduğumuz için her an yaşanabilecek bir olayı oyunlaştırıyor. Bu oyunun adı TECAVÜZ.
Bu oyunda yedi tecavüzcü var. Dört erkek, bir doktor, bir polis, bir yargıç. Ve tecavüze uğrayan bir kadın. Kadın bir sandalyenin üzerinde oturuyor.
doktor: küçük hanım ya da bayan; tecavüz süresince sadece acı mı duydunuz yoksa bir çeşit tad aldınız mı? yani bir tür tatmin?
polis: böyle bir sürü erkekle, sanırım 4 kişi, hep beraber, böylesi sert bir tutkuyla, onlardan hoşlanıp onları umutlandırmadınız mı yani?
yargıç: hep pasif miydiniz yoksa bir noktada olaya katıldınız mı?
doktor: tahrik oldunuz mu? kaç kez?
karşı taraf avukatı: ıslandınız mı?
yargıç: sizin ağlayıp inlemeleriniz, tabii acı çektiğiniz için, ama acaba bir çeşit boşalmanın etkisiyle diye düşünülebilir mi?
polis: boşaldınız mı?
doktor: orgazm oldunuz mu?
avukat: evetse kaç kez?
Oyunda bu tipler canlandırılarak tecavüze uğrayan bir kadının başvuracağı makamların zihniyeti deşifre ediliyor. Yukarıdaki sorular bugün dahi tecavüze uğrayan birçok kadının -iğrenç bir biçimde- maruz kaldığı sorular.
Oyunda bütün gerçeklikleriyle bir tecavüz resmediliyor. 4 erkek vahşice kadına tecavüz ediyor. Kadın tecavüzü yaşadığı mekanı, koşulları, tecavüzcü erkekleri, tecavüz anlarını tüm ayrıntılarıyla anlatıyor. Okudukça yüzümüzdeki ifade değişiyor. Duygularımız tanımlaması zor bir hale geliyor. O anı yaşıyor gibi hissediyoruz. Anlatan kadın ve anlatırkenki cesareti bizi hayret içinde bırakıyor. Nefret ediyoruz bunu yapanlardan, içimizde büyük bir öfke beliriyor. Kadının anlatışında hiçbir çaresizlik görmüyoruz. Kadın aksine özgüvenli, gözlerinden yaş süzülüyor fakat dik duruyor. Sandalyede oturan o küçücük kadın anlattıkça, kocaman bir “dev”e dönüşüyor. Şimdi bu kocaman kadını bir tanıyalım.
1970’li yılların İtalya’sındayız. Kadın karakterimiz bu yıllarda devrimci mücadelenin içerisinde yer alıyor. Ezilen işçilerle beraber sokaklara çıkıyor, kadın mücadelesinin tamamiyle içinde yer alıyor. Bu nedenle tutuklanıyor, tutukluyken işkence görüyor. Serbest bırakılmasının ardından 9 Mart 1973 günü, yani 8 Mart Dünya Kadınlar Günü’nden bir gün sonra 5 faşist erkek tarafından kaçırılıyor. Bir karavana hapsedilip işkence görüyor. Türlü işkencenin ardından 5 erkeğin aynı anda tecavüzüne uğruyor. Ardından karanlıkta bir parka atılıyor.
Anlatılanlar oyun değildi aslında. Anlatılanlar tamamen gerçekti. Tecavüze uğrayan kadın ise bu gerçeği oyunlaştıran “kocaman” kadın Franca Rame idi. Şöyle söylüyor Franca: “Olaydan sonra eve döndüğümde kaçırıldığımı ve dayak yediğimi söyledim. Tüm olanları anlatamadım, susuyordum. Dario ile beraberken de… Evdekiler ne olduğunu anlamıştı ama sormaya ve cevabı duymaya cesaretleri yoktu. İçimde hep o şey vardı. İçimi kemiren o anı. Psikiyatriste gitmek istemedim, kimseyle konuşmak, kimseye anlatmak istemiyordum. Sonra bir gün oturdum ve yazmaya koyuldum. Cinsel tecavüz yasası tartışılmaya başlandığında, artık yazdığım oyunu oynamam gerektiğini farkettim. Oyunu prova edemiyordum. Bir kaç replik sonrası ağlama krizine tutuluyordum. İlk gösteri Pisa’da olmuştu. Uyanış’ı bitirmiştim. Sahnede tek bir sandalye vardı. Sahneye hiçbir şey söylemeden girdim ve oyunu neredeyse tek nefeste sonuna kadar oynadım. Oyunu tüyler ürpertmek için değil, olayı yansıtıp bu “şeyi” yaşamış diğer kadınlara yardım etmek ve yüreklendirmek için oynadım.”
Oyunu okuyalım. Anlatılanları yaşarcasına hissedelim. Bu olayı yaşayan diğer kadınları yüreklendirmek için her defasında yeniden yaşamak pahasına tecavüzü oyunlaştıran ve oynayan kocaman yürekli, cesur kadına Franca’ya teşekkür edelim.
Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 44. sayısında yayınlanmıştır.
The post Tecavüz- Didem Deniz Erbak appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post TTB Üyesi 8 Doktor Pazartesi Savcılığa Çıkartılacak appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>TC’nin Afrin operasyonuna karşı “Savaş bir halk sağlığı sorunudur” açıklaması yapan Türk Tabipler Birliği’nin (TTB) Merkez Konsey üyesi 11 doktor 30 Ocak günü evleri basılarak gözaltına alınmış ardından 11 doktordan Sinan Adıyaman, Ayfer Horasan ve Şeyhmus Gökalp ‘adli kontrol’ şartıyla serbest bırakılmıştı.
Doktorlar hakkında açıklama yapan TTB avukatı Ziynet Özçelik, doktorların emniyetteki işlemlerinin sürdüğünü belirtti. Savcı ile görüşmelerini aktaran Ziynet Özçelik, kendisine 8 hekimin savcılık ifadesinin Pazartesi günü alınacağı bilgisi verildiğini aktardı.
The post TTB Üyesi 8 Doktor Pazartesi Savcılığa Çıkartılacak appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post Libya’da Sağlıkçılar Eylemde appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>Doktorun kaçırılmasının ardından Dünya Sağlık Örgütü doktorun derhal serbest bırakılmasını talep etti.
Bugün ise aynı hastanede çalışan sağlık işçileri ve doktorlar, güvenli çalışma koşullarının olmadığını açıklayarak 10 gün boyunca iş durdurma kararı aldı. Hastane sözcüsü, hastane çalışanlarının uzun zamandır tehditlere ve saldırılara maruz kaldıklarını açıkladı.
The post Libya’da Sağlıkçılar Eylemde appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post “Yeni Sürüm Grip H3N2” – Özlem Arkun appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>İlk duyduğumuzda bir asteroid adı ya da yeni üretilen bir otomobil markasını çağrıştıran H3N2, aslında bu kış bizi yatak döşek yatıran grip virüsüne verilen ad. Bütün bir kış bizi öksürtüp aksırtan, yatak döşek yatıran hatta kış bitse de kendi bitmeyen bu grip, domuz ve kuş gribinden sonra popüler gripler listesinde üst sıralarda yerini aldı. Şiddetli vücut ağrısı, titreme, ateş ve öksürük gibi belirtilerle ortaya çıkan bu hastalık özellikle metropollerde salgına dönüşürken, birçoğumuz aldığımız antibiyotiklere, antivirallere ve kutu kutu ilaçlara rağmen bir türlü iyileşemedik.
İyileşemedik…
İyileşemeyiz de. Çünkü bu salgında yatak döşek hastalanan çoğumuz doktora ya da eczaneye gidip ilaçlarımızı aldıktan sonra tekrar işe dönmek zorunda kaldı. “Dinlenemeden iyileşemeyeceğimiz gerçeğini” bir kenara bırakarak, “ne olursa olsun çalışmamız gerektiği gerçeği” ile yeniden iş yerlerimizde aldık soluğu. Hastalığı değil de belirtilerini ortadan kaldıran ilaçlar alarak işe gidip gelirken; metroda, otobüste, metrobüste ve iş yerinde bu salgına hepimiz teker teker ve tekrar tekrar yakalandık.
Böylesi bir döngü içinde iyileşmek zaten inanılması güç bir masal gibi. Zaten hastalıkların birini atlatsak bir diğeri başlıyor, çünkü bu sistem kendi başına hastalık üretiyor. Bu kışa damgasını vuran H3N2’nin yeni moda bir spor arabayı çağrıştırması bundandır.
Sağlık endüstrisi üretimde hız kesmiyor
Kapitalizm içindeki her endüstri gibi sağlık endüstrisi de üretimi ve sürdürülebilirliği oldukça önemser. Bu nedenle hastalığın ya da onu oluşturan koşulların ortadan kaldırılmasına değil, hastalığın devamlılığına odaklanır. Ayakta kalmak için hasta insanlara ihtiyaç duyan bu sistem, elbette sizi sağlıklı olmadığınıza inandırmak, hatta hasta etmek için bütün olanaklarını kullanacaktır.
Medya aracılığıyla tanıştığımız “yepyeni” griplerden mustarip olan bizler, son model ilaçlardan medet umar hale geliriz. Domuz gribi gider, kuş gribi gelir, grip gider, kuşlar gider, tavuklar itlaf edilir, geriye Kırım Kongo kanamalı ateşi kalır… Hastalıkların biri biter diğeri başlar, istatistiklerde kolesterol aralığı değişir kolesterol hastası oluruz, tansiyon aralığı değişir tansiyon hapı alırız. Bu da yetmez, kırışığımıza krem, kelimize merhem bulur, satar, sattırır.
İlacım olmadan asla!
İlaç tüketimi son on yılda üç katına çıktı. Özellikle psikiyatri ilaçlarının tüketimi geçtiğimiz yıl neredeyse 37 milyon kutuya ulaştı. Bu da yaklaşık 380 milyon TL’lik bir pazar oluşturuyor. İlaç endüstrisinin silahtan sonra en büyük ikinci endüstri olduğunu hesaba katarsak, basit bir ağrı için doktora gittiğimizde neden 5 farklı ilaç kutusuyla çıktığımız daha anlaşılabilir oluyor. Zaten bunları kullandığımızda yan etkilerinden dolayı “yeni bir takım” ilaç kullanacağımız da garanti.
Peki, iyileşebilecek miyiz doktor?
Hasta ve hastalık üretmek üstüne kurulu bir “sağlık endüstrisi” içinde iyileşmek bir yana, sapasağlamken çürüğe çıkmak an meselesi. Gripten kalkmak için iki üç gün yatıp dinlenmek, kuvvetli beslenmek yeterli belki ama sonu gelmeyen bir çalışma temposu içinde, bozulmayan yoğurtlarla, çekirdeği içinde filizlenen domateslerle beslenirken, metrobüs kuyruğunda beklerken ya da masa başında yarı felç bir şekilde çalışırken hayatta kalmak bile meziyet.
Durum böyleyken “bu halimize şükür en azından yarı ölüyüz” demektense bir derman bulmak gerek ama bu dermanın ilaçlarda ya da hastanelerde olmadığı aşikar. Zaten bunun reçetesi olsa da yazılmazdı.
Özlem Arkun
Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 16. sayısında yayımlanmıştır.
The post “Yeni Sürüm Grip H3N2” – Özlem Arkun appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post ‘Hastalanıyoruz’- Mine Selin Sayarı appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>Tıp ile yaşarken ölmeyi öğreniyoruz
Bugün ilaç şirketleri, ilaçlarının tanıtımı için en yüksek miktarda yatırımı reklam masrafları için değil, halkla ilişkiler uzmanları ve doktorlara harcıyor. İlaç şirketleri kendilerini meşrulaştıran doktorları kendi elleriyle yetiştirirken, doktorlar bilim adı altında insanlara zehir yazıyor. Üstelik sadece ilaç değil, sağlıklı beslenme piyasası da, yan sektör olarak devreye giriyor.
Kardiyolog dernekleri uluslararası şirket tekellerinin ‘kalp dostu’ gıda ürünlerinin tanıtımını yaparken, kolestrolün kalp krizinin nedeni olmadığı, bu ilaçların ticari bir rant aracı olduğu, kolestrol ilaçlarının asıl hastalık nedenini sakladığı başkaca doktorlar tarafından bas bas bağırılıyor. Kötü beslenmeden, hareketsizlikten ve şehir yaşamından kaynaklanan kalp rahatsızlıkları, insanın yaşamını bütünlüklü bir şekilde değiştirmesi ile önlenebilecekken, hastalığın nedeni değil sonucu olan kolestrolü düşürmek için üretilen ilaçlar, dünyanın en çok satanlarında birinci sıraya oturuyor. Aslında tıp, zehirlenen insanın sararmaya başlayan suratına makyaj yapmakla görevlendiriliyor. Bu şekilde insanlara zehrin kendisiyle, kirli havayla, fast foodla, aşırı şekerli ürünlerle, ağır çalışma koşullarıyla, yalnızlık, bencillik, stres ve rekabetle yaşamak öğretiliyor. Bir insanın sağlıklı olması için yapabileceği en iyi şey, hastalık hiç oluşmadan onu önlemek iken, bugün doktorlar hastalığın devamlılığı üzerinden kar ederek var olabiliyor. Çünkü hastalığı önlemek adına yaşamı dönüştürmek, tanı koyarak ilaç yazmaktan çok daha ‘masrafsız’ oluyor. Ve aslında bu gerçek, kimilerinin hiç ‘işine’ gelmiyor..
Tıp yalnızca tıp değil..
Sadece hastalanmıyoruz. Toplumsal roller de tıp tarafından belirleniyor. Örneğin yapmaktan nefret ettiği bir işi yapmak zorunda kalan bir kimse kronik mutsuzluğa sahip ise, bu durum depresyon tanısının ardından kişiye yazılan anti depresanlar ile geçiştiriliyor. Adına tedavi denilen bu yöntemle kişi ilk olarak ‘uyumsuz’, ‘karşıt’ vb. tanımlarla karşılaşmadan, politik sorumluluklarından kurtuluyor.
Doktor ise hastasının sorununun sistemden kaynaklanmadığı, meselenin tamamen biyolojik olduğu yönündeki ‘tanısı’ ile hastanın ve sistemin suç ortağı oluyor. Üstelik kişinin yaşam koşulları değişmediği takdirde anti depresanın hastayı tedavi başarısı istatistiklerde ‘yok’ kabul edilmesine rağmen, kişileri yaşam boyu kendine bağımlı kılan ilacın kullanımı hiç durmadan artıyor.
Aynı şey kolestrol ilaçları, kalp rahatsızlıkları, obezite, hipertansiyon, ağrı kesiciler söz konusu olduğunda da aynı şekilde işliyor. Ve dünyanın en çok satan bu ilaçları, kişinin hastalığını önlemeyi değil, tedavi adı altında hastalığının sürdürülebilir kılınmasını amaçlıyor.
Hastaneler hiç bu kadar yaşam merkezi olmamıştı…
Evet sistem artık herkesi muayene etmek, yüksek teknolojideki makinelerini kullanarak bunlar üzerinden kar etmek, her eve en az iki reçete yazmak, kutu kutu ilaçlarla ecza dolaplarını doldurmak ve bir velinimet olarak müşterisini her daim kendisine bağımlı kılmak istiyor. Anlayacağınız, bir yaşam merkezi olarak hastaneler alışveriş merkezleri kadar cazip hale getirilmek isteniyor. Geçtiğimiz yıllarda AKP’nin hastanelere ulaşımı kolaylaştırma politikası ile içinde AVM’lerin de olduğu devasa şehir hastaneleri projesi, bu anlayışı temsil ediyor. Hasta insan, bir tüketici olarak hastane şirketlerinden mümkün olan en yüksek oranda ‘alışverişe’ teşvik ediliyor. Tabi bu alışverişten, herkes ancak ‘nasibine’ düşeni alabiliyor.
‘Herkese eşit eziyet hakkı’ mı?
Günümüzde sağlık meselesi iktidarın gündelik politikaları ve onların karşıtlığı üzerinden öyle sıkışmış bir tablo içerisinde tartışılıyor ki, tıbbın sorgulanamaz olma durumu tarihte hiç bu kadar keskin olmamıştı. Sağlığı toplumun her kesimine eşit şekilde dağıtma talebi üzerinden yapılan muhalefet politikaları, yalnızca sıkışmış bir siyaset biçimini değil, aynı zamanda iktidarların ve sağlığın ortağı şirketlerin de ağzını sulandırıyor. Kar mantığı üzerinden şekillenen tıbbın eşit dağıtılmasını istemek, aslında büyük bir kör dövüşüne işaret ediyor. Bu taleple birlikte toplumun tüm dikkati, bu yıkıcı sistemin devamını sağlayan iktidarın ve doktorların verdiği zarardan, iktidarların tüketim toplumunun devamlılığını sağlamak için üzerine düşeni yeterince yapmadığına kayıyor.
Böyle bir düzende hizmetlerin daha eşit dağıtılmasını istemek, insanların hasta edici yaşam ve çalışma koşullarına devam etmesini meşru kılıyor. Eğer tıp, bizleri hasta eden sistemin bir devamcısı ve uygulayıcısı haline gelmişse, aslında ilk önce tıbbın kendisini sorgulamamız gerekiyor.
Bildiğin gibi değil..
Yeşilçam filmlerinde bir sahne vardır belki hatırlarsınız, mahallenin doktoru hastanın evinde, yatağının başında ona bir arkadaş olarak nasihatlarda bulunur. Doktor hastasına nasıl yaşaması gerektiği, nelere dikkat etmesi gerektiğini söyler. Doktor olmak, ilaç yazmak değildir aslında. Ve aslında ‘doktor olmak’ da değildir; karşındakinin yaşamını dert edinebilmek, sahip olduğun bilgiyi ihtiyacı olanla paylaşmaktır. Artık sağlık bilgisi hastanelere ve tıp ‘profesörlerinin’ tekellerine öyle bir kapatılmıştır ki, en basit sağlık bilgilerini bile yıllar yılı kaybetmiş buluruz kendimizi. Artık her müdahale yüksek teknolojilerle hastanelerde yapılmaktadır. Halbuki bugün herhangi bir krize müdahalenin hastane merkezli olmasından dolayı ölen insan sayısı, hastanelerin sağladığı üstün teknikler sayesinde kurtulan insan sayısından fazladır. Ve bütün yaşamsal bilgiler, hastanelere muhtaç olmamız için bizden uzaklaştırılır. Onlarca yan etkisi olan ilaçları kullanmadan önce bir zamanlar evde kullanılan tedavi yöntemleri ‘koca karı’ işi olarak çoktan bir kenara atılmıştır.
Yaşamak, ama nasıl?…
Acaba tarihte hiç olmadığı kadar kitlesel hale gelen bu hastalıklar mı teknolojiyi geliştiriyor? Yoksa bu kadar büyük endüstrinin, yapay gıdaların, hızlı üretim ve tüketim yaşantısının, şehirlere kapatılarak yalnızlaştırılan insanların olduğu bir toplum mu hastalığın kendisi? Hastalık dediğimiz nedir? Örneğin insanların doğal gelişiminin bir sonucu olan menopoz, östropoz önlenmesi gereken bir hastalık mıdır? Bütün bir yaşamı boyunca ‘hastalıklı’ bir şekilde ölümsüzlüğü kovalayan insanlar mı olduk? Yoksa mutlu, sağlıklı, bizim ve özgür olan bir yaşam mı istiyoruz? Bu yazı böylesi önemli bir mesele için yalnızca bir başlangıç niteliği taşıyabilir ancak: Büyüyünce ne olmak istersiniz demiyorum, nasıl yaşamayı düşlerdiniz?
Mine Selin Sayarı
[email protected]
The post ‘Hastalanıyoruz’- Mine Selin Sayarı appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>