The post Döviz TL Karşısında Rekor Kırmaya Devam Ediyor appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>Hazine ve Maliye Bakanı Berat Albayrak’ın “Çok olağanüstü bir durum olmazsa döviz kuruna müdahale edilmeyecek” demesinin üzerinden 2 gün geçmişken Dolar ve Euro’dan yeni rekorlar gelmeye devam ediyor.
Bugün itibariyle Euro: 10,12 TL’den işlem görürken Dolar ise 8,52 TL’den işlem görüyor.
The post Döviz TL Karşısında Rekor Kırmaya Devam Ediyor appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post Encamımız Kıyam – Mercan Doğan appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>*Encam: (Farsça) işin sonu, gelecek. Kıyam: (Arapça) başkaldırı, isyan.
Döviz aldı başını gidiyor, TC’de son bir yılda %100’e yakın kur artışı oldu. Bu durum yaşamın her alanına yansıdı elbette, ama en çok -basın yayın gibi- dövizle çalışan sektörleri etkiledi. Üstüne bir de kağıdın hammaddesi olan selülozun fiyatının tüm dünyada %50’ye varan artışı… Bir de yeni gümrük vergisi eklendi. Hal böyleyken, bütün basın kuruluşları kağıt sıkıntısıyla karşı karşıya. Devlet, büyük ve “sahibinin sesi” basın kuruluşlarına verdiği teşvikler ve sildiği vergi borçlarıyla artan maliyetleri ve vergi yükünü hafifletiyor. Herhangi bir sermaye grubuna dahil olmayan, reklam bile almayan, hele de “sahibi olmayan” basınsa ciddi maddi zorluklar çekiyor.
Özgür düşünceyi yansıtan, gerçekleri anlatan kitaplara, gazetelere ve onların yazarlarına düşmanlık, faşizmin en belirgin davranışlarındandır. Tehlikeli görülen yayınları toplayarak meydanlarda ateşe vermek, yayınevlerini yakmak, yayınları sansürlemek-yasaklamak ve toplamak sık kullanılan “açık” yöntemlerdendir. Bugün bu açık yöntemlerin yanında, “örtük” bir yöntemle de karşı karşıyayız aslında; kağıt sıkıntısı…
Gazetta Gazetta Olalı…
Bilinen ilk gazetenin Antik Roma’da taş üzerine oyulup halka açık yerlere konularak yayınlanan Acta Diurna veya hükümet ilanı bültenleri olduğu iddia edilir. Bugünkü anlamıyla gazetenin ortaya çıkışının ise 1447 yılında hareketli parçalar ile yazı baskısını icat eden Johannes Gutenberg’in matbaasına dayandığı söylenir.
Gutenberg’in matbaasının ardından Avrupa’nın birçok kentinde, basımevi sahipleri duydukları ilginç olayları “haber sayfaları” olarak yayınlamaya başlamıştı. Bunlardan Venedik’te basılanları, halka “1 gazetta”ya satılıyordu. Bu paranın adı, zamanla okuduğumuz gazetenin adı haline geldi. O gün bugündür sansür ve maddi dayatmalar gibi devlet politikaları, başta gazeteler olmak üzere kitaptan dergiye tüm basılı araçların tepesinde bekleyen giyotin olmayı sürdürüyor.
Devlet Politikaları Yüzünden Değişmek Zorunda Kalan Biçim
Matbaanın icadının ardından çıkmaya başlayan gazeteler, günümüzün dergileri boyutundaydı. 1712’de Britanya devleti gazetelerden sayfa başına vergi almaya karar verince, yayımcılar da çareyi dönemin matbaalarının basabileceği en büyük sayfa boyutunu kullanmakta bulmuştu. Dünyanın dört bir yanında hala sıklıkla kullanılan 55×35 cm boyutlarındaki gazeteler, böylece ortaya çıkmıştı. Devletlerin politikaları yüzünden yaşanan ekonomik sıkıntılara tarih boyunca farklı çözümler üretildi.
Şimdilerde de son bir yılda, özellikle son bir ayda yaşadığımız topraklarda katbekat artan kağıt fiyatlarına çare aranır oldu. Çeşitli basın yayın kuruluşları kendilerince çözümler üretti yaşanan sıkıntılara. Kimi dergiler cep boyu basıldı, kimi gazeteler puntolarını küçülttü, kimileri sayfa sayısını ya da kağıt kalitesini düşürdü.
Sorunun Kaynağı İthal Kağıt mı?
Sorunun kaynağını kağıt üretmeyip ithal etmeye indirgeyen bir kesim var. Bu yerlici-millici ama anti-AKP’ci kesimin savları şöyle: “TC, 1936 yılında kağıt üretimine başlamıştı. Ancak ‘yerli’ SEKA (SElüloz-KAğıt) fabrikaları, kağıt üretiminin ithal kağıttan daha pahalı olduğu ileri sürülerek Özal döneminde özelleştirilmeye başlanmıştı ve Erdoğan döneminde son fabrikalar da satılmıştı. İthal kağıt da dövizle alındığı için maliyet arttı.”
Bu bilgiler doğru, ama oldukça eksik. Kağıt TC’de üretilseydi bile kağıdın hammaddesi olan selüloz da, kalıp malzemeleri de, mürekkep de, matbaa makineleri de bu makinelerin yedek parçaları ve bütün teknik malzemeler de dövizle alınıyordu. Yani kağıt üretimi “yerli” olsaydı bile basın yayın sektörü kur artışından oldukça fazla etkilenecekti. SEKA’nın var olduğu ancak yayıncılığın zora girdiği Menderes Dönemi başta olmak üzere birçok dönemde benzer sebeplerle özellikle muhalif yayınlar kağıt sıkıntısı çekmişti.
Menderes Döneminde Kağıt “Yerli” Ama Kullanabilenler “Menderesçi”
“Basın özgürlüğü” Adnan Menderes’in öne çıkan seçim vaatlerindendi. Kazandığı seçimin ardından gelen ilk yıllarda basınla geliştirdiği “ılımlı” ilişkiler kısa sürmüştü. Ekonomik istikrarsızlık ve Kore’ye asker gönderilmesinin eleştirilerinin yer aldığı basınla ilgili düzenlemeler gündeme gelmiş ve 1954 yılından itibaren kanunlar değişmeye başlamıştı. 1955’te, 6-7 Eylül Pogromu’nun ardından ilan edilen sıkıyönetimle birlikte gelen yasaklar, baskıyı iyice yükseltmişti: “6-7 Eylül olaylarıyla ilgili haber ve resimler yasaktır. Hükümeti tenkid etmek yasaktır.” Bunun dışında da devletin haberleştirilmesini hatta konuşulmasını istemediği pek çok şey yasaklanmıştı: “Darlık, kıtlık ve yokluk haberleri yazılmayacaktır. NATO devletleriyle ilgili haber yapmak yasaktır. Kıbrıs’taki olaylarla ilgili haber yapmak yasaktır. Öğrenci birlikleri ya da başka dernekler hakkında yapılan kovuşturmalarla ilgili haberler basılamaz…” Yayını yasaklanmış haberlerin yerleri gazetelerde boş bırakılır, bu nedenle belirli yerleri bembeyaz gazeteler çıkardı. 10 yılda 800’den fazla gazeteci yasaklara uymadıkları için hapishanelere kapatılmış, yine aynı gerekçeyle onlarca gazetenin yayınına son verilmişti.
Böyle bir dönemde devlete ve politikalarına karşı yazmak zaten zorlaşmışken devlet tarafından gazetelere dağıtılan kağıt da iktidarı övmeyenlerden kısılarak iktidarı övenlere verilmekteydi, elde kalan kağıtsa piyasadaki alıcılara. Alıcıların kim olacağına devlet karar verdiği için o döneme kadar kapatılmayan muhalif yayınlar da kağıt sıkıntısı çekmekteydi. Kağıt karaborsaya düşmüş, birçok yayın varlığını sürdüremeyerek kapanmıştı. Öncesinde bütün gazetelere verilen devlet ilanları ise 1959’dan itibaren sadece pohpohçu yayınlara verilmeye başlanmıştı. Bu yayınların patronları ilan gelirlerinin yanı sıra peşin alım desteği, kamu kurumu abonelikleri ve makine hibeleri gibi fırsatlardan yararlanarak zenginliklerine zenginlik katıyordu. Kağıt “yerli”ydi ama o kağıtla yayın çıkarabilmek “Menderesçi” olmayanlar için imkansıza yakındı.
Özal Döneminde İki Buçuk Gazete Yeterliydi, Gerisi Fazlalık
Gazete kağıdına devlet desteğinin kaldırılmasının ve yayınların çoğunun darbeyle susturulmasının ardından kapitalizmin yaşadığımız coğrafyada palazlandığı dönem, geride magazin gazeteciliği dışında yayıncılık ya da gazetecilik namına pek bir şey bırakmamıştı. Özal da iki buçuk gazetenin TC için yeterli olduğunu söyleyerek diğer gazete ve yayınlara ne olacağının mesajını vermişti (iki buçuk: Hürriyet, Sabah ve diğerlerinin toplamı). Medya patronları Özal’ın tüm dış gezilerinde hazırkıta yanında bulunuyordu; faili devlet olan cinayetler, infazlar, köy boşaltmalar, çete-devlet ilişkilerini araştırıp yazmak yasaklanmıştı.
Dönemin gazetelerinden birinin “basının desteğiyle iktidar olup sonra da basını bozguncu ilan ettiler” haberinin ardından kendisini övmeyen basınla ipleri tamamen koparan Özal, 90 yılının Nisan ayında Çankaya’da, basının “teröre” alet olduğunu söylediği bir basın toplantısı düzenlemişti. Gazetelerin haber politikaları ve dillerinin nasıl olması gerektiğini detaylıca anlatıp nasıl manşetler atılabileceğine kadar örnekler vererek gazeteciliğin sınırlarını açıklamıştı. Ardından çıkarılan “SS Kararnamesi” olarak bilinen Sansür ve Sürgün Kararnamesi ile OHAL valisi köy boşaltma ve sürgün yetkilerine sahip olmanın yanı sıra istediği yayını toplatabilir, yayınlanmasını durdurabilir, basıldığı matbaaları kapatabilir hale gelmişti. Bu kararnamenin ardından iki yıl içerisinde 100’den fazla gazeteci doğrudan kolluk kuvvetlerinin fiziki saldırısına mağruz kalmış, pek çokları tutsak edilmiş, yine yüzlerce gazete ve dergi toplatılmış, yasaklanmış ve kapatılmıştı.
Bu açık baskıların yanında Özal da (Menderes gibi) kağıt temini vasıtasıyla gazeteler üzerinde baskı oluşturmaktaydı. Basınla ilişkileri ne zaman gerilse tüm gazetelerin kağıtlarını temin eden SEKA’ya zam talimatı veriyordu.
Bugün: Baskı, Yine Her Biçimiyle Baskı
Yıl 2018’e geldiğindeyse devletin kullandığı “açık” baskı yöntemlerini teker teker yazmaya ihtiyaç duymuyoruz, herkes biliyor. Tutuklu Gazetecilerle Dayanışma Platformu (TGDP)’nin verilerine göre, yaşadığımız coğrafyada 21 Eylül 2018 tarihi itibariyle 217 gazeteci hapishanelerde tutsak bulunuyor. Yazdıkları sebebiyle açılan davalarla baskılanan binlerce kişi, yazılanlar sebebiyle kapatılan yüzlerce gazete- dergi olduğunu da bilmeyen yok.
Bütün bunların üzerine, döviz kurlarındaki akılalmaz yükselişten en çok hangi yayınların etkilendiği apaçık ortada. Yine Basın İlan Kurumu tarafından sağlanan gelirlerden sadece “sahibinin sesi” basın kuruluşlarının patronlarının nasiplendiği de herkesin adı gibi emin olduğu gerçeklerden. Basına yönelik sansürcülüğü ve yasaklarıyla ünlü olan padişah II. Abdülhamid gibi “suikast, anarşi, dinamit, dinamo ve padişahın büyük burnunu akla getireceği için ‘burun’ vb.” kelimeleri henüz yasaklamamış olsalar da, yasaklamaları muhtemel; bu kadar yalan söyleyen politikacı ve medya patronları varken onların uzayan burunlarını akla getirebileceği gerekçesiyle.
Ve bu büyük medya kuruluşlarının gazetelerinin hepsi ortak manşetlerle çıkmayı sürdürürken kendi fikrini, inandığını yazanların yaşadıkları bugüne özgü değil; aksine basın tarihi benzer sıkıntılarla dolu. Ve her şeye rağmen yayınını sürdürenlerle. 47. sayımızda yeniden buluşmak üzere…
Mercan Doğan
Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 46. sayısında yayınlanmıştır.
The post Encamımız Kıyam – Mercan Doğan appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post Ekonomide “Karar Anı” – İlyas Seyrek appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>Metaforlar kullanmak anlatımı kolaylaştırır, etkileyici olur. Bu nedenledir ki devlet yöneticileri de metaforları sıkça kullanmaktadır. Yöneticiler, güçlü olduklarında “ayaklar baş olamaz” gibi meydan okuyucu; kriz dönemlerinde ise “hepimiz aynı gemideyiz” gibi popülist, beylik cümlelere başvurur. Şimdi hep birlikte, yöneticilerin bu metaforlardan ikincisini kullandığı, güçlü olduğunu söyleyip tedirgin olduğu bir dönemi, “ekonomik kriz” dönemini yaşıyoruz.
Döviz kurlarının oranı, enflasyonun- işsizliğin yükselip yükselmeyeceği, hangi ürünlere ne kadar zam geldiği, hangi ürünlere gelebileceği… Bugünlerde sıkça sorulan ve belirsizliğini koruyan meseleleri oluşturuyor. İç ve dış siyasi gelişmelere, ekonomik politikalara ve piyasa hareketlerine bağlı bu belirsizlikler günler geçtikçe yeni soru ve sorunlarla büyüyor.
Adı Konulmamış Kriz
Kriz, teknik olarak, iki veya daha fazla çeyrek periyotlarda (6 ay ve üzeri) üst üste yaşanan ekonomik daralma şeklinde tanımlansa da TC ekonomisinde yaşanan kötü gidişatın bir kriz olarak sınıflandırılmamasında TÜİK’in ekonomik verilere ilişkin istatistiklerde hesaplama değişikliğine gitmesi ve borçlanmayla birlikte gelişen balon büyüme rakamları etkili. Her ne kadar inkar edilse de var olan ancak adı konulmayan (kabullenilmeyen) bu kriz, gün geçtikçe gözle görünür hale geliyor.
2013’ten bu yana yaşanan, Taksim Gezi Direnişi’nden 17-25 Aralık yolsuzluk operasyonlarına, şehir savaşlarından darbe girişimine, Suriye topraklarında yapılan saldırılardan ABD ile yaşanan Halk Bankası, S-400 füzeleri ve papaz krizlerine kadar pek çok gelişme, siyaset ve ekonomi arasındaki ilişkinin girift bir hal aldığı günümüzde, TC’nin ekonomik gidişatının siyasi temellerini oluşturuyor. Üretimin ithalata bağımlılığı, ABD’nin 2013’te faizleri arttırmasına rağmen TC’nin (enflasyonu ve işsizliği düşük seviyede tutarak popülist politikalar yürütebilmek için) düşük faizde diretmesi, şirketlerin dövizle borçlanması, alınan borcun ağırlıklı olarak inşaat sektörüne yönlendirilmesi ve global fonların TC’den çekilmesi ise krizin ekonomik temellerini kuruyor.
Uzun bir dönemde pek çok siyasi ve ekonomik nedene bağlı bir biçimde temellenen, fakat kısa bir sürede etkisini oldukça fazla hissettirmeye başlayan krizin, nasıl ve ne kadar süreceği belirsizliğini koruyor. Ekonomik krizler -farklı coğrafyalarda ve zamanlarda da deneyimlendiği üzere- ekonomik ve siyasi büyük değişimlere neden olabildiği için krizin etkilerinin ortaya çıktığı ilk dönemi iyi gözlemlemek gerekiyor.
Kriz Büyüyor Endişe Sürüyor
Papaz kaynaklı dolar krizi ya da sadece ekonomik nedenlerle gelişen bir belirsizlik hali olarak tanımlanamayacak krizin etkilerini hep birlikte yaşıyoruz. Kriz, Ağustos ayında aniden yükselen döviz kurları ve TL’de %24.6’lık değer kaybı ile ciddi bir gündeme dönüşerek konuşulmaya başlanmıştı. Şimdi ise tuvalet kağıdından şalçaya kadar pek çok farklı ürüne, elektrik ve doğalgaz fiyatlarına gelen büyük zamlar, Ağustos ayına ait açıklanan %17.9’luk enflasyon oranı* ve son olarak %6.25 oranında gerçekleştirilen faiz arttırımı, krizin özellikle yoksulların yaşamlarını etkileyecek şekilde büyüyeceğinin sinyallerini veriyor.
Siyasi iktidar, “kriz, mıriz yok” söylemleriyle kriz yokmuş gibi davransa ve yaşananları son dönemde ABD ile yaşanan gerilimlere, dış güçlere bağlasa da aynı zamanda krizin ciddi olduğunun farkında olarak önlemlerini almaya çalışıyor. Hiçbir derde deva olmayacak Yeni Ekonomi Programı açıklanırken bakanlıklar tarafından sanayicilere destek ve önlem paketleri hazırlanıyor. Devletin önlemleri, krizin nedenlerini ortadan kaldırmak yerine krizi kabullenilebilir bir seviyede tutmaya odaklanıyor.
Kriz: “Karar Anı”
Kriz kelimesinin kökenine baktığımızda, kelime Eski Yunanca’da karar verme filinden türeyerek “karar anı”nı tanımlıyor. Şimdi devlet de bir kararın eşiğinde. Vereceği kararla piyasaların gidişatını etkileyecek ama köklü bir değişiklik sağlamayacak olan hükümet, ekonominin gidişatını iktidarını kaybetmeyeceği bir zeminde tutma niyetinde.
Bu amaçla, toplumun büyük bir çoğunluğu geçimini sağlama derdinde iken patronların ve şirketlerin yöneticilerinin de kar oranlarının düşmesi, zarar etme ya da iflas etme tedirginliğini yaşadıkları gündem ediliyor, şirketlerin art arda konkordato (iflas anlaşması) açıklaması üzerinde duruluyor. Gemi metaforu tam da bu sebepten, “ekonomik gidişat her kesimi etkileyecek” söylemi üzerinden kullanılıyor. Fakat patronlar, büyük zararlar etseler de hükümet tarafından kollanacaklarını ve kayırılacaklarını biliyorlar ya da kayırılabilmek için gidişata yönelik tartışma açmıyorlar. Bu sebeple de koca koca şirketlerin sahipleri “üniversitede bir ara (ekonomi) dersini almış” bir bakana (damada) güvendiklerini açıklıyor.
Kısacası, devletin kurumları krizin maliyetini çıkarmanın kısa, orta, uzun vadede ekonomide kim zararlı çıksın kim çıkmasın, kimi bu krizden kurtaralım kimi kurtarmayalım hesaplarını yapıyor; her olumsuz duruma karşı yeni “kararlar verme”ye çalışıyor. Fakat, aslında krizi tümden çözecek kararları, bütün “zenginliğin” gerçek yaratıcıları oldukları halde kriz dönemlerinden en çok etkilenenlerin, yani biz ezilenlerin vermesi gerekiyor. Ve bizim kararımız: “Krizi yaratan tüm mekanizmaları yok etmek ve üretimde, dağıtımda, yaşamı ilgilendiren her alanda tüm kararları kendimiz vermek.”
*Gazetemizin matbaada olduğu sürede Eylül ayı enflasyonu % 24,52 olarak açıklandı.
İlyas Seyrek
Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 46. sayısında yayınlanmıştır.
The post Ekonomide “Karar Anı” – İlyas Seyrek appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post Yeni Ekonomi Modeli Açıklanıyor, Rekorlar Kırılmaya Devam Ediyor appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>Bugün saat 14:30’da başlayan açıklama televizyondan canlı olarak yayınlanıyor. Cumhurbaşkanı Erdoğan ise Büyük bir tesadüfün eseri olarak Bayburt’ta miting düzenliyor ve sarf ettiği sözler, Albayrak’ın konuşması sırasında altyazı olarak geçiyor; “Yastık altında doları, altını olan varsa bozdursun.”
RTE’den Nostalji Rüzgarı: “Yastık Altındaki Dövizleri Bozdurun”
Geçtiğimiz hafta da yastık altındaki dövizlerin bozdurulmasını isteyen Erdoğan,nostalji üzerine nostalji yaşamaya devam ediyor.
“Dolar molar bizim yollarımızı kesmez. Buradan yeniden söylüyorum; yastığının altında doları, altını, eurosu varsa, gitsin bozdursun. Bu bir yerli milli mücadeledir. Bize karşı ekonomik savaş ilan edenlere benim milletimin cevabı olacaktır. Bugün için değil de ne zaman? Yerli paramızla bunlara cevabı verelim.”
Bu haber yayımlanırken Dolar 6,16; Euro 7,05
Altyazı geçilerek ekonomi düzelmeye devam ediyor…
The post Yeni Ekonomi Modeli Açıklanıyor, Rekorlar Kırılmaya Devam Ediyor appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post Yeni Kabine Dövize Rekor Kırdırdı appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>23 Mayıs günü 4.92 TL’yi gören dolar bir süre sonra düşmüştü ama 4.92’yi görmesi bir rekor olmuştu. Dün gece kendi rekorunu kıran Dolar, 4.97’yi gördü ve gün içerisinde 4.80’lere kadar geriledi ancak düşüş konusunda bir istikrar göstermiyor.
Euro ise rekorunu 5.82’yi görerek kırarken gün içerisinde 5.62’ye kadar geriledi.
Dövizin sürekli oynamasından dolayı, Kapalıçarşı’daki pek çok döviz bürosu işlem yapmayı durdurdu. Bazı bürolar ise, Doları sadece 4.65 TL’den alıyorlar.
The post Yeni Kabine Dövize Rekor Kırdırdı appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post “KRİZE 10 KALA” appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>Vergi affı, sigorta affı, ÖTV indirimi, AVM kiralarında toplu indirim, ekmeğe ve şekere zammın engellenmesi, ihracat ve KOBİ teşviklerinin arttırılması, ithalata ek vergi, istihdam seferberliği… Ekonomik kriz geliyor, hatta geldi bile! İşte ekonomik krizde olduğumuzun sadece 10 göstergesi:
1- TL’nin Değer Kaybı/Döviz Kurlarında Artış
2015’te TL karşısındaki en düşük değeri 2.27, en yüksek değeri ise 3.05 olan dolar; 2015 Mart ayından itibaren sürekli bir yükseliş göstermiştir. 2016’da ise en düşük 2.79, en yüksek 3.53 iken; Temmuz ayı ortasında ilk büyük yükselişini yaşamıştır. Ardından Eylül ayı itibariyle sürekli yükselişe geçmiştir.
2016 Kasım ayından itibaren TL’nin değer kaybı sürekli hale gelmiştir. Ocak sonu itibariyle doların TL karşısındaki en yüksek değeri 3.94’ü bulmuştur.
Doların değer kazanması, ekonomisini büyük ölçüde ithalat ve ihracatla döndüren TC’nin ekonomisi için gerilemeye yol açmaktadır. Doların değer kazanması, kişi başına düşen milli gelirin azalmasına neden olmuştur.
2- TC’nin Kredi Notunun Düşürülmesi
15 Aralık’ta FED (Amerikan Merkez Bankası)’in 2008 ekonomik krizinden beri ilk kez 25 barlık faiz arttırdı ve 2017’de üç faiz artırımının olacağını duyurdu. FED’in faiz arttırımı yapmasının TC ekonomisine yansıması ise enflasyonda yükselme ve bankaların karlarının düşmesi olacak. FED’in faiz artırımından sonra önemli bir gelişme, uluslararası kredi derecelendirme şirketi Standard&Poor’s’un Türkiye’nin yatırım yapılabilirlik seviyesini durağandan negatife çekmesi oldu. Hemen ardından TC için kötü haberler gelmeye devam etti. S&P, İş Bankası, Vakıfbank, Garanti Bankası ve Yapı Kredi Bankası’nın da kredi notunu düşürerek durağandan negatife çekti. TC’nin en büyük şirketlerinden olan Koç Holding’in de görünümü yine S&P tarafından durağandan negatife çekildi.
Başka bir derecelendirme kuruluşu Fitch Ratings ise 27 Ocak’ta piyasalar kapandıktan sonra TC’nin kredi notunu “yatırım yapılabilir” seviyenin altına düşürdü. Kredi notlarının düşmesi, küresel anlamda yatırım yapan birey ve kurumlar için TC’nin uygun olmadığını söylemekte ve yatırıma kapatmakta; böylece ekonomide gerçekleşecek düşüşün önünü açmaktadır.
3- Ekonomik Daralma, Enflasyon ve Stagflasyon Durumu
Türkiye İstatistik Kurumu’nun Aralık ayında açıkladığı 2016 yılının 3. çeyreğine ilişkin Gayri Safi Yurtiçi Hasıla verileriyle birlikte 2009 yılından beri ekonomide ilk kez istatistiksel anlamda bir daralma gerçekleştiğini duyurdu. Nihai tüketim harcamalarının %23.8 oranında arttırmasına rağmen, TC ekonomisi geçen yıla göre %1.8 oranında daraldı. Aralık sonu da, mevsim ve takvim etkisinden arındırılmış çeyreklik büyüme verilerinde üçüncü çeyrekte bir önceki çeyreğe göre yüzde 2,7 daraldığını açıkladı.
TÜİK verileri, 3. çeyrekte küçülmenin imalat sanayisi özelinde yüzde 3,2’yi bulduğunu, bu anlamda sanayideki gerilemenin, ekonominin bütününden daha derin olduğunu gösterdi. Mevsim ve takvim etkisinden arındırılmış verilerin ayrıntılarında, daha olumsuz bir görünüm var. Ekonominin temeli denilen imalat sanayisinde 3 çeyrektir üst üste küçülme yaşandığı açıklandı. İnşaat sektörünün de resesyona girdiği ve bir önceki çeyreğe göre yüzde 5’e yakın küçüldüğü açıklandı. Ayrıca tarım da yine 2016’nın başından beri yüzde 1 dolayında küçülme halinde ve hizmetler sektöründe de yüzde 2’yi bulan ve 2016 başından beri süren bir küçülme var. Öte yandan, 2016 yılında turizm gelirlerinde ciddi bir düşüş yaşandı. Sene itibariyle ülkeye giriş yapan turist sayısı % 30 azalırken, turizm gelirlerinde de 40 ‘lık bir erime yaşandı.
TÜİK, ayrıca fiyatlar genel seviyesinde sürekli artış anlamına gelen enflasyonun bu yıl için ilk değerini de açıkladı. Açıklanan TÜFE (Tüketici Fiyatları Endeksi) Ocak ayında yüzde 2,46 ile beklentilerin üzerinde artış kaydetti. Enflasyon aylık bazda Ekim 2011’den beri en yüksek artışını göstermiş oldu. Yıllık TÜFE ise yüzde 9,22’ye yükselerek son bir yılın zirvesine çıktı. Ekonomide daralmanın yaşandığı bu dönemde yaşanan enflasyon ise ekonominin stagflasyon durumunda olduğunu göstermektedir. Bu durumda ekonomide enflasyon artarken işsizlik de artmaktadır.
Ayrıca geçtiğimiz günlerde Ziraat Bankası, PTT, Türkiye Petrolleri Anonim Ortaklıkları ve Türk Hava Yolları gibi önemli kazançlar elde eden kuruluşların Varlık Fonu’na devredilmesi daralmanın yaşandığı bir ekonomide önemli bir noktaya işaret eder. Geleneksel olarak, devletlerin gelir fazlalarını bir havuzda toplayarak kazanç sağlama amacıyla kurdukları varlık fonları TC’de büyük altyapı projelerine finansman sağlanmak için kurulmuştur. Devlet ekonomik krizin büyüyeceğini beklemektedir ki, Kanal İstanbul, 3. Havalimanı gibi büyük projeleri bu devirlerle birlikte korumaya, garantiye almaya çalışmaktadır.
4- İşsizlik Artışı
TÜİK Ocak ayında, 2016 yılı ekim ayına ilişkin iş gücü istatistiklerini de açıkladı. Buna göre, 15 ve üzeri yaşlarda işsiz sayısı, Ekimde bir önceki yılın aynı dönemine göre 500 bin kişi arttı ve 3 milyon 647 bin kişiye ulaştı. İşsizlik oranı ise 1,3 puan artarak yüzde 11,8 seviyesinde gerçekleşti. Ayrıca genç işsizlerde bu oran %21,2 seviyesini göstermekte. Gerçek işsizlik rakamları, şüphesiz resmi rakamların çok üzerinde. DİSK’in açıkladığı verilere göre Ağustos 2016 döneminde geniş tanımlı işsizlik oranı yüzde 19,4 olarak gerçekleşti. Ağustos 2015’te 6 milyon 18 bin olan geniş tanımlı işsiz sayısı, Ağustos 2016’da 6 milyon 500 bine yükseldi.
5- TÜİK’in Hesaplamalarda Yaptığı Değişiklik
TÜİK ekonomik verilere ilişkin istatistiklerde hesaplama değişikliğine gitti. Bu değişikliğin, özellikle uluslar arası kredi ve derecelendirme kuruluşlarının Türkiye’nin notunu sürekli düşürdüğü bir dönemde olması, bu değişikliğe yönelik şüpheleri de beraberinde getirdi.
Yeni hesaplama yöntemine geçilmesinin ardından TÜİK tarafından yapılan ilk açıklamada, milli gelirin şimdiye kadar yaklaşık %20 eksik hesaplandığı iddia edildi. 2015’te 718 milyar dolar olarak ifade edilen Türkiye ekonomisi bir gecede 857 milyar dolar olarak güncellendi. 2015’te 9 bin 257 dolar olan kişi başı gelir, 12 Aralık günü açıklanan bu rakamlara göre 11 bin 82 dolar oldu. Açıklanan rakamlar sonucunda, cari açıktan dış borcun milli gelire oranı kadar birçok veride sanal bir iyileştirme sağlanmış oldu.
6- Ekonomik Teşvikler, Vergi İndirimleri
Devlet ekonominin bozulan yapısına yapılacak müdahalelerle ekonominin yenilen düzenlenmesini planlar. Piyasa ve şirketleri rahatlatmaya çalışır; bu bağlamda vergi indirimleri yapar, şirketleri yatırımlara teşvik eder, şirketlerin kredi hacmi arttırır.
Bankacılık Düzenleme ve Denetleme Kurumu’nun haftalık bültenine göre, sektörün kredi hacmi 6 Ocak ile biten haftada yaklaşık 15 milyar lira arttı. Erdoğan, döviz kurları üzerinden oyunlar oynandığını düşünerek ekonomik seferberlik ilan etti. Geçtiğimiz günlerde Bakanlar Kurulu kararıyla 3 önemli sektörde vergi indiriminin yapılması ve mevcut indirimlerin uzatılması da ekonomik seferlik ve kredi hacminin arttırılması gibi devletin “ekonomiyi canlandırma” amacıyla uyguladığı hamleler arasındadır. Devlet, 3 Şubat’ta Resmi Gazete’de yayınlanan kararla bazı beyaz eşyalardan alınan ÖTV’yi 30 Nisan’a kadar sıfırlamış ve konut teslimlerinde aldığı KDV’yi yüzde 18’den yüzde 8’e düşürdüğü dönemi Mart sonundan Eylül sonuna uzatmıştır. Bu düzenlemelerle tüketimi arttırmayı, ekonomideki durgunluğu aşmayı ve ekonomiyi hareketlendirmeyi amaçlamaktadır.
7- Ekonomiye Canlılık Kampanyaları
Devletler kriz dönemlerinde faiz, para, vergi değer ve oranlarında düzenlemeler yapıp ekonomiye müdahale ederek ekonomideki hareketlenmeyi sağlamayı amaçladığı gibi tüketimin arttırılması için propaganda ve kampanyalar düzenler ya da bu kampanyaları destekler.
2009’daki krizde Türkiye Reklam Konseyi’nin yürüttüğü, Devlet Bakanı ve Başbakan Yardımcısı Ali Babacan’ın hamisi olduğu “Alın Verin Ekonomiye Can Verin” kampanyası başlatılmıştı. Kampanya dahilinde ünlülerin oynadığı reklamlarda bir sakız veya çiçek almanın bile ekonominin çarklarını döndüreceği anlatılmış, tüketim teşvik edilmişti.
Bugünlerde ise ekonomik krizin etkilerinin artışıyla ilişkili olarak günümüz siyasileri benzer refleksi göstermektedir. Dolar’da yaşanan artışlardan sonra Erdoğan’ın elinde dövizi olanları vatan haini ilan edip herkesi dolarları bozdurmaya çağırması ekonominin canlanması için halka doğrudan yapılan bir yönlendirmedir. Son aylarda patlayan bombalardan sonra dillendirilen “terörizme karşı” düzenlenen “sokağa çıkın” kampanyasının da aslında “sokağa çıkın, alışveriş yapın kampanyası” olduğu ortadadır.
8- Dış ilişkilerde Yeni Dönem
TC, Rus uçağının düşürülmesinin ardından Rusya’yla, Başika kampı nedeniyle Irak’la, idam ve vize serbestisi meseleleri nedenleriyle AB ile gergin ilişkilere girmişti. TC, öncelikle, turizmde yaşanan büyük düşüşün ardından uçağın düşürülmesiyle ilgili olarak özrünü dilemiş ve Rusya’yla ilişkilerini düzeltmişti. Ardından Binali Yıldırım, ekonomi, gümrük ve ticaret, enerji ve tabi kaynaklar bakanlarıyla birlikte Irak’ı ziyaret etti. Son olarak da Başbakan Yardımcısı Mehmet Şimşek Davos’ta AB’nin TC ekonomisi için öneminden bahsetti ve AB’nin TC için vazgeçilmez olduğunu göstermiş oldu.
İç politikalarında oya tahvil ettiği ve bu sayede giderek arttırdığı popülist söylemlerinin ve savaş siyasetinin dış politikalara yansımalarını ekonomide yaşanan durgunluklara çare olmak için terk etmek durumunda kalmıştır.
9- Merkez Bankası’nın Faize ve Dolara Müdahaleleri
Piyasa’daki durgunluk ve döviz kurlarındaki hareketlilik Merkez Bankası’nın ekonomiye sık sık müdahalesine neden oldu. 2015 yılında faiz indirimi yapmadıkları için Erdoğan tarafından sık sık eleştirilen Merkez Bankası, 2016 yılında 7 kez faiz indirimi yapmıştı. Fakat Merkez Bankası, Kasım ayında döviz kurlarındaki yükselişin enflasyon üzerindeki etkilerini sınırlamak için 3 yıl aradan sonra ilk kez faiz arttırdı.
Merkez Bankası 2017’nin ilk ayında da yükselişine devam eden dolara karşı bankaların borç alabilme limitlerini (22 milyar TL’ye) düşürdü. Böylece finansal sisteme yaklaşık 1,5 milyar ABD doları ilave likidite sağlanmış oldu. Bu müdahaleden sonra dolar 3.69’a kadar düştü.
10- Borçlanma Artıyor
2001’den sonra ortaya çıkan küresel likidite bolluğunda borçlanma oldukça arttı. 2002’de 123 milyar dolar brüt dış borç stoku, bugün 416 milyar dolar seviyesinde. Bu borcun da dörtte üçü özel kesimin. Yeni milli gelir serileriyle açıklanırsa: Brüt dış borçlar özellikle 2011’den sonra hızla artarak yüzde 34 düzeyinden, bugün yüzde 50’nin üzerine çıktı.
Bugün özel kesimin 300 milyar dolarlık dış borcunun yanı sıra 400 milyar dolarlık da iç borcu bulunmakta. 2002’de kişi başına dış borç 1900 doların altındayken, bugün 5300 doların üstünde. Tüketici borçları da aynı dönemde dolar bazında tam 40 kat artmış durumda.
Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 36. sayısında yayınlanmıştır.
The post “KRİZE 10 KALA” appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post İnşaat İşçilerinden Vio.Me. İşçisiyle Dayanışma appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>
Yunanistan Selanik’te dört yılı aşkın bir süredir fabrikayı işgal ederek patronsuz bir şekilde üretim yapan öz yönetim fabrikası Vio.Me.’nin devlet tarafından el konularak açık arttırmaya çıkarılmasına karşı İnşaat İş üyesi işçiler Yunanca bir döviz hazırlayarak enternasyonal bir dayanışma mesajı yayınladı. İnşaat işçileri “Öz yönetim fabrikasından işçilerin mücadelesini dayanışmayla selamlıyoruz. Yaşasın Sınıf Dayanışması.” dedi.
Bu haber Meydan Gazetesi’nin 30. sayısında yayımlanmıştır.
The post İnşaat İşçilerinden Vio.Me. İşçisiyle Dayanışma appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post ” %100 Doğal Rant ” – Emre Bayyiğit appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>Şehirlerdeki “yaşam kalitesi” küreselleşmenin güncel sorunu haline gelmiştir. Günümüzde insanlar artık yaşadıkları kentlerde daha “insancıl” ve daha “sürdürülebilir” bir yaşam arayışındalar. Bu da; gündelik koşturmacasından daralan insanların, yılın belli dilimlerinde soluğu turizm acentalarında almalarını yahut “kocaman” sırt çantalarına sarılıp yola düşmelerini sağlamaktadır. Parası olan kesim kendilerine tahsis edilen imkânlarla gittikleri yerlerde “doğa ile barışık” bir iki hafta geçirdikten sonra yıllık “kurtarıcı” insani görevlerini yaşamanın tatminkarlığı ile rutin hayatlarına geri dönerler. Sırt çantalı grup ise; “gönüllü”lük esasına dayanan kapitalist düzendeki “ekolojik sorunlara çözüm çiftlik”lerinde yahut benzer alanlarda toplaşarak, şehir yaşamından bunalıp daha sade, “öz” bir yaşam talebiyle kırsala yerleşen insanların oluşturdukları alanlarda işin bir ucundan tutup, karşılığında kalacak yer ve yemek alacaktır. O gönüllü sıfatlamasıyla parasız tatil yapmanın, ona kapısını açansa sigortasız, keza masrafsız taze kan olan işçi çalıştırmanın hazzına varacaktır. Hepsi olmasa da, büyük bir kısmı kapitalistlerce fonlanan bu alanlarda kapitalistlerin katlettiği dünyamıza katkı sunduğunu düşünmek de cabası. Son olarak da “kırsalda” üretenlerin “şehirli” kardeşlerine %100 doğal pazarlar aracılığıyla ulaştırdığı “organik sertifikalı” ürünleri fahiş fiyatlardan satarak bu süreci tamamlamış olacaklardır.
Kapitalist dünyada turizm; istikrarlı bir şekilde büyüyen bir sektör olmaya devam ediyor. Devletler ve işbirlikçileri kapitalistler turizmi bir büyüme lokomotifi olarak ve yerel ekonomiyi canlandıracak bir döviz, istihdam kaynağı gibi lanse etmektedir. Özellikle 1980’lerin ortalarından bu yana popüler trend, kitle turizminden uzaklaşma ve eko-turizm adı altında çeşitli doğa temelli turizm çeşitlerine kayma yönünde olmuştur. 19.yy’ın ikinci yarısı ve 20. yy’ın başları kapitalist sistemin seri üretim için seri tüketime, sürekli genişlemesi gereken bir tüketici ağına ihtiyacı olduğunu fark ettiği dönemlerdi. Ekoturizm, sürdürülebilir turizm, doğa turizmi, etik turizm, yeşil turizm, jeoturizm, miras turizmi, kültür turizmi, arkeolojik turizm ve etnik turizm gibi yeni kavramlar oluşturuldu ve yaygınlaştırıldı.
En büyük yalanları ise; herkes daha fazla mal, daha fazla sosyal hizmet istiyor. İktidarlı ilişkiler içerisinde, devlet politikaları çerçevesinde, kapitalistler bu amaçlara hizmet eden çeşitli uygulamalarına olanak veren pazarları kontrol etmek için yarışıyor. Aslında “ekolojik sürdürülebilirlik” çerçevesine oturtulmuş eko-turizm, kırsal ve doğal alanlarda faaliyet alanını genişleterek, turizm endüstrisini, yerli yaşamları ve ekolojik bütünlüğü yok eden pazar politikasının bir parçasıdır. Bu politikanın uygulanması sırasında, yeni “çevre dostu” ürünler ve ileri teknolojilerle “temiz, güvenli” üretim süreçleri yaratılmakta ve çevreyi kirleten sistemin kendisi tarafından, daha ileri teknolojilerle kirliliği önlemeye yönelik adımlar atılmaktadır. Bu politikalarla devlet ve şirketler; imajını, kârlılığını, enerji tasarruflarını, elde tuttukları kaynak ve kontrolün gücünü arttırmaktadır.
Çevresindeki bitki örtüsü ile üzeri kaplanan, yukardan bakıldığında varlığı gözükmeyen- gizlenmiş, Avustralya’nın Wonthaggi kentinin Bass sahil kıyısına inşa edilen ve Melbourne’ün yıllık su ihtiyacının 3/1’ini sağlayacak olan deniz suyu artıma tesisinin mühendislerinden biri konuşması sırasında; tesisin üzerini orada bulunan bitki örtüsü ile kapatmalarını bu ileri teknolojiye sahip tesisi doğanın kalbine koymak istediklerini, doğanın içinden geliyormuş gibi göstermek istediklerini söylemesi, bize pişkinlik derecelerini bir kez daha gösterirken, zaten kapitalist sistemlerinden ötürü kendilerinin kuruttukları yaşam alanlarını, en azından orta vadeye kadar uzatıp, sömürü varlığını devam ettirme hareketlerinin sıvama halini sunmaktadır.
Eko-turizmin katil şirket ve devletlerin amacına hizmet eden alternatif bir ekonomik kalkınma politikası olduğu ortadadır. Kapitalist biçimde eko-turizm; yaşamı ve içerisinde barındırdığı varlıkları “kaynak” olarak görüp, daha derinden metalaştırır. “Bir şey meta haline gelirse piyasa onu korur” iddiasındaki neoliberal düşünce ve yine bu aynı zihniyet doğanın “evrensel öneme sahip” alanlarını beton bloklar ve tellerle çevirip milli park ilan ederek de doğayı koruduğunu sanmaktadır.
Katil şirketlerin halkın sömürüsüne yol açan eko-turizmi, zamanla sömürmelerinden ötürü kısıtlı olan su kaynaklarını kurdukları yapıların hizmetine geçirerek, yereldeki insanların susuz kalmasına neden olurlar. Tarım için önemli olan toprakları da kah otel kurarak kah baraj gölleri ile su altında bırakarak kah HES(Hidroelektrik Santral), RES (Rüzgar Enerji Santralleri), GES (Güneş Enerji Santralleri) şeklindeki ekolojik kıyım faaliyetleri ile zimmetlerine geçirirler. Evrenin üzerinde bilim ile geliştirdiği teknolojiyle hâkimiyet kurmak, devamında da doğayı insanlardan korumak için çepe çevreleyip müzeleştirilmiş bir şekilde muhafaza edilmesi gerektiğini savunan çevreciler üretmektedir. Unesco’nun yerel halkları yerinden ederek, “evrensel doğal değerleri” koruma altına almayı kendine görev biçmesi, Dünya Miras Projesi’nin de turizmin hizmetine sunması, kapitalist ilişkilerin var ettiği arzulanan doğa üretim biçimleri olduğu da ortadadır.
Kentlerin geleneksel yapılarını korumaları, arabaların merkezlerden çıkarılmasını teşvik etmek ve bununla birlikte sürdürülebilir enerji kullanımını desteklemek gibi kavramlar alternatif turizm türlerine daha fazla yönelmeyi ve yeni trendlerin oluşmasını sağlamıştır. Bu trendlere örnek olarak; doğaya zarar vermeden de kentlerin gelişebileceğini savunan Cittaslow (Yavaş Şehir – Bkz: Seferihisar, Akyaka, Halfeti…) hareketi gösterilebilir. Doğal yaşam alanlarına olan ilgi, daha çok yeşil alana olan özlem, Yavaş Şehir Hareketi’nin hızla gelişmesine ve buna aday pek çok yerel yönetimin ortaya çıkmasına neden olmuştur. Bunun yanında çevreye duyarlı turizm paketleri, bu olguyu destekler nitelikteki çevreyi korumaya yönelik pek çok projeyi de harekete geçirmiştir. Örneğin Eko-Etiketleme; gönüllü bir sistem olup, diğer ürünlere nazaran çevreye daha az zararlı olduğu kabul edilen ürünlere bir ödül olarak verilmektedir. Bunların başında uluslararası bir etiket olan “Mavi Bayrak” ve ulusal etiket olarak çevre duyarlı tesislere verilen “Yeşil Yıldız” uygulaması sayılabilir.
İstenmeyen koşulları yaratan, iyi planlanmış hedefleri olan “yüksek eğitimli” insanlar, popülerliğini her daim koruyan, yerliler arasında kültür turizmlerinde Nepal boyunca köylere yürüyerek, geleneksel değerlerin ve ürünlerin, Coca-Cola ve pizza kültürüyle nasıl yer değiştirdiği yerinden görmektedir. Çok yakınımızdaki bir örnek de; inşaat-gayrimenkul, enerji ve turizm sektörlerine el atmış Ağaoğlu’nun şantiyelerindeki iş güvenliği ekiplerine rağmen “nasıl öldüğünü anlamadıkları” işçi ölümleri devam ederken, şirketin özellikle yerli “doğal ve temiz enerji kaynağı” olduğunu söylediği rüzgar, hidroelektrik ve jeotermal enerji projelerine 1 milyar Euro gibi bir yatırım yapması, temeli insana ve doğaya saygı olan, insanların yuva ihtiyacını sportif ve kültürel aktivitelerle bağını eksiksiz kurarak, yaşamı talan projelerine “yaşam mimarlığı” adı altında devam etmektedir.
Turizm yaygınlaştıkça, yerel halk giderek topraklarını kaybetmeye başlamaktadır. Amaç; sermayenin ekonomik sürdürülebilirliğidir. Sonuçta ülkeye turist çekmek, dünya pazarlarında yüksek teknoloji ürünleri satmaktan daha kolaydır. Devlet kurumları, hükümetler, küreselleşmiş finans ve kredi kuruluşları eko-turizmi yerel zenginlik için hizmet eden yollardan biri olarak desteklemektedir. Bu sahte gerçeklik, devletlerin, politikacıların, akademisyenlerin, büyük şirketlerin ve kitle iletişim araçlarının günlük söylemleriyle kuvvetli bir şekilde desteklenmektedir.
Kısacası eko-turizm denen bu palavra değişen kapitalizmin yeni yüzüdür. Kapitalistler, kendi neden oldukları ekolojik yıkıma karşı ekolojik yıkımı sürdüren hatta kat be kat arttıran yeni projeler üretirler. Yani eko-turizm, yeşil kredi kartlarından, daha az enerji harcayan buzdolaplarından ve çamaşır makinelerinden daha farklı bir şey değil, yalnızca başka bir sektörün “ürün çeşitlendirme”si olabilir.
Gri kentler devasa binalar, gözün alabildiğince ıssızlık, gözün alabildiğince kuraklık. Her yerde çalışmaktan bitap düşmüş insanların solgun suratları… Sanki yaşam her gün her sabah devasa bir enjektörle içimizden çekip alınıyor gibi. İnsanların yaşama duydukları özlem, hobi bahçeleri, bitki çayları reçeteleri, organik tarım, ekolojik yaşam, dingin hayat ve eko turizm gibi anlamsız pazarlama teknikleri ile giderilmeye ve gerçek sıkıntının yani kapitalizmin yarattığı tahribatın üzeri örtülmeye çalışıyor. Oysa yaşamın kendisi açık ve basittir. Doğadaki hiçbir canlı yoktur ki, ister bilerek ister bilmeyerek katliamına ortak olduğu bir yeri terk edip “ayağım toprağa değsin” diye başka bir yere tatile gitsin.
Emre Bayyiğit
Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 19.sayısında yayımlanmıştır.
The post ” %100 Doğal Rant ” – Emre Bayyiğit appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>