The post Devletin Eğitim Krizi Sürüyor appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>İktidarın gerçeklikten uzak bir şekilde uyguladığı politikalar başarısızlıkla sonuçlanmaya devam ediyor. Hiçbir tedbir alınmadan açılan okullarda kalabalık sınıflarda fiziki mesafe ve gerekli hijyen koşulları sağlanmadan sürdürülmeye çalışılan eğitim sistemi, krizi daha fazla büyüttü.
Milli Eğitim Bakanlığı tarafından kapatılan hiçbir okul olmadığı söylenirken geçen hafta Ordu Aybastı Fen Lisesi’nde, bu hafta ise Giresun Şebinkarahisar Fen Lisesi’nde tüm sınıfların karantinaya alındığı öğrenildi.
Okullarda dezenfektan bulunmuyor, küçük ve kalabalık sınıflarda havalandırma sorunu nedeniyle kapı açık ders işleniyor ve öğretmen sayısı yetersiz.
The post Devletin Eğitim Krizi Sürüyor appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post EBA’da Çocuklara Adnan Menderes’in İdam Görüntüleri İzletildi appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>İktidarlar ellerine gelen hemen her fırsatı kendi çıkarları uğruna kullanıyor, buna koronavirüs de dahil. Koronavirüs krizinde Eğitim Bakanlığı’nın uzaktan eğitim platformu olarak kullandığı EBA TV’de eski başbakanlardan Adnan Menderes’in idam görüntülerinin animasyonu öğrencilere izletildi. Ayrıca ders aralarında ilahi yayını yapıldı. EBA TV’de yayınlanan sahneler, insanların tepkisini çekti.
Müfredatta olmayan ders içerikleri ve ilahili teneffüs araları gösterilmesi üzerine eğitim sendikaları yayınları yakın takibe aldı. Bugün başlayan uygulamada derslerden önce EBA TV’de ‘Kilometre Taşları – Adnan Menderes’ adlı kısa animasyon izletildi. Bu kısa animasyonda eski Başbakan Adnan Menderes’in idamı edilmesi de detaylı şekilde anlatıldı.
The post EBA’da Çocuklara Adnan Menderes’in İdam Görüntüleri İzletildi appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post Röportaj: Alexander Khost: “Eğitmeyen Okullarda Oyunla Öğrenmek” appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>Merhaba Alex, bazı okuyucularımızın bildiği gibi birkaç hafta önce bir sempozyum için Türkiye’deydin ve 26A Atölye’de öz yönelimli eğitim üzerine bir etkinlik gerçekleştirdin… Öncelikle çocuk hakları konusundaki perspektifini ve dünyanın birçok yerinde edindiğin deneyimleri öğrenmek bizim için çok ilham vericiydi. Buradaki deneyimin nasıldı ve Türkiye’deki durum hakkında izlenimlerin neler?
Her şeyden önce, Kolektif 26A’da tanıştığım harika insanlar beni o kadar nezaket ve içtenlikle karşıladı ki ne kadar teşekkür etsem azdır. Hepinize çok teşekkür ederim. Bana derinden ilham verdiniz. Alternatif Eğitim Sempozyumu da güzel bir buluşmaydı ama sempozyumun asıl ilgi alanı daha çok yukarıdan aşağı, yetişkin güdümlü eğitim modelleri gibi gözüküyordu ki bence bunlar hala çocuk haklarını ihlal ediyor.
Türkiye’de çocuk hakları mücadelesinin bir çok açıdan ABD’de olduğundan çok daha zorlu olduğunu görüyorum. ABD eğitim kanunları o kadar katı değil ve bu yüzden istersek Öz Yönelimli Eğitim yapıp “cezasız” kurtulabiliyoruz. Ancak baskıyla birlikte daha fazla tutku geliyor. Ve Türkiye’de çocuk haklarıyla ilgilenen insanların gerekli değişiklikleri yapmak için çok daha motive ve kararlı olduklarına şahit oldum. ABD, çoğu zaman topluma sahte “seçenek” sunarak, kapitalizmi gerçekten protesto etmemizin önünü tıkıyor.
Sonuçta çocuk haklarına inananlar her iki ülkede aynı mücadeleyi yürütüyor; çocuklar duygusal ve hatta bazen fiziksel şiddetle eziliyor. İnsanların büyük çoğunluğu bu durumun zalimliğini ve çocukluktaki ezilmenin topluma getirdiği korkunç etkileri anlamıyor gözüküyorlar.
Bir hayvan yaşamının erken döneminde travma yaşadığı zaman o hayvanın yetişkin olduğunda nasıl zorluklar çektiğini açıkça kabul ediyoruz. Fakat aynısının insanlar için geçerli olduğunu reddediyoruz. Devletin zorunlu müfredatını dayatmak travmadır, çocukları sıralara oturtup onlardan itaat istemek şiddettir. Bunu çocuklara yıllarca ve yıllarca ve yıllarca yapıyoruz ve onların kendi iyiliği için olduğunu söylüyoruz. Bu onların kendi iyiliği için değil, devletin çıkarı için. Bu durum en iyi ihtimalle şevki kırılmış yetişkinler yaratıyor, en kötüsü depresyon, endişe ve hatta intihar. Bu Türkiye’de, ABD’de ve dünyanın neredeyse her yerinde oluyor. Bunun durması gerek.
Kesinlikle. Sen kendini tanıtırken, genç hakları savunucusu olarak tanıtıyorsun. 26A’daki etkinliğe başlarken kurduğun bir cümle dikkatimi çekmişti: “Toplumun hiçbir kesimi, tarihin hiç bir döneminde çocuklardan daha çok ezilmiyor.” demiştin. Bu çok çarpıcı bir ifade. Bunu biraz açabilir misin – çocuk hakları konusunda ne sorunlar var?
İnsan haklarının tarihine bakarsak zulüm ve ayrımcılık, tarım ve zenginliğin bulunmasıyla başlıyor. Zamanın bu noktasında birçok insan grubu zenginlerin daha zengin olması için zorla idare ediliyordu. Bu sistem devam etti ve endüstri çağında genişledi ve tabii bugün halihazırda her yere yayılmış durumda. Açıkçası zulüm zulümdür; tahakkümün altında acı çeken her birey, bu işkenceci sistemin kurbanıdır ve bireylerin ya da grupların acılarını karşılaştırmaya gerek yok. Böyle demekle birlikte bu süreç boyunca çocuklar hemen her zaman haklarından mahrum bırakıldılar ve bu gün bile insandan aşağı görülüyorlar. Bana inanmıyorsanız herhangi bir kıtada herhangi bir çocuğun tuvalete gitmek için izin istemek zorunda olması, kendi varlıklarını biriktirmesine izin verilmemesi ya da onu etkileyen konularda karar verememesi gibi durumlara bakabilirsiniz. Ve tabii ki çocukluk herkesin yaşamının bir parçası olduğu için bugüne kadar sürmüş olan en kapsayıcı ve en uzun tahakküm biçimi.
Çocuklara ne yapacaklarını söylemeye başladığımızda onlara disiplini ve otoriteye itaat etmeyi öğrettiğimizi kabul etmeye başlamalıyız. Çocukların kendileri için önemli olan şeyler konusunda her gün kendi kararlarını verebilmeleri gerektiğini kabul etmeye başlamalıyız. Bunun anlamı ebeveynlerin, çocukların suda ve çamurda oynamak istediklerinde kirlenmelerine izin vermesidir. Bunun anlamı kendi yatma zamanlarını belirlemelerine izin vermek ve oyuncaklarını kimlerle paylaşmak istediklerini seçebilmeleri ya da mülkiyetlerini (mülkiyetimiz olacaksa tabi, ama bu başka bir gün yapılacak başka bir tartışma!). Bunun anlamı çocukların bir okul dersine gidip gitmemeyi seçmesine izin vermektir.
Aslında çocuk haklarının “eğitim”den çok daha fazlası olduğu açık. Çocukların katılımı sorunu hiç tartışılmıyor. Bu konuda ne yapabiliriz?
Eğitim çocukların yaşamının sadece bir parçası ve bu yüzden onların hak mücadelelerinin sadece bir parçası. Yaşamlarının büyük bir parçası oluyor çünkü toplum her gün çocukları okullara kapatıyor (“eğitiyor” yerine “okullara kapatıyor” demek istiyorum). Ve tabii çocukların özgürlüklerini kazanmalarına yardım etmenin önemli bir parçası. Ama başlayabileceğimiz tek yol bu değil. İlla eğitim reformuyla başlamak zorunda değiliz, ama bir noktada kesinlikle ele alınması gerekiyor.
Türkiye’deki eğitim kanunlarından anladığım kadarıyla buradan işe başlamak iyi bir seçim değil çünkü sistemi değiştirmek için gereken kavga şu an için çok büyük. Bunun yerine, çok daha az denetleme ve çok daha fazla etki alanı olan, çocukların okul dışı zamanlarıyla başlamayı öneriyorum. Kısaca açıklayayım:
Kendi çocuklarım tüm yaşamları boyunca Öz Yönelimli Eğitim ortamında bulundular. O zaman boyunca birçok insanın çocuklarıma ve bir ebeveyn olarak bana çok eleştirel baktıklarını gözlemledim. Sonra öz yönelimle aynı yöntemleri kullanan bir yaz kampı açtım ve aynı eleştirel ebeveynlerin çocuklarını benim programıma yazdırdığını görünce şaşırdım. Neden böyle olduğunu merak ettim ve hemen anladım ki ebeveynler (ve genel olarak toplum) öz yönelimli eğitimin çocuğun gelişimi için sağlıklı olduğunu ancak okul zamanı değil oyun zamanı olarak algıladığında kabul etmeye razı oluyor.
Bu yüzden yıllarca kendimi özgür oyun düşüncesi etrafında oluşan bir oyun alanı açmaya verdim. Bu oyun alanın adı “Bahçe” ve kurucu ortağı olduğum play:groundNYC (https://play-ground.nyc/) projesi tarafından işletiliyor. Geleneksel olarak okullanan binlerce çocuk her yıl bu oyun alanına akın ediyor ve daha önce fırsatını bulamadıkları öz yönelimi deneyimliyor.
Bu “hurda” ya da “macera” oyun alanlarının uzun bir geçmişi var (2. Dünya Savaşı sırasında başladılar) ve bazen “riskli oyun” denilen şeyin içinde çocuklara kendi kararlarını verebilecekleri zamanı ve mekanı sunuyor. Özetle bir araziyi çitliyorsunuz, her şeye karışan yetişkinleri uzak tutuyor ama çocukların haklarına saygı duyan “oyunişçileri”nden oluşan bir kadroyu hazır tutuyorsunuz, sonra da çocuklara oynayabilecekleri malzemeler veriyorsunuz. Hurda kullanılmasının nedeni, tanım gereği yetişkinler için hiçbir değerleri yok ve bu yüzden çocuklar hemen bu malzemeleri sahiplenebiliyor. Onlar kırabilir, yakabilir, boyayabilir, yağmurda 1 hafta bırakabilirler. Bunların hepsi bir yetişkinden izin isteme ihtiyacı duymadan yapılıyor.
Hurda oyun alanlarının arkasındaki ana kural (ve bütün ebeveynlere ve genç insanlarla çalışan yetişkinlere önerdiğim alıştırma) çocukların risk almalarını istiyoruz ve kazaları önlemek istiyoruz. İkisi de tehlikeli. Ama kazalar, çiviye basmak ya da sıcak sobaya dokunmak gibi çocuğun farkında olmadığı tehlikeler önlenmeli. Bir ağacın dalına tırmanmak ya da arkadaşıyla kılıç dövüşü yapmak gibi riskler kendi ilgilerini geliştirmek için bilinçli olarak aldıkları tehlikeler. Çocukların sağlıklı büyümesi için almak istedikleri bütün riskleri almalarına izin vermeliyiz.
Hurda oyun alanlarında çalıştıktan sonra farklı bir şeye geçtim, onlara Uçan Kadro diyorum. Temelde hurda oyun alanı ile aynı fikir ama bunda çitlenmiş bir arazi yok. Halk kütüphanesinde genç insanlarla buluşuyorum ve beraber nasıl zaman geçireceğimize karar veriyoruz. Tasarlanırken genç insanlara hiç önem verilmeyen ve dayatılan kanunlarında onları yok sayan bir şehirde kendimize bir mekan oluşturmaya çalışıyoruz. Ve her gün genelde “şaka” olarak tanımlanan şeyleri yaparak genç insanların sivil itaatsizliklerini çalışıyoruz.
İnanıyorum ki Türkiye’deki çocuk hakları hareketine yardım etmek istiyorsanız, başlamak için en iyi yer bu hurda oyun alanları ve benzeri kavramlar (basitçe çocuklarınızın evde özgürce oyun zamanı olmasına izin vermek dahil!). Ebeveynler, eğitimciler ve kanun yapıcılar böyle ortamların faydalarını görüp böyle bir atmosferde çocuklara güvenebileceklerini anladıkları zaman, yavaş yavaş bu kavramlar benimsenecek. O zaman bir güvenli ebeveynlik hareketi başlayabilir ve eğitim reformu kaçınılmaz olur. Bu yüzden hepinize İstanbul’da bir hurda oyun alanı açmak için uğraşmayı öneriyorum…
Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 50. sayısında yayınlanmıştır.
The post Röportaj: Alexander Khost: “Eğitmeyen Okullarda Oyunla Öğrenmek” appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post Eğitimde Toplumsal Cinsiyet- Ece Uzun appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>Ocak ayında Milli Eğitim Bakanlığı’nın “Eğitimde Cinsiyet Eşitliği” projesini kaldırmasının ardından Yüksek Öğretim Kurumu’ndan da benzer bir hamle geldi. YÖK Başkanı Yekta Saraç proje ile ilişkili olarak “Türkiye’nin değerlerine uygun değil” açıklaması yaptı ve çalışmanın bundan sonra “Toplumsal Cinsiyet Eşitliği” değil “Adalet Temelli Kadın Çalışmaları” olacağını duyurdu. Bu duyurunun Recep Tayyip Erdoğan ile Yekta Saraç’ın 9 Ocak tarihindeki görüşmesinden yaklaşık bir ay sonra yapılmış olmasıysa elbette açıklamanın bir tesadüf eseri ortaya çıkmadığının göstergesi.
Toplumsal muhalefetin ve özellikle de biz kadınların tepkisini çeken bu açıklama aslında bizler için yeni veya şaşırtıcı değil. 2011 yılında Kadın ve Aileden Sorumlu Devlet Bakanlığı’nın adının Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı olarak değiştirilmesi, AKP’nin kadını toplumda nerede konumlandırdığının en belirgin örneklerinden. Yaklaşık on yıldır dönemin başbakanları, cumhurbaşkanları tarafından sürekli kürtajın ve kadın eylemlerinin gündem edilmesi ya da kadınların konuşmasından gülmesine kadar her davranışına dair söz söylenmesi devlet iktidarının “kadın politikaları” tavrında ne kadar net olduğunu göstermektedir. Peki onları bu denli rahatsız eden bu toplumsal cinsiyet kavramı nedir ve eğitimle ne kadar ilişkilidir?
Toplumsal Cinsiyetin Öğretilmesi Ve Üretilmesinde Bir Yöntem Olarak Eğitim
Kadın mücadelesinin 1970’lerden beri tartıştığı ve genel olarak odaklandığı bir kavram “toplumsal cinsiyet”. Kavram, ataerkil toplumun cinslere belli aidiyetler yükleyerek “kadınlık” ve “erkeklik” yaratmasına ve bu aidiyetlere yüklediği çeşitli davranış kalıplarını “olması gereken ve sürekli” kılmasına karşılık gelir. Cinsler arasındaki iktidar ilişkilerinin belirleyicisi olan toplumsal cinsiyet rolleri ile birlikte iktidar sahibi daimi olarak erkektir. Pratikteki yansımaları toplumdan topluma değişkenlik gösterse de bu ilişki biçiminde kadın hep ezilen olarak konumlandırılmıştır. Kadının varlığı ev ve aile ile sınırlandırılmış, erkeğe bağımlı kılınmış ve toplumdaki kabulü annelik üzerinden sağlanmıştır.
Eğitim, bireyleri ve toplumu egemen ideoloji ve kültüre göre şekillendirme yöntemidir. Temelinde bir itaat ilişkisidir ve aile ile birlikte kurulan bu itaat ilişkisi, iktidar olma ve iktidara tabi olma, eğitim ile sürdürülür.
Tarihsel olarak eğitim, iktidarlı yapıların ortaya çıkışıyla eş zamanlıdır. Eski Yunan’daki eğitim sisteminde bedensel mükemmellik amaçlanıyordu. Çünkü diğer devletlerle sürekli savaş hali vardı ve devletin ihtiyacı olan güçlü, cesaretli ve itaatkar erkeklerdi. Katı bir disipline dayalı bu sistem ile halktan ayrı bir grup yetiştirilmekteydi. Atina’da özel ve kendine has programı olan okullar da mevcuttu, Platon’un Akademisi, Aristoteles’in Liseum’u gibi. Elbette bu okullarda da sadece erkekler eğitim alabiliyordu. Eski Yunan’ın “devlet adamı” yetiştirmeye yönelik eğitimi, yerini hristiyanlığın kabülü ile birlikte Roma İmparatorluğu’nda “din adamı” yetiştiren kilise okulu sistemine bıraktı. Özellikle 11. ve 12. yüzyıllarda üniversitelerin kuruluşu, dini eğitimin skolastik metodunu yaygınlaştırdı. Aynı yüzyıllarda müslüman devletler de islami eğitimi kurumsallaştırmaktaydı.
Günümüzdeki karşılığıyla modern devletlerin bir projesi olan zorunlu eğitim, 14. yüzyıldan itibaren başlayan bir süreçtir. Avrupa’da ortaya çıkmış ve oradan tüm dünyaya yayılmıştır. Ulus devletlerin kuruluşu ve kapitalizmin gelişimi, kitlesel zorunlu eğitimin ortaya çıkmasında çok önemli etkenlerdir.
Eğitimin içeriği de toplumsal cinsiyet rollerinin yaratıcısı ataerkinin belirlediği sınırlar içerisindedir. Öğretilen erkeğin tarihidir. Savaşlar, sınırlar, devletler, imparatorluklar hepsi erkekler tarafından yaratılmıştır. “Düşünce tarihi” olduğu iddia edilen felsefe dersleri, erkeğin düşüncesidir. “Geometri bilmeyen erkeklerin giremeyeceği” akademinin felsefesi… İlkokuldan üniversitenin sonuna dek süren bu eğitim öğretim süreci, devlete ve kapitalizme entegre olmuş bireyler yetiştirmeyi amaçlamakla birlikte erkek iktidarının normalleştirilmesidir.
Varoluşu itibariyle erkek olan devletin, bireyleri ve toplumu şekillendirmekte kullanacağı araç da erkek egemen olacaktır. Devletin varlığını sürdürebilmesi için ihtiyaç duyduğu eğitim ile birlikte, kurulan her öğretme ve öğrenme ilişkisi, bu ataerkil sistemin sürdürülmesinde bir paya sahiptir. Eğitim kurumları yani okullar, ataerkinin yarattığı toplumsal cinsiyet rollerinin öğrenilmesinde ve sürdürülmesinde önemli bir konumda bulunur.
Yaşadığımız coğrafyada da halihazırda aileden edinilmiş olan toplumsal cinsiyet rolleri, okulla birlikte pekiştirilir. Hala çoğu okulda kız çocuklarıyla oğlan çocuklarının üniformaları birbirinden farklıdır. Oğlan çocuğu pantolon giyerken kız çocuğu etek, şort-etek veya jile giymek ve bu kıyafetlere uygun bedensel hareketlerde bulunmak zorundadır. Yaklaşık 12 yıllık eğitim sürecinde her okul günü, kız çocuğu ve oğlan çocuğu belirlenen şekilde giyinmelidir. Bu sistematik kıyafet uygulamasıyla eğitim sürecinin sonunda kalıplaşmış düşünceler yaratmak amaçlanır. “Kız böyle giyinir”, “erkek böyle giyinir” kalıplarıyla aslında cinsiyet kimlikleri ve cinsel yönelimlerin de toplumda kabul gören ikili cinsiyet sisteminin dışına çıkması engellenmeye çalışılır.
Yetişkin kadın ve erkek tasvirlerinde kadın özel alanda, genellikle evde tasvir edilirken erkek sosyal alanda tasvirlenir. Kadının tanımı annelik üzerinden şekillendirildiği için ideal anne profili çizilir ve anne yetiştirmeye yönelik bir öğretim yapılır. Geleceğe dair planlamalar yapılırken kız çocukları öğretmenlik, hemşirelik gibi “kadınlara uygun” mesleklere yönlendirilir. Bu meslekleri icra ederken nasıl “evinin hanımı, çocuğunun anası” olacağı da iyice öğretilir.
Kadının ikincil konumda kalması gerektiği öğretisi yıllar boyunca sistematik biçimde anlatılır ve böylelikle eğitime tabi tutulanlar tarafından içselleştirilir; bu toplumsal kabul sürekli olarak üretilmiş olur.
Devletlerin Cinsiyet Eşitliği İllüzyonu
Devletlerin bir projesi olarak eğitimde cinsiyet eşitliği uygulamaları aslında “gelişmiş” ve “gelişmekte olan” devlet ile ilişkilidir. Burada kastedilen gelişim, hem ekonomik olarak kapitalizmin işlerliğinin fazla sekteye uğramaması hem de temsili demokrasinin gereklerinin yerine getiriliyor oluşuyla, bir nevi sosyal devlet anlayışıyla ilişkilidir. Ekonomik, siyasal ve toplumsal refahın yüksek olduğunun iddia edildiği böylesi coğrafyalarda siyasi iktidarın toplumsal cinsiyet rolleri üzerinden uyguladığı baskı ve sömürü doğrudan hissedilmez. Var olan kapitalist ilişkiler çerçevesinde kadın sömürülmeye devam eder, tüketim nesnesi ve tüketici özne haline getirilir.
Ataerkil sistem varlığını sürdürürken devlet ve kapitalizm kendini ataerkiyle beraber var ederken kadının özgürlüğünden bahsetmek mümkün değildir. Ataerkil devletin yarattığı ve kurumsallaştırdığı eğitim sisteminde kadın ve erkeğin eşitliğinden söz etmek de bir illüzyon yaratmaktan öte gidemez.
İktidarlardan Sıyrılmış Değerler Yaratmak
Günümüz siyasi iktidarının eğitim politikalarına geri dönecek olursak, ocak ayında Antalya MEB ile Ensar Vakfı arasında imzalanan “Değerler Eğitimi” protokolü toplumsal muhalefet için bir gündem haline dönüştü. 40 çocuğa yönelik cinsel şiddetin faili olan Ensar Vakfı’nın çocukları “eğitmesinin” tepki görmesi çok olağan.
Öncelikle MEB’in müfredatında “değerler eğitimi” adında bir ders bulunmamakta. Tüm ders müfredatlarının giriş bölümüne evrensel ve milli değerler adı altında iki farklı konu başlığı olarak yerleştirilmiştir. Özel okullarla popülerleşmiş olan, küçük yaştan itibaren çocuklara evrensel değerlerden sevgi, saygı, adalet, yardımseverlik, hoşgörü, şefkat, merhamet, empati gibi davranışların yanında kimi milliyetçi, devletçi değerleri de “öğreten” değerler eğitimi mantığı, muhafazakar özel okullarda ise dini değerlerin dayatılmasına vesile oldu.
AKP’nin şu an milliyetçi ve muhafazakar değerlerle öncekinden farklılaştırdığı eğitim sistemiyle amaçladığı, bu değerleri sahiplenen bir nesil yaratmaktır. İmam Hatip Ortaokulu ve Liselerinin artırılması, din kültürü ders saatlerinin yükseltilmesi, zorunlu Arapça ve Kuran-ı Kerim dersleri bu projenin görünen kısımları olmakla birlikte, 15 Temmuz Destanı tiyatroları gibi perde arkası da mevcuttur. Milliyetçi-muhafazakar anlayışın kendini daha da belirginleştirilmesi; kadın ve erkek arasında var olan adaletsizliğin daha büyük bir uçuruma dönüşmesine neden olmaktadır. Aynı zamanda kadın ve erkeğin toplumsal konumundaki adaletsizliklerin din ve “Türk kültürü” ile özdeşleştirilerek normalleştirilmesi, bu eğitim sistemiyle sorgulanamaz kılınmaktadır.
Toplumsal cinsiyet, zorunlu eğitim ile ortadan kaldırılabilecek bir olgu değildir. Elbette cinsiyet rollerinin ortadan kaldırılmasında ve böylesi bir anlayışın toplumsallaştırılmasında tüm iktidarlı eğitim öğretim modellerini reddeden, özgürlükçü öğrenim yöntemleri de bulunmaktadır. Bunları da “eğitim” olarak değerlendirmek doğru olmayacaktır. Burada önemli olan nokta, bilginin iktidardan ne denli sıyrılabildiğidir. Ataerkiyle beraber tüm iktidarlı yapıların ortadan kaldırılması için mücadele sürerken özgür bilgi paylaşımı alanları oluşturulmalıdır. Bu bilgi paylaşım alanlarında toplumsal cinsiyetin, otoritenin, hiyerarşinin, mülkiyetin olmadığı yeni değerler var olacaktır.
Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 48. Sayısında yayınlanmıştır.
The post Eğitimde Toplumsal Cinsiyet- Ece Uzun appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post Röportaj: “Çocuğum Okulu Sevmiyor Ama Oyun Oynamayı Çok Seviyor” appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>Alternatif eğitim modelleri üzerine yaptığımız araştırmalar ve tartışmalar derinleştirdikçe, yaşadığımız topraklarda çok bilinmeyen bir kavram olan “özyönelimli eğitim” kavramına rastladık. Peki nedir bu öz yönelimli eğitim? Esasen bu yönteme eğitim demek bile çok tartışmalı. Çünkü ne bir öğretmene ne bir müfredata ne sınavlara ne de bir okula ihtiyaç duymayan bir yöntem bu. Tamamen çocuğun merakı ve tutkusuyla şekillenen, başarı ve başarısızlık üzerinden bir sıralamaya gitmeyen, tersine başarısızlığı öğrenmenin bir yolu olarak gören bir yöntem. Diğer alternatif yöntemlerden farklılaşan bir başka özelliği ise, bu yöntemin bir kurucusu olan bir pedagog ya da öğretmenin olmaması. Bu yöntem avcı toplayıcılardan bugüne dek değişmeyen bir yöntem. Daha açıkça söyleyecek olursak çocuğun “oyun”una müdahale etmediğimiz her koşulda öz-yönelimli yani kendi ilgi ve merakı doğrultusunda kendi kendine öğrenme mümkün. Biz de bu kavram üzerine tartışmaları bu topraklara taşımak üzere; özellikle avcı-toplayıcı topluluklarda oyunun işlevi gibi araştırmalarından tanıdığımız, “Çocuğum Okulu Sevmiyor Ama Oyun Oynamayı Çok Seviyor” kitabının yazarı psikolog Peter Gray ile iletişime geçtik. Kurucularından olduğu Öz-yönelimli Eğitim Birliği’den Patrick Farenga ve Alexander Khost ile iletişime geçerek bir röportaj gerçekleştirdik. Khost ve Farenga ile yaptığımız röportajı sizlerle paylaşıyoruz.
Alexander Khost: Öncelikle, sorularınızı cevaplamakla şahsen ilgilenmemin nedenlerinden biri, yaklaşık 20 yıl önce, gençlerle çalışma kariyerimin başlarındayken, bir öğretim yılı boyunca Ankara’da ikinci dil olarak İngilizce öğretmiş olmam. Okuldaki öğrenciler, ben oturmalarını söyleyene kadar, yere sabitlenmiş masalarında, okul üniformalarıyla hazırolda beklemek zorundalardı (bu yüzden ilk günden “otur!” demeyi öğrendim). Yılın sonuna kadar, A.S. Neill’in Summerhill kitabından sayfalar çoğaltıp bunu İngilizce öğretme metni olarak kullandım ve öğrencilerime “Öğrenmenin başka bir yolu olduğunu” fısıldadım. Bu hayatımın hiç unutamayacağım bir yılıydı ve eminim birlikte çalıştığım çocukların çoğu da asla unutamayacak!
Ben Öz-yönelimli Eğitim Birliği’nin (ASDE) asli kurucularından biri değilim ve fikrin nasıl ortaya çıktığını tam olarak söyleyemem. (Belki Pat size daha net bir resim çizebilir). Ben, asli kuruculardan ikisi olan Peter Gray ve Tomis Parker’ı tanıyordum. İlk olarak ASDE’yi konuşma yaptığım bir konferansta duydum. Web sitesine yardım etmek için aralarına katıldım (yıllarca profesyonel olarak web geliştiricisi olarak çalışmıştım) ve kısa süre içinde ASDE’nin online dergisi olan Tipping Points’in işleyişini devraldım. Anlayışım ve kişisel inancıma göre, bir grup insan, dünyada benzer işleri yapan birçok insan olduğunun ve birlikten kuvvet doğduğunun farkına vardı. Böylece, ASDE, öz-yönelimli eğitimin uzun ve zengin tarihini (geleneksel zorunlu eğitimin yıllar öncesinden gelen bir tarihi!) belgeleyecek ve doğrulayacak bir yer olarak kuruldu. ASDE’ye üyelik ücretsizdir. Buradan kayıt olabilirsiniz: https://www.self-directed.org/membership/
Patrick Farenga: Öz-yönelimli eğitim bizim coğrafyamızda da popüler değil, ASDE gibi gruplar bu nedenle önem taşıyor. Peter Grey, Chicago’da konuştuğum bir konferansta okulsuzlukla ilgili araştırmalar yapıyordu; konuşmalarımdan birini duyduktan sonra kendini tanıttı ve Boston’a döndüğümüzde birlikte okulsuzluk ve ilgili diğer konuları tartışmaya karar verdik. Peter çemberimizi genişletmek istedi, bu yüzden eğitime bakış açımızı paylaşan diğer insanları, her 3 ayda bir, onun erişime sahip olduğu bir üniversite toplantı odasında tanışmaya davet ettik. O zaman kendimize Tipping Point projesi demiştik. Bu grup, Harvard Üniversitesi’nde düzenlenen bir konferans ve bir web sitesiyle sonuçlanan Okullara Alternatifler projesine evrildi. Bu çabaların yanı sıra, Peter’ın Özgürce Öğrenme (Free to Learn) kitabının aynı zamanlarda aldığı aldığı müthiş tepki, geleneksel okullara alternatif arayan diğer birçok kişiye, onlara yardım etmek ve onlarla biraraya gelmekle ilgilenenler olduğunu gösterdi.
Öz-yönelimli Eğitim ve demokratik okullar bu coğrafyada çok bilinmiyor fakat Montessori, Waldorf, Reggio Emilia gibi yöntemleri benimseyen alternatif okullar ve orman anaokulları gibi örnekler giderek yaygınlaşıyor, özellikle de anaokulu düzeyinde. Elbette bu örneklerle öz-yönelimli okullar arasında birçok farklılık var fakat ilkeler üzerinden düşündüğümüzde en belirgin fark nedir?
Khost: Öz-yönelimli Eğitim ile geleneksel okul ve Montessori, Waldorf gibi belirttiğiniz alternatif yöntemler de dahil olmak üzere diğer tüm eğitim yöntemleri arasında son derece önemli bir ayrım vardır. Öz-yönelimli Eğitim (SDE), çocukların doğuştan meraklı oldukları inancıyla başlar ve eğer çocukların neyin kendi yararlarına olduğunu bildiklerine güvenir ve bu yola müdahale etmez, daha ziyade yardımcı olur ve cesaretlendirirsek, bu çocuk, hayata kendi tutkularıyla hazırlanmış ve tutkularının peşinde giden sağlıklı ve sorumlu bir yetişkin olacak şekilde büyüyecektir. Bu eğitim biçimindeki yetişkin rolü, öğrenci tarafından belirlenen bir yöntemde ona yardımcı olmaktır, tam tersi değil.
Devlet okullarından Montessori okullarına, Waldorf okullarına ve benzerlerine diğer tüm eğitim yöntemleri, bu öğrenme yolunu manipüle eder. Bu yöntemlerde, yetişkinler çocuğun uyum sağlayacağı aksi takdirde başarısız olacağı bir yol sağlamak için oradadır. Öz-yönelimli Eğitim’de, çocuğun kendi meraklarının peşinden gitmesine izin vermeyen bir yetişkinin olması dışında bir başarısızlık yoktur. Aslında başarısızlık, SDE’nin oldukça önemli bir parçasıdır, çünkü bir insanın, herhangi bir şeyde iyi olmak için tekrar tekrar başarısız olmayı öğrenmesi gerekir. Başarı ders çıkardığımız tecrübelerimizden ve sıkıntılarımızdan gelir. Ne yazık ki, geleneksel eğitim başarısızlık için çok az fırsat verir ya da hiç fırsat vermez.
Farenga: Okuldaki başarısızlık korkusu ve hata yapmaktan utanılması, Alex’in çok doğru bir şekilde tanımladığı önemli bir konudur. Fakat bu daha büyük bir toplumsal sorunla ilgilidir: yetişkinlerin çocuklara şu an olduğundan daha fazla güvenmeleri ve okulun yanı sıra ya da okul yerine, çocukların diğer çocuklar, yetişkinler, işler ve toplumla iç içe olabilecekleri başka yollar bulmaları gerekmektedir. İnsanların kendi hatalarına sahip çıkmaları ve düzeltmeleri için zamana ihtiyacı vardır ve yetişkinlerin sabrı yetersizdir, özellikle çocuklara karşı.
Alternatif okullar giderek daha yaygınlaşıyor fakat bu okulların ücretleri oldukça yüksek, bu da bu okulların aslında herkes için bir “alternatif” olmadığını ve erişilebilir olmadığını gösteriyor. Bütçeyi düşündüğümüzde Öz-yönelimli okulların avantajları neler? Ya da bu okulların herkes için erişilebilir olması konusunda çözüm önerileriniz neler?
Khost: Bu mükemmel bir soru ve kesinlikle tüm alternatif eğitim yöntemlerine meydan okuyor. Gel gör ki, açık olmak gerekirse bu, alternatif eğitimden ziyade, bir çocuğun eğitimi politik bir eylem olduğundan, hükümet desteği geleneksel yukarıdan aşağı eğitim modellerine (çok kasıtlı olarak) bir tekel oluşturuyor ve diğer eğitim yöntemlerini finansal zorluklarla karşı karşıya bırakıyor. Birçok Öz-yönelimli Eğitim modeli, diğer alternatif yöntemler gibi, yöntemlerini yalnızca ayrıcalıklı bir sınıftan daha fazlasına uygun hale getirme mücadelesi veriyor.
Ancak, bu durum böyle olmak zorunda değil ve kesinlikle bunun başka türlü olabileceğini kanıtlamış bazı büyük SDE okulları ve aileleri vardır. Bazı SDE okulları ya da merkezleri, imkanı olan ailelerin daha yüksek bir öğrenim ödemesi yapmasını ve imkanı olmayanların çok az ücret ödemesini ya da hiç ücret ödememesini talep eden, değişken ölçekli bir öğrenim ücreti modeli sunmaktadır. Ayrıca, okulsuz ailelerin (çocuklarının öz-yönelimli, güvenilir bir ebeveynlik yöntemini kullanarak evde eğitim veren aileler), böyle bir çocuk yetiştirme yöntemini mümkün kılmak için birbirlerine yardım etmek adına armağan ekonomisi kullandıkları toplulukları var. Başka bir deyişle, belki de hiç para el değiştirmez, ancak aileler birbirleriyle değiş tokuş yaparak çocukların toplulukların farklı üyelerinden öğrenmelerine olanak sağlamış olurlar. Aynı zamanda ebeveynler, bu yöntemle çocuklarını birbirlerine teslim ederler. Böylece hem bir yaşam kazanabilir hem de kendi çocuklarını eğitebilirler. Sağlıklı bir Öz-Yönelimli Eğitim ortamında, ekonomik çeşitlilik de dahil olmak üzere çeşitlilik vazgeçilmezdir.
Farenga: Evokullu (homeschooling)/ okulsuzluk hareketi 1981’den beri önemli ölçüde artmıştır ve bu ilk ailelerin çoğu varlıklı değildir; o dönemde evokullu muhtemelen 25.000’den fazla çocuk vardır. Bu, bugün bile, iki hane halkı geliri beklentisi içinde bir toplumda, tek gelir ya da evden çalışma sözleşmeleriyle hayatta kalmanın bir yolunu bulan (genellikle 2’den fazla çocuğu olan) ebeveynlerin olduğu orta gelirli bir orta-alt sınıf hareketidir. Evokullu aileler üzerinde yapılan araştırmalar, çocuklara eğitim materyalleri ve kurslar için yılda yaklaşık 600 dolar harcadıklarını (bu açıdan bakıldığında, benim Massachusetts’teki okulumun bölgesi, kayıtlı her bir çocuk için 4000 dolardan fazlasını almaktadır) göstermiştir. Bu aileler, eğitim olanakları yaratmak için kamu tesislerinden (kütüphaneler, müzeler, üniversiteler, kitapçılar vb.) yararlanırlar. Evokulluluk şu anda ABD’deki zorunlu okul çağındaki öğrenci nüfusun yaklaşık yüzde 3’ünü temsil ediyor ve okulsuzlar en hızlı büyüyen kesim.
ASDE, çocukların ve yetişkinlerin bilgi paylaşımında bulunacakları öğrenim merkezlerini ve diğer yeni yolları destekleyip teşvik ederek ve basit bir şekilde çocuklar ve gençlere etkileşimlerini kontrol eden yetişkinler olmadan (ancak bu, yetişkinlerin istendiği zaman yardıma hazır olmadıkları anlamına gelmez) örgütlenebildikleri ve birlikte oyun oynayabildikleri özel alanlar sağlayarak, çocuklarının evde ya da topluluklarında öğrenimi konusunda kararsız olan aileleri harekete geçirmeyi umuyor.
ASDE, evokullulukla ilgili toplum içinde konuştuğumda çokça duyduğum şu yoruma verilmiş bir yanıttır: “Çocuklarımın tarif ettiğin gibi öğrenmesini istiyorum ama çalışmak zorundayım. Onlara evde öğrenimi kim verecek?” Hükümet ya da hayırsever, bu tür çabalara mali olarak yardım etmezse – ki hiçbiri bugüne kadar etmedi – ve tüm masraflar öğrenim merkezlerine ve üyelerine düşerse, bu yerlerin makul ücretler talep etmesi gerekir. Bildiğim alternatif okulların ve öğrenim merkezlerinin her biri, her yıl bir finansal sıkıntıya giriyor ve bu, benim tüm alternatif eğitim hareketi içinde geçen yıllarım boyunca geçerli olan bir şeydi.
Sizce eğitim kooperatifleri, bu alandaki ekonomik eşitsizlikleri çözme ve herkes için erişilebilir kılma konusunda bir çözüm olabilir mi?
Khost: Kesinlikle! (yukarıdaki soruya verdiğim cevaba bakınız!) Aslında, ekonomik adaletsizliği çözmenin tek yolunun, insanların farklı bir topluluk olarak bir araya gelmeleri ve birbirlerinin çocuklarını işbirliği içinde eğitmeleri olduğunu savunuyorum. Çocukların ötekilik anlayışını geliştirmeleri ve farklılıkları kutlamanın tek yolu hep birlikte birbirimizi önemsemek ve birbirimizi önemsemek için durup zaman ayırmaktır. Bu tam olarak bir eğitim kooperatifidir, paranın el değiştirmediği, aksine güven ve şefkatin değiş tokuş edildiği bir yerdir. Bu, sınıf, din, ırk, toplumsal cinsiyet ve cinsiyetle birlikte diğerleri arasında ulusal köken çeşitliliğini de içermelidir.
Hangi coğrafyada yaşarsak yaşayalım, başarı odaklı bir çağdayız. Öz-yönelimli okulların bunun tam tersi olduğunu, yani sonuca değil sürece odaklı olduğunu söylüyorsunuz. Geçtiğimiz yıl bu topraklarda, öz-yönelimli olarak tanımlamasak da kooperatif olarak işleyen alternatif bir ilkokul, ironik bir şekilde ebeveynlerin başarı odaklı beklentileri nedeniyle kapandı. Siz ebeveynlerin/bireylerin sürece değil sonuca odaklı, başarıya odaklı bu bakış açısını değiştirmeyi nasıl başarıyorsunuz?
Khost: Bunu ASDE’nin bir temsilcisi olarak cevaplayabileceğime emin değilim, fakat size kişisel inancımı söyleyebilirim: insanların/ebeveynlerin başarının ne anlama geldiğini anlama konusundaki bakış açısını değiştirmenin tek yolu işe koyulup onlara bunu göstermektir. Bu nedenle, kendi çocuklarımı böyle bir şekilde yetiştirmeye ve başkalarının da aynısını yapmasına yardımcı olmak için elimden geldiğince çok zaman ve çaba harcamaya devam ediyorum. Voltaire’in Candide’de yazdığı gibi, “gelin, bahçemizi ekelim”. Bu yüzden, kendi çocuklarıma güveniyorum ve başkalarına karşı olabildiğince sabır ve şefkatle yaklaşıyorum.
Farenga: Onlara daha iyi bir yol göstererek. Evokullu ve okulsuz çocuklar, bilinen prestijli pozisyonların -avukat, doktor, politikacı olarak- yanı sıra, sadece daha büyük bir topluluk yapısının bir parçası olmaktan keyif alan iyi bireyler olarak toplumdaki yerlerini almak üzere büyüdüler. Okullara ve destekçilerine bağırıp çağırarak daha fazla destek aldığımızı düşünmüyorum; öz-yönelimli öğrenciler hakkında gerçek hayattan örnekler sunarak ve onlara, Alex’in de belirttiği gibi, çocukların nasıl birer yetişkin haline geleceğini belirleyen şeyin, bir çocuğu nasıl yetiştirdiğiniz değil, bir çocuğa nasıl davrandığınız olduğunu göstererek destek aldığımızı düşünüyorum.
Evde eğitim gittikçe popülerleşen kavramlardan biri. Kısa bir zaman önce bir grup ebeveyn evde eğitimin yasallaşması için bir kampanya başlattı. Bu grup oldukça karışık ve heterojen bir gruptu, çok farklı politik ekonomik ve dini kesimlerden bireylerden oluşuyordu. Bu nedenle bir çok farklı başlık tartışmaya açıldı. Evde eğitim çocuk istismarına, çocuk evliliklerine ya da çocukların ekonomik olarak sömürülmesine yol açar mı gibi sorular gündeme geldi. Elbette bu tür sorunların yasal düzenlemelerle çözülmeyeceğini ve geleneksel eğitim yöntemlerinin çocuğun ruhsal ve fiziksel olarak sistematik bir şekilde istismarını sürdürdüğünü göz önünde bulundurarak, bu tür olası sorunlara nasıl yaklaşıyorsunuz? Sizin de evde eğitim konusunda karşılaştığınız benzer sorular/problemler var mıdır?
Khost: Sağlıklı, güvenli ve sevecen bir ortam, yasaların ve yönetmeliklerin değil, ortaklığın ve dostluğun sonucudur. Çocuk istismarı, okullarda olduğu kadar evde de olabilir. Aslında, çoğu geleneksel okulun çocuk istismarı olduğunu ileri süreceğim (ve buna ilk elden ABD’de ve Türkiye’deki okullarda tanık oldum). Evet, tabii ki istismar ve köktendinci değerler evde eğitimden türetilebilir, ancak okuldan daha fazla değildir. Mesele, bir çocuğun evde mi yoksa okulda mı öğrenip öğrenmediği değil, ne öğrendiği ve kiminle zaman geçirdiğidir. Bir okulda ya da evde, etrafındaki duyarlı bir topluluğun desteği ve yardımı ile kendi eğitimine rehberlik etmesine izin veren sağlıklı, açık bir ortama sahip bir çocuk başarılı olacaktır. Farklı olandan ve ötekiden nefret uyandıran katı bir yukarıdan-aşağı değerler hiyerarşisine mecbur bırakılan ve zorlanan bir çocuk, ister evde ister okulda ister başka yerlerde olsun, bu değerleri kesinlikle sürdürecektir.
Farenga: Çocuk istismarı toplumumuz ve okullarımız genelinde bir gerçeklik olduğu için, birkaç evokullu ailenin çocuk istismarcısı olması şaşırtıcı değildir. Ancak, evokulluluğun daha fazla çocuk istismarına yol açtığına dair bir kanıt yoktur. Tara Westover’ın Educated kitabı, böyle bir ailede çocuk olmaya dair çarpıcı bir itiraftır ve istismarcı evleri terk eden evokullu öğrenciler için çevrimiçi destek grupları bulunmaktadır. Westover’ın belirttiği gibi önemli olan problem, bir ailenin dini inançlarının, inançları çocukları için ne kadar mantıksız ve tehlikeli olursa olsun, çocuklarına sert davranmalarına nasıl bir kılıf olabileceği ve koruma sağlayabileceğidir. John Holt’un Çocukluktan Kaçış: Çocukların İhtiyaçları ve Hakları (1971)’ndaki çözüm önerisi, çocuklara yetişkinlerle aynı hakları vermekti. Hukuki boyutunu düşünmeden, herkesin önünde bir başka yetişkine vuramazsınız, ancak çocuklar hep ortalık yerde tokatlanır ve sürüklenirler… Holt, kitabına gelen güçlü, olumsuz kamusal tepki yüzünden hayal kırıklığına uğramıştı, bu yüzden taktikleri değiştirdi ve çocuklara saygı ve itibar kazandırmak için yasama işlemi yerine başka yollar aradı. Nihayetinde evokulluluğa destek olmak için gelişi böyle gerçekleşti.
Tarih boyunca toplumların baskı altına alındığı her dönemde, insanlar direnmek ve özgürleşmek için kendi yöntemlerini geliştirmişler. Çocukların özgürce büyümesi geçmişte olduğu kadar günümüzde de önemli bir ihtiyaç. Bu kaygılardan hareketle geçmişte özellikle Ferrer’in “Modern Okulları” gibi örneklere rastlıyoruz. Öz-yönelimli Eğitim Birliği’ni kurarken size ilham veren tarihsel örnekler nelerdi? Okurlarımıza eğitime kendi alternatiflerini yaratmaları konusunda ne önerirsiniz?
Modern Okullar’dan bahsetmeniz hoş bir tesadüf. Yakın zamanda, Modern Okullar tarafından kurulan ve tüm bu yıllar boyunca süren Modern Okul Dostları örgütünün (http://friendsofthemodernschool.org/) yürütme sorumluluğunu aldım. Yarattıkları etki tarih kitaplarına adeta gömülmüş olmasına rağmen (bu nedenle gönüllülüğe dahil oluşum, örgütü bir diğer nesle kadar sürdürebilmek için), Modern Okulların, Öz-yönelimli Eğitimin ya da daha spesifik olarak anarşist eğitimin açık ara en önemli örneği olduğunu düşünüyorum. Modern Okullara ek olarak, elbette, Summerhill kendi hayatımda son derece etkili olmuştur. Highlander Halk Okulu’nun yanısıra Yurttaşlık Okulları ve Özgürlük Okulları da yirminci yüzyılda Amerika Birleşik Devletleri’nde Öz-yönelimli Eğitim tarihinde çok önemli bir yere sahiptir. Ayrıca, Agile Öğrenme Merkezleri’nin çağdaş SDE dünyasında son derece önemli olduğuna inanıyorum. (Tüm bunları detaylandırmaktan mutluluk duyarım!)
Farenga: Alternatif okullar benim için bir başlangıç noktasıydı, ancak Holt ve evokullularla on yıllar boyunca yaptığım çalışmalarda, tercih ettiğim okulsuz, topluluk temelli alternatiflere dair birçok şey öğrendim. Holt’un Instead of Education: Ways to Help People Do Things Better (Eğitimin Yerine: İnsanların Birşeyleri Daha İyi Yapabilmesine Yardım Etmenin Yolları) kitabında söz ettiği, Londra, İngiltere’deki Peckham Merkezi başlıca bir örnektir; bu kitap aynı zamanda alternatif okullara değil, okula alternatiflerle ilgilenen herkes için bir sürü başka fikri barındırır. Northstar: Gençler için Öz-Yönelimli Öğrenme, ABD’deki geleneksel liseler yerine yapılabileceklere dair harika bir modeldir. 20 yıldan fazla bir süredir faaliyetteler ve ABD’deki diğer genç öğrenim merkezlerinin başlamasına yardımcı olan bir programa sahipler.
Son olarak, sizin eklemek istediğiniz bir şey var mı?
Khost: Bence bu hareketin tek başına “eğitim” ile daha az ve çocuk yetiştirme ve çocukluğun özü ile daha fazla ilgisi olduğunu belirtmek önemlidir. Çocukların sağlığı ve bakış açısı, salt eğitimlerinden daha fazla şeyden etkilenir. Bu hareket, şüphesiz ebeveynlik ve okulu kapsar ama aynı zamanda, daha önce bahsettiğim gibi, ötekilik için çeşitlilik, katılım ve şefkatin yanı sıra, şehir planlaması ve çocukların dünyadaki ortam ve mekânları üzerine düşünme gibi konuları da kapsar.
Teşekkür ederiz.
Röportaj: Özlem Arkun
Çeviri: Gamze Boztepe
Bu röportaj Meydan Gazetesi’nin 47. sayısında yayınlanmıştır.
The post Röportaj: “Çocuğum Okulu Sevmiyor Ama Oyun Oynamayı Çok Seviyor” appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post Yunanistan’da Liseliler Bakanın Makam Odasını İşgal Etti! appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>
Yunanistan’da bugün yüzlerce liseli eğitim ve din işleri bakanlığının önünde bir araya geldi. Kısa süre sonra polis barikatlarını aşan liseliler önce bakanlığın bahçesine girdi sonra bakan Kostas Gavroglu’nun odasına girerek işgal eylemlerini başlattılar.
O sırada odada bulunan bakan Gavroglu öğrencilere açıklama yapmak isterken liseliler ve bakan arasında çeşitli tartışmalar yaşandı.
The post Yunanistan’da Liseliler Bakanın Makam Odasını İşgal Etti! appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post Eğitim Paravanı Rüşvet Karavanı – Merve Arkun appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>Alternatif eğitim modelleri, içinde bulunulan sistemin eğitim modeline karşı bilgiyle kurulabilecek başka bir yol arayışı. Sadece ne öğrenildiğinin değil, aynı zamanda bunun nasıl öğrenildiğinin de önemli olduğunu anlamamıza olanak verir.
Eğitimin devletli sistem içerisinde “düzene uygun kafalar yetiştirmek” amacıyla kurulduğu, içinde bulunduğumuz zamanda, her zamankinden daha açık bir şekilde kendini belirginleştiriyor. Devletin “kendi ideolojisine uygun değerlerle şekillendirmek istediği nesiller” projesinden dertli olan herkesin şimdilerdeki arayışlarında karşılarına çıkan alternatif çabalardan birisi, Montessori yöntemiyle eğitim.
Aslında, özel okullarda çocuklarının “normal” okullardan daha iyi bir şekilde eğitim alması ya da özel yetişmesini karşılamak için oluşturulmuş bir metod değil Montessori. Ama yaşadığımız coğrafyada ekonomik olarak belirli bir zümreye hitap eden okullarda uygulanan metotlardan birisi olması, yöntemin böyle görülmesine neden oluyor.
Metodun özü bir doktor, pedagog ve antropolog olan Maria Montessori’nin çocuğun bireyselliğini önemseyen bir eğitim anlayışına dayanıyor. Kendi seçimlerini yapan çocuğun, eğitimcinin ona etkisi olmaksızın isteklendirilmesi ve kendi eylemlerinin sonucu olan hatalarını kendisinin denetlediği bir işleyiş. Montessori, böylelikle çocuğun birey olabilmesini ve sosyalleşmesini dışarıdan dayatılan bir süreç içerisinde değil, kendi özgür seçimleriyle ilişkilendiriyor.
Yönteme ilişkin, alternatif eğitim modelleri içerisindeki tartışmalar bir kenarda dursun; yöntemi satmak ve böyle bir piyasa oluşturma çabası son 5 yıl içerisinde yaşadığımız coğrafyada sık rastlanan bir olgu haline geldi. Bu niyetle açılmış özel okulların temel hedefi, bu kaygıya sistem içinde bir çözüm bulmak ve bundan para kazanmak.
Eğitim şirketleri, bu alternatif eğitim meselesinden önemli miktarda para kazanmış olmalı ki TÜRGEV de bu alana çöreklenmiş. Vakfın İstanbul’un hemen hemen her yerinde reklam panolarını kaplamış kampanyasında Montessori eğitmenlerine eğitim başlığındaki ibare göze çarpıyor. TÜRGEV gibi, eğitimin mevcut devlet iktidarına göre şekillendirilmesinde önemli rolü olan bir vakfın, bu alternatif alana girişi oldukça tezat.
TÜRGEV’in eğitim meselesindeki politikasını anlamak, sistem dışı alternatiflerin önündeki engelleri görmek açısından önemli. Bu alternatiflerin sistem dışı kalabilme imkanı, bu ve buna benzer STK’ların hamlelerini anlamaktan geçiyor.
Aile Vakfı
Recep Tayyip Erdoğan’ın İstanbul Belediye Başkanı olduğu dönemde, 1996’da, onun girişimiyle kurulan İstanbul Gençlik ve Eğitime Hizmet Vakfı (İSEGEV) 2012 yılında çalışma kapsamını genişletmiş ve Türkiye Gençlik ve Eğitime Hizmet Vakfı’na dönüşmüştür.
Önce yüksek öğrenim yurdu olarak verilen hizmetler, sonrasında ilköğretim ve anaokulu seviyesinde eğitim veren okullar kurmaya, 2015 yılında kendi üniversitesi olan İbni Haldun Üniversitesi’ni açmaya kadar gitmiştir.
Vakfın kuruluşunda Bilal Erdoğan, Esra Albayrak (Tayyip Erdoğan’ın kızı ve Hazine Bakanı Berat Albayrak’ın eşi), Serhat Albayrak (Berat Albayrak’ın abisi, Turkuvaz Medya’nın CEO’su, Çalık Holding Yön. Kur. üyesi), Reyhan Uzuner (Bilal Erdoğan’ın Kayınvalidesi, darbe girişiminde halkı sokağa çıkarmak için silahlı milislerden oluşan bir platform kurduğu iddia edilen, Cemaatin Hizmet Vakfı mütevelli heyetinde bulunmuş, TCDD’den imtiyazlı ihale aldığı iddia edilen Betra A.Ş. patronu Orhan Uzuner’in eşi), Ziya İlgen (özellikle darbe girişimi sürecinde darbeyi Tayyip Erdoğan’a haber veren eniştesi olarak tanınan, Tayyip Erdoğan’ın belediye başkanlığı sırasında sahip olduğu gıda şirketi ortağı, Bilal ve Burak Erdoğan’ın denizcilik şirketi ortağı) gibi isimler yer alıyor.
Vakfın kurulduğu tarih düşünüldüğünde, sonraki yıllarda yaşanan siyasal ve ekonomik süreçlerde, vakıf kurucusu bu isimlerin, yaşanan süreçlerdeki kilit noktalarda belirgin konumda bulunmaları şaşırtıcı değil. TÜRGEV’in 1996’dan günümüze evrilen pozisyonu, vakfın çalışma gösterdiği alandan ziyade ailesel bağların kurumsallaştığı yapı olmasıyla ilişkili.
Devlet-Şirket Ortaklığı
Vakfın şimdiki yönetim kurulundaki isimlerle bu aile yapısı her ne kadar gizlenmeye çalışılsa da, vakıfla ilgili herhangi bir politika kurucu üyelerin içerisinde olmadığı bir işleyişle belirlenemiyor. Bilal Erdoğan’ın özellikle 17-25 Aralık Yolsuzluk sürecinde, vakıfla özdeşleşen isminin belirginliğinden, farklı yönetim kurulu üyeleri isimlerinin belirginleştirilmesiyle kurtulmaya çalışılmış. Ancak Esra Albayrak’ın değişmeyen konumu, vakfın bu aileler için önemini anlamaya olanak veriyor.
Öte yandan, mevcut yönetim kuruluna şöyle bir göz atmak, Erdoğan ve AKP’nin siyasal iktidarı elinde bulundurduğu dönemde ön plana çıkan şirketler ve siyasi yapılar arasındaki ilişkiyi görmek adına ayrıca önemli. Şimdiki Yönetim Kurulu Başkanı, Fatmanur Altun AKP İstanbul yöneticiliği, Büyükşehir Belediye meclis üyeliği, THY Yöneticiliği, KADEM vakfı yöneticiliği; başkan vekili Ahmet Bayraktutar’ın Star Medya Grubu yöneticiliği; yönetim kurulu üyesi Murat Şeker’in Ziraat Bankası ve THY yöneticiliği, Tülay Kalav’ın AKP İstanbul yöneticiliği bulunuyor. Yönetim kurulu üyelerinden göze çarpan bir başka isimse İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Mevlüt Uysal. Medyadan başka STK’lara; belediyelerden parti yöneticiliklerine vakıf etki alanını oldukça geniş tutuyor.
Eğitim Paravanı, Rüşvet Karavanı
Peki bu geniş etki alanı neden önemli? Özel eğitim sektöründeki kaliteyi arttırmak için değil tabi ki! Devlet kurumlarıyla şirketler arasındaki “hukuki olmayan” ilişkiyi gözden uzak tutmak, devlet bürokrasisinin içinde yer alıp kendinin ya da yakınlarının şirketlerine imtiyaz oluşturmak, imtiyaz isteyen şirketlerden yapılan işin maddi karşılığını alabilmek için.
Dört yıl önce yayınlanmış veriler ışığında, TÜRGEV’e doğrudan tahsis edilmiş 14 arazi bulunuyor. Bu araziler Adıyaman’dan Bursa’ya, İstanbul’dan Kütahya’ya farklı şehirlerde bulunan hazine arazileri, bakanlıklara ait araziler ya da şirketlerin (özellikle Cengiz Holding gibi şirketlerin) hibe ettiği araziler.
17-25 Aralık Yolsuzluk sürecinde inşaat şirketlerinin arazi ve bina hibelerinin yanında, yayınlanan tapelerle ortaya çıkan rüşvetler, TÜRGEV’in sürecin en önemli rüşvet merkezi olduğu gözler önüne serilmişti. Dönemin bakanlarından Zafer Çağlayan aracılığıyla Rıza Zarrab ve Bilal Erdoğan arasındaki para alışverişi, yine 17-25 Aralık Yolsuzluk sürecinde açığa çıkmış, bu para ilişkisinin, TÜRGEV’e bağış yoluyla kılıfına uydurulmaya çalışıldığı anlaşılmıştı. Rüşvet ve yolsuzluk soruşturması sürecinde TÜRGEV bağışları, bu sürecin ortak noktasıydı.
Bağışta bulunan şirketler arasında inşaat işçilerinin insani olmayan koşullarda çalışmaya zorlandıkları, kaza adı altında katledildikleri için yakın zamanda direnişe geçtikleri 3. Havalimanı’nın ihalesini alan Kalyon ve Cengiz İnşaat da yer alıyor. Taşyapı’nın 1.5 milyon, Kalyon İnşaat’ın 500 bin, Cengiz İnşaat’ın bir milyon, Mapa İnşaat’ın 6 milyon, Sinpaş GYO’nun 5.5 milyon, Ali Ağaoğlu’nun 100 bin, Mehmet Ali Aydınlar’ın 500 bin, İspa İnşaat’ın 750 bin, Altınok Kadıoğlu’nun A.Ş. 600 bin, Turgut İnşaat’ın 150 bin, OBP İletişim ve Medya Hizmetleri’nin 200 bin, İlbak Yapı ve Medya Hizmetleri’nin 375 bin, BBM Büyük Baskı Merkezi Matbaa’nın 600 bin, PC İletişim ve Medya Hizmetleri’nin 600 bin, 3. Mecra Reklam ve Turizm A.Ş.’nin 1 milyon 600 bin, ASL İnşaat’ın bir milyon, Özkoçaklar İnşaat’ın 200 bin, Haluk Ahmet Aksüs’ün 200 bin ve Özel Arnavutköy Hastanesi’nin 300 bin lira bağışladığı, yine bu süreçte açığa çıkanlar arasındaydı.
Özellikle 2012’de Royal Protocol’ün 200 milyon liralık bağışının açığa çıkmasıyla vakfın etki alanının yerel olmadığı belirginleşmiş, uluslararası gizli ekonomik ilişkilerin de hukuki bir yapıya büründürüldüğü bir mecra olduğu iyice gözler önüne serilmişti. Suudi Arabistan Kralı Abdullah’ın -imar yasağı olan- Kandilli’deki arsasına izin çıkarmak için yüklü bir bağış yaptığı da ortaya çıkmıştı.
Bakanlar Kurulu’ndan 2011’de çıkan kararla TÜRGEV’e vergi muafiyeti statüsü kazandırılmış, vakfın ekonomik faaliyetleri önündeki engeller kamu-özel ortaklığıyla aşılmaya çalışılmıştır. Böylelikle 5 bin lirayla kurulan TÜRGEV milyonlarca dolarlık varlığa kavuşmuştu.
TÜRGEV’in aile-bürokrasi-şirket üçgeninde, gizlediği ilişkilerin açığa çıkan tarafı belki de mevcut ilişkilerin binde biri durumunda.
Bugün özellikle Milli Eğitim Bakanlığı’nın attığı her adımda Bilal Erdoğan ve Esra Albayrak ikilisinin varlığı, eğitim alanında vakfı daha hareketli kılmayı hedefliyor. Montessori gibi özgürlükçü uygulamalarla bir yandan milliyetçi-muhafazakar eğitim yumuşatılmaya çalışılıyor; diğer yandan da deşifre olmuş görünmez ilişkiler unutturulmaya ve vakfa saygınlık kazandırılmaya çalışılıyor. Eğitim paravanı altında rüşvet karavanını sürenler, tuttukları çeşmelerin başlarını kaptırmamaya, mevcut pozisyonlarını korumaya çalışıyor.
Merve Arkun
Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 46. sayısında yayınlanmıştır.
The post Eğitim Paravanı Rüşvet Karavanı – Merve Arkun appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post Lise Anarşist Faaliyet’in Yayınladığı Bildiri appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>
Eğitim sisteminin bireyleri itaatkarlaştırmak için kullandığı bir yöntem olan ”ezber”e karşı Lise Anarşist Faaliyet’in yayınladığı bildiri:
DÜŞÜNSENE!
EZBER ?
Ezber bilginin sürekli tekrarlanarak akılda kalmasıdır. Ezberlemek sınava kadar ezberlediklerimizi sınavdan sonra unutmamızdır. Eğitim sistemi de bize empoze etmek istediklerini ezberletir. Ezberlediklerimizi hiç unutmamamız için ise hep tekrarlatır. Eğitim bizleri yaşamımız boyunca sorgulamayan ve itaatkar bireyler haline getirmeye çalışır. Düşünceleri ezberletir.Ancak düşünmek sorgulamaktır ezberlenemez.
EZBERLEME!
Eğitim, var olan iktidarın düşünceleriyle değişim gösterir. Bu değişen düşüncelerle bizlerin de düşüncelerine sürekli müdahale eder. Ezberletilen şeyler değişse de her iktidar sorgulamayı engelleyip düşünceyi ezberletir. Muhafazakar bir anlayış varsa bizler de muhafazakarlaştırılırız. Eğer Kemalik bir anlayış varsa bizler de Kemalikleştiriliriz.Yani eğitim bizleri düşündürtmez.
Her sabah okutulan marşlar iktidarın değişmesiyle bir anda ayetlere dönüşür. Milli güvenlik derslerinin yerine din dersleri çoğalır okullarda, mescidler açılır.
Müfredatlar, yönetmelikler değişse de ezberin amacı bellidir. İktidarın düşüncesini benimsemiş bireyler yetiştirmek.
Okullarda öğretilen dersler iktidarlı ve ötekileştiren düşüncelerin bizlere ezberletilmesidir. Devletin olmazsa olmazı, sayısız insanın katledildiği savaşlar tarih dersleriyle, bu savaşlarla çizilmiş sınırlar coğrafya dersleriyle ezberletilir. Dil bilgisi dersleriyle ana dilimiz yok sayılarak devletin resmi dili öğretilir. Din dersleriyle ise inancımızın olup olmadığı önemsenmeden dualar ayetler ezberletilir.
”DÜŞÜNSENE!
Yine bir sistem değişikliğinin tam ortasındayız. İktidarlar yine bizim yerimize düşünüp ‘’en iyi’’ sisteme karar veriyorlar. Bizse yine onların düşündüklerini ezberlemek zorunda bırakılacağız. Bu sefer ezberleme, karşı koy!
Düşünsene, arkadaşlarımızın intihar etmesine yol açan sınavların olmadığını,
Düşünsene , arkadaşlarınla rakip olmadığını
Düşünsene, saçmalıklar sisteminin bilgilerini ezberlemek zorunda kalmadığını
Düşünsene, sabahın karanlığında okula gitmek zorunda olmadığını
Düşünsene, düşüncenin otoriteyle değil paylaşma ve dayanışmayla çoğaldığını
Düşünsene, düşüncelerinin ve bedeninin özgür olduğunu
Düşünsene, dilini ve kültürünü özgürce yaşayabildiğini
Düşünsene, ilişkilerimizin rekabetçi ve çıkarcı değil de paylaşma ve dayanışmayla dolu olduğunu
Düşünsene Düşünce Ezberlenemez. İktidar İtaati Ezberletir. İtaati ezberleme. İktidara Karşı Koy.
Lise Anarşist Faaliyet”
The post Lise Anarşist Faaliyet’in Yayınladığı Bildiri appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post Lise ve Üniversitelerden Anarşist Merhaba – Meltem Çuhadar, Şeyma Çopur appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>
Giriş
2017-2018 eğitim öğretim dönemi, eylül ayı (liseler özelinde 18 Eylül günü) içerisinde başlamış oldu. Başlayan bu eğitim dönemi öncesinde, geçtiğimiz dönemlerde de olduğu gibi, çeşitli alt başlıklarda yapılan tartışmalar (laiklik) ile aslında eğitim tartışılmış oldu. (Hatta bu yazının yazıldığı günlerde TEOG kaldırıldı). Biz de tartışmanın önemli bir öznesi olarak tartışmaya katılmak istedik.
Öncelikle eğitimi basitçe tanımlayalım. Eğitim, bilgi aktarımı kisvesi altında iktidarın bireyleri ve toplumu şekillendirme aracıdır. Bu yapmış olduğumuz tanım, toplumun tamamını değerlendirdiğimizde karşılık bulacak bir tanım olamayabilir. Çünkü, toplumda bilginin “uygun” bir şekilde aktarıldığı ve başka bir aktarım şeklinin olmadığını zanneden bir anlayış vardır.
Biz, eğitim kavramı üzerine yapmış olduğumuz araştırmalar ve tartışmalar sonucu; eğitim denilen sistemin bireyin ve toplumun üzerinde bir tahakküm aracı olduğunu, devletin, kapitalizmin ve dinin bireyleri ve toplumu kendi çıkarlarına göre şekillendirmek için var olduğu sonucuna vardık. Eğitim sorunsalında özellikle son yıllarda çok tartışılan, “Alternatif Eğitim” gibi modeller, eğitim sistemi için bir kurtarıcı olarak tanımlansa da bilginin mülkiyeti ve bu mülkiyet üzerinden oluşan tahakküm sorunsalını çözmeye yetmemektedir. Ancak bu tartışma, başka bir yazının konusudur.
Eğitimin bir iktidar aracı olarak kullanıldığını kabul edersek, bu dönemin başlangıcında yaşanan tartışmaların iktidar kavgasından başka bir şey olmadığını fark ederiz. Bu kavganın tarafları, AKP’nin adıyla somutlaşan milliyetçi-muhafazakar iktidar ve ulusalcı-cumhuriyetçi muhalefettir. Bu sadece basit bir iktidar-muhalefet tartışması gibi görünse de, tartışmanın kapsamı, toplumun yönetilmesinden tutun da yaşamın şekillendirilmesine kadar etkilidir. Yine de eğitim sisteminin öznesi olan bizler için eğitim başlığının tartışılan alt başlıklarını değerlendirelim.
Müfredat Değişikliği Tartışması
Müfredat, eğitimin bireyi şekillendirilmesindeki en belirgin araçtır. Bireye, dolayısıyla topluma hangi bilginin verilip verilmeyeceği ve nasıl verileceği müfredat tarafından belirlenir. Müfredatı belirlemek aslında iktidarın kısa ve uzun erimde toplumu şekillendirme stratejisiyle alakalıdır. Milliyetçi ve muhafazakar bir toplum yaratmak isteyen iktidar 6 yaşından 18 yaşına kadar süren eğitimin şeklini belirlemek ister. Bu dersler kapsamında, milliyetçilikle bezenmiş tarih ve coğrafya derslerinde “vatan” sınırlarının şekillendirilmesi, abartılı savaşlardaki abartılı kahramanlıklarla yükseltilen milliyetçilik Türk Dili ve Edebiyatı’yla sürdürülecektir. Oluşturulmak istenen muhafazakar ahlak anlayışı, ders saatleri artırılan din kültürü ve ahlak bilgisi dersi ile gerçekleştirilecektir. Matematik, fizik, kimya gibi (toplum) iktidar yararına olan dersler değişmezken, çok renkliliği-sesliliği, yaratıcılığı savunan sanat, düşünen düşündüren soruları cevaplayan sorgulayan felsefe, birey hallerinden toplumun hallerini araştıran geliştiren psikoloji, sosyoloji gibi derslerin ders saati azaltılırken derslerin niteliği de değiştirilir. (“Nitelikleri düşürülür” yazmadık çünkü zaten eski müfredatta da nitelikleri düşüktü. Sadece bu iktidara uygun bir şekilde nitelikleri değiştirildi.) Spor dersi ise genel geçer sporların yapıldığı bir spor anlayışından çıkarılarak güçlü güçsüz ayrımını belirleyen ve adeta bir asker sporuna dönüştürüldü (Aslında hep böyleydi).
Müfredat değişikliği tartışmalarının önemli bir örneği, evrim teorisinin müfredattan çıkarılıp çıkarılmaması oldu. Gelen tepkiler üzerine iktidar önce oldukça netti: “Olmayan bir şeyin dersini nasıl öğretelim” karşılığını verdi. Ardından her ne olduysa “Çıkarmadık, daralttık.” denildi. Tartışmada en son varılan nokta ise “evrim teorisinin felsefi altyapısı olmadığı gerekçesiyle liselerden kaldırılıp üniversitelerde öğretilmesi” oldu. İktidarın evrim teorisini tamamen müfredattan çıkaramamasının nedeni, tek başına muhalefetin tepkisi değil gibi görünüyor. Bunun nedeni, önümüzdeki günlerde anlaşılacak gibi.
Yönetmelik Değişikliği Tartışması
Eğitim sisteminde yönetmelik değişikliğinin kapsamı okulun işleyişi ile ilgilidir. Okulun başlangıç ve bitiş saatleri, okul içi kurallar ve kurallara uyulmadığında disiplin kurulunun işleyişi gibi konular yönetmelikle ilgili konulardır. Yönetmelikler, eğitim sistemi içerisine konumlandırılan öğrencinin tüm hareketlerini kontrol altına alan kurallardan oluşur. Kılık kıyafetinden saç sakalına, öğrencinin okul içi okul dışı hal hareketlere kadar davranışlarını kapsamaktadır. Hatta bu kapsama geçtiğimiz dönemlerde çıkarılan bir yönetmelikle öğrencilerin internet paylaşımları da alındı. Daha internet paylaşımları üzerinde herhangi bir öğrenci Erdoğan’a hakaret suçlamasından cezalandırılmamış olsa da bu önümüzdeki günlerde bunun olmayacağı anlamına gelmemektedir. Kaldı ki internet paylaşımları üzerinden öğrencilerin fişlendiği ise aşikar. Bu fişlemelerle “bu bizden-bu bizden değil” anlayışıyla ayrıştırdıkları öğrencileri büyük bir baskının beklediğini biliyoruz. Her türlü muhalif öğrencinin karşı karşıya kalacağı bu baskı, iktidar ve muhalefetin kavgasının ötesinde herkesi kapsayacaktır. Ayrıca bu yönetmeliklerin işleyişi belirgin bir çelişki içerecektir/içermektedir. AKP (ya da MHP) bünyesindeki müdürler, müdür yardımcıları ve öğretmenler yönetmelikle belirlenen disiplin kurallarını kendi öğrencilerine uygulamayacaklardır. Bu bize yönetmeliklerin kural koyucular tarafından bile işletilmediğini göstermektedir. Disiplin kuralları kural koyucular tarafından bile işletilmez. Çünkü bu kurallar “disiplin” için değil iktidarın kendine itaatkar bir toplum ve birey yetiştirmesi için uygulanır. Bu dönem gerçekleştirilecek olan bir başka değişiklik ise bu kuralların işletilemediği karşı koyuşlara saldırmak için özel güvenlik görevlileri yerine okullara özel polislerin yerleştirilmesidir.
Yapısal Değişiklik
AKP’den önce kemalist-ulusalcı ideolojiyle şekillendirilen eğitim 15 yıldır iktidarda olan AKP tarafından milliyetçi-muhafazakar anlayışa dönüştürülüyor. Bu dönüşüm, yavaş yavaş senelerdir sürmekteydi ancak son dönemde yapısal değişikliklerin hayata geçirilmesi hızlandı. Ortaokul ve liselerin imam hatip lisesine dönüştürülmesi, geçtiğimiz yıllarda da büyük bir tartışma konusuydu. Okulların yapısal değişikliği hızlandıkça İmam Hatiplerin sayısı da arttı. Önceden 60 bin olan imam hatiplerin sayısı 2017 itibariyle 2 milyonu aştı. Bu okulların iki bini, bu yıl açıldı. Yapılan yönetmelik değişikliğinde, bir ilçede Anadolu Lisesi açılabilmesi için nüfus şartı en az 20 bine yükseltildi. İmam hatipler için ise nüfus şartı 5 bine kadar düşürüldü. Bir başka yapısal değişiklik ise imam hatipler dışındaki Sosyal Bilimler, Fen, Güzel Sanatlar ve Spor Liseleri yönetmeliklere uymadığı gerekçesiyle kapatılabilecek olması. Bu değişikliğin uygulanması pek çok Anadolu, Fen, Sosyal Bilimler, Güzel Sanatlar ve Spor Liselerinin kapatılarak İmam Hatip Lisesine dönüştürülmesini sağlayacak.
Sonuç
Eğitim sistemi, milliyetçi-muhafazakar anlayışın topluma empoze edilmesi için, önceki iktidarlar tarafından olduğu gibi- bu iktidar tarafından da kullanılıyor. İktidarların kendi ideoloji ve yaşam biçimlerini topluma dayatma noktasında bir araç olarak kullandıkları eğitim, iktidarlar ve muhalefet tarafından tartışılırken meselenin asıl öznesi olan biz öğrenciler özgürlüğü bu iki taraftan birini seçmek zannederek büyük bir yanılgı yaşıyoruz. Aslında seçenekler aynı, hangisini seçersek seçelim, iktidarlar tarafından şekillendirdiğimiz bir seçim olacak bu.
Meltem Çuhadar
Lise Anarşist Faaliyet
Yükseköğretime Giriş Sınavı sonrasında “özgürce” seçtiğimiz üniversitenin bir bölümündeyiz. Artık, ilkokul ve liseden en önemli farkı “zorunlu” olmamasıyla aşırı “özgürleşmiş” olan üniversitedeyiz. Artık üniversitedesin, merhaba.
Yüksek Öğretim Kurumu (YÖK): 12 Eylül’den sonra çıkarılan bir yasa ile kurulmuş, “Tüm yüksek öğretimi düzenleyen ve yükseköğretim kurumlarının faaliyetlerine yön veren, bu kanunla kendisine verilen görev ve yetkiler çerçevesinde özerkliğe ve kamu tüzel kişiliğine sahip, bir kuruluştur.” Ekim 2016’da yayınlanan KHK’nın ardından önceden YÖK’ün sorumlu olduğu üniversitelere rektör atama, artık cumhurbaşkanı tarafından gerçekleştirecek.
Üniversitelerde Neler Oluyor?
Zorunlu eğitim olmadığı için ilkokul ve liselerden ayrı tutulan üniversiteler, Yüksek Öğretim Kurumu’nca genel hatları belirlenen, ancak “her rektörün kendi yönetmeliği” olduğundan bu tartışmalara (laik eğitim-muhafazakar eğitim) dahil değil. Ancak, tartışmayı daha geniş bir başlığa, milliyetçi-muhafazakar ideolojinin toplumu istediği gibi şekillendirmesine çekersek, üniversiteler özelinde bu konuyla ilgili hayli söz üretebiliriz.
Öncelikle belirtelim: Üniversite, bireylerin sistem içinde konumlanabilmesi için var olan entegrasyondur. Birey kapitalist sistem içerisinde hangi pozisyonda konumlanacağını üniversiteler sayesinde gerçekleştirir. Ancak üniversiteler, bu topraklardaki ekonomik, siyasal ve toplumsal olaylara karşı söz üretebilmek adına önemli bir alandır. Bu yüzden üniversitelerde siyasi olarak var olmak biz anarşist gençler için de önemlidir. “Ülkemizin aydın insanları”, AKP’nin karanlığı” gibi söylemlerle tartışmanın diğer tarafını oluşturan ulusalcı- kemalist veya ilerici-sosyalist düşünceden farklı bir noktada duruyoruz.
Rektörler Artık “Seçilmiyor”
Gerçekleştirmek istediği yapısal dönüşümün üniversite ayağında, yakın tarihe kadar başörtüsü serbestliği dışında görünür bir çalışma yapmayan milliyetçi-muhafazakar iktidar, stratejilerini gerçekleştirmek için OHAL’i kullandı. Bu kapsamda, 29 Ekim’de yayınlanan 676 sayılı Kanun Hükmünde Kararname ile rektörlük seçimleri kaldırıldı. Rektörler, YÖK’ün önerdiği üç aday arasından Cumhurbaşkanınca atanacak. Şayet bir ay içerisinde önerilenlerden birisi Cumhurbaşkanı tarafından atanmazsa, YÖK de iki hafta içerisinde yeni aday göstermezse, Cumhurbaşkanı doğrudan atama yapacak.
Tüm bu düzenlemelerin üniversitelere yönelik bir hamle olmasının ötesinde “Başkanlık”ın uygulamaya geçmesinin bir göstergesi olduğunu unutmamak gerek. 1980 darbesi ile kurulan YÖK, 2007’ye dek fiili olarak “özerk” bir yapıya sahipti ve YÖK’ün çizdiği genel sınırlarda, her üniversitenin yönetimi rektörlüklerdeydi.
2016’da rektörlük seçimleriyle ilgili yayınlanan KHK’dan önce, “Rektörlük seçimleri üniversitelerde haksız uygulamalar, kırgınlıklar ve kişisel çekişmelere yol açmakta ve yükseköğretim kurumlarında kaos ortamının oluşmasına neden olmaktadır. Bu nedenle üniversitelerde seçim sisteminin terk edilerek atama sisteminin getirilmesi ile bu sıkıntıların ortadan kalkmasının sağlanması amaçlanmaktadır.” açıklamasıyla AKP tarafından meclise yasa önerisinde bulunmuş, ancak muhalefetin tepkisi nedeniyle yasa önergesi geri çekilmişti.
Rektörlüğün Cumhurbaşkanı tarafından seçilmesi, aslında pratikte 2016’dan önce gerçekleşen bir uygulama. İstanbul Üniversitesi’nde 2015’te yapılan seçimlerde 300 oy fark ile Raşit Tükel rektör seçilmiş, ancak YÖK Mahmut Ak’ı birinci sıradan Cumhurbaşkanına önermiş ve böylece rektör Mahmut Ak olmuştu.
Bunun ardından, akademik camiada da, üniversiteliler arasında da tartışılan konu “milli irade” meselesi oldu. Erdoğan’ın o süreçte yükselttiği ve oy çoğunluğunu ifade eden “milletimizin iradesi” -yani temsili demokrasi- söz konusu üniversite olduğunda, hiç dillendirilmemişti ve Erdoğan, cumhurbaşkanı olmanın sorgulanamazlığı ile çoğunluğu da hiçe sayarak (zaten azınlık yok sayılıyor) yeni bir rektör atamıştı.
Darbeden bir yıl sonra kurulan YÖK, kuruluşuyla beraber, her üniversitenin kendi özelinde yaptığı rektörlük seçimini kaldırmıştı. Yükseköğretim Kurumlarına rektörü doğrudan YÖK’ün sunduğu adaylar tarafından Cumhurbaşkanı’nın ataması Kanunu getirilmişti. 1992 yılında, bu kanunda düzenleme yapılmış, üniversitelerde tekrar rektörlük seçimleri yapılmaya başlanmıştı. 2016 yılında çıkartılan KHK ile, seçimler tekrar kaldırılmış oldu. Yani üniversiteler YÖK’e değil, doğrudan Cumhurbaşkanlığı’na bağlanmış; bu yüzden YÖK’ün de eski etkisi kalmamış oldu.
Akademisyenler İhraç Ediliyor
Vakıf Üniversitelerini saymazsak, “köklü üniversiteler” olarak adlandırılan üniversiteler; bundan önce devrimci çalışmaların yapıldığı yerlerdi. Aynı zamanda, iktidarın sunduğu bilgi anlayışının ve iktidarın ideolojisinin dışında; -YÖK’ün etkisini saymazsak- rektörlerin, dekanların, profesörlerin ve akademisyenlerin kendi bilgi anlayışları ve muhalif ideolojileri vardı. Aynı zamanda, üniversiteliler ekonomik, siyasal ve toplumsal adaletsizliklere karşı üniversitelerden söz üretebiliyor, siyasetin bir öznesi haline gelebiliyorlardı.
Devletin OHAL kapsamında yayınladığı KHK’lar ile yüzlerce akademisyen görevden atıldı. Görevden alınan akademisyenlerin bir kısmı devletin FETÖ ile ilişkili olduğu öne sürdüğü akademisyenlerdi. Ancak görevden alınanların büyük çoğunluğunu muhalif akademisyenler oluşturuyordu. 11 Ocak 2016’da, Barış İçin Akademisyenler imzasıyla bir bildiri yayınlanan 1128 akademisyen, “Bu Suça Ortak Olmayacağız” şiarıyla Kürdistan’da yapılan “insan hakları ihlalleri”ne karşı tepkilerini gösterdiler. Hemen ardından Erdoğan tarafından hedef alınmaları gecikmedi: “akademisyen müsveddeleri”, “alçaklar”, “terörist yandaşları” gibi yaftalamaların ardından, “gerekli kurumları gerekli faaliyete” çağıran Erdoğan, yayınlanan KHK’lar ile kendisinden olmayanı susturma, sindirme ve yok etme stratejisinin bir uzantısı olarak FETÖ’cülerle birlikte, bu akademisyenleri de görevden aldırdı. Yerlerine atanan rektörler, profesörler ve akademisyenler; hepsi açık bir şekilde iktidarı destekliyordu.
Entegrasyon Şekil Değiştiriyor
AKP’nin milliyetçi-muhafazakar anlayışı haricinde üniversitelerde yaygınlaştırmak istediği anlayışın kendi ekonomik çıkarlarına da paralellik gösterdiğini söylemek zor olmasa gerek. Üniversitenin entegrasyon olduğunu söylemiştik, son 15 yıldır AKP iktidarının yapmış olduğu, yapmayı amaçladığı ve bundan sonra yapacağı şey bu entegrasyonun şeklini değiştirmektir. Sözgelimi bundan önce Çevre Mühendisliği’nde okuyan bir öğrenci, okulunda öğrencilerin yaptığı ekoloji panellerinde yer alması, akademisyenlerin veya profesörlerin ders anlatırken HES, RES gibi enerji santral projelerinin karşısında yer aldıklarını belirtmesi, yakın gelecekte imkansız görünüyor. Önümüzdeki süreçte, iktidarın öğretmenleri ve iktidarın anlayışının empoze edildiği öğrenciler artık santral projelerini yüzde yüz destekleyeceklerdir.
Şunu ekleyelim; üniversitelerde kemalist-ulusalcı ideolojinin hakim olduğu dönemde “daha özgürmüşüz” gibi bir yargıdan söz etmiyoruz. Ulusalcı-kemalist ideolojinin ilk yıllarında da benzeri stratejiler geliştirilmiş, “kemalist olmayan”ın herhangi bir alanda kendini var etmesi söz konusu olmamıştır. İktidarların, kendi ideolojileri doğrultusunda toplumu şekillendirme stratejilerinde, eğitim kurumları her zaman iktidara paralel olmuştur. Milliyetçi-muhafazakar iktidar, şu an kendi anlayışını/ideolojisini belirli bir kalıba sokmaya ve bu kalıpları keskin çizgilerle belirlemeye çalışıyor. Bu yüzden, kendinden olmayan hiçbir düşüncenin varlığı, kendi alanı olan üniversitelerde mümkün olamaz.
Devletin kutuplaştırma politikasının bir uzantısı olarak, toplumun geneline yayınlan bu taraflaşma, üniversitede de belirginleşti. Eğitim başlığında değerlendirilen tartışmaların üniversiteye yansıması bu taraflaşmanın ötesinde, iktidarın kendinden olmayanı hiçbir alanda var etmeme stratejisinin somutlaşmasıdır. Görünen o ki, bu dönem de biz gençler için tartışmalı bir yıl olacak.
Şeyma Çopur
Anarşist Gençlik
Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 40. sayısında yayınlanmıştır.
The post Lise ve Üniversitelerden Anarşist Merhaba – Meltem Çuhadar, Şeyma Çopur appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post Sınav Depresyon Eğitim Entegrasyon – Şeyma Çopur, Ada Sapan appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>Kapıda Kalanlar, Kapıdan Geçenler
Bu yıl üniversite sınavına girmek için 2.162.895 kişi başvuru yaptı. 102.949 kişi kapıdan geçemezken 1457 kişinin ise kapıdan geçtiği halde sınavı geçersiz sayıldı. Kapıdan geçenler şimdilerde üniversite kapılarının önünde tercih yapma telaşındalar. 15 Dakika Kuralı’yla kapıda kalanlarsa ya bir sene daha bekleyip “kazanma” maratonunu sürdürecek ya da üniversiteyi “kaybetmeyi” kabullenerek başka tercihler yapacaklar.
Aileler, dershaneler, okul müdürleri durmadan aynı şeyi söyledi: “Bu tercih hayatını belirleyecek.” Peki hayatımız bir sınavla değişir mi? Otoriter ve kapitalizme entegre bir eğitimle değişmeyeceğini bilsek de bazı arkadaşlarımız baskılar karşısında bir sınavı kaybetmenin korkusunu yaşıyorlar. Bazılarımız sınavın stresiyle depresyona giriyoruz, bazılarımız üniversite ile kapitalizme entegre oluyoruz.
Sınav Depresyon
Yıllar boyu hazırlanılan sınavın sonunda yapılan tercih, öz iradeyle yapılan bir seçim değildir. Tercih yapmak, önüne sunulan seçeneklerden birini seçmek zorunda olmaktır. Üniversite tercihleri de sınava girenleri kapitalizmin seçeneklerinden birini seçmek zorunda bırakır. Bu şekilde kapitalizmin dışında bir yaşam olamayacağı yanılgısı yaratılır ve sınavı kazanamayanların her şeyi kaybettiklerine inandırılır.
Sınava hazırlanma sürecinde ise esas kaybedilen rakibe dönüşen arkadaşlar, sınavın stresiyle bozulan psikolojimiz ve çalışarak harcanan tüm zamanımızdır. Ev, dershane, okul üçgeninde sabahtan akşama, haftalarca, aylarca süren bu yarışta nefes almak için verilen molalardaysa “sosyalleşme” arkadaşlarla içilen bir bardak çay ya da sosyal medyadan takip edilen hesaplarla mümkün olur. Çünkü sınav asosyalleştirir. Sınava çalışırken yapmayı sevdiği ne varsa bırakan, evden günlerce çıkamayan, sınav bitince her şeyin değişeceğine inanan da çoktur. Peki aylarca süren bu yarışta çözdüğümüz testler bizdeki bu sorunları çözer mi? Tabi ki hayır, biz sınavın yoğun temposuyla aslında birçok şeyi kaybetmişizdir. Rekabet ettiğimiz arkadaşlarımızı, bozulan sağlığımızı ve sevdiğimiz şeyleri yaparak geçirdiğimiz tüm zamanı.
Kapıda kalan da kapıdan geçen de büyük belirsizliğin içinde bulur kendini. Aslında her iki durumda da sonuç değişmez. Bu belirsizliğin sonucu sınavların bizden çaldığı bir gelecek ve yaşamdır. Bazılarımız ne yazık ki bu sonucu dahi beklemeden belirsizliğin yarattığı depresyonla kaybolur.
Eğitim Entegrasyon
Eğitim, düzene uygun bireyler yetiştirir. İktidar, kendi ideolojisini taşıyan bir toplum yaratmak için eğitim sistemini de kendi istediği doğrultuda şekillendirir. Ancak iktidar kim olursa olsun eğitim sisteminin olmazsa olmazı itaatkar bireyler yetiştirmesidir. Yıllardır süregelen ve uygulanan Kemalik Eğitim, militarist algısıyla hizaya sokulmayı, and içmeyi, marş söylemeyi ve tek tip kıyafeti dayattı. Kurallarına uymayanları ise disiplin cezalarıyla terbiye etmeye çalıştı, başaramayınca da okuldan attı.
AKP’nin iktidarıyla birlikte toplumun genelinde bir muhafazakarlaşma başladı. Bu muhafazakarlaşmanın yansımaları en başta da eğitim sistemi içinde görüldü. 4+4+4 sistemiyle ve kılık kıyafet yönetmeliğinin AKP’nin istediği öğrenci tipini yaratma yönünde değiştirilmesiyle daha da belirginleşen bu yansımalar, Proje Okulları ve İmam-Hatipleşen okullarla sürdü. Patlak veren “FETÖ krizi” sonrasında Fethullah dershanelerine verilen destek kesildi. Temel Liseler açıldı. Böylece iktidar kendi tarafında olmayanı kendine uydurmuş olma stratejisini sürdürdü. Bu sene çokça konuşulan ve tartışılan müfredat değişikliği ise Kemalik Eğitim’den arta kalanı, OHAL’den alınan güçle değiştirme çabasıydı. Tüm bu uygulamalardan sonraysa devletin eğitimi bir entegrasyon aracı olarak kullandığını herkes açık bir şekilde gördü.
Toplumda eğitim her zaman tartışma konusu olarak gündeme geldi. Farklı düşüncelerin kendi çıkarları doğrultusunda eğitimi bir araç olarak kullanmak istemesiyle eğitim sistemi sürekli değişti. Laik olanın yerine muhafazakar, ya da herhangi başka bir kalıp eğitim fark etmiyor, bu değişimden etkilenen hep yaşamlarımız oluyor. Çünkü hepsinin aslında tek bir amacı var; itaatkar bireyler yaratmak, itaat etmeyeni de ortadan kaldırmak.
Öğretenin, öğrenene kurallarla düşüncelerini dayattığı, yasaklarla sınırladığı bir öğrenme sürecinde öğreten her kim olursa olsun, bu yöntem öğreneni itaatkarlaştırır. Eğitim sisteminin şekli ne olursa olsun yaratılan gelecek kaygısı depresyona, sınavı kazanmanın hayatı kazanmak olduğu sanısıysa yaşamlarımızı, kapitalizme entegrasyona sürükler. Ancak bizler devletin ve kapitalizmin önümüze sunduğu seçenekler arasından bir tercih yapmak zorunda değiliz. Önemli olan kazanacağımız diploma, statü ve kariyer değildir. Bunlar kapitalist bir düzenin olmazsa olmaz seçenekleridir. Devletin eğitim sistemine, kapitalizmin bencil düzenine uyum sağlamak zorunda değiliz. Bizden beklendiği gibi bir başkasının üzerine basıp yükselerek, bu uğurda her şeyi kaybederek “başarılı” olmak zorunda değiliz. Sonucu “kazanmak” odaklı bir yaşamın kaybedeni olduğumuzda da kazanacağımız şeyler var, unutmayalım. Çünkü önemli olan biziz. Önemli olan paylaşma ve dayanışma ilişkileriyle donatılmış adaletli ve özgür bir geleceği kazanmaktır. Bunun için örgütlenerek Anarşizm mücadelemizi her yere yaymaktan başka seçeneğimiz yok. Çünkü sınav depresyon, eğitim entegrasyon! Ama yaşamlarımız bizimdir!
Şeyma Çopur – Ada Sapan
Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 39. sayısında yayınlanmıştır.
The post Sınav Depresyon Eğitim Entegrasyon – Şeyma Çopur, Ada Sapan appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post Malezya’da Kuran Kursunda Bir Çocuk Dövülerek Katledildi appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>Malezya’da Johore eyaletine bağlı Kota Tinggi’de bulunan bir özel Kuran kursunda okuyan 11 yaşındaki Mohamad Thaqif Amin Gaddafi isimli çocuk, gürültü yaptığı gerekçesiyle dövüldü. Kursun 29 yaşındaki müdür yardımcısı tarafından 12 arkadaşıyla birlikte hortumla dövülen Thaqif’in 19 Nisan’da tedavi altına alındığı ve sonrasında vücudunda oluşan enfeksiyonlar neeniyle yaşamını yitirdiği öğrenildi.
Hortumla dövülmesi sonucu önce bacakları kesilen küçük çocuk, ameliyatın ertesi gününde komaya girdi. Kısa süre sonra çocuğun bir kolunda da enfeksiyona rastladı. Doktorlar Thaqif’in kolunun da kesilmesine karar verdi, ancak küçük çocuk operasyonun gerçekleştirilmesinden kısa süre önce yaşamını yitirdi.
The post Malezya’da Kuran Kursunda Bir Çocuk Dövülerek Katledildi appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post “Terörün Eğitimi Eğitimin Terörü” – Şeyma Çopur, Meltem Çuhadar appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>TERÖRÜN EĞİTİMİ
Devlet, dönemsel stratejilerini ve kendi propagandasını her alanda, türlü yollarla bizlere aşılamaya çalışır. Devletin bu propagandalarına izlediğimiz televizyonla, okuduğumuz gazetelerle, özellikle neredeyse her gün gittiğimiz okullarda öğretmenlerle, müdürlerle, disiplin kurullarıyla maruz bırakılıyoruz.
İktidarın idamı gündeme getirdiği bir dönemde, ilkokula giden arkadaşımızın karne günü yaptığı bir röportajda “Cumhurbaşkanı olup idamı getireceğim; darbecileri idam edeceğim” demesi de işte bu yüzden bizleri şaşırtmadı. Çünkü özellikle 15 Temmuz sonrası devletin hemen herkeste oluşturmak istediği düşünce buydu; her okulda dağıtılan “Teröre karşı milletiz” kitapçıkları, yapılan 15 Temmuz anmaları ve öğretmenlerin derslerde sürekli olarak bu konuyu işlemesi birer örnekti. İktidarla aynı düşüncede olan bir öğretmenin öğrencilerin eline verdiği idam ipiyle çektirdiği fotoğraflarsa, bahsettiğimiz bu propagandanın boyutunu apaçık gösteriyordu.
EĞİTİMİN TERÖRÜ
Okula girdiğimiz andan itibaren eğitimin terörüyle karşılaşırız. Okul bahçesinde girdiğimiz nizami sırada, okuduğumuz marşlarda ve yapılan törenlerde, terörün bir parçası olmak için yemin ettiriliriz. Dört duvar arasında sıkışıp kaldığımız odalarda öğretilen her bilgi, bizleri devletin terörüne entegre etmek içindir. İsteyip istemediğimiz sorulmadan bize öğretilen her bilgi, birçok şeyin algılarımızda kalıcı yerler edinmesine sebep olur.
Eğer tüm okul yaşantımız boyunca Türk olmak bizlere övülmeseydi, düşman diye öğretilenler dost olarak öğretilseydi, savaşlarda ölmenin kutsal olduğu saçmalığı söylenmeseydi; şu anda doğru bildiklerimiz tamamen bir yanlıştan ibaret olmaz mıydı?
Bu sorunun cevabı çok basit. Henüz doğru ve yanlışın ne olduğunu sorgulamadığımız yaşlardan beri bizlere öğretilen bilgiler, doğal ki algılarımıza hatta karakterlerimize kadar işler. Toplumu oluşturan her bireyin bu bilgelere maruz kalmasıyla, toplumun genelinin algısı ve ilişki biçimi iktidarın istediğince belirlenir. Dolayısıyla nefret ilk öğrenildiğinde kişinin bir başkasına hissettiği bir duyguyken; bunun yayılmasıyla toplum, kendinden olmayan herkese ve her şeye öfkeyle bakmaya, nefret duymaya başlar.
Algılarımızın ve eylemlerimizin böylesine belirlendiği ve iktidarın çıkarları doğrultusunda şekillendirildiği bir sistemde sınıfta halay çeken öğrencilerin ceza alması da, istiklal marşını okumayanların okuldan atılması da, henüz ilkokula giden bir çocuğun idamı istemesi de meşrulaşır. Bunun karşısında anadilini konuşmak isteyenler; yaşadığı adaletsizliklere tepki gösterenler; yaşamı ve özgürlüğü için bir araya gelenler de anormalleşmeye; yukarıda bahsettiğimiz nefretin odağı haline gelmeye başlar.
Ancak toplumsal tüm alanlarımızda giderek örgütlenen bu nefret ve şiddet, artık herkese değebilme potansiyeline sahip. Yaşam alanlarını savunanları görmezden gelenler artık kentsel dönüşüm bahanesiyle evlerinden bir gecede atılabilir; erkeğin kadını baskılamasına sessiz kalanlar, günün birinde bindikleri bir otobüste tacize maruz kalabilir; savaşı meşru görenler, bir gün savaş politikalarıyla yaşamlarını yitirebilir…
İktidarın baskısına, devletin terörüne karşı direnmek ve adaletsizliklere karşı mücadele etmek, bahsettiğimiz şiddetten ve nefretten kurtulabilmenin tek yoludur. Bizleri maruz kaldığımız adaletsizliklere karşı direndiğimiz için “anormal” ilan edenlere, terörün eğitimiyle tektipleştirmek isteyenlere, eğitim terörüyle sindirmeye çalışanlara karşı varolabilmek ancak direnmekle mümkündür.
Şeyma Çopur – Meltem Çuhadar
Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 36. sayısında yayınlanmıştır.
The post “Terörün Eğitimi Eğitimin Terörü” – Şeyma Çopur, Meltem Çuhadar appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>