The post Anarşist Ekonomi Tartışmaları (33): Ekonomiyi Yenmek appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>Dayanışma ekonomisi, Anarşist Ekonomi Tartışmaları yazı dizimizde daha önce ele aldığımız bir konu. Bu sayıda ise popüler bir model olarak pratik edilen dayanışma ekonomisine yönelik bir eleştiriye yer veriyoruz. Alıntıladığımız metin, ekonomiyi bir amaç olarak görmeyi reddeden anarşist bir grup olan Görünmez Komite’nin 2015’te yayımladığı “Arkadaşlarımıza” adlı kitapta bulunuyor.
Komünü zaptedilmez yapan şeyin tam da onun esasını oluşturması, onun baştan başa sarıldığı halde hiçbir zaman gasp edilemeyecek olması, önceden de Roma Hukuku’ndaki res communes’in ayırt edici özelliğiydi. “Ortak şeyler” okyanus, atmosfer, tapınaklar gibi ele geçirilemeyecek şeylerdi. Birkaç litre suyu, bir kıyı şeridini ya da tapınağın taşlarını ele geçirebilirsiniz ama denizi değil, kutsal yeri değil. Res communes paradoksal biçimde şeyleştirilmeye, şeylere dönüşmeye direnirler. Kamu hukukunda, kamu hukuku dışında kalanları belirtir: Ortak kullanımda olanlar yasal kategorilere indirgenemez. Dil genellikle “komünal”dir: Kişi onun sayesinde, onun aracılığıyla kendini ifade edebilse de kimse onu kendi mülkü yapamaz. Kişi onu sadece kullanabilir.
Son yıllarda bazı ekonomistler yeni bir “komün” teorisi geliştirmeye çalışıyorlar. “Komün”ün, pazarın değer vermekte zorlandığı ama onsuz işlemeyeceği şeyler olduğu söyleniyor: Çevre, zihinsel ve bedensel sağlık, okyanuslar, eğitim, kültür, büyük göller vb. ama aynı zamanda dev altyapılar (otobanlar, internet, telefon ya da sağlık ağları vb.). Hem gezegenin durumundan endişelenen hem de pazarın işleyişini geliştirmeyi arzulayan bu ekonomistlere göre, bu “ortak şeyler” için sadece pazara dayanmayan yeni bir “yönetişim” biçimi icat etmek gerekiyor.
2019 Nobel Ekonomi ödülü sahibi Elinor Ostrom’un “komünü yönetmek” için sekiz ilke tanımladığı son “çok satan” kitabının adı Ortak Malların Yönetimi. Henüz oluşturulmamış olan “ortak şeylerin yönetim kadrosunda” kendilerine bir yer olduğunu anlayan Negri ve şürekası özünde tamamen liberal olan bu teoriyi benimsedi. Hatta kapitalizm tarafından üretilen her şeyin son tahlilde insanların üretken işbirliğinin sonucu olduğu şeklinde bir akıl yürütmeyle, “ortak şeyler” kavramını bunları kapsayacak şekilde genişlettiler. İnsanların bunları ele geçirmesinin yolu ise pek sık görülmeyen bir “ortak şeylerin demokrasisi” olarak gösteriliyordu. Fikir yoksunu ebedi takipçileri koşup onların arkasında sıraya girdiler. Şimdi kendilerini “sağlık, barınma, göç, sosyal hizmetler, eğitim, tekstil endüstrisindeki koşullar vb.” talep ederken buldular; ele geçirilmesi gereken o kadar çok “ortak şey” var ki… Böyle giderse yakında nükleer santrallerin işçiler tarafından yönetilmesini isteyecekler ve tabi NSA (Ulusal Güvenlik Ajansı isimli ABD istihbarat teşkilatı), çünkü internet herkese ait olmalı. Onlara göre sofistike teorisyenler “ortak şeyleri” Batı’nın sihirli şapkasından son çıkan metafizik prensip olarak görme eğiliminde. Bir “arche” diyorlar, “bütün politik hareketi örgütleyen, kumanda eden ve hükmeden” anlamında, yeni kurumları ve yeni bir dünya hükümetini doğuracak olan yeni bir “başlangıç”. Bütün bunların kaygı verici yanı, hayal edebildikleri tek devrimin bugünkü dünyanın yönetim kademesine Proudhon ve İkinci Enternasyonal’den ilham alan insanların danışmanlık yapması. Günümüzdeki komünler “ortak şeylerin” hiçbirine erişim talebinde bulunmuyor ya da yönetimine heves etmiyor. Doğrudan doğruya ortak bir yaşam biçimi örgütlüyorlar, yani gasp edilemeyecek olanla ortak bir ilişki geliştiriyorlar ve dünya ile başlıyorlar.
Bu “ortak şeyler” yeni nesil bürokratların eline geçti diyelim, bizi öldüren şeyler hiçbir açıdan gerçek anlamda değişmeyecek. Metropolün tüm sosyal yaşamı dev bir cesaret kırma projesi gibi çalışıyor. İçindeki herkes, varoluşlarının her yönüyle, genel emtia sistemi örgütlenmesi tarafından tutsak ediliyor. Kişi elbette o ya da bu örgütte aktivist olabilir, “arkadaş” grubuyla sokağa çıkabilir ama nihayetinde herkes kendi başınadır, kendi postunu kurtarır ve bunun farklı olacağını düşünmek için bir neden yoktur. Fakat her hareket, her sahici deneyim, her isyan süreci, her grev, her işgal, o hayatın kendini kanıtlayan sahte kanıtında açılan bir çatlaktır; ortak bir yaşamın mümkün ve arzulanır olduğunu, değerli ve coşkulu olabileceğini kanıtlar. Bazen sanki buna inanmamızı engellemek için diğer yaşam biçimlerini, sönümlenenlerinden kalan izler dahil, imha etmek üzere her şey üst üste geliyor gibi gözüküyor. Geminin dümenindeki gözü dönmüşlerin en korktuğu şey, yolcuların onlardan daha az nihilist olması. Gerçekten de bu dünyanın bütün örgütlenmesi, yani ona mutlak bağımlılığımız, olası diğer bütün yaşam biçimlerinin gündelik olarak inkarıdır.
Toplumsal cila çatlayıp soyuldukça bir güç biçimini almanın aciliyeti yüzeyin altından ama görünür biçimde yayılıyor. Meydanlar hareketi bittiğinden beri birçok şehirde grev komitelerinin ve mahalle meclislerinin ama aynı zamanda kooperatiflerin tahliyeleri durdurmak için, her şey için ve her anlamda karşılıklı yardımlaşma ağlarının ortaya çıktığını görüyoruz. Üretim, tüketim, barınma ve kredi kooperatifleri ve hatta yaşamı her yönüyle ele alan “entegre kooperatifler”. Bu çeşitlilikte, daha önceden marjinal olan bir pratikler yumağı, şimdiye kadar bunları neredeyse kendine saklayan radikal gettonun çok ötesine yayılıyor. Böylelikle daha önce olmayan bir ciddiyet ve etkinlik kazanıyorlar ve bu pratikler kolaylaşıyor. İnsanlar para ihtiyacını beraberce karşılıyorlar, biraz kazanmak ya da onsuz yapmak için örgütleniyorlar. Yine de araç yerine amaç olarak alınırsa kooperatif bir marangozhane ya da oto tamirci, maaşlı iş kadar bezdirici olabilir. Her bir ekonomik oluşum, eğer komün onun bütünlüğünü reddetmiyorsa unutulmaya mahkumdur, zaten unutulmuştur. Yani komün, ekonomik toplulukları (komüniteleri) birbirleriyle iletişim (komünike) haline getiren, onların içinden akan ve onları taşıran şeydir; ben-merkezci eğilimlerini engelleyen bağdır.
20. yüzyılın başında Barselona işçi hareketinin etik yapısı yürümekte olan deneyimlere bir rehber olabilir. Ona devrimci karakterini veren tek başına özgürlükçü okullar, CNT-FAI damgalı parayı basan teknisyenler, sektörel sendikalar, işçilerin kooperatifleri ya da pistoleros grupları değildi. Bütün bunları birleştiren bağdı, bütün bu faaliyetlerin ve oluşumların arasında yeşeren ama hiç birine atfedilemeyecek olan ortak yaşamdı. Bu onun yenilmez olan temeliydi.
“Krizin” vurduğu birçok Avrupa ülkesinde toplumsal ve dayanışmaya dayalı ekonominin ve onlara eşlik eden kooperativist ve mutualist ideolojilerin ısrarla geri döndüğünü görüyoruz. Bunun “kapitalizme bir alternatif” oluşturabileceği fikri yayılıyor. Biz bunu daha çok mücadeleye alternatif, komüne alternatif olarak görüyoruz. Sadece Dünya Bankası’nın son yirmi yılda dayanışma ekonomisini özellikle Güney Amerika’da nasıl bir politik pasifleştirme tekniği olarak kullandığına bakmak ikna edici olacaktır. “Üçüncü Dünya” ülkelerinin gelişmesine yardım projesi, 1961-1969 yıllarında ABD Savunma Bakanı olan ve Vietnam, Portakal Gazı ve Rolling Thunder bombalaması ile bilinen Robert McNamara’nın karşı isyan tasarımıdır. Bu ekonomik proje esasında ekonomik değil tamamen politiktir ve basit bir amacı vardır. ABD’nin “güvenliğini” garantilemek yani komünist isyanları yenmek için onları doğuran en büyük etken olan “aşırı yoksulluk”tan mahrum bırakmak. Yoksulluk yoksa isyan yok. Katıksız Galula. McNamara 1968’de “Cumhuriyetin güvenliği” diye yazıyordu, “sadece onun askeri gücüne değil, hatta öncelikle, burada kendi evinde olduğu kadar dünyanın her yerinde gelişmekte olan ülkelerde istikrarlı ekonomik ve politik sistemlerin yaratılmasına dayanır.” Bu açıdan bakıldığında yoksullukla savaşın bir çok amacı var. İlk olarak asıl sorunun yoksulluk değil zenginlik olduğu gerçeğini gizliyor; küçük bir azınlığın iktidarla birlikte üretim araçlarının çoğunu elinde tuttuğu gerçeğini. Ayrıca sorunu politik değil toplumsal mühendislik meselesine çeviriyor. Dünya Bankası’nın 1970’ten beri yoksulluğu azaltmak için yaptığı müdahalelerin neredeyse sistematik olarak başarısızlığa uğraması ile dalga geçenler, gerçek amacı olan isyanı önlemek konusunda çoğunlukla kesin başarı sağladığını dikkate alsalar iyi olur. Bu mükemmel işleyiş 1994’e kadar sürdü.
1994, 170.000 yerel “dayanışma komitesinin” desteğiyle ABD ile yapılan serbest ticaret anlaşması ile üretileceği öngörülen şiddetli toplumsal bozulmanın etkilerini yumuşatmak için tasarlanan Meksika’da Ulusal Dayanışma Programı’nın (PRONOSOL) başlatıldığı zamandı. Zapatistaların isyanına yol açtı. O zamandan beri Dünya Bankası “yoksul halkların otonomisini ve yetkelendirilmesini destekleyen” mikrokrediye* odaklandı (2001 Dünya Kalkınma Raporu). Kooperatifler, yardımlaşma dernekleri, kısacası toplumsal ve dayanışmacı ekonomi. Aynı rapor diyor ki “yoksul insanların yerel örgütlere mobilizasyonunu teşvik edin ki aynı zamanda o kurumlarda denetleyici olarak rol alabilsin, yerel karar alma süreçlerine katılabilsin ve böylece günlük hayatta hukukun üstünlüğünün sağlanması için işbirliği yapsınlar.” Yani yerel liderleriyle işbirliği yapıp kendi ağlarımıza dahil edin, muhalif grupları etkisizleştirin, “insan sermayesinin” değerini yükseltin, daha önce emtia dolaşımından kaçan her şeyi, marjinal olanları bile dolaşıma sokun.
Onbinlerce kooperatifin ve hatta kazanılan fabrikaların bile Argentina Trabaja programına entegre olması Cristina Kirchner’ın 2001 isyanına cevap olarak ayarlanmış karşı isyancı başyapıtıdır. Ondan aşağı kalmasın, Brezilya’nın 2005 yılında 15.000’e varan işletmesi ile kendi Ulusal Dayanışma Ekonomisi Sekreterliği, yerel kapitalizmin başarı hikayesine parlak biçimde ekleniyor. “Sivil toplumun mobilizasyonu” ve “farklı bir ekonominin” geliştirilmesi Naomi Klein’ın safça düşündüğü gibi “şok stratejisine” uygun bir cevap değil, şok mekanizmasının diğer vuruşu. Neoliberalizmin temel unsuru olan şirket-biçimi kooperatiflerle beraber yayılıyor. Yunanistan’da bazı solcuların yaptığı gibi ülkesinde son iki yılda öz yönetimli kooperatiflerin patlamış olmasından aşırı memnun olmamak gerekir. Çünkü Dünya Bankası tam olarak aynı hesabı aynı memnuniyetle yapıyor. Toplumsal ve dayanışma tipinde esnek bir marjinal ekonomik sektörün varlığı politik, dolayısıyla ekonomik, iktidarın merkezileşmesine karşı bir tehdit oluşturmuyor. Hatta onu bütün zorluklardan koruyor. Bu kadar korunaklı bir tamponun arkasında Yunan armatörler, ordu ve ülkenin büyük şirketleri her zamanki işlerine devam edebiliyorlar. Bir miktar milliyetçilik, toplumsal ve dayanışma ekonomisinden bir dokunuş ve işte sonuç: İsyan biraz daha beklemek zorunda.
Ekonomi “davranışların bilimi” ünvanını ya da hatta “uygulamalı psikoloji” mertebesini iddia etmeden önce ihtiyacın, bu ekonomik yaratığın dünya üzerinde çoğaltılması gerekiyordu. Bu ihtiyaç hali, bu muhtaç emekçi, doğanın yarattığı bir şey değil. Uzun zaman boyunca sadece yaşam şekilleri vardı, ihtiyaçlar değil. İnsan bu dünyanın bir parçasında yaşar ve orada kendini nasıl besleyeceğini, nasıl giyineceğini, eğleneceğini ve başının üstüne bir dam koyacağını bilirdi. İhtiyaçlar tarih içinde kadın ve erkekleri dünyalarından kopararak üretildi. Bunun yağma, sömürü, kapatma ya da kolonizasyon biçimlerinden hangisini aldığı bu bağlamda önemli değil. İhtiyaçlar, ekonominin kopardığı dünyanın karşılığında insana verdiği şeydi. İnkar etmenin faydası yok, bu ön kabulle başlıyoruz. Fakat eğer komün ihtiyaçlar için sorumluluk almayı içeriyorsa, bu özerklik kaygısından değildir, çünkü bu dünyaya ekonomik bağımlılık, sürekli ezilmenin varoluşsal olduğu kadar politik bir nedenidir.
Komün ihtiyaçlarımızı karşılarken bunu içimizdeki muhtaç olma durumunu yok etme niyetiyle yapar. Bir eksiklik hissedildiğinde yaptığı ilk hareket, o eksiklik her ortaya çıktığında o eksikliği ortadan kaldırmanın yolunu bulmaktır. Eve ihtiyacı olanlar mı var? Sadece onlar için bir tane yapmazsın; herkesin kendine hızlıca bir ev yapabileceği bir atölye kurarsın. Toplantı yapmak, oyalanmak ya da eğlenmek için bir yere mi ihtiyaç var? Bir yer işgal edilir ya da inşa edilir ve “komüne dahil olmayanlara” da açılır. Gördüğünüz gibi mesele ihtiyacın bolluğu değil ortadan kaldırılmasıdır, yani kolektif güce katılım dünyaya karşı tek başına olma hissini yok eder. Bunun için hareketin esrikliği yeterli olmaz; araçların bol ve çeşitli olması gereklidir.
Selanik’te işçileri tarafından yeniden işletilmeye başlanan Vio.Me fabrikası** ile, her ne kadar oradan ilham aldıklarını söyleseler de, Arjantin’de felaketle sonuçlanan bir dizi çeşitli özyönetim girişimi arasında bir ayrım yapmak gerekir. Farklı olan, fabrikanın tekrar üretime geçmesinin sadece bir alternatif ekonomi girişimi olarak değil, en başından Yunanistan’daki “hareketin” bütün unsurları tarafından desteklenen politik bir direniş olarak yaratılmış olmasıydı. Fayans bağlantı malzemesi üreten bu fabrika dönüştürülerek aynı makinelerle dezenfektan jel üretimine başlandı ve özellikle “hareket” tarafından işletilen dispanserlere gönderildi. Buradaki komünal özellik, hareketin çeşitli kesimlerinin arasındaki yankılardır. Eğer komün “üretiyorsa” bu sadece ikinci derecede önemlidir; “ihtiyaçlarımızı” tatmin ediyorsa bu fazladan bir şeydir çünkü ortak bir yaşam arzusuna ek olarak yapılmıştır; üretilenleri ve ihtiyaçları amaç olarak almadan. Komün, kendi büyümesinin gerektirdiği müttefiklerini bu dünyaya açıkça karşı çıkışında bulacaktır. Ekonomiyi gerçekten krize sokacak olan komünlerin büyümesidir ve bu ciddi olan tek karşı büyümedir.
* Bkz. Zapatistlerin Perspektifinden Ekonomi Politik, Meydan 34. ve 35. sayı
** Bkz. Selanik VIO.MET İşçileri ile Röportaj: Kooperatifleşmeye Doğru, Meydan 3. sayı
Çeviri: Özgür Oktay
Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 52. sayısında yayınlanmıştır.
The post Anarşist Ekonomi Tartışmaları (33): Ekonomiyi Yenmek appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post Özel Mülkiyeti Kolektifleştirme Özgürleştirici Bir Eylemdir! – Hüseyin Civan appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>Üretim, kooperatifleşme, kolektif farkındalık, doğrudan demokrasi, yeni bir toplumsallık; farklı tarzda bir muhalefetin örülmesi için konuşulması, tartışılması, yazılması gereken başlıklardan. Mevcut toplumsal, siyasi ve ekonomik ilişki biçiminin dışında başka bir ilişki biçimi olamayacağı, kapitalizm dışı bir toplumsal yapılanmanın ütopya olduğu, toplumsal uyumun paylaşma ve dayanışmaya dayandığı bir ilişki biçiminde asla var olamayacağı önyargılarının, pratikleri yaratacak mecralarla, yapılarla, örgütlerle kırılması gerekiyor.
Aslında üretim-tüketim-dağıtım ilişkilerinin, kapitalist amaçlar dışında, toplumsal ve bireysel ihtiyaçlar doğrultusunda yapılandırıldığı; herhangi iktidar mekanizmasının bu yapılandırmayı planlamadığı, merkezi olmayan ve gönüllülük ilkesi doğrultusunda gerçekleşmiş deneyimler aslında her yerde mevcut.
Kapitalistler krize uğramadan, zarar etmeden, daha fazla nasıl sömüreceğinin hesaplarını yapmaya başlamışken bu deneyimler giderek önemli bir hale geliyor. Farklı coğrafyalarda şu an işler halde bulunan anti-kapitalist yapılanmaların, kolektiflerin, kooperatiflerin ve toplulukların daha görünür kılınması, bu deneyimlerin artırılması gerekiyor.
Radikal Deneyimler Zorunluluk Haline Gelmişken…
Ekonomik kriz kendini her geçen gün daha fazla hissettirirken… Bu beylik cümlenin ne anlama geldiğini yakın zamanki verilerle açıklamaya çalışalım. Gıda bağlamıyla beraber düşünüldüğünde, 15 Ekim Dünya Gıda Günü’nde yapılan bir açıklamada, BM raporuna göre, 821.6 milyon insanın, yani dünya nüfusunun %11’inin açlık çekmekte olduğu belirtilmişti. Aynı raporda, gıda ve beslenmeye -en temel haklardan olduğu halde- erişimin engellendiği ifade edilmişti.
Ekonomik krizin gıdayla ilişkisiyle ilgili bu hatırlatmadan sonra, geri dönelim: Bu durumdan çıkış için ne gibi pratikler sergileyeceğimizi konuşmak gereklidir.
Bu pratikler, bir yandan içinde bulunduğumuz sıkıntılara cevap olurken; öte yandan bir “direniş” inşa etmeye yardımcı olmalıdır. Radikal yöntemleri konuşmaya ve tartışmaya ihtiyaç olduğu kadar bu yöntemleri deneyimlemeye de ihtiyaç vardır.
Alternatif gıda topluluklarından kooperatiflere varıncaya kadar gıdanın üretimi, tüketimi ve insanlarla buluşturulması için oluşturulan formel ya da informel tüm ağlar olumludur ancak kendi pratiklerimizi oluştururken iktidar kurumlarına aldırmamak yeterli değildir. Bunların kapasite ve güçlerinin aşındırılması gereklidir. Aksi takdirde, çabalarımız kapitalist değişim mantığı ile çevrelenir, yok sayılır. Sistem tarafından kendi haline bırakılır. Müsamaha gösterilir.
Radikal yöntemler, kapitalizme karşı gerçekçi alternatiflerin geliştirilmesi için yol göstericidir. Bu gerçekçi alternatifler, mevcut gerçekliği yok etmeyi hedefler; eş zamanlı var olmayı değil!
Radikal Bir Yöntem Olarak: Kolektifleştirme
Bu radikal yöntemlerden biri kolektifleştirme (işgal, kolektif ekonomiler oluşturma vb. yöntemler gibi)dir. Mülkiyetçi sisteme ikame üretim-tüketim-dağıtım süreçlerinin toplumsallaşması, özörgütlülüğe dayalı kolektif ekonomilerin kurulması sürecinde etkili bir eylemdir, başlı başına ekonomik kriz ya da kapitalist sistemden kurtuluşun yolu olarak algılanmamalıdır. İddiamız da bu yönlü değildir ve krizin yoğunlaştığı farklı coğrafyalarda harekete dönüşmüş olan bir yöntemin; “kolektifleştirme”nin tartışmaya açılması önemlidir. Gıda ve kolektifleştirmenin kesiştiği noktada, kriz coğrafyalarında harekete dönüşmüş olan bir alt başlık olarak “market kolektifleştirmesi”ni tartışmak tam da zamanın gerekliliğidir. Devlet ve kapitalist sistem tarafından “market hırsızlığı”, “yağma”, “talan” diye isimlendirilen bu eylemlerin gerçek ismini koymak politik bir sorumluluktur. Bu eylemin ismi “kolektifleştirme”dir.
Bu meselenin tartışıldığı metinlerde “kamulaştırma” terimine rastlanıldığı gibi “kolektifleştirme”ye de sık rastlanılır. Bu kavramsal farklılaşma, iki düşünsel eğilimin, uzun ve tarihsel bir tartışmasının ve pratiklerinin sonucudur. Bu tartışmayı çok açmadan, kolektifleştirme kavramının kamusal alan-özel alan tartışmalarında, kapitalist ve devletli kapitalist perspektiflerin dışındaki bir perspektifin izdüşümü olduğunu belirtelim.
Kolektifleştirme, üretim-tüketim-dağıtım sürecinin karar mekanizmalarının başka merkezi yapılara bırakılmadan doğrudan bu süreçlerin içerisinde olanların özörgütlülüğüyle belirlenmesini kendine referans alır. Kolektifleştirme, hakim iki büyük endüstri sistemi olan şirket kapitalizmi ve devlet kapitalizmiyle değil kolektivizmle ilgilidir. (Böylelikle yazıdaki kavramın 1928-40 arasında Sovyetler Birliği’nde uygulanan Stalin’in tarım politikasıyla ilgili olmadığının altını çizmiş olalım. Yaygın kanının aksine, kolektifleştirme bu uygulamadan çok önce anarşistlerin ekonomi politikalarında yerini almıştır, I. Enternasyonal’de Marksistlerle yapılan tartışmaların başında gelir.)
Kolektifleştirme, tarihte ezilenlerin sık kullandığı ve meşru yöntemlerden biridir. Toprak ve banka kolektifleştirmelerinden şeker, un, yağ gibi temel ihtiyaç ürünlerinin bulunduğu fabrika ya da satış alanlarında yapılan kolektifleştirmelere varıncaya dek yaygın kullanılan bir yöntemdir. Modern anlamıyla, 19. yüzyıl ortalarında Güney Amerika’da; öncesinde “Çitleme Hareketi”ne karşı, sonrasında endüstriyel sömürüye karşı (örneğin İberya Devrimi’nde) Avrupa’da; 20. yüzyıl başlarında devletli kapitalist biçime karşı farklı bölgelerde (örneğin Ukrayna’daki Mahnovist deneyimde), 1960’larda yine Avrupa’da farklı toplumsal hareketlerde, Asya’da, yaşadığımız topraklarda kullanılmıştır.
Yöntemin yaygın kullanımına ve “normal”liğine yakın zamanlı şöyle bir örnek verelim:
2009’un sonlarından itibaren özellikle Avrupa’da kooperatif ve dayanışma ekonomisiyle ilgilenenlerin efsane gibi konuştuğu bir deneyim yaşandı. 2006-2009 yılları arasında farklı bankalardan yarım milyon euro kolektifleştirildi. Üst üste çekilen ve geri ödenmeyen kredilerle, bugün tüm dünyadaki radikal kooperatiflerin konuştuğu ve model aldığı Cooperativa Integral kuruldu. Buna olanak sağlayan isim Enric Duran’dı. Bankalardan kolektifleştirdikleriyle radikal kooperatif ağları, kendi ekonomilerinde kullanılan para birimleri, bu para birimlerinin kullanıldığı ekonomilerin oluşmasında önayak oldu.
Evet, kolektifleştirme mevcut ekonomiye zarar veren bir uygulamadır. Doğrudan “özel mülkiyet”i hedef alır. Dolayısıyla bu radikal pratik, özel mülkün korunması ile örülü hukuki ve toplumsal kurallarla eleştirilir. Ancak bu kurallar, “Üretiyorsak neden tüketemiyoruz? Neden ihtiyaçlarımızı karşılayamıyoruz?” sorularını hep es geçer.
Ekonomik Krize Karşı Ne Yapabiliriz?
“Krizin yüzü ve adı var. Yemek yiyemeyen birçok aile, birçok insan var.” diyor Juan Gordillo bir röportajında. Kendisi Sevilla’nın Marinaleda Belediye Başkanı. Sevilla ve Cadiz’de birçok market kolektifleştirmesine dahil oluyor Gordillo. Uluslararası siyasi dergilerden birinde doğrudan bu soruluyor ona; “Gerçekten marketlerden çalıyor musunuz?” Gordillo için, Sevilla ve Cadiz’de yaşayan yüzbinlerce insan gibi, bunun ismi çalmak değil ve bunu konuşmak da o kadar olağan! Juan Gordillo ve Enric Duran gibi örnekleri vermenin amacı, “kahraman Robin Hood’ları” saymak değil tabi ki! Pirinç, şeker, makarna, yağ, süt gibi gıdaların kolektifleştirildiği eylemlerin İberya Yarımadası’ndaki yaygınlığını göstermek. Sevilla örneğinde bunun bir çiftçi hareketi, genel anlamıyla ekonomik olarak sömürülenlerin yarattığı bir hareket olduğunun altını çizmek!
Neden kolektifleştirme bu coğrafyalarda bir harekete dönüşmüş? Kolektifleştirmenin ortalama doksan yıl önceki tarihsel deneyimleriyle beraber, 2010’lu yılların ekonomik krizlerinden en çok etkilenen coğrafyaların başında bu coğrafya geliyor. Sadece bu coğrafya da değil; İtalya, Yunanistan, İrlanda gibi yerlerde de kolektifleştirme bir harekete dönüşmüştür.
İnsanlar yaşamsal ihtiyaçları için gerekli gıdaların teminini bu yollarla sağlarken, kapitalist ilişki biçimine büyük bir sivil itaatsizlik de örgütleniyor. Kapitalist ilişkinin meşru olduğu yanılsaması yıkılıyor. Güney Amerika’daki eylemlerde sıklıkla karşılaştığımız, “yağma” ve “talan” diye isimlendirilen kolektifleştirmeler, içinde bulunulan ekonomik krizin boyutunu anlamak için önemlidir. 2001’de benzer bir manipülasyona Arjantin Krizi’nde de maruz kalmıştık. Bu süreçte kolektifleştirmeler ve kolektif ekonomik deneyimler aracılığıyla ekonomik krize gereken cevap verilmişti. Şili’de devam eden süreç de benzer bir şekilde ilerliyor.
Özel Mülkiyeti Kolektifleştirme Özgürleştirici Bir Eylemdir!
Kolektifleştirme insanların emeklerini, zamanlarını, başkalarıyla ne kadar etkili bir şekilde değiştirebileceklerine bağlı olarak yemeyi, yaşamayı ve ölmeyi hak ettiği sistemin reddidir. Bireyin hayatının bir saatinin başka bir bireyinkinden 10 lira fazla ya da az olabileceğini ölçen bir sistemin reddidir. İşçilerin kendi emeklerinin ürünlerini, sermaye sahiplerine kar ettirerek geri almak zorunda kaldıkları bir sistemin reddidir.
Kolektifleştirme bir hoşnutsuzluğun ifadesidir. Üreticilerin çekmek zorunda kaldıkları koşullara, düşük ücretlere hoşnutsuzluğun ifadesidir. Şirketlere karşı en etkili protesto etme yöntemidir. Çünkü doğrudan eylem içerir. Şirketlere memnuniyetsizliği göstermenin değil, onlara zarar vermenin yöntemidir.
Her şeyin özel mülkiyet ve “kaynak” haline geldiği ve bunu kabul etmeye zorlandığı bir dünyada, hayatta kalmanın bir yöntemidir. Bizi sürekli bir üretim-tüketim durumuna hapseden sistemin, “özel mülkiyetin kutsallığı” yalanlarından sıyrılmanın vaktidir. Eğer üretici bizlersek; ürettiğimiz her şeye, ihtiyaçlarımıza karşılıksız erişebilme ve istediğimiz gibi dağıtım hakkına sahibiz. Bu hak, devletin ve mülkiyetçi sistemin yasalarıyla bahşedilen bir hak değil, bu dünyada yaşıyor olmayla, bu ekosistemin parçası olmakla doğal olarak edinilmiş bir haktır.
Özel mülkiyeti kolektifleştirme, özgürleştirici bir eylemdir. 19. yüzyılın sonunda yaşanan ekonomik krize karşı Emma Goldman’ın telkin ettiği gibi: “Ekmek isteyin, vermezlerse alın!”. Onun çağrısına kulak verenlere, kolektifleştirmeyi yaşamak için bir zorunluluk olarak gündelik pratiklerinde sergileyenlere, yüzyıl sonra ekonomik krize karşı aynı şiarla “Vermeyecekler, alacağız” diyenlere, kolektifleştirenlere selam olsun!
Hüseyin Civan
Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 52. sayısında yayınlanmıştır.
The post Özel Mülkiyeti Kolektifleştirme Özgürleştirici Bir Eylemdir! – Hüseyin Civan appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post Bir Günde İki İşçi İntihar Etti appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>Kocaeli Corazon Ambalaj fabrikasında çalışan Bayram Kömürcü, ekonomik sıkıntılar nedeniyle çalıştığı yerin deposunda intihar etti. Birlikte çalıştığı işçiler savcı gelene kadar arkadaşlarının cansız bedeninin yanında çalıştırıldılar.
Corazon Ambalaj daha önce de Debant Plastik olarak faaliyet gösteriyordu ve birçok işçinin mağduriyetiyle daha önce de gündem olmuştu.
Burdur Küçük Sanayi Sitesi’nde, ağır tonajlı araç yıkamacılığı yapan Avni isimli kişi geçim sıkıntısı sebebiyle Burdur Gölü kıyısındaki ormanlıkta kendini ağaca asarak intihar etti. Avni, evli ve iki çocuk babasıydı.
The post Bir Günde İki İşçi İntihar Etti appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post İşsizlik Oranı Düşmüyor! appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>Türkiye İstatistik Kurumu (TÜİK) Eylül ayı işsizlik verilerini açıkladı. İşsizlik oranı Eylül ayında, 13,8 oldu. Genç nüfusta işsizlik oranı, geçen yıla göre 4,5 puan artarak 26,1 oldu. İşsizlik sayısı, yıllık 817 bin kişi artarak 4 milyon 566 bin kişiye ulaştı. Ekonomi Bakanı’nın gerçek dışı “istihdam artıyor, işsizlik bitiyor” propagandası; yine devlet kurumlarının verileriyle yanlışlandı.
The post İşsizlik Oranı Düşmüyor! appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post Anarşizm ve Sınıf Mücadelesi – Halil Çelik appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>Anarşizm ve Sınıf Mücadelesi
Toplumsal işleyişlerin iktidarlı ilişkiler ve iktidar mekanizmaları tarafından kontrolünden günümüze, binlerce yıldır tüm insanlığın, canlı ve cansız tüm varlıkların üzerinde sistematik bir şekilde tahakküm uygulanmaktadır. Toplumsal işleyişin farklı alanlarında farklı ezen-ezilen ilişkileri ortaya çıkmaktadır. Cinslerin ve halkların birbirleriyle kurduğu ilişkide, toplumsal işleyişin nasıl örgütleneceği konusunda, doğaya yönelik gerçekleştirilen gözlemler veya gerçekleştirilen düşünsel faaliyetler sonucunda elde edilen bilginin kim tarafından ve nasıl kullanılacağı hakkında, üretim ve dağıtımın nasıl gerçekleştirileceği meselesinde adaletsizlikler yaşanmıştır. Toplumsal, siyasal, ekonomik ve ekolojik boyutta ortaya çıkan adaletsizlikler, özgürlüğün kolektif karakterinin önüne geçmiş; parçalanmış ve tutsak edilmiş yaşamları bize dayatmıştır.
Tekrar etmek gerekirse birbiriyle iç içe geçmiş tüm bu adaletsizlikler sisteminin kaynağı, iktidar ilişkileri ve mekanizmalarıdır. Ezen-ezilen çelişkisini sistematikleştiren bu yapılardan biri de ekonomik iktidarların; mülkiyete sahip olanların, üretimin nasıl olacağından üretim sonucunda elde edilenlerin nasıl paylaştırılacağına kadar pek çok ekonomik işleyişe dair karar verenlerin oluşturduğu sınıfsal ayrımlardır.
Sınıfların Temeli İktidarlı Mekanizmalardır
Bir toplumda benzer mülkiyet düzeyi, statü ve iktidara sahip bireylerin oluşturduğu gruplaşmalara sınıf denir. Herhangi bir bireyin ya da bireylerin oluşturdukları grupların/toplulukların diğer birey ya da topluluklardan toplumsal ve ekonomik açıdan daha üstün olma hali, toplumların sınıflara ayrılmalarıyla ilgilidir. İktidarlı mekanizmalarının sürdürülebilmesi için sınıflı toplum yapısı önemli bir noktada bulunmaktadır.
Toplum içerisindeki bireyler veya gruplar arasındaki bu hiyerarşik farklılığın nedeni ise doğuştan gelen, etnik ya da cinsel özellikler değildir. Herhangi bir etnisite veya cinsin diğer etnisite veya cinslerden üstün olduğuna dair yaklaşımlar, doğuştan gelen farklılıklar/özellikler gerekçe edilerek oluşturulurken; sınıfların oluşmasında ise toplumsal yaşam içerisinde sonradan oluşturulmuş farklılıklar etkili olmuştur. Bu farklılıkları yaratan olgular, iktidar ilişkilerinin ortaya çıkardığı iktidarlı mekanizmalardır. Kısacası sınıfsal farklılıklar ezen-ezilen ayrımının bir bölümünü anlatmaktadır.
Sınıf Tek Başına Ekonomik Bir Olgu Değildir
İktidarlı mekanizmaları kontrol eden kesimlerle kontrol edilenler arasında iktidara sahip olup/olmamak üzerinden siyasi, sosyal ve/veya ekonomik ayrımlar oluşmaktadır. Bu mekanizmaları kontrol edenlerden yöneticiler, bürokratlar, din görevlileri, farklı farklı iktidar yapılarının birbirine bağlı olması sebebiyle, sadece toplumsal ve siyasi değil büyük oranda ekonomik de bir üstünlüğe/belirleyici bir konuma sahiptir. Dolayısıyla günümüzde kapitalist sistem içerisinde sermayeye/mülkiyete sahip, ekonomik iktidarı elinde bulunduran kesimlerin önemli toplumsal ve siyasi etkileri de bulunmaktadır.
Ayrıca bilimsel/teknolojik gelişmelerin toplumsal yaşamda büyük etkisi olması sebebiyle, siyasi bir iktidara sahip olsun ya da olmasın, iktidarlı toplumlarda kendilerini bu alanlarda geliştirmiş insanlar da bir sınıf meydana getirirler. “Aydın” olarak adlandırılan bu sınıfın, topluma öncülük ederek toplum adına en doğru olanı düşünme, anlatma ve eyleme gücü bulunduğu varsayılmaktadır.
Kısacası iktidarın bulunduğu her toplumsal örgütlenmede sınıflar bulunmaktadır. Yöneten-yönetilen, subay-halk, aydın-halk, patron-işçi, din görevlisi-inanan vs…
Sınıfsızlık Anarşizmle Mümkündür!
Anarşistler için sınıfsızlık, özgürlük demektir. Anarşistler iktidarlı ilişkileri ve mekanizmaları reddederek düşlediğini eyleyebilen bireylerin oluşturduğu bir toplumsal yaşam örgütlenmeyi savundukları için adaletsizliklere, iktidarın manipülasyonlarına ve sürdürülmesine gerekçe oluşturan, bireysel ve toplumsal özgürlükleri yadsıyan sınıfları ortadan kaldırmayı hedeflemektedir.
Ayrıca anarşizm tüm hiyerarşik ve statüye dayalı mekanizmalara karşı olan yegane ideoloji ve hareket olduğu için; bir bireyin diğer bireylerden ya da bir topluluğun diğer topluluklardan daha üstün/değerli/önemli olduğuna dair farklılaştırmalar ve bu sınıfsal farklılıklar üzerinden kurulan toplumsal yapı ancak anarşizmle yok edilecektir.
İşçi Sınıfı Mücadelesi
Şiddet uygulamaları ve çitlemeler yoluyla; herkesin olanın mülkiyet sistemi ile birlikte çalınmasıyla ekonomik sınıflar ortaya çıkmış, endüstrinin gelişimi ve hakim üretim tarzının değişimiyle birlikte ezilen yeni bir toplumsal sınıf belirmeye başlamıştır. Bu yeni üretim sistemiyle birlikte de mülksüz, iktidarsız işçi sınıfının üretime katılıp harcadığı emeği ile zamanı ve enerjisi sömürülmüştür. Düşünsel faaliyetleri kısıtlanmış, bir makineye dönüştürülmüş, köyden kente göçmüş, geçinebilmek için zamanını ve enerjisini satmak zorunda bırakılmış, bir köle haline gelmiş, iş cinayetlerinde yaşamını yitirmiş, yaşam şartları oldukça kötü bir hal almış işçi sınıfı ise -doğaldır ki- bu adaletsizliğe isyan etmeye başlamıştır. Büyük ve sistematik sömürü, karşısında büyük ve kalabalık direnişleri de (direnişin şartlarını da) yaratmıştır.
Sanayinin en çok geliştiği İngiltere’de ve Fransa’da da büyük işçi direnişleri ve grevleri ortaya çıkmış; bu direnişler ve işçilerin adaletsizliklere karşı çıkıp özgürlük mücadeleleri de pek çok politik hareketi etkilemiştir. Anarşistler de özellikle sınıf mücadelelerinin başladığı tarihlerde işçilerin yanında onları ezen patronlara karşı yer almış ve mücadele etmişlerdir. Bu mücadele, yaşamını sürdürebilmek için emeğini satmak dışında yapabileceği başka bir şey olmayan anarşistlerin de işçi olmalarından kaynaklanmıştır. Yani bu mücadelelerin büyük kısmında anarşistler özörgütlenme konumunda oluştur. Bu özörgütlü konum, anarşistlerin mücadeleleri şekillendirmelerine oldukça olanak sağlamış; ekonomik sömürüye karşı verilen mücadelelerde anarşizmi toplumsallaştırmıştır.
İlk Anarşistler ve İşçi Mücadelesi
Anarşizmin toplumsallaştırılması yönünde eylemde bulunan pek çok düşünür/devrimci de işçilerin özgürlüğü için sınıf mücadelesinin önemini ortaya koymuşlardır. Örneğin kendisini anarşist olarak tanımlayan ilk kişilerden Proudhon, -sonraları özeleştirisi vererek girdiği- parlamentoda mülkiyeti reddedip, onu zilyetlik düzeyine indirgemek istediğini anlatmış ve eski toplumun tasfiyesinin “tarafların ihtiraslarına ve iyi ya da kötü niyetli olmalarına göre fırtınalı ya da dostça” olacağını söylemişti. Mülk sahiplerinin “kendi paylarına devrimci çalışmaya katkıda bulunmaya” çağrılmaları gerektiğini ve “bu çağrıyı reddettikleri takdirde sonuçlardan mülk sahiplerinin sorumlu” olacağını belirttiği konuşmasıyla sistemin savunuculuğunu yapanların ve burjuvazinin tepkisini çekti. Proudhon’un “çağrıyı reddederseniz tasfiyeyi, sizin yardımınızı beklemeden kendi başımıza yürüteceğiz.” şeklindeki sözleri üzerine dinleyenler “siz” ve “biz” zamirleriyle kimi kastettiğini sordu. Proudhon’un “Bu iki zamiri kullandığımda, siz ve biz dediğimde, kendimi proletaryayla, sizi de burjuva sınıfıyla özdeşleştirdiğim açıktır.” sözleri üzerine de öfkeli dinleyiciler “Bu bir toplumsal savaştır!” diye bağırmaya başlamıştı. Evet, bu bir “toplumsal savaştı” ve anarşistler bu savaşta en başından beri işçilerin yanında, o işlerin doğrudan ta kendisiydi. Ayrıca 31 Ağustos’ta Le Representant du peuple yeniden çıkmaya başladığında, ön sayfada büyük harflerle “Kapitalist nedir? Her şey! Ne olmalıdır? Hiçbir şey!” başlığının yer alması anlamlı olmuştur.
İşçilerin eylemlerinde ya da halkların özgürlük kavgasında nerede bir isyan varsa barikatların arkasında yerini alan devrimci anarşist Bakunin ise barış ve özgürlüğün işçilerin sosyal adalet mücadelesi olmadan güvence altına alınamayacağını söyleyerek Barış ve Özgürlük Kongresi’ndeki devrimcilerle birlikte bu kongreden ayrılıp Enternasyonal İşçi Birliği’ne katılmıştı.
Enternasyonal’in “İşçilerin kurtuluşu ancak kendi ellerindedir.” sloganını özgürlükçü bir söylem olarak selamlayan Bakunin pek çok konuşmasında işçilerin devrimci potansiyellerine vurgu yapmıştı: “İşçilerin yoksun olduğu şey, bir gerçeklik anlayışı veya sosyalist özlemler değildir, sadece sosyalist düşüncedir. Yüreğinin derinliklerinde, her işçi, bir özgürlük ortamında çalışmayı ve yaşamayı isteyen her insan için adalet ve eşitlik temelinde kurulmuş eksiksiz bir yaşamı, maddi refahı ve entellektüel gelişmeyi arzular. Açıkçası böyle bir ideal, işçi sınıfının sindirilerek sömürülmeleri pahasına ayakta duran mevcut toplumsal sistem içinde gerçekleştirilemez. Kurtuluşuna ancak mevcut toplumsal düzenin yıkılmasıyla ulaşılacağı için kararlı her işçi potansiyel devrimci bir sosyalisttir.”
İtalya’dan Mısır’a pek çok farklı coğrafyada işçilerin örgütlenmesi için büyük çabalar göstermiş devrimci anarşist Errico Malatesta da “Bizim için önemli olan, sadece işçilerin az ya da çok talepte bulunmaları değil; kendi çabalarıyla, kapitalistlere ve hükümete karşı doğrudan eylemleriyle istediklerini elde etmeye çabalamalarıdır. Bizler, işçi hareketinin yaşamsal önemini ve anarşistlerin bu harekette güçlü ve aktif bir rol almasına duyulan ihtiyacı her zaman anlamışızdır. Ve bu, çoğunlukla, emekçi gruplara daha canlı ve gelişen bir yapı kazandırmak için yoldaşlarımızın girişimlerinin bir sonucudur. Biz, işçi sendikasının; bugün işçilerin, içinde bulundukları kölelik durumunu anlamaya başlayabilecekleri, özgürlüklerine kavuşmayı isteyerek kendilerini baskı altında tutanlara karşı verecekleri mücadelede tüm ezilenlerin dayanışma içinde olmaları gerektiğini anlayabilecekleri bir yol olduğunu -bunun yanında patronlar ve asalaklar olmaksızın üretimin yeniden düzenlenmesi ve sosyal yaşamın devamı için gerekli ilk çekirdek olarak görev yapacağını- düşünmüşüzdür.” sözleriyle işçi mücadelesinin önemini anlatmıştır.
Anarşist İşçi Mücadelesi
Mücadele içerisinde pratikte de önemli kazanımlar, başarılar elde etmiş anarşistlerin yanı sıra dünyanın farklı coğrafyalarında da yüzlerce/binlerce işçinin yüzlerce direnişini örgütlemiş anarşist işçiler bulunmuştur.
“8 saat” mücadelesinin kazanımında, 1 Mayıs’ın dünyadaki tüm işçilerin isyan ve dayanışma günü olmasında katkıları olan ABD’li anarşistlerin; yüzlerce işçiyi kapitalistlere, patronlara karşı greve ve mücadeleye örgütleyen Güney Amerikalı, İberyalı, Rusyalı, İtalyalı, Ukraynalı, Japonyalı, Çinli anarşistlerin; işçi sınıfının kurtuluşunun tüm iktidarların ortadan kaldırılmasıyla elde edileceği düşüncesini I. Enternasyonel’de de haykıran anarşistlerin; Rusya’da beyazlara ve otoriter Bolşeviklere karşı işçileri direnişe çağıran anarşistlerin ve İberya’da bir milyonu aşkın üyesi olan ve toplumsal devrimin gerçekleştirilmesi ve özgür İberya’yı FAI ile birlikte örgütleyen CNT’li anarşistlerin etkisi oldukça fazladır.
Ayrıca anarşist hareketler içerisinde yerini alan anarko-sendikalizm de işçi sınıfının mücadelesinde önemli bir konumda bulunmaktadır. Avrupa’da sendikalizmin şekillenmesine katkıda bulunan Fransa’daki anarko-sendikalistler (CGT), Almanya’da FAUM, İberya’da CNT, İsveç’te SAC, işçi hareketlerini derinden etkilemiştir. Bu etki yansımasını ABD’de IWW (Dünya Endüstri İşçileri Örgütü), Arjantin’de FORA (Arjantin Cumhuriyeti İşçi Federasyonu), FORU (Uruguay Bölgesi İşçi Konfederasyonu), Meksika’da CGT (Genel İş Konfederasyonu) içinde göstermiştir.
Anarşizm Mücadelesi İşçi Sınıfının Mücadelesidir
Kısacası anarşistler 1800’lü yıllarda Avrupa’da yaygınlık kazanan işçi hareketlerinin içinde en etkili kesimlerdendi. 1848 devrimlerinde, 1871 Paris Komünü’nde, 1886’da Haymarket’te, Birinci Enternasyonal’de… Anarşistler, Uzakdoğu’da, Rusya’da, Kuzey ve Güney Amerika’nın birçok farklı bölgesinde, kuzeyinden güneyine tüm Avrupa’da işçi sınıfının sömürüye, baskıya, katliamlara karşı çıkarak özgürlüğü için verdiği mücadelenin en ön safında yerini almışlardır. Sendikalarda örgütlenerek; işçi ayaklanmalarında barikatların en ön safında yer alarak; fabrika işgallerini, grevleri ve genel grevleri örgütleyerek; sokaklarda, fabrikalarda işçi sınıfının kurtuluşu için bildiriler ve gazeteler dağıtarak; işçi sınıfının ihtiyaçlarını gidermek için kolektifleştirmelerde bulunarak sınıf mücadelesi vermişlerdir. Bu tarihi örnekler anarşist mücadelenin işçi sınıfının da mücadelesi olduğunu anlatmaktadır.
İşçilerin 1880’lerdeki “8 saat” mücadelesini büyüten ve 1 Mayıs 1886’da Haymarket’teki patlamadan sonra devlet tarafından katledilen anarşistlerden August Spies’in asılmadan önce mahkemedeki sözleri ise ezilenlerin kurtuluşunda işçi sınıfı mücadelesinin önemini vurgulamamız için son bir örnektir: “Eğer bizi asarak … haksızlığa uğrayan milyonların, sefalet içinde ölesiye çalışan ve kurtuluşu arzulayan, kurtuluşu bekleyen milyonların bu hareketini, işçi hareketini yok edebileceğinizi umuyorsanız; eğer düşünceniz buysa, o zaman asın bizi! Burada bir kıvılcımı ezeceksiniz, ama şurada, burada veya orada, arkanızda ve önünüzde, her yerde alevler yükseliyor. Bu gizli bir ateş. Bunu asla söndüremezsiniz.”
Halil Çelik
Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 49. sayısında yayınlanmıştır.
The post Anarşizm ve Sınıf Mücadelesi – Halil Çelik appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post Üreticiden Tüketiciye Aracıların Sömürüsü – Nergis Şen appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>Geçtiğimiz haftalarda Hazine ve Maliye Bakanı Berat Albayrak, uzun zamandan beri çok tartışılan ve konuşulan aracılar ve komisyoncularla ilgili beklenmedik bir çıkış yaptı. Albayrak “yeni hal yasası” adı altında aracılar ile komisyoncuların sayısının azaltılacağını, ürünlerin makul bir fiyata çekileceğini, ürünlerin kalitelerinin arttırılacağını açıkladı.
Bu açıklamanın iki nedeni olabilir. Birincisi yine bir seçim öncesinde tabi ekonomik krizin çok da uzak olmadığı bu dönemde böyle açıklamalarda bulunarak insanların içine su serpmektir. Bir diğeri de, üretici tüketici arasındaki komisyoncu zincirini kimi büyük şirketlere devrederek şeffaflık söylemi altında kapitalistlere peşkeş çekmektir.
Peki, üreticiden çıkıp tüketiciye ulaşana dek ürünlerdeki fiyatların dengesizliği bu kadar aşikarken, yapılması düşünülen bu müdahaleler var olan gerçekliği değiştirebilir mi? Arada kapitalistler ve devlet oldukça, elbette hayır!
Pazara, markete ya da manava gittiğimizde meyve sebzelerin üzerinde yazan fiyatlar adeta cep yakıyor. Fakat öte yandan bu meyve ve sebzeleri üretenler hiçbir şey kazanamadıklarını söylüyor. Peki sizce bunda bir çelişki yok mu? Üretim maliyetleri ortada, satış fiyatları ortada. Bu durumda üreticinin kazanması hatta ve hatta zengin olması gerekmiyor mu? Fakat kazın ayağı öyle değil.
Burada gözden kaçan önemli bir faktör var. Hatta bir değil, birden çok fazla faktör var. İşte o faktörler dediğimiz şey, aracılar ya da komisyonculardır. İşte bu aracılar, hem tüketicinin çok daha ucuza alabileceği gıdalara astronomik rakamlar ödenmesine hem de üreticinin “yeter artık bu sene de mahsul elimizde kaldı.” diyerek tonlarca meyve ve sebzeyi kamyonlarla sokağa dökmesine sebep oluyor.
Elimizdeki tabloya baktığımızda ortada zarar eden iki tarafın olduğu çok açık. İşte iki tarafın zararını topladığımız zaman ortaya çıkan rakam ise aracıların karını gösteriyor. Peki kim bu aracılar? Neden bir ürün tarladan markete gelene kadar bu denli zamlanıyor? Bu süreç nasıl gelişiyor? Şimdi bu süreçlere şöyle bir bakalım.
ÜRÜNLER | ÜRETİCİ | HAL | PAZAR | MARKET | HAL/ÜRETİCİ | PAZAR/ÜRETİCİ | MARKET/ÜRETİCİ |
Kilogram Fiyatı | Kilogram Fiyatı | Kilogram Fiyatı | Kilogram Fiyatı | Fiyat Farkı
(%) |
Fiyat Farkı
(%) |
Fiyat Farkı
(%) |
|
ELMA | 1,31 | 3,06 | 3,33 | 5,21 | 133,59 | 154,45 | 297,91 |
NOHUT | 2,94 | 5,00 | 9,86 | 11,02 | 70,07 | 235,46 | 274,72 |
DOMATES | 1,58 | 2,10 | 2,83 | 4,08 | 32,63 | 78,95 | 157,51 |
PATATES | 1,28 | 1,73 | 2,42 | 3,03 | 35,69 | 89,54 | 137,56 |
KIRMIZI MERCİMEK | 1,89 | 3,20 | 6,86 | 6,97 | 69,31 | 263,10 | 268,93 |
TZOB’un Temmuz ayına ait üretici-tüketici fiyat raporu
Üretici ve Tüketici Arasındaki Zincirler
Çiftçiler farklı üretim şekilleriyle ürünlerini üretirken bizler bu üretim koşullarının bilgisine ulaşamadan neyin tam olarak nereden geldiğini, nasıl üretildiğini bilmeden bu ürünleri alıyoruz ve tüketiyoruz. Soframıza gelmeden önce tarladan çıkan bir meyve veya sebze -üretici ve tüketiciyi dışarıda bırakırsak- en az altı tane aracının elinden geçiyor. İsterseniz bu aracı zincirine sırasıyla bir bakalım. Meyve veya sebze üreticiden çıktıktan sonra; ilk olarak tüccar tarafından alınıyor. İkinci adımda komisyoncuya ulaştırılıyor. Komisyoncu elindeki ürünü üçüncü aracı olan sevkiyatçıya veriyor. Sevkiyatçı zincirin dördüncü halkası olan nakliyeciye, nakliyeci beşinci aracı olan ikinci komisyoncuya ve ikinci komisyoncu ise altıncı ve son aracılar olan pazarlara veya marketlere veriyor.
Bu zincirin her halkasında ürüne, herkes kendi karını ekliyor. Bir de üstüne devletin vergilerini koyduğunuzda, her seferinde ürünün fiyatının üzerine yüzde hesaplamaları ekleniyor. Biraz bunları detaylandırdığımızda da komisyoncu haliyle -biraz kar edebileyim düşüncesiyle- bir miktar eklemelerle fiyatı arttırıyor. Her halci aldığı fiyatın üzerine komisyon bedeli olarak; kendi komisyon bedelinden devlete ödediği %18 oranındaki vergiyi de düşünerek hemen hemen %8 oranında ekleme yapıyor. Sevkiyatçı; halden aldığı ürünü diğer şehirlerdeki hallere sattıran kişi. Sevkiyatçı ürüne bir miktar komisyon ekleyerek başka hallere ulaştırmak için ürünü nakliyecilere veriyor. Ellerine geçen üründe nakliyeciler, kendi kazançları için de bir miktar fiyat arttırma yapıyor. Burada da ürün fiyatına yine ekleme yapmaya sebep olacak nakliyat bedeli altında %18 denk gelen bir vergi ve mazot parası karşımıza çıkıyor. Ayrıca bir de bu durumların hepsine stopaj ekleniyor. Bu da üreticinin tescilli ürünü üzerinden %2’lik oranında kesilen gelir vergisidir. Eğer ürün tescil ettirilmezse bu oran %4’e çıkmaktadır. Bu şekilde ürünün bir bölgeden başka bir bölgeye gelene kadar çok fazla halkalara uğramasıyla, üst üste gelen vergi, komisyon ve masraflarla fiyatların sürekli arttığını görüyoruz.
Peki Üreticinin Kazancı Ne?
Üretici elindeki ürününü kendi yaşamını devam ettirebilmek için satışa sunuyor. Tüccarlar üreticiden var olan ürünü alıyor. Tüccar %2 gelir vergisi stopajını ve %1 bağ-kur kesintisini yaptıktan sonra kalan tutarı üreticiye ödüyor. Haliyle üreticinin de aslında bir şey kazanamadığını görmüş oluyoruz.
TZOB (Türkiye Ziraat Odaları Birliği)’nin bu sene temmuz ayında açıkladığı üretici-market fiyatlarında kirazın üreticiden 2 liradan çıkış yaptığını görüyoruz. Kiraz hale geldiğinde 3,33 lira oluyor. Pazarda karşımıza 3,88 liradan çıkan kiraz markette ise 6,48 lira oluyor. Tüm bu aşamaların sonunda, üretilen meyve veya sebzelerin marketlerdeki fiyatlarından %45’inin aracıların payına ve %11’inin vergilere gittiğini öğrenince fiyatların nasıl pahalı olduğunu görüyoruz.
Hal böyle olunca da elimizde bir kilo olan domatesin üçte birini devlet, üçte birini ise aracılar alıyor. Ee geri kalan kısmı ise biz şehirde domates bekleyenlerle üretici paylaşmış oluyor. Aslında bu, şu anlama geliyor: Akşam kurduğumuz sofraya tam oturmak üzereyken ve sofrada leziz bir menemen bizi beklerken ansızın kapı çalıyor. Kapıyı açıyorsunuz, bir bakıyorsunuz ki, karşınızda iki kişi… Biri devlet diğeri aracı. “Ooo biz de çok acıkmıştık.” diye teklifsizce kapıdan içeri giriveriyorlar. Sen masaya oturmaya fırsat bulamadan ekmeği banıp banıp menemenin çoğunu bitiriyorlar. Onlar evden ayrılırken sofrada kırıntılarla, sen ve kapıda bekleyen üretici hüzünlü ve aç bir geceye buruk bir merhaba diyorsunuz.
Ürünün her halkasındaki kişiler bu durumun çok normal olduğunu, kendilerinin zaten çok az kazandığını söyleseler de bizlerin cebinden çıkan tutarın kat kat arttığının, üreticinin ise bir şey kazanamadığı gerçekliğinin üstünü hiçbir şey örtmüyor.
Aslında Biz Ne Yiyoruz?
“Çiftçinin farklı üretim şekilleri” diyerek yazıya başlamıştım. Şimdi bu üretim şekillerini ve aslında bu kadar pahalı ne yediğimize bakalım. Yaşadığımız topraklarda çiftçiler genellikle iki farklı şekilde üretim yapmaktadırlar; modern tarım ve geleneksel tarım. Modern tarım; yapay gübrelerin, ilaçların, makinaların kullanıldığı ve genetiğiyle oynanmış yada hibrit (melez) tohumlarla üretimin yapıldığı tarım yöntemidir. Geleneksel tarım ise bunların (gübre, ilaçlama, makina vs.) çok az kullanıldığı ya da hiç kullanılmadığı ve genellikle “atalık tohumlar”ın kullanıldığı bir tarım yöntemidir.
Tüccarlar genellikle ürünü ucuza alabilmek adına modern tarım yöntemiyle elde edilmiş ürünleri tercih etmektedirler. Fakat bu ürünlerin pahalı olmasının yanında besin değeri açısından da hiçbir değeri bulunmamaktadır.
Geleneksel tarımın ise aşamaları hem emek hem de maliyet olarak daha fazla olduğundan tüccarlar bu yöntemle üretilen ürünleri, satabilmeleri pek mümkün olmadığından tercih etmiyorlar. Tabi bu arada geleneksel tarım yöntemi de adına “organik, ekolojik, doğal” denilerek kendi piyasasını yaratmış bulunmakta. Ekolojik pazarlarda veya marketlerin organik reyonlarından bu ürünlere ulaşmak artık çok kolay. Ancak günümüzde bizler modern tarım yöntemiyle üretilmiş ürünleri zaten yüksek rakamlara alırken geleneksel tarım yöntemiyle üretilmiş ürünleri bu ekolojik pazarlarda veya organik reyonlarından çok daha fahiş fiyatlara alıyoruz.
Hem Sağlıklı Hem Ucuz Gıda Mümkün Mü?
Bu sorunun cevabı ise elbette mümkün olmalıdır. Çünkü bunu mümkün kılmak isteyen birçok üretici ve birçok tüketici var. Aracıları ortadan kaldırarak geleneksel tarım yöntemini benimseyen üreticilerin ürünlerini ise, bu ürünleri karşılıksız bir şekilde tüketiciyle buluşturan kolektifler, gıda toplulukları ve kooperatiflerde bulabiliriz. Üstelik herhangi bir aracının olmadığı doğrudan üreticinin ve tüketicinin arasındaki ilişkisi üzerine kurulu bu sistematikte “yediklerimiz gerçekten ne” sorusunun cevabı “temiz, sağlıklı ve güvenilir” olacaktır. Bahsettiğim bu sistematiği benimsemeyen üretici ya da tüketici köylü ya da kentli kurnazları da yok değil. Ancak bırakalım onlar kendi kurnazlıklarının peşinde birbirlerini yesinler. Ben samimiyeti ve doğruluğu benimseyenlerden bahsediyorum.
Bu tarz bir kolektif, gıda topluluğu yada kooperatifin amacı; geleneksel tarım yöntemiyle üretilen meyve ve sebzenin, üreticiden doğrudan, hiçbir kar amacı gütmeden tüketiciye ulaştırmaktır. Ürünün üretiminden, dağıtımına ve tüketimine kadar gerçekleşen sürecin tamamında üretici ve tüketici başta olmak üzere tüm ilgili kesimlerin sözünü söyleyebileceği ve inisiyatif olabileceği yolları geliştirmektir. Tüketici istediği zaman üretim alanlarını ziyaret edebilir hatta üretimin bir parçası olabilir. Bu tarz bir sistematikte daha fazla üreticiyle tanışarak, yeni bileşenleri ile beraber var olan ihtiyaçların doğrultusunda üretimin ne kadar gerçekleşebileceğini zamanla üretici ve tüketici birlikte karar verebilirler. Bu şekilde, aracılar vasıtasıyla aldığımız güvensiz ürünlerin yerine hem üreticisini tanıdığımız hem üretim koşullarını bildiğimiz hem de daha da ucuza aldığımız güvenilir gıdaya ulaşmak mümkün hale gelmektedir.
Nice aracısız yaşama, nice güvenilir ürünlere, nice kolektif ve kooperatiflere…
Nergis Şen
Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 47. sayısında yayınlanmıştır.
The post Üreticiden Tüketiciye Aracıların Sömürüsü – Nergis Şen appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post Ekonomide “Karar Anı” – İlyas Seyrek appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>Metaforlar kullanmak anlatımı kolaylaştırır, etkileyici olur. Bu nedenledir ki devlet yöneticileri de metaforları sıkça kullanmaktadır. Yöneticiler, güçlü olduklarında “ayaklar baş olamaz” gibi meydan okuyucu; kriz dönemlerinde ise “hepimiz aynı gemideyiz” gibi popülist, beylik cümlelere başvurur. Şimdi hep birlikte, yöneticilerin bu metaforlardan ikincisini kullandığı, güçlü olduğunu söyleyip tedirgin olduğu bir dönemi, “ekonomik kriz” dönemini yaşıyoruz.
Döviz kurlarının oranı, enflasyonun- işsizliğin yükselip yükselmeyeceği, hangi ürünlere ne kadar zam geldiği, hangi ürünlere gelebileceği… Bugünlerde sıkça sorulan ve belirsizliğini koruyan meseleleri oluşturuyor. İç ve dış siyasi gelişmelere, ekonomik politikalara ve piyasa hareketlerine bağlı bu belirsizlikler günler geçtikçe yeni soru ve sorunlarla büyüyor.
Adı Konulmamış Kriz
Kriz, teknik olarak, iki veya daha fazla çeyrek periyotlarda (6 ay ve üzeri) üst üste yaşanan ekonomik daralma şeklinde tanımlansa da TC ekonomisinde yaşanan kötü gidişatın bir kriz olarak sınıflandırılmamasında TÜİK’in ekonomik verilere ilişkin istatistiklerde hesaplama değişikliğine gitmesi ve borçlanmayla birlikte gelişen balon büyüme rakamları etkili. Her ne kadar inkar edilse de var olan ancak adı konulmayan (kabullenilmeyen) bu kriz, gün geçtikçe gözle görünür hale geliyor.
2013’ten bu yana yaşanan, Taksim Gezi Direnişi’nden 17-25 Aralık yolsuzluk operasyonlarına, şehir savaşlarından darbe girişimine, Suriye topraklarında yapılan saldırılardan ABD ile yaşanan Halk Bankası, S-400 füzeleri ve papaz krizlerine kadar pek çok gelişme, siyaset ve ekonomi arasındaki ilişkinin girift bir hal aldığı günümüzde, TC’nin ekonomik gidişatının siyasi temellerini oluşturuyor. Üretimin ithalata bağımlılığı, ABD’nin 2013’te faizleri arttırmasına rağmen TC’nin (enflasyonu ve işsizliği düşük seviyede tutarak popülist politikalar yürütebilmek için) düşük faizde diretmesi, şirketlerin dövizle borçlanması, alınan borcun ağırlıklı olarak inşaat sektörüne yönlendirilmesi ve global fonların TC’den çekilmesi ise krizin ekonomik temellerini kuruyor.
Uzun bir dönemde pek çok siyasi ve ekonomik nedene bağlı bir biçimde temellenen, fakat kısa bir sürede etkisini oldukça fazla hissettirmeye başlayan krizin, nasıl ve ne kadar süreceği belirsizliğini koruyor. Ekonomik krizler -farklı coğrafyalarda ve zamanlarda da deneyimlendiği üzere- ekonomik ve siyasi büyük değişimlere neden olabildiği için krizin etkilerinin ortaya çıktığı ilk dönemi iyi gözlemlemek gerekiyor.
Kriz Büyüyor Endişe Sürüyor
Papaz kaynaklı dolar krizi ya da sadece ekonomik nedenlerle gelişen bir belirsizlik hali olarak tanımlanamayacak krizin etkilerini hep birlikte yaşıyoruz. Kriz, Ağustos ayında aniden yükselen döviz kurları ve TL’de %24.6’lık değer kaybı ile ciddi bir gündeme dönüşerek konuşulmaya başlanmıştı. Şimdi ise tuvalet kağıdından şalçaya kadar pek çok farklı ürüne, elektrik ve doğalgaz fiyatlarına gelen büyük zamlar, Ağustos ayına ait açıklanan %17.9’luk enflasyon oranı* ve son olarak %6.25 oranında gerçekleştirilen faiz arttırımı, krizin özellikle yoksulların yaşamlarını etkileyecek şekilde büyüyeceğinin sinyallerini veriyor.
Siyasi iktidar, “kriz, mıriz yok” söylemleriyle kriz yokmuş gibi davransa ve yaşananları son dönemde ABD ile yaşanan gerilimlere, dış güçlere bağlasa da aynı zamanda krizin ciddi olduğunun farkında olarak önlemlerini almaya çalışıyor. Hiçbir derde deva olmayacak Yeni Ekonomi Programı açıklanırken bakanlıklar tarafından sanayicilere destek ve önlem paketleri hazırlanıyor. Devletin önlemleri, krizin nedenlerini ortadan kaldırmak yerine krizi kabullenilebilir bir seviyede tutmaya odaklanıyor.
Kriz: “Karar Anı”
Kriz kelimesinin kökenine baktığımızda, kelime Eski Yunanca’da karar verme filinden türeyerek “karar anı”nı tanımlıyor. Şimdi devlet de bir kararın eşiğinde. Vereceği kararla piyasaların gidişatını etkileyecek ama köklü bir değişiklik sağlamayacak olan hükümet, ekonominin gidişatını iktidarını kaybetmeyeceği bir zeminde tutma niyetinde.
Bu amaçla, toplumun büyük bir çoğunluğu geçimini sağlama derdinde iken patronların ve şirketlerin yöneticilerinin de kar oranlarının düşmesi, zarar etme ya da iflas etme tedirginliğini yaşadıkları gündem ediliyor, şirketlerin art arda konkordato (iflas anlaşması) açıklaması üzerinde duruluyor. Gemi metaforu tam da bu sebepten, “ekonomik gidişat her kesimi etkileyecek” söylemi üzerinden kullanılıyor. Fakat patronlar, büyük zararlar etseler de hükümet tarafından kollanacaklarını ve kayırılacaklarını biliyorlar ya da kayırılabilmek için gidişata yönelik tartışma açmıyorlar. Bu sebeple de koca koca şirketlerin sahipleri “üniversitede bir ara (ekonomi) dersini almış” bir bakana (damada) güvendiklerini açıklıyor.
Kısacası, devletin kurumları krizin maliyetini çıkarmanın kısa, orta, uzun vadede ekonomide kim zararlı çıksın kim çıkmasın, kimi bu krizden kurtaralım kimi kurtarmayalım hesaplarını yapıyor; her olumsuz duruma karşı yeni “kararlar verme”ye çalışıyor. Fakat, aslında krizi tümden çözecek kararları, bütün “zenginliğin” gerçek yaratıcıları oldukları halde kriz dönemlerinden en çok etkilenenlerin, yani biz ezilenlerin vermesi gerekiyor. Ve bizim kararımız: “Krizi yaratan tüm mekanizmaları yok etmek ve üretimde, dağıtımda, yaşamı ilgilendiren her alanda tüm kararları kendimiz vermek.”
*Gazetemizin matbaada olduğu sürede Eylül ayı enflasyonu % 24,52 olarak açıklandı.
İlyas Seyrek
Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 46. sayısında yayınlanmıştır.
The post Ekonomide “Karar Anı” – İlyas Seyrek appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post KRİZE KARŞl PAYLAŞMA VE DAYANlŞMA appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>
1 Mayıs 2012 tarihinde, 26A Kolektifi Taksim’de bulunan işçilere 5 bin adet sandviç dağıttı.
Olmayan Kriz
Kabine üyeleri aralarında söz birliği etmiş. Kimse ağzına kriz kelimesini almıyor. Tayyip Erdoğan öyle buyurduktan sonra ters de düşmek istemiyorlar. Kişisel gelişim kitapları gibi; olumlu düşünürsen olumlu olur! Eğer kriz yok dersen kriz olmaz. Ya da söylem politikası; söyleme döküp var olmasını istemiyorlar! Medya aracılığıyla krizi oldurmamaya çalışıyorlar!
Eğer para biriminiz bir yıl içerisinde %45 değer kaybediyorsa; %17.9’luk enflasyon, %6.25 faiz artırımı, %15’e varan işsizlik oranları ortaya çıktıysa; farklı ürünlerde değil fiyat artımı yaşanması, gizli stratejik “zam sanatları” oluşturuluyorsa; başkanın damadı Hazine Bakanı ara ara çıkıp kısa, orta ve uzun vadeli programlardan bahsediyorsa; kemer sıkma politikalarının yönetilmesi için Maliyet ve Dönüşüm Ofisi kurulmuşsa; ABD kaynaklı olduğu iddia edilen krize, yine aynı kaynaklı ekonomik danışma şirketi McKinsey ile çözüm aranıyorsa; iş yeri kapatmalar, işten atılmalar, ücretlerdeki genel düşüş artmışsa; ekmekten domatese, elektrikten doğal gaza fiyat değişiklikleri sadece bizi şaşırtmakla kalmıyor ihtiyaçlarımızı karşılayamaz bir duruma geliyorsak… O zaman kriz var demektir. Termodinamiğin birinci yasası; enerji yoktan var edilemez, varsa da yok edilemez! Tüm bu somut verilerle, krizin olmadığını iddia edenler var olanı yok etmeye çalışıyorlar.
Daha geçen yıl protesto için dolarlarını yakanlar ya da iphone’larını kıranlar, bugün bu gelişmeleri sessizce izliyor. Ne oldu da ekonomimizi bir ABD şirketine devrettik diye de sormayınca kriz olmayıveriyor!
Ama gerçek ekonomik durum hiç de öyle parlak değil. Kendini ekonomide de tek güç olarak belirleyen Erdoğan, varlık fonuna da kendini başkan olarak atayarak günü kurtarmaya çalışıyor. Sıcak para gelmesi uğruna Venezuela ve Katar gibi ülkelerle ilginç ilişkiler geliştirmesi de, imar barışı bahanesiyle ev sahiplerinden gelecek paraya gözünü dikmesi de bundan.
Son seçimler öncesi her bir oyun peşine düşerek “kardeşinizi destekleyin, görün dövizin faizin halini” diyen Erdoğan, şimdi içine girdiği durumdan nasıl çıkacağını düşünüyor. Bugüne dek olduğu gibi şimdi de ekonomideki kötü gidişin kabahatini hep başkalarına yüklüyor. Böylece bir taşla iki kuş vurmanın hesabını yapıyor.
Oysa olmadığı iddia edilen kriz bırakalım teğet geçmeyi, tam da 12’den hedefini vuruyor. Çünkü bu sistem, ithalatı artırarak dış borcun daha da kabarmasına yol açan, para politikalarındaki uygulamalarıyla dövizin değerini iki katına çıkaran, rantçıya ve köşe dönücüye teşvik veren bir sistem, bu sistem kapitalizm.
Krizden ve Kapitalizmden Çıkış: Yeni Bir Ekonominin Şimdi Yaratılması
Küresel bir kapitalist sistemde, küresel ölçekte bir güce sahip olanların ve sermayeye sahip olanların ezilenlere dayattığı toplumsal bir gerçeklik olarak kriz; ezilenler için işsizlik ve yoksulluk anlamına gelir. Bu yüzden de yoksulluktan, ezilmekten ve krizden kurtuluşun yöntemi kapitalizmden kurtulmayı gerektirir.
İşte bu bağlamda, farklı farklı coğrafyalarda ve dönemlerde ekonomik krizlere karşı kolektif çabalarla gerçekleştirilen yeni ekonomik işleyişler, sadece ekonomik krizin etkilerine karşı değil, tüm bu krizlerin sebebi olan kapitalizmin var olmadığı bir dünyayı yaratmak adına da önemlidir.
Ekonomik krize, kapitalizmin sömürü, yoksulluk ve katliam sistemine karşı uygulanan, geliştirilmesi ve yaygınlaştırılması gereken, kolektif işleyişe sahip pek çok ekonomik çaba bulunmaktadır.
Yerel üretici birliklerinin, gıda topluluklarının, kentlerde üretim ve tüketim kolektiflerinin, kooperatiflerinin kurulması ve bu toplulukların aralarında oluşturdukları ağlarla dayanışmacı ve kolektif bir şekilde üretim ve dağıtım ilişkilerinin yeniden biçimlendirilmesi bahsedilen ekonomik çabalara en önemli örneklerdendir. Bu yollarla rekabete ve kar etmeye odaklı bir ekonomi yerine paylaşma ve dayanışmaya dayalı, ihtiyaçların giderilmesine odaklı bir ekonomik işleyişin kuruluşu sağlanabilir.
Tüketim ağlarını ve bütçelerini ortaklaştırmak, yerellerde dayanışma ilişkileri geliştirmek, bütünlüklü bir mücadele hattı kurmak ve yaşamlarımızı dönüştürmek, alternatif üretim-tüketim ilişkilerinin oluşturulması, yaşamla iç içe oluşturulacak yaşamsal bir kültür aracılığıyla kapitalist ve devletli ilişkilerin yıkıcılığından kurtulmak.
Tüm bu alternatifler, mevcut ekonomik krizlere karşı çözüm için birer ihtiyaç olduğu gibi, kapitalizmden çıkışın ve yeni bir toplumsal yaşamın örgütlenmesinde uygulamamız gereken yöntemlerdir.
Mülkiyete ve Otoriteye Dayalı Tüm Mekanizmalara Karşı Örgütlenmeliyiz!
Tabi ki kapitalizmin etkilerinden kurtulmak ya da kapitalizmden çıkış, sadece alternatif ekonomik çabalar üretmekle gerçekleştirilemez. Kapitalizm özgür bir dünyanın önünde engel olan iktidarın biçimlerinden biri olduğu için, kapitalizmden kurtulmayı istemek, diğer tüm iktidar biçimlerine karşı doğrudan politik faaliyetler yürütmeyi de gerektirir.
Bahsedilen politik faaliyetler, giderek yaklaşmakta olan, tüm toplumu -sistemin tamamına karşı çıkma konusunda- pasifize eden (yerel) seçimler değildir. Sözü edilen, sistemi doğrudan hedef alan faaliyetlerdir. Bu alternatif ekonomik işleyişleri güçlendirecek, toplumsallaştıracak, diğer tüm alanlarda gerçekleşen sosyal ve siyasal krizlere direniş gösterecek, bu krizlere çözüm olacak ve sistemin kendisine karşı verilecek bir bütünlüklü mücadeledir. Bu bütünlüklü mücadele de tüm iktidar biçimlerine karşı örgütlenerek gerçekleştirilebilir.
İçerisinde bulunduğumuz ekonomik, siyasi ve toplumsal durum oldukça belirsiz. Ekonomik krize dair konuşulanlar ya da tartışılanlar ört bas edilmek istense de; ekonominin yakın bir zamanda daha büyük sorunlarla karşılaşacağı aşikar. Hazırlıklı olunması gereken şey, devlet ve kapitalizm dışı bir ekonomiyi kolektif bir şekilde oluşturmanın koşullarını hazırlamaktır. Bu hazırlık, devletin yapay gündemleri dışında, toplumsal muhalefetin örgütlemesi gereken bir süreçtir. Paylaşma ve dayanışma ilişkilerini örgütsel düzeyde somutlaştırmak ve toplumsallaştırmak gereklidir.
Bizleri bir arada ve ayakta tutacak olan öz-örgütlülüğümüzden başka güvenebileceğimiz hiçbir şey yok. İktidarlar “kriz yok” yalanıyla bizleri bir krizin en derinine sürüklerken; patronlar krizden pay kapmaya ve daha da zengin olmaya çalışırken; yapabileceğimiz tek şey yüzümüzü birbirimize dönmektir; dayanışmayı örgütlemektir.
Devletlerin tarih boyunca yarattıkları ekonomik krizlere karşı yaşamanın ve krizden kurtulmanın yolunu yeni bir ekonomik model yaratmakta bulan farklı deneyimlerde olduğu gibi; yapmamız gereken bizleri özgürleştirecek ve kapitalist krizin sıkışmışlığından çıkartacak olan üretim-dağıtım-tüketim kolektiflerini, öz-örgütlülükle oluşturulmuş atölyeleri ve kooperatifleri, paylaşma ve dayanışma temelli ilişkilerle bugünden yaratmaktır.
Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 46. sayısında yayınlanmıştır.
The post KRİZE KARŞl PAYLAŞMA VE DAYANlŞMA appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post “Battığımız için Dolar Yükseliyor” Paylaşımına Tutuklama appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>
Siirt’te 25 Eylül’de yapılan ev baskınlarında HDP İl Genel Meclis Üyesi İdris İlhan, sosyal medya paylaşımları gerekçe gösterilerek gözaltına alındı. Siirt Emniyet Müdürlüğü’ndeki işlemlerin ardından İlhan, 26 Eylül günü Siirt Adliyesi’ne sevk edildi. Sosyal medya hesabında “Dolar çıktığı için batmıyoruz, battığımız için dolar yükseliyor. Dolar 7.15” diye yazan İlhan, Sermaye Piyasası Kanunu’na muhalefet ettiği iddiasıyla savcılık tarafından tutuklanma talebiyle Sulh Ceza Hakimliği’ne gönderildi.
İlhan ifadesinde, sosyal medya hesabındaki paylaşımın, 80 milyon insanı ilgilendiren ekonomik bir değerlendirme olduğunu belirterek, paylaşımla her hangi bir manipüle amacının olmadığını söyledi.
Sulh Ceza Hakimliği, suçun niteliği, mevcut delil durumu ve şüpheli savunmaları incelediğinde kuvvetli suç şüphesinin varlığını gösteren somut delillerin bulunduğunu ileri sürerek, şüphelinin kaçacağı şüphesini uyandıran somut olguların bulunduğu, bu nedenle adli kontrol şartının yetersiz kalacağına hükmederek tutuklanmasına karar verdi. İlhan, Siirt E Tipi Hapishanesi’ne gönderildi.
The post “Battığımız için Dolar Yükseliyor” Paylaşımına Tutuklama appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post Marksizmin UPDATE’i – Basit Bir Marksizm Eleştirisi appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>“Toplumsal bir kuramı incelediğimiz zaman, bunun yalnızca bir partinin programı olmakla ve toplumu yeniden yapılandırmakla ilgili belli bir takım idealleri dile getirmekle kalmayıp, çoğu kez belli bir felsefe sistemine, doğaya ve topluma ilişkin genel bir düşünceye bağlandığını da görürüz.” der Çağdaş Bilim ve Anarşi’de Kropotkin. Marksizmi incelemeye yönelik bir kaygının, bu unsurları gözden kaçırmaması gereklidir. Marksist toplumsal yapılandırma girişimleri ve parti programlarının anlaşılması için marksist felsefi sistemi, doğaya ve topluma ilişkin düşünceleri detaylıca incelemek gerekmektedir.
Baştan vurgulayalım; yazımızın iddiası, bir toplumsal kuramın değişmemesi, farklı ekonomik, siyasal ve toplumsal koşullara uygun bir söz ya da bir pratik üretmemesi gerektiği değildir. Düşüncelerin ve pratiklerin ortaya koyuldukları gibi kalmasında ısrar etmek dogmatizmdir.
Yöntemi diyalektik olan, “diyalektik materyalizmi” bilim olarak gören bir kuramdan değişmemesini beklemek abestir. Çünkü, diyalektik karşıtlıkları kullanarak gerçekleştirilen bir akıl yürütme biçimidir. Değişim, bu akıl yürütme biçiminin merkezidir.
Ancak, düşüncedeki değişikliklerin mahiyeti önemlidir. Eğer yeni yorum, kuramın temelini değiştiren bir yorumsa; ortada yeni bir teori vardır. Diyalektik kurgulanırken, ortaya çıkan sentez, tezden de antitezden de bir şeyler taşır. Kuramı, bağlamdan koparmayan bu durumdur. Yazımızın iddiası, marksizmin içinde olduğu iddia edilen bazı yorumlamaların aslında düşüncede büyük bir kırılma yaptığı ve hatta bağlamdan koptuğudur. Bağlamdan kopan düşüncelerin durumuna içerlenen bir pozisyonda olmaktan ziyade, pozisyonumuz, anarşizmin 19. Yüzyılın ortalarından itibaren marksizmin karşısında koyduğu iddiaların, bu yorumlamalarda önemli bir referans noktasında bulunduğu iddiasında oluşumuzdur.
Yani 1800’lü yılların, I.Enternasyonal tartışmalarında konu edilen merkeziyet, iktidar, devlet vb. başlıkların marksizmin update’lerinde rastlanıyor oluşu, tartışmaların süreç içerisinde nasıl anarşizmin lehine evrildiğinin açık bir ispatıdır. Bu durumun, “biz demiştik”çilikten çok; “ayı tekrar keşfetmeye gerek yok”çuluk olduğunun altını çizelim. Marksizmin yüz yıl sonra tartışmaya başladığı başlıkların, yüzyıl öncesinde anarşist kuramın temellerini oluşturuyor olduğu gerçeği, kastımızın anlaşılmasında yardımcı olacaktır.
Bu arada, farklı dönemlerden ve farklı felsefi sistemlerden alınan unsurların kullanılmasının diyalektik olmadığını, eklektik yöntem olduğunu yeri gelmişken vurgulayalım.
Eğer update yetersiz kalınan bir alanı düzeltmeye yönelik bir çabaysa, bu updateleri anlamak düşüncenin ve pratiğin sıkıntılarını ortaya koymak; sıkıntının kuramın özünde mi, yoksa başka bir yerde mi olduğunu anlamak açısından önemlidir. Bu update’lere geçmeden önce, tüm updateleri de ilgilendiren birkaç saptama yapmak, kuramın içindeki çelişkilerden bahsetmek update’lerin neden yapıldığını anlama noktasında yardımcı olacaktır.
İktidar ve Devlet Çelişkisi
İktisadi ve sınıfsal güçlerin siyasal meseleleri genel olarak belirliyor olduğu görüşü marksizmin merkezinde yer alan düşüncedir. Marks’ın Kapital’inin de özünü oluşturan düşünce; tarihsel, toplumsal, siyasal yapıları belirleyen şeyin ekonomi olmasıdır. Her ne kadar siyaset toplum üzerinde belirleyici bir güç gibi görünüyor olsa da, temelde bir üretim tarzına dayanan toplumsal ilişkiler siyaseti belirler.
Marks, Yahudi Sorunu’nda, siyasal kurtuluşun, insanın gerçek kurtuluşu olmadığını vurgular. Ona göre ekonomik güçler topluma hükmeder. Devlet, belirleyici değildir, ekonomik güçler tarafından belirlenendir. Genç döneminde geliştirdiği bu düşünce, sadece kendi kuramında değil, sonraki yorumcularının da yorumlarında başat rol oynar. Oysa, bu yorumların ortaya çıkış nedenlerinden biri, devletin belirleyici ve özerk iktidar oluşunun fark edilmesidir.
Tanrı ve Devlet’te, Bakunin Marks’ın “sefaletin siyasal köleliğe” etkisini vurgularken “siyasal köleliğin, yani devletin sefaleti sürdürücü ve çoğaltıcı rolü”nü es geçtiğini vurgular.
Aslında, bu meselede yani devlet üst başlığında marksizmdeki ilk update, Marks’ın kendisi tarafından gerçekleştirilmiştir. Louis Bonaparte’ın 18. Brumaire’indeki devlet tanımı, ekonomik bir sınıfın dolayımı olmayan bir devlettir. Önceden sınıfsal tahakkümün bir aygıtı olarak tanımlanan devlet, bonapartizm update’i ile, göreli özerk bir aygıt haline gelmiştir. Devletin devrimci değişim ve kurtuluş için bir güç olarak kullanılabilmesine olanak veren bu aygıt, sonraki yorumcular aracılığıyla kapitalizme ve burjuvazinin ekonomik hakimiyetine karşı kullanılabilir kılar. Ancak bu updateler, kendi tahakküm mantığına sahip devletin varlığını reddeder; oysa bir iktidar aygıtı olarak devlet, devrim esnasında nesnel bir kurtuluş aracı olarak kullanılamaz. Devleti, sınıf çıkarlarına bağlı olmayan bonapartist yorumlara karşı, devletin sınıfsal tahakküm aygıtı olduğunu öne süren update’ler de vardır. Bu iki update’in varlığının sebebi, devlet teorisine ilişkin yorumlardaki çelişkidir.
Devlet, burjuvazinin yükselişinden bağımsız olarak kendi tarihine sahiptir. Bu tarihsel arka plan, onu devrimin önünde engel kılar. Kropotkin, Devlet: Tarihsel Rolü yazısında, “Biz, devlette, yalnızca onun fiili biçimini ve tahakküm varsayılabilen tüm biçimlerini değil ama onun hakiki özünü, toplumsal devrimin önündeki engeli görürüz.” der.
Aynı zamanda, devlet, üretim güçlerinin belirlenmesi noktasında önemli bir aktördür. Devlet, gereksinim duyduğu zor araçlarının gelişimine izin vererek kendisi için verimli olan üretim güçlerini cesaretlendirir. Bu durum, altyapı-üstyapı ilişkilerini tersine çevirir.
Devrim Çelişkisi
Hegel’deki “mutlak tin”in kendini gerçekleştirmesindeki aracı tarih; Genç Hegelciler’de bu araç, tarihsel süreci anlayan birey; Marks’taysa bu tarihsel süreci anlayan ve bunu değiştirecek bir sınıftır. Bu sınıfın kim olduğunu sorgulamadan, proletaryanın toplumdaki çelişkilerin üstesinden gelecek olan sınıf olduğunu söyleyelim.
Proletarya, kapitalist toplum ile komünist toplum arasındaki “geçiş süreci”nde siyasal iktidarı, devleti, araçsallaştırarak uygulayacak sınıftır. Marks, Komünist Manifesto’da proletaryanın siyasal üstünlüğünü tüm sermayeyi burjuvaziden derece derece söküp alacağından ve üretim araçlarını devletin elinde merkezileştirmek için kullanacağından bahseder. Dolayısıyla devrimin amacı, devlet iktidarını yıkmak değil ele geçirmek ve devam ettirmektir. Devletin, geçiş sürecinden sonra alacağı hal, Engels’in Anti-Dühring’te iddia ettiği gibi “sönümlenme” olacaktır. Devrimden Sonra’da Marks, siyasal tahakkümün, sınıfsal tahakküm sonlandıktan sonra “kendiliğinden” sonlanacağından bahseder. Oysa geçiş süreci devletinin siyasal iktidar uygulayamayacağı tarihsel bir yalandır. SSCB’den Küba’ya tüm geçiş süreçleri, siyasal iktidarın kendini sadece toplumsal muhalefete değil, halka dayattığı bir süreç olmuştur.
Geçiş süreci ve üretim araçlarının devletleştirilmesi gibi başlıklar kuramın update’lerinde önemli yer tutsa da devrimci özne başlığı tartışması önemlidir. Proletarya, her ne kadar tüm toplumsal çelişkilerin üstesinden gelecek sınıf olsa da tarihsel konumunu fark edip bu gidişe dur diyecek sınıf değildir. Peki bu kimdir? Devrimci öznenin kim olduğu sorusuna verilen yanıtlar, 19. yüzyıldan günümüze çeşitlilik göstermiştir. Bu tartışmanın içinde soyut-somut emek tartışmalarından öncü parti, öncü gençlik… tartışmalarına geniş yelpazede birçok tartışma mevcuttur.
Özgürlük ve Otorite Çelişkisi
Marksist program, siyasal iktidar ve tahakkümün artması ve kapitalizmin farklı (devletli) biçimiyle sürmesiydi. Marksist işçi devleti, toplumdaki çelişkileri çözmeyecek, aksine kalıcılaştıracaktı. Emeğin bölünmesi, endüstriyel hiyerarşi ve hatta yeni bir sömürücü sınıfın doğuşu… Bakunin, Politik Felsefe’de, “Yeni bürokratik sınıf, burjuva sınıfının işçileri ezip sömürdüğü gibi, işçileri ezip sömürür.” der. Sosyalist devrim iddiasındaki tüm siyasal işleyişlerde olduğu gibi.
Marksizmde komünist toplumun tohumları kapitalizm içinde var olur ve komünizm kapitalist toplumun kurumlarından doğar. Gotha Programı’nın Eleştirisi’nde Marks, devlet aygıtı gibi eski topluma ait kurumların, yeni topluma geçiş için kullanılabileceğinden bahseder. Bu, marksizmin Hegelci doğasından kaynaklanır; eski toplumun unsurları, yeninin zorunlu bir parçasıdır. Ama özgürlük asla otorite aracılığıyla gelmez.
“Bir devrim, kesin olarak, var olan en otoriter şeydir; nüfusun bir bölümünün geri kalan bölüm üzerinde silah, süngü, top yardımıyla üstün gelmesi eylemidir.” der Engels, Anarşizm Üzerine metninde. Neden marksizmin devrim anlayışıyla anarşizmin devrim anlayışının farklı olduğunun en büyük özeti.
İLK UPDATE’LER
MARKS VE ENGELS
Marksizmi keşfetmek söz konusu olduğunda Marks’ın gençlik dönemi yazdıklarına hatta en çok etkilendiği kişi olarak değerlendirilen Hegel’e yeni bir dönüş, daha doğrusu Marks’ı Hegel’le okumak söz konusudur. Bu keşif, Karl Marks’ı genç ve olgun dönemlerine dahi ayırmakta; bu ayrıma temel olarak bilimsel sosyalizm konu edilmektedir. Bu ayrımı yapanlara göre Genç Marks asıl olarak felsefeyle uğraşmakta olup özellikle bu dönemi ekonomi bilimi alanına geçiş için hazırlık olarak değerlendirilmektedir. Tarihsel materyalizmin ilkelerinin belirlendiği söylenen Alman İdeolojisi’ne doğru giden yolda 1844 Elyazmaları, Yahudi Sorunu, Feuerbach Üzerine Tezler, Sefaletin Felsefesi ve Kutsal Aile’de yazılanlar da Genç Marks’ın eserleri olarak değerlendiriliyor.
Yabancılaşma, insan doğası ve ekonomi politik kavramlarının bu dönemin ana gündem maddelerini oluşturduğu belirtilir. Ancak bu yazıda felsefi olarak değerlendirilen bu kavramları değerlendirmek yerine fiili durumlara yönelik update’ler merkeze alınıyor.
1871 Paris Komünü Update’i
“İlk kez Şubat Devrimi’nde ve daha önemlisi proletaryanın ilk kez iktidarı iki ay boyunca elinde tuttuğu Paris Komünü’nde edinilen pratik deney karşısında bu program, bazı ayrıntıları bakımından, bugün eskimiş bulunuyor.”
Marks ve Engels,
Komünist Parti Manifestosu
1848 Devrimleri’nin (Fransa’da Şubat ayında başladığı için Şubat Devrimi olarak da adlandırılır) öneminin marksizm açısından büyük olmasının sebebi, devrimin nasıl gerçekleşeceği konusunda başlattığı tartışmalardır.
18 Mart 1871 günü ilan edilen ve 71 gün boyunca süren, yalnızca Fransa’yı değil tüm dünyayı etkilemiş ilk özyönetim deneyimlerinden biri olan Paris Komünü ise marksizmin en büyük update’i almasına neden olur.
Marksizmin 1871’e gelmeden hemen hemen nihai şeklini aldığını vurgulamak gerekir. 1864’te kurulan Uluslararası İşçi Birliği (I. Enternasyonal) çalışmalarına katılan Marks ve Engels’in teorileri ışığında proletaryayı örgütleme çalışmalarına girişmesi ve Kapital’in ilk cildinin 1867’de çıkması gibi marksizm açısından önem taşıyan “büyük olaylar”ın yaşanması, buna kanıttır.
Paris Komünü üzerine Marks’ın yazdıklarından öne çıkan husus, Komün’den parlamenter özellikler değil hem kuralları belirleyen hem de belirlediği kuralları uygulayan bir kurul olarak bahsetmesidir. Ancak update’leri incelerken dikkat edilmesi gereken bir mesele burada açığa çıkmaktadır. O da özellikle Paris Komünü söz konusu olduğunda bu devrimci hareketin gerçekte ne olduğu ve neyi kanıtladığıdır. Paris Komünü marksistlerin iddia ettiği otoriter bir yönetimi kanıtlamaz, aksine devrimin otoriter olduğu veya olacağı söylemlerini bizzat yanlışlar. Paris Komünü değerlendirilirken marksizmin update’e ihtiyaç duyduğunu bizzat Marks ve Engels’in dahi kabul ettiğini akıldan çıkarmamak gerekir.
Sınıf Update’i
Komünist Parti Manifestosu’nun ünlü girişinde Engels’le birlikte “Şimdiye kadarki bütün toplumların tarihi, sınıf savaşımları tarihidir.” diyen Marks, sınıfın açık bir tanımını yapmamıştır. Hatta zaman içinde değişen durumlara kendi update’ini kendisi yapmıştır. 1844 El Yazmaları’nda “genel olarak nufüsun artık sadece iki sınıfı var: işçi sınıfı ile kapitalistler sınıfı” denilirken ve Kapital’in Engels tarafından hazırlanan ve Marks’ın ölümünden sonra basılan üçüncü cildinde Marks, ücretli-emekçiler, kapitalistler ve toprak sahiplerini üç büyük sınıf olarak tanımlamaktadır. Marksizmin önemli iddiaların biri örneğin kapitalizmin ilerleyen aşamalarında orta sınıfın yok olacağı savıyken günümüzde en çok dile getirilen ve sürekli update ihtiyacı duyulan konuların başında orta sınıf geliyor.
Engels’ten Marks’a giden bir mektupta da burjuva ulus, burjuva aristokrasisi ve burjuva proletaryasından söz edilmektedir.
Sömürgecilik Update’i
“Öyle görünüyor ki sanki tarih bu halkın tamamını, içinde bulunduğu kalıtsal budalalıktan çıkarabilmek için önce sarhoş etmek zorunda kaldı.”
Karl Marks,
Çin’de Avrupa’da Devrim
(Afyon savaşı sırasında Çinliler için)
Marksizmde enternasyonalizm her fırsatta vurgulansa da hiçbir zaman farklı “uluslar” arasındaki sorun çözülememiştir. Marks ezilen halkların kaderiyle “devrimden önce” ilgilenmemiş, ardından gelen marksistler de karşılaştıkları sorunları bir türlü çözememişlerdir.
Marks, İngiltere’ye yerleştikten sonra New York Tribune adına muhabirlik yaparken Hindistan özelinde sömürgecilik uygulamalarına ilişkin yazılar yazmıştır. Marks, başta ileri kapitalist olarak işaret ettiği devletlerin ekonomik anlamda gördüğü ilerletici gücünü vurgularken “uygarlaştırıcı güçlerin” yaptıklarını kavramaya başlayınca kendisi update getirmiştir. Çünkü Marks ve Engels, esas kurtarıcı gücün Avrupa ülkelerindeki işçi hareketi ve sosyalist hareket olacağına inanıyorlardı. Bu hareketler, henüz sosyalizmi benimseyecek kadar gelişmemiş olan sömürgeleri de kurtaracaktı.
Marksizm ancak daha sonra update getirerek yayılmacılığa karşı bütün hatlarda direniş ve emperyalizmin yerleştiği bölgelerde sömürgeci hâkimiyetine mümkün olduğu kadar çabuk son verilmesi çağrısında bulundu.
“Bohemya’da yeni bir kan banyosu hazırlanıyor. Avusturya askeriyesi Bohemyalılar ile Almanların barış içinde bir arada yaşamaları olanağını Çek kanına bulamıştır… Ayaklanmanın sonucu önemli değil; Almanların Çeklere karşı bir imha savaşı artık yegâne mümkün çözüm olarak kalıyor.”
Engels,
“Die Polendebatte in Frankfurt” Neue Rheinische Zeitung
Hegel’in “tarihsiz halklar” kavramından etkilendiği açık olan Marks ve Engels, sadece proleter devrimin ileri gelişmiş kapitalist ülkelerde gerçekleşeceğini ve dünyanın geri kalanını sosyalizme götüreceklerini iddia etmiyor; bu ülkelerin dayatmalarına maruz kalan “tarihsiz halklara” karşı ön yargıyla yaklaşıyorlardı. Örneğin Engels, yukarıdaki satırda görüldüğü üzere, Çeklere karşı bir imha savaşının yegane çözüm olarak kaldığını belirtebiliyor.
Erken yazılarında Marks ve Engels küçük devletleri gelişme yolunda bir engel olarak gördüler. Engels, küçük devletleri lanetlemede İsviçre’nin geçmişte Avusturya’dan bağımsızlığını kazanmasını kınayacak kadar ileri gitti; Engels’e göre tarihinde ilk kez ileri bir devlet olan Avusturya’nın önünde hiçbir engelin olmaması gerekiyordu.
LENİN
Emperyalizm Update’i
Marksizmin iddia ettiği üzere ileri gelişmiş kapitalist devletlerde sosyalist devrim gerçekleşmemişti. Aksine bir avuç “ileri ülke” dünyanın büyük bir çoğunluğunu sömürgeleştirdi. Birçok marksist bu durumun, Marks ve Engels’in hayatlarının sonuna doğru ortaya çıktığını söyleyerek onların bunu görememelerini normal karşıladı. Marksistler tam olarak burada Lenin’in söylediklerini öne çıkarmaktadır.
Lenin eski ve bugünkü diyerek kapitalizmi dönemlere ayırdı. Ona göre bugünkü kapitalizmde serbest rekabetin yerini tekellerin hüküm sürmesi almıştır. Lenin bu duruma emperyalizm diyerek emperyalizmi, en kısa tanımıyla kapitalizmin tekelci aşaması olarak adlandırdı. Bugünkü kapitalizmi belirleyen temel özellik, en büyük girişimcilerce kurulmuş tekel birliklerinin egemenliğidir. Yani kapitalizmin en yüksek aşaması olan emperyalizmin kaçınılmaz sonucu, en büyük kapitalist güçlerce toprakların bölüşülmesidir.
İlginç olarak değerlendirilebilecek bir nokta da Lenin’in sömürge politikasını değerlendirmesinde yatmaktadır. Lenin’e göre sömürgecilik de emperyalizm de kapitalizmin çağdaş döneminden hatta kapitalizmden önce vardı.
Devrim Update’i
“Öncü uygar ülkelerin birlikte davranmaları, en azından proletaryanın ilk kurtuluş şartlarından biridir.”
Marks
“Bugünkü Rusya’da özgün olan şey, proletaryanın bilinç ve örgütlenme düzeyinin yetersizliğinden ötürü iktidarı burjuvaya vermiş olan devrimin birinci aşamasından, iktidarı proletaryaya ve köylülüğün yoksul katlarına devredecek olan ikinci aşamasına geçiştir.”
Lenin
Lenin emperyalizm tanımıyla “zayıf halka” teorisini geliştirmektedir. Bu teoriye göre geri kalmış ekonomiler ve emperyalist güçler arasında geri kalmış ekonomilerin sömürülmesine karşı bir mücadele verilmektedir. Geri kalmış ekonomilerdeki emperyalist politikalara karşı mücadelelerle emperyalist ülkeler arasında diyalektik olarak bir ilişki bulunmaktadır. Bu diyalektik ilişkiyi bir zincir olarak değerlendiren Lenin, zincirin en zayıf halkasının devrimci dönüşümü tetikleyebileceğini iddia eder. Tahmin etmek zor olmamakla birlikte bu halka Rusya’dır. Yani devrim, en ileri gelişmiş kapitalist ülkelerden değil tam anlamıyla kapitalist olarak değerlendirilemeyecek bir ülkeden de başlayabilir.
Sosyalist devrimin Rusya’dan da başlayabileceğini söyleyen Lenin’in önünde çözmesi gereken bir sorun olarak devrimin hangi yolla gerçekleştirileceği çıkıyor. Nisan Tezleri’nde Lenin ikili iktidar olarak adlandırdığı geçici hükümet ile işçi ve asker vekilleri sovyetlerinin varlığına atıfla burjuva devriminin tamamlandığını iddia ederek geçici hükümete destek verilmemesini savundu. Böylece marksizmin yanına leninizm kelimesini getiren başlıca update, Lenin’in devrime giden yolda parlamenter uygulamalar kullanmayı dışlaması ve şiddeti öne çıkarması oluyor. Böylece iktidar, iddiasına göre proletaryaya geçiyordu.
“Ama Rusya’da, hızla gelişen kapitalist vurguna ve henüz gelişmekte olan burjuva toprak mülkiyetine karşılık, toprağın yarısından fazlasına köylülerin ortaklaşa sahip olduklarını görüyoruz. Şimdi sorun şudur: Büyük çapta zayıflamış olsa bile, gene de, ilkel bir ortak toprak sahipliği biçimi olan Rus obşina’sı, doğrudan doğruya komünist ortak mülkiyetin üst biçimine geçebilir mi? Ya da tersine ilk önce Batının tarihsel evrimini oluşturan aynı çözülme sürecinden mi geçmelidir?
Buna bugün verilebilecek tek yanıt şudur: Eğer Rus Devrimi, Batıdaki bir proleter devriminin habercisi olur ve bunlar böylelikle birbirlerini tamamlarlarsa Rusya’daki mevcut ortak toprak sahipliği, komünist bir gelişmenin başlangıç noktası olabilir.”
Marks ve Engels
Komünist Parti Manisfestosu
Rusya o zamanlar marksizm sözlüğünde bütün Avrupa gericiliğinin son büyük yedek gücü olarak değerlendiriliyordu. Rusya’da yaşanan devrimci sürecin bir şekilde marksizme bağlanması gerekiyordu. Sonraki marksistler, Rusça basım için Rusya özelinde söylenen bu sözü alarak Batıdaki proleter devrim için işaret fişeği verildiğini iddia ettiler.
1917 Devrimi gerçekleşirken dünya savaşı da bir yandan devam ediyordu. Rusya’nın savaştığı devletlerden devrimcilerin de azımsanmayacak güce sahip olduğu Almanya’yla savaş söz konusuydu. Lenin, 1915 yılında yayınlanmış olan bir makalesinde, Rusya’da devrimin proletaryayı iktidara getirmesi halinde proletaryanın tüm savaşan ülkelere ezilen bütün uluslara özgürlük tanınması koşuluyla derhal barış önereceğini yazıyordu. Reddedileceği açıktı. “O zaman” diyordu Lenin, “savaşacağız. Ve Avrupa’nın sosyalist proletaryasını kendi hükümetlerine karşı ayaklanmaya teşvik edeceğiz.”
Ama öyle olmadı. Bolşevikler arasında görüş ayrılıkları vardı. Almanya’da devrimsel süreci başlatacak bir devrimci savaşın sürdürülmesinden yana olanlardan derhal barış yapılmasından yana olanlara kadar birçok isim vardı. Lenin ikinci gruptandı.
Avrupa’da sosyalist devrimin gerçekleşmesi zorunlu ve gerçekleşeceği de şüphesiz diyordu “Ayrı ve İlhakçı Bir Barış Anlaşmasının Derhal Sonuçlandırılması Sorunu Üzerine Tezler”de Lenin. Ancak devamında “Bununla birlikte, Rus sosyalist hükümetinin taktiklerinin Avrupa ve özellikle de Alman sosyalist devriminin önümüzdeki altı aylık zaman dilimi (ya da buna yakın bir süre) içinde gerçekleşip gerçekleşmeyeceği sorusunu belirlemeye yönelik girişimlere tabi kılınması bir hata olur.” diye de ekledi. Rus ordusunun durumundan da dem vurulmakla sonuç olarak Almanya’da gerçekleşecek bir devrime umut bağlamama üzerine kurulan bir gerekçelendirme söz konusu oldu.
Başta devrimci bir savaşın sürdürülmesinden yana olanlar çoğunluktayken ve Lenin’in barış önerisi kabul edilmezken Almanya’nın ilerlemesi üzerine proletarya diktatörlüğü Sovyetler ile emperyalist Almanya arasında “teslimiyetçi” bir barış yapıldı. Devrim, gelişmiş kapitalist devletlerde başlamadığı gibi onlara da sıçrayamamış gibi duruyordu. Peki devrim nasıl başarılı olacaktı?
Proletarya Diktatörlüğü Update’i
İşçi sınıfı, hazır bir devlet makinesini ele geçirip onu kendi hesabına kullanmakla yetinemez.
Marks
Fransa’da İç Savaş
Lenin, Devlet ve Devrim kitabında devletin niteliği üzerine ihtiyaç duyulan update’i getirmektedir. Lenin’e göre zora dayanan devrim olmaksızın, burjuva devlet yerine proleter devleti geçirmek olanaksızdır.
Lenin, Komünist Manifesto’da yıkılan devlet makinesinin neyle değiştirileceğine yönelik sadece soyut çözümler olduğundan dem vurmaktadır. Asıl olarak temel alınması gerekenin 1871 Paris Komünü sonrası Marks’ın yazdıkları olduğunu belirterek update’ini gerçekleştirir: “Biz işçiler, kapitalizm tarafından daha önce yaratılmış bulunan şeyi hareket noktası alıp, kendi işçi deneyimize dayanarak, sert bir disiplin, silahlı işçilerin devlet iktidarı tarafından korunan demirden bir disiplin kurarak, büyük üretimi, biz kendimiz örgütleyeceğiz.”
Lenin, Devlet ve Devrim’de Marks’ın Paris Komünü üzerine yazdıklarından yola çıkarak anarşistleri çürüttüğünü ilan ettiği zaman bilmeden marksizmin çürümüşlüğünü ortaya koyuyordu. Marks’ın hayranı ve resmi biyografyacısı olan Franz Mehring’e kulak vermek gerekiyor: “Komünist Manifesto’daki düşünceler, asalak devletin yok edilmesine yönelik şiddetli bir üslupla başlayan Fransa’da İç Savaş adlı çalışmada düzülen övgülerle bağdaşmıyordu … Hem Marks hem de Engels bu çelişkinin farkındaydı ve Komünist Manifesto’nun Haziran 1872’de yapılan yeni bir baskısına yazdıkları önsözde düşüncelerini tekrar gözden geçirdiler … Anarşistlerle mücadele halinde olan Engels, Marks’ın ölümünden sonra, tekrar orijinal Manifesto’yu esas aldı … eğer bir ayaklanma birkaç basit emirle devletin baskıcı mekanizmasını tamamen ortadan kaldırmayı başarabilmişse, bu Bakunin’in hiç ödün vermeden savunduğu yaklaşımının doğrulanması anlamına gelmez mi?”
Zamanında Marks’ın yaptığı update temel gerçeği görmezden geldi. Aynı gerçeği görmezden gelmekte ısrar eden Lenin’le birlikte böylelikle özgürlüğe nefes aldırmayan en büyük bürokratik devletlerden birinin oluşumunu görmek kaçınılmaz oldu.
Ekonomi Update’i
“Savaş Komünizmi’nin özüne uygun olarak aslında köylünün yalnızca artı ürününe el koymamız gerekirken zaman zaman yalnızca artı ürününe değil fakat köylünün yiyeceği için gerekli olan hububata el koyduğumuz da olmuştur. Ordunun ihtiyaçlarını karşılamak ve işçileri beslemek için bu yola başvurduk.”
Lenin
Savaş komünizmi, Rus İç Savaşı döneminde Sovyetler Birliği tarafından yürürlüğe konan ekonomik politikalara verilen bir isimdir. İç savaşın kazanılması için uygulamaya konulduğu belirtilen bu politikalar büyük bir update anlamına gelmektedir. Bu politikalar kapsamında grevler yasaklanmış, işçi olmayanlara gösterilen işlerde çalışma zorunluluğu getirilmiş, halkın aç kalmaması için köylünün elindeki tarımsal fazla ürüne el konulması kararlaştırılmış ve gıda başta olmak üzere diğer birçok ihtiyaç maddesinde karne uygulanmasına başlanmıştır. Elinde kendisi için ayırdığı gıdayı dahi almak isteyenlere rıza göstermeyecekleri göz önüne alındığında askeri politikaların en ücra yerlere kadar dayatıldığını rahatça söylenebilir. Köylülerin ürünlerine el koyulması da büyük tepki toplamış, köylüler de bu dayatmalara karşılık topraklarını ekmeyerek veya daha az ekerek karşılık vermeye çalışmıştır.
Tambov Köylü Ayaklanması gibi ciddi bir ayaklanmanın yanında devrimcilikleriyle ünlü Kronştad denizcilerinin kanlı bastırılan ayaklanması direkt olarak Savaş Komünizmi’ni bitirmemiş olsa da iktidarı tehditkar hale gelmesi nedeniyle etkisinin yüksek olduğu açıktır. Ürünlerin zoralımı durdurulmuş ve bunu yerine vergi uygulaması getirilerek köylünün elindeki artı ürünü piyasaya sokması sağlanmaya çalışılmıştır. NEP’in (Yeni Ekonomi Politikası) bazı bolşevikler tarafından dahi eleştirilen yönü budur, piyasa ekonomisi olarak adlandırılan uygulamaların devreye sokulması.
Savaş Komünizmi uygulamalarının aksine NEP, Lenin tarafından geçici bir önlem olarak adlandırılmamış; köylülüğü yeniden biçimlendirme aracı olarak değerlendirilmiştir. Marksizmin tarihsel materyalizm söylemleri altında belirttikleri ilerleme silah zoruyla gerçekleştirilmeye çalışılmıştır. NEP’in komünist ilkelere ihanet olduğunu iddia eden bir muhalefet de oluşmuştur. Lenin’in ölümünden sonra Stalin ile birlikte sanayileşme hamlesine geçilmek adına NEP uygulamalarına da son verilmiştir. Stalin döneminde ekonomi poltikalarının komünist ilkelere ihanet olduğunu iddia edecek bir muhalefet de kalmamıştır.
TROÇKİ
Sürekli Devrim Update’i
Sürekli devrim, Troçki’nin marksizmin üzerinde çok da fazla kalem oynatmadığı sömürge ve yarı sömürge olarak adlandırılan ülkelerdeki marksistlerin devrim stratejilerini belirlemeye yönelik bir update’dir. Troçki, sürekli devrim update’ini sürekli olarak Lenin ve Marks’a dönerek meşrulaştırmaya çalışmakla birlikte ileri kapitalist ülkelerde sosyalist devrime giden devrimci sürecin başlamamasından dolayı ortaya çıkan ihtiyaç üzerine geliştirilmiştir. Buna göre ileri kapitalist ülkelerde olsun sömürge-yarı sömürge olarak nitelendirilen ülkelerde olsun devrimci süreç ancak proletaryanın öncülüğünde gerçekleştirilebileceği söylenmektedir. Buna göre burjuva devrimlerinin gereklerini de ancak proletarya yerine getirebilir.
STALİN
“Tek Ülkede Sosyalizm” Update’i
“Devrimin tek ülkede yer alması olanaklı olacak mıdır? Hayır, Dünya pazarını yaratmış olan büyük sanayi, yeryüzündeki bütün halkları ve özellikle de uygar halkları öylesine birbirine bağlamıştır ki her halkın başına gelecekler bir ötekine bağlıdır… Komünist devrim, bu yüzden, hiç de salt ulusal bir devrim olmayacaktır; bu, bütün uygar ülkelerde, yani en azından İngiltere, Amerika, Fransa ve Almanya’da aynı zamanda yer alan bir devrim olacaktır.”
Engels
Stalin denilince akla gelen ilk update tek ülkede sosyalizmdir. Stalin, Sovyet iktidarını ele geçirip zaman içerisinde iyiden iyiye kendisine bağlarken marksizme ihtiyaç duyduğu update’leri getirmekten geri kalmadı. Ekonomi update’i beş yıllık planlar olurken sosyalizm update’i de tek ülkede sosyalizm oldu. Beş yıllık planlar, tek ülkede sosyalizme uygun olarak yalıtık bir ekonomi modeli oluşturulabileceği iddiasıyla ortaya atılmış ve sürdürülmüştür.
Tek ülkede sosyalizm update’i Stalin tarafından ortaya atılmasına rağmen bu update’in detaylarını Buharin hazırlamıştır. Bu update’e göre az gelişmiş olmasına rağmen Rusya gibi tek bir ülkede sosyalizmin geliştirilebileceğini savunulmaktadır.
Stalin liderliğindeki Sovyetler sonraki yıllarda tek ülkede sosyalist devrimin değil komünist devrimin de gerçekleştirildiğini duyurmuşlardır.
Ekonomi Update’i
Stalin, iktidarı ele geçirdikten sonra sürekli olarak gelecek saldırı ihtimallerini öne çıkararak ona göre update geliştirmiştir. Beş yıllık planlarla getirilen ekonomi update’i direkt olarak tek ülkede sosyalizm ve faşizmle ilgilidir.
Stalin, iktidarını iyice sağlamlaştırdığına emin olduktan sonra Lenin’in köylülüğü dönüştürmede bir araç olarak kullandığı NEP’i yeterli sermayenin biriktiğini belirterek kaldırdı. Bunun yerine Sovyetleri tek ülkede sosyalizm update’i doğrultusunda sanayileşmiş bir ülkeye dönüştürme hedefini koyduğunu belirterek beş yıllık planla ekonomik alanda atılımlar yapmaya girişti. Tahmin edileceği üzere beş yıllık planın süresi bitmeden planın başarıyla uygulandığı duyuruldu.
Faşizmle Uzlaşı Update’i
Molotov-Ribbentrop Paktı olarak da bilinen Alman-Sovyet Saldırmazlık Paktı, İkinci Dünya Savaşı’ndan 1 hafta önce Sosyalist Sovyetler ile Faşist Almanya arasında imzalanmıştır. Bu anlaşma sadece marksistleri değil liberalleri dahi şok etmiştir.
Stalin’in faşist olmayan emperyalist güçlerin faşist Almanya’ya saldırmamasını Almanya’nın Sovyetler Birliği’yle savaşa itildiği olarak yorumladığı bilinmektedir. Anlaşmanın yapılmasına giden süreçte Yahudi olan Rus Dışişleri Bakanı Litvinov’un görevden alınarak yerine Molotov’un getirilmesi, Sovyetler’in Faşist Almanya’yla müzakere için herhangi bir engel çıkmamasını amaçladığı açıktır.
Saldırmazlık paktıyla birlikte gizli bir protokol imzalanmıştır. Bu protokole göre Batı Polonya’nın, Almanya tarafından işgaline Sovyetler herhangi bir tepki vermeyecek; karşılığında Sovyetler’e de Doğu Polonya bırakılacaktı. Ayrıca bu gizli protokolde Baltık devletleriyle de ilgili çeşitli pazarlıkların olduğu bilinmektedir.
1917 Devrimiyle Rus marksistlerle Batılı marksistler arasında çeşitli update’lerle görülen uzaklaşma bu saldırmazlık paktıyla deyim yerindeyse öldürücü darbeyi yemiştir.
ORTODOKS UPDATE’LER
Marksizmin update’leri içerisinde belki de Marks ve arkadaşlarıyla hem teorik hem pratik anlamda en organik ilişkiye sahip, adeta “Marks’ın idealleri gerçek olsaydı işte böyle olurdu” dercesine savunulan deneyimlerin başında 1917 Ekim’i, Lenin ve Leninistler gelir. Marks’ın devrimin nereden başlayacağı konusundaki kehanetlerinin yavaş yavaş boşa düşmeye başladığı bir yüzyılda dünyanın ezilen halkları bir isyan dalgasıyla sarsılmaktaydı. Bölgesel reaksiyonlardan uzun soluklu adalet mücadelelerine, reform hareketlerinden halkların kurtuluş mücadelelerine kadar birçok alanda ezilenlerin dünyası özgürlük ve devrim fikirleriyle çalkalanmaktaydı.
Tarihsel sıraya uygun düşecek şekilde önce Lenin ve Rus Devrimi’nden kısaca bahsedecek (zira yazının ana iskeletini şekillendiren marksistler yoğunluklu olarak Leninist akımdaki kişi ve örgütlenmeler) sonrasında Mao Zedong ve Çin Devrimi, ulusal kurtuluş mücadeleleri başlığı altında Enver Hoca, Tito, Ho Chi Minh, Güney Amerika’da Fidel Castro, Che Guevara ve Avro-komünizmin marksizmi update ettikleri kısımlara yoğunlaşacağız.
Devrim Burada Ama İşçi Sınıfı Nerede?
“Daha başından itibaren liberal atın Rus devrimci yarışının koşucularından biri olmadığı sonucuna vardı.”
Eric Hobsbawm
Kısa 20. Yüzyıl Tarihi
Lenin’in belki de Marks’ın aşamalı devrim anlayışından ilk kopuşunu simgeleyen bu sözler, devrim düşüncesiyle ilk karşı karşıya gelişi simgeliyordu. O zamana kadar toplumsal dönüşüme yönelik şaşmaz bir kılavuz olduğu iddia edilen yetmezmiş gibi geleceğin toplumuna ve dönüşümün nasılına dair kehanetlerde bulunan Marks’ın düşüncelerinde ters giden bir şeyler vardı. Avrupa’da, işçi sınıfının ve sanayileşmenin geniş bir ölçeğe yayıldığı bir coğrafyadan beklenen devrimler tarihi tam tersi bir seyir izliyor, devrimci dalga feodalizmle boğuşan Rusya’dan duyuluyordu.
Ancak Rusya’da henüz işçi sınıfı yoktu. Rus köylüsü sömürülmekten bıkmış usanmış otoritelere bir son vermeye, ekip biçtiği toprağı eline almaya karar vermişti. Marksizmin kalıplarına sığmayan devrim, marksizmi değiştirdi. Köylü update’ini tamamına erdirecek isim ise Çin tarihine bir anarşist olarak dahil olup sonrasında dümeni marksizme kıran Mao Zedong olacaktı.
Bu düşünsel değişimler marksizmin pratiğindeki ilk büyük update’leri oluşturdu. Daha sonra Mao ve Castro tarafından bir hayli törpülenecek ilkelerdeki değişimin ilk habercileriydi.
MAO
“Marksizm-leninizm hiçbir zaman bütün doğrular üzerine olan bilgiyi özet halinde vermemiştir. O, yalnızca pratik yoluyla doğru bilgiye çıkan yolları açmıştır.”
Mao Zedong
Teori ve Pratik
Mao’nun iktidarı döneminde Marksizme bir çok update oldu. “Büyük İleri Atılım”, “İki Çizgi Mücadelesi”, “Kültür Devrimi”, “Antagonist Çelişki”, “Yeni Demokrasi” ve “Üç Dünya Tezi” başlıkları altında inceleyeceğimiz bu update’ler ideolojinin birçok değişmezini nesnel koşullar nedeniyle revize etmek zorunda kaldı.
Sınıf Update’i
“Çin gibi yarı sömürge ülkelerde baş çelişki ile (proletarya ve burjuva) öteki çelişkiler arasındaki ilişki karmaşık bir durum gösterir.”
Mao Zedong
Çinli otoriter komünistler, iktidarı ele geçirdiğinde Rusya’dakine benzer bir manzarayla karşılaştı. Nüfusun büyük bir kısmı, geçimini toprağa bağımlı olarak sürdürüyordu. Ancak burada işçi sınıfının devrimci gücünü bırakın, varlığından bahsetmek neredeyse imkansızdı. Pekin’de başlayan büyük bir sanayi hamlesine girişildi. Köylüler topraklarından koparılıp işçileştirilmeye başladı. Sonrasında mülk sahipleri (milli burjuvazi diye adlandırılıyor) ile beraber ılımlı bir dönüşüm gerçekleştirebilmek için işçileştirilen işçilerin emeği üzerinden bir kar payı üretildi. Ezen ezilen ilişkisi “devrim” yıllarında “komünist” devlet aracılığıyla yeniden üretildi.
İki Çizgi Mücadelesi Update’i
Çin’in dönüşüm sürecindeki temel uğraklardan biri de “geçici demokratikleşme hamlesi” olarak da nitelendirilebilecek “Yüz Çiçek Açsın, Yüz Fikir Birbiriyle Yarışsın” kampanyasıydı. Komünist Parti’nin teröründen bunalan halka bir nefes alma şansı tanıyan bu süreç bir yandan geçici bir özgürlük alanı yaratmış olsa da sonrasında “karşı-devrimci” olarak suçlanacaklar için bir tuzak olarak kullanılma amacı taşıdığı anlaşıldı. Bu dönemde gelişmesine izin verilen parti içi muhalefet sonrasında sistematik bir biçimde ortadan kaldırıldı.
Kültür Devrimi: İlk Gençlik Update’i
Maoizm ideolojisinde kavram olarak belki de en çok kulaklarımıza çalınan “Kültür Devrimi” hadisesi, mücadele yöntemlerine ilişkin bir düşünce değişiminden ziyade belli amaçlar doğrultusunda pratik bazı uygulamalar dizisinden ibaretti. Mao’nun talimatıyla harekete geçen Kızıl Muhafızlar isimli gençlik örgütlenmesi bütün bir Çin genelinde Kültür Devrimi’ni başlattı. Ülkede feodalizmi simgeleyen eski olan her şeyin yok edildiği bu dönemle birlikte marksizme sonrasında 68 gençlik hareketleriyle devrimci yönü keşfedilen gençlik update’i eklenmiş oldu.
Antagonist Çelişki Update’i
“Bizim halk hükümetimiz halkın çıkarlarını gerçekten temsil eden ve halka hizmet eden bir hükümettir. Böyle olduğu halde hükümet ile halk kitleleri arasında hala belli çelişkiler vardır. Bu çelişkiler şunlardır; devletin çıkarları ve ortak çıkarlar ile kişisel çıkarlar arasındaki çelişkiler, yöneticiler ile yönetilenler arasındaki çelişkiler; bazı devlet memurlarının halk kitleleriyle ilişkilerinde bürokratik uygulamalardan doğan çelişkiler. Bütün bunlar halk arasındaki çelişkilerdir.”
Mao Zedong
Antagonist (uzlaşmaz) çelişki işçi-patron çelişkisinin temel çelişki olmadığını “zamanın somut koşulları” ışığında coğrafyadan coğrafyaya değişebilecek çelişkiler olduğunu söylüyordu. Çin toplumunun antagonist çelişkisi ise toprak sahipleri ile köylüler arasındaki çıkarlar kavgasıydı. Toplumsal mücadeleler içerisinde, anarşizmin ezen ezilen arasındaki uzlaşmazlığa yaptığı vurgu bir yanda dururken bir coğrafyanın gerçekliğine ve devrimci dönüşümüne göz yummanın imkansızlığı Marksizmin ilkesel açmazlarının pratik sonuçları olarak sürekli düzeltilmeye çalışıyordu.
Aşamalı Devrim Update’i
“Diktatörlüğümüz, işçi sınıfı önderliğinde işçi-köylü ittifakına dayanan bir halk demokrasisidir.”
Mao Zedong
Marks’ın öngörülerinde sınıf savaşımları tarihi içerisinde feodalizmden sonra bir burjuva devrimi gerçekleşmesi gerekir. Ancak Çin’de burjuvalardan önce komünistlerin iktidarı ele geçirebilmesi, en çok komünistleri şaşırtmıştı. İlk kez Lenin’le form değiştirmeye başlayan devrim düşüncesi, Mao’yla ortodoks anlamındaki son noktalarından birine ulaştı.
“Yeni Demokrasi” ya da “Yeni Demokratik Devrim” tezleriyle anlatılmak istenen şey basitti. “Komünistlerin yardımıyla” halkı kapitalist bir üretim-tüketim-dağıtım ilişkisine ardında komünizme ulaştırma çabasıydı. Bu amaca hizmet etmesi için dörtlü bir ittifak kuruldu; işçi sınıfı, köylü sınıfı, şehir küçük burjuvazisi ve milli burjuvazi. Yani komünist iktidar, halkın yaşantısını bir avuç sömürgenin eline “kontrollü bir şekilde” aldığı gibi iade ediyordu.
Üç Dünya Tezi: Emperyalizm Update’i
Uzun yıllar sosyalist blok devletler olarak ekonomik ve siyasi ilişkilerini sürdüren SSCB ve Çin, Stalin’in “tek ülkede sosyalizm”i ilan etmesiyle sarsılmaya başladı. Komintern’in sosyalist dünya devrimine hizmet etme amacından çıkarılıp, SSCB’nin devlet çıkarlarına hizmet eden ülkeler haline getirilme çabası birçok parça için iplerin koptuğu nokta oldu. Çin, artık SSCB’yi emperyalist olarak görmeye başladı. Bu minvalde, üç dünya tezi şekillendi. Üç Dünya Tezi’ne göre dünya, ABD’nin temsil ettiği kapitalist emperyalist dünya, SSCB’nin temsil ettiği sosyal emperyalist dünya ve geriden kalan ezilen ülkeleri sınıflandırmak için kullanılıyordu.
Maoist düşünce, marksizmi bir çok açıdan update etti. Bu update’ler tanımını yaptığımız üzere mücadele biçimlerini şekillendirip geliştirmekten ziyade ideolojinin temelindeki açıklıkları kapatmak üzerine kuruldu.
ULUSAL KURTULUŞ MÜCADELESİ UPDATE’İ
Sosyalistlerin “ulusal kurtuluş mücadeleleri” biz anarşistlerin ise “halkların özgürlük mücadeleleri” olarak ele aldığımız bazı deneyimlerde marksizmin update’i meselesinde önemli uğraklar oldu. Ho Chi Minh, Enver Hoxha, ve Josip Broz Tito’dan bahsedilecek bölümde yoğunluklu olarak devrimler tarihi ve pratik olan bu deneyimlerin ışığında update’lere bir yenisini eklemekten çok var olan update’lerin bir parçası olan isimlerle karşı karşıya kalıyoruz.
Arnavutluk’ta verilen özgürlük mücadelesinden sonra iktidarı ele geçiren Enver Hoxha, “Tek ülkede sosyalizm” ve “anti-revizyonizm” başlıkları altında alternatif bir sosyalist hat çizmeye çalıştı. Stalin sonrası değişen SSCB’nin karşısında daha tutucu ve politik çıkarları kapsamında destalinizasyon karşıtı tavır alan Enver ve partisi, yeni iktidarların SSCB’de devrime ihanet ettiğini ilan etti. Marksizme getirilen update’ler noktasında, ulusal kurtuluş mücadeleleri meselesinden beslenen ve Leninist parti modelini birebir kopyalayan Hocaizm, 1967 yılında devlet gibi bir kuruma ilk kez “ateist” takısını getirdi. Enver Hoxha’nın anti faşizm, Titoculukla mücadele, Yugoslavya’yla olan siyasi karşı karşıya gelişlerle daha milli çizgideki bir komünizm anlayışı oturtuldu.
Yugoslavya’da ise benzeri bir süreç Josip Broz Tito eliyle gerçekleşti. Tek ülkede sosyalizme muhalefet, SSCB gölgesinde bağımsız bir güç olmaya çalışan diğer tüm öteki devletler için olduğu gibi Tito’da da sabitti. Tito’nun marksizmi update ettiği yegane kısım ayrı bir federasyon çağrısı oldu. Balkan ülkelerinin kendine ait ayrı bir federasyon kurması gerektiğini öneren Tito, SSCB’yle de arayı açmamaya çalışarak ayrı bir mücadele hattı oluşturmaya çalıştı.
Asya kıtasına yüzümüzü çevirdiğimizde ise yine bir halk hareketi karşımıza çıkar; Ho Chi Minh ve Vietnam. Ho Chi Minh’in ayrıksı bir siyaset üretme noktasındaki kısırlığı onu Komintern’in anti-emperyalist halk cephesi siyasetlerinin yalnızca bir uygulayıcısı olmaktan kurtaramadı.
CASTRO-KOMÜNİZM
Marksizme ortodoks updateler içerisindeki hem silahlı mücadelenin karakteri konusunda, hem de işin felsefi kısmındaki en büyük değişiklikler Mao’yu saymazsak Fidel Castro ve Che Guevara eliyle eklendi. Devrimci anarşist Sam Dolgoff’un “Castro-Komünizm” olarak tariflediği bu akım, öncelikle devrimin nasıl gerçekleştirileceğine ilişkin fikir ayrılıklarıyla başladı.
Devrimci Savaş Update’i
“İzole edilmiş, ulusal örgütlenmeden ve politik çalışmadan yoksun, sadece askeri patlayıcı rolünü üstlenen yalın ve iskelet halinde foko teorisi oldukça ütopik bir anlayıştı.”
Regis Debray, 1967
İberya’da Franco faşizmine karşı savaşmış bir gerilla olan Regis Debray, temelindeki foqoismo’nun temelindeki isimdi. Küçük, 15-20 kişilik gerilla gruplarına verilen bu ismin teorisi ise devrimin fokoist grupların eylemleriyle gerçekleşebileceğine yönelik bir bakış oldu. Sonrasında Debray, kendi modelinin bazı noktalarına eleştiriler getirecek olsa da özellikle Guevara’nın Güney Amerika ve Afrika ülkelerinde halk mücadelelerine yaklaşımı, foko teorisinin başarıya ulaşacağına yönelik mutlak bir inanç üzerinden şekillendi. Sonrasında Guevara’nın Bolivya’daki başarısızlığı, Küba yönetiminin de bu yaklaşıma olan inancını değiştirmesini destekledi.
Anti-Dogmatizm Update’i
Diğer tüm marksizm update’leri gibi Che Guevara da Marks’ı gelecek için yazdıklarından çok genel geçer çözümlemeleri bağlamında değerlendiriyordu. Onun için Marks, “gelişebilen, gelişmek zorunda olan” bir bilimin kurucusudur.
Marks ve Engels’in Güney Amerika üzerine düşünceleri hakkında ise rahatça “günümüz için kabul edilemez olan bazı ırk ve milliyet teorileri” olduğundan bahseder. Hümanizm konusunda ise öncüllerinden farklı olarak ısrarlı bir vurgu yapan Guevara ve Castro, devrimci ya da marksist bir hümanizme ihtiyaç duyulduğunu söylüyordu. Fidel Castro 1959 yılında halka açık bir konuşmasında Küba Devrimi’ni hümanist bir devrim olarak nitelemişti.
Guevara ve Castro’nun özgün bir eklentisi olmayan, Mao’nun pratik çözümlemesi üzerinden Çin’de hayata geçirdiği sanayi hamlesine benzeyen bir atılım da fokoculukda olduğu gibi sonrasında rafa kalkan bir proje olarak yarıda kaldı.
Avro-Komünizm: Demokrasi Update’i
“Sosyalizm, eğer demokratik yoldan, kapitalist devletin kurumlarından yararlanılarak kurulabilecekse, -proletarya diktatörlüğü- kavramı elbette gereksiz hale haşe geliyordu. (…) Avrokomünist partilerin tamamı her türden diktatörlük kavramının kabul edilmez olduğunu ilan ederek proletarya diktatörlüğü hedefini 70’lerde programından çıkardı.”
Daryl Glaser, David M. Walker
Marksizmin update’leri arasında devlet başlığı altında ilk pratik düzenlemeler Avrupa’nın göbeğinde ortaya çıkan birkaç komünist partiyle gerçekleşti. Ortaya çıkışları 1960-70’li yıllara tekabül eden İtalyan Komünist Partisi (PCI), İspanya Komünist Partisi (PCE) ve Fransız Komünist Partisi (PCF) ile bu akımdan etkilenen bazı İsveç, Belçika ve Britanya’daki bazı komünist partiler Avro-komünizm kategorisinde değerlendirildi.
“Sovyet sosyalizmine ve Batı Avrupa sosyal demokrasisine üçüncü bir alternatif” şeklinde tanımlanan bu örgütlerin ortak özellikleri SSCB tipi sosyalizme eleştirel bir bakış farklı uluslar için farklı yöntemler kullanılmalı düşüncesi sosyalist toplumun demokratik olması gerektiği ve insan haklarını korumak zorunda olduğu şeklinde özetlenebilir.
Avro-komünizm, o döneme kadar radikal marksizm içerisinde yalnızca dönemsel/stratejik tartışmalarda konuşulmuş demokratik düzen, parlamento, gibi aygıtları mücadelesinin merkezine koymasıyla ayrıksı bir yerde durdu.
Bu bir anlamda devlet tanımını da bütünüyle değiştirmek anlamına geliyordu çünkü Marks’ın proletarya diktatörlüğüne geçişte bir araç olarak gördüğü devlet aygıtı avro-komünistlerde amaç haline gelmişti.
Avro-komünizm bir kavram olarak söz konusu partiler tarafından benimsenmedi. Ancak bu partiler siyasetlerini dönemsel koşullara uydurmak olarak nitelendiriyordu. Yıllar içerisinde çoğu güçlerini kaybederek ya seçim aldatmacası arasında eriyip gitti ya da sağ siyasete yakınlaşıp ilkelerini tümüyle yitirdi.
BATI MARKSİZMİ
Marksizm, özellikle Ekim Devrimi’nden sonra devrimciler ve entelektüeller tarafından sorgulanmaya başlamıştır. Ortodoks marksizm olarak adlandırılan diyalektik materyalizm, yapısal olarak diyalektik olan değişmez ekonomik yasaların tarihin başlatıcısı olduğunu söyler. Bu anlayışa göre insanların amaçlarının rolünü dikkate almamak gerekir çünkü bunlar da maddi nedenlere bağlı olarak açıklanan şeylerdir. Böylelikle bir tarihsel aşamadan diğerine doğru -komünizme varmasıyla doruk noktasına ulaşan- ilerleme doğal bir gereklilik olarak görülür. Kendi içerisinde pek çok çelişkiyi barındıran kapitalizm, işçi sınıfının (proleterya) ezilmişlik koşullarına karşı yekpare ayaklanmasına neden olacaktır. Bu ayaklanma proleterya diktatörlüğünü getirecek ve proletarya diktatörlüğünün ardından komünizme geçilecektir.
1. Dünya Savaşı’nın sonuna gelindiğinde, gelişmiş bir kapitalist toplum olan Almanya’nın toplumsal devrim sürecine girmesi beklenirken, 1920’li yıllardan itibaren Avrupa’da, özellikle İtalya ve Almanya’da faşizm yükselişe geçmiştir. Keza 1917’de Rusya’da pratiklenen Ekim Devrimi, Marks’ın teorisinin tamamen zıddını söylemektedir. Tarıma dayalı bir ekonomisi bulunan ve devrimci özne olarak işçilerden çok köylülerin yer aldığı bir pratik deneyimlenmiştir. Update edilen marksizm, ortodoks marksizmin reddini bu temellere dayandırmaktadır.
GRAMSCİ
Antonio Gramsci (1891-1937)’ye göre merkezi insan etkinliği, ekonomi değil politikadır. 1922 yılında, yaşadığı İtalya’da faşizmin zaferini görmüş olan Gramsci devrimci işçi hareketinin de büyük bir yenilgisine tanık olmuştur. İtalya Komünist Partisi’nin kurucularından olan Gramsci, Mussolini’nin iktidara gelmesinin ardından 1926’da bir suikast girişimi bahane edilerek tutuklanmıştır. Marksizme “çeşitli katkılar” yaptığı ileri sürülen Hapishane Defterleri’ni hapishanede geçirdiği 11 yıllık süreçte yazmış ve yayımlamıştır. Bu eser Gramsci’nin düşünsel değişimini ve Marksizme getirdiği “alternatif” yaklaşımı açıkça göstermektedir.
Hegemonya ve İktidar Update’i
Gramsci, marksizmde o zamana değin geçmeyen bir kavramı kullanmıştır: hegemonya. Bu kavram, burjuva değer ve normlarının bağımlı sınıflar üzerindeki ideolojik hakimiyeti anlamına gelmektedir.
Marksist teoride altyapı, ekonomik temeli; üstyapı ise hukuki, siyasal, ahlak, din vb. oluşumları içerir. Altyapı, yani ekonomik temel, üstyapıyı etkiler. Gramsci’nin burada ortaya koyduğu tez ise sınıf bilincinin gelişmesinde üstyapının önemidir. İşçileri sınıfsal rollerini anlamaktan alıkoyan sadece ekonomik süreçlerdeki konumlarına ilişkin kavrayış eksiklikleri değildir. İşçi sınıfını kendini gerçekleştirmekten alıkoyan sadece din gibi özel kurumlar da değildir. Devlet sadece burjuvazinin baskı aygıtı anlamına gelmez, aynı zamanda burjuvazinin hegemonyası anlamına da gelmektedir. Yöneticilerin baskısının değil “dünya görüşünün” yönetilenler tarafından kabul edilmesinde yattığına ilişkin görüştedir. Yani Gramsci’ye göre Marks’ın burjuva sınıfının devlet aygıtını baskıyla elinde tutması tamamen yanlış veya eksik bir çözümlemeydi!
Gramsci’nin geleneksel Marksizmi iki şekilde tersine çevirdiği savunulur. Bunlardan ilki, Gramsci’nin üstyapının altyapıyı etkilediğini söylemesi, diğeri ise sivil toplumun politik toplum üzerindeki önceliğini vurgulamasıdır. Hegemonya kavramına ilişkin bir diğer önemli nokta, egemen sınıfın bir aygıtının, ahlaki ve entelektüel liderliği yoluyla diğer aygıtları üzerinde denetim uyguladığı bir süreçtir. Aynı zamanda, egemen sınıfın kendi dünya görüşünü kapsayıcı ve evrensel olarak yerleştirmek için siyasal, ahlaki ve entelektüel liderliğini kullanmaya, bağımlı grupların çıkar ve gereksinmelerini biçimlendirmeye yönelik başarılı girişimlerini içerir.
Gramsci’nin “hegemonya”sı belli başlı bir kaç aygıttan oluşmaktadır. Bunlar; okul aygıtı, kültür aygıtı, (müze, kütüphane gibi), enformasyon örgütlenmesi, yaşam çerçevesi, kentleşme. Gramsci bu aygıtları yalnızca yönetsel ve teknolojik olarak görmez, tıpkı üretim sistemindeki gibi siyasal içerikle var olduğunu söyler.
Gramsci’nin Marks’tan farklılaştığı bir nokta da devlet kavramına ilişkindir. Üstyapı olarak devlet, kapitalizmin aşılmasında ikincil olmaktan ziyade birincil bir konumda bulunmaktadır. Ona göre devlet, burjuva sınıfının potansiyel açıdan tümüyle kapsayıcı bir grup olarak oluşumundan hareketle, bireylere sanki burjuvazinin içine alınacaklarmış gibi normlar ve yasalar dizgesine yükselen hegemonya aygıtıdır. Yani Marks’ın söylediğinin aksine, devletin varlığı, tarihsel olarak kapitalizmin aşılmasının önünde bir engel teşkil ediyordu!
Diyalektik Update’i
Gramsci’nin Marks’tan ayrıştığı bir diğer nokta, Hegel’in diyalektiğini kullanmış olmasıdır. İnsanın tarihte benzersiz bir özne olduğunu düşünmektedir ve gerçekliğin gelişiminde insanın rolünün Marks’ın tarif ettiği gibi pasif değil, etkin olduğunu söylemektedir. Marksizmin özellikle Engels gibi evrimci-pozitivist bir anlayışta olmasının tamamen karşısında duran Gramsci, Marks’ın materyalistler tarafından yanlış yorumlandığını, Marksizmin tamamen hümanist bir ideoloji olduğunu öne sürer.
Gramsci, tüm bunlar değerlendirildiğinde; Marks, Engels ve Lenin’den tamamen farklı bir şey söyleyerek marksizme bir update yapmıştır. Burjuvanın varlığını korumasında şiddet tekelini elinde bulundurmasıyla değil, proletarya üzerinde hegemonya kurmasıyla açıklar. Sınıfların varlığını sürdürmesinde ve “sınıf bilinci”nin sürdürülmesinin engellenmesinde üstyapının rolünü vurgular. Bu bağlamlarda Gramsci’nin hegemonya alt başlığında “devlet” anlayışına tamamen bir update yaptığı görülür.
LUKACS
Georg Lukacs marksizmin Engels tarafından evrimci- pozitivist bir çizgiye çekilmesine karşı çıkmıştır. 1923’te yayınladığı Tarih ve Sınıf Bilinci kitabında Hegel’in etkisi açık olarak görünür. Lukacs’a göre tarihin öznesi ve nesnesi arasında bir ayrım bulunmamaktadır. Marks, insanı nesneleştirerek tarih sürecinin çok dışında bırakmıştır. Lukacs, Marks’ın Hegel’deki devrimci yönünü ortaya çıkardığını söyler. Böylece Marks aracılığıyla da tarih teorisini materyalist bir konuma sokmayı amaçlamıştır.
Proletarya Update’i
Lukacs, işçi sınıfının devrimci hareketini öngören -toplumsal devrimin işçi sınıfı tarafından gerçekleştirileceği- marksizm anlayışını reddeder. Ortodoks marksizmi eleştirerek başladığı Tarih ve Sınıf Bilinci’nde, Rus Devrimi deneyimi ile işçi sınıfının haricinde bir öznenin (köylüler) devrimi gerçekleştirdiğini söyleyerek, yegane devrimci özne olduğunu reddetmiştir. Lukacs’ın yaklaşımına proletaryasız devrim denebilir, ancak devrimci özne olarak herhangi bir kesimden söz etmez. Aynı zamanda marksizmin salt ekonomizm olarak görülmesine de şiddetle karşı çıkar. Her ne kadar altyapı üstyapıyı belirliyor da olsa, Marks’ın kuramının merkezi olarak ekonomi politiği görmez.
Marks’ın kuramını marksizm yapan ekonominin toplumsal ilişkilerin merkezinde olması ve ekonominin (altyapının) üstyapıyı (devlet, ideoloji, hukuk, ahlak, din) etkiliyor olduğu tezine karşı çıkmak, marksizmin kendisine karşı çıkıp yerine bambaşka bir tez koymak anlamına gelir. Aynı şekilde işçi sınıfının olmadığı bir devrim düşüncesi de marksizmin tamamen baştan yazılması, update edilmesine denk düşmektedir.
Şeyleşme Update’i
Marks’ın “yabancılaşma” kavramını geçirdiği özellikle 1844 Elyazmaları, Lukacs’ın kitabı yayımladığı yılda henüz farklı dillere çevrilmemiştir. Bu yüzden marksizm içerisinde, özellikle ortodoks marksizmin de yükseltilmesiyle birlikte, yabancılaşma kavramının marksizme dahil olup olmadığı büyük bir tartışma konusu olmuştur. Lukacs’ın “şeyleşme” kavramını yaratırken Marks’ın Kapital’inde geçen “meta fetişizmi”nden etkilendiği düşünülür.
Lukacs’ın “şeyleşme”si ile en basit haliyle kast edilen; kişinin kendi faaliyetini, kendi emeğini, onun kendisine nesnel, insandan bağımsız bir şeymiş gibi gösterendir. Şeyleşmenin, işçi sınıfı için bir kişilik bölünmesine yol açtığını söylemektedir. Bu ilişkiler çerçevesinde işçi, emeğini piyasada özgürce, yine kendi özgür iradesiyle satıyormuş gibi düşünür. Ancak öte taraftan, toplumsal ilişkilerin bütününün şeyler arası ilişkiler haline gelmesiyle işçinin kendisi de bir meta, bir “şey” halini almıştır. Bu nedenle, işçi sınıfı diye bir özne toplumda bulunmamaktadır. İşçi sınıfı denilen bir özneden bahsedebilmek için “bilinç sıçraması”na ihtiyaç vardır. Bu noktada Lukacs, psikolojik bilinç ile potansiyel bilinç olarak iki ayrım koyar. Psikolojik bilinç, işçinin günlük yaşam mücadelesini temsil eder. Eve ne kadar ekmek götüreceği, ne yiyip ne giyeceği, ne kadar maaş alacağı vb… Potansiyel, yani aşılanmış bilinç ise sınıf bilincinin aktif yanını ortaya koyar. Psikolojik bilinç yanlıştır ve aşılması gerekir. Ancak Tarih ve Sınıf Bilinci’nde proleterin psikolojik bilinci nasıl aşıp potansiyel bilince ulaşacağına değinilmez.
2. Enternasyonel’in ardından Lukacs, “ideoloji” kavramını Marks’ın aksine pozitif olarak kullanmaya başlar. Marks’ta ideoloji “doğru duruma ilişkin yanlış düşünce” iken Lukacs’ta ideoloji “yanlış duruma ilişkin doğru düşünce”dir. Bu durum Lukacs’ın ortodoks marksizmi tamamen reddetmesi, bu anlayışın ekonomizmi ve siyasi pasifliği getirmesinden kaynaklanır. Siyasi pasiflikten kastı ise revizyonizmdir.
FRANKFURT OKULU
Frankfurt Okulu, 1923 yılında kurulan Frankfurt Toplumsal Araştırmalar Enstitüsü’nün sosyoloji, siyaset bilimi, psikanaliz, tarih, estetik, felsefe, müzikoloji gibi farklı disiplinlerden bir araya gelen bir düşünce akımının ifadesidir. Kurucusu Max Horkheimer (1895-1973) tarafından “Eleştirel Teori” olarak adlandırılır. Eleştirilen ise, geleneksel marksizmdir. 1930’lu yıllardan itibaren çevrilmeye başlayan Marks’ın elyazmaları ve “yabancılaşma” kavramını geçirdiği yazıları Frankfurt Okulu için önemli bir dayanak noktasıdır. O zamana değin diyalektik materyalizmin ve pozitivizmin haricinde marksizmin felsefi de bir temeli olduğu Frankfurt Okulu temsilcilerince söylenmiştir. Frankfurt Okulu’nun hala marksist çevrelerce eleştiriliyor olmasının nedeni ise, kendisini tamamen akademik bir alanda var etmesi, siyasi hiçbir dayanağının ve pratiğinin olmamasıdır.
Kültür Update’i
Frankfurt Okulu’nun, marksizme bir “kulturkritik” aşıladığı iddia edilir. Marksizmin o güne değin felsefi olarak ifade edilmemesi, sanata ilişkin herhangi bir açılımının olmaması Frankfurt okulunun temsilcilerinin başlıca kaygılarını oluşturmuştur. Bu nedenle marksizmde eksik kalmış olan “kültürün” Frankfurt okulu aracılığıyla marksizme eklendiği savunulur. Eleştirel Teori’nin tüm temsilcileri, insanı tarihin öznesi ve yaratıcısı olarak gördüklerinden, Gramsci ve Lukacs’ın devamcıları olarak yorumlanırlar. Aynı zamanda marksizmin şiddetle karşı çıktığı idealizmi Kant’tan bu yana benimsediklerini söylemektedirler.
Devrimci Özne Update’i
Marks ve Engels’in teorisi devrimci özne olarak proletaryayı gösterir. Ancak Lukacs gibi, Horkheimer da bu konudan emin değildir. Proletaryayı, toplumu harekete geçirici ve dönüştürücü görmekle beraber yekpare devrimci öznenin proletarya olmadığını söyler. Bu noktada Horkheimer sınıfın “ileri gelenleri” ile sınıfın geri kalanı arasındaki ilişkiyi vurgulayarak Lenin’e bir update yapar. İleri gelenden kasıt, bir parti ve onun liderliğidir. Horkheimer’ın odağı parti değil, eleştirel teoridir. Yani önemli olan öncü sınıf değil, felsefi temeldir.
Aydınlanma Update’i
1930’lu yılların başında Frankfurt Okulu ve özellikle Horkheimer’ın doğal bilimlerle ilgili benimsedikleri Lukacs’ın Tarih ve Sınıf Bilinci’nde ana hatları çizilenlerle çoğunlukla aynıydı. Horkheimer Bilim ve Buhran Üzerine Açıklamalar’da şöyle söylemektedir: “Marksist toplum kuramında bilim, insani üretim güçleri arasında sayılır… Bilimsel bilgi, üretici güçlerin ve diğer türde üretim araçlarının kaderini paylaşır: Onların uygulama ölçekleri hem onların gelişim düzeyleriyle hem de insanların gerçek ihtiyaçlarıyla derin bir karşıtlık içindedir. Aydınlanmayı da hakimiyetine almış olan daha iyi bir topluma yönelik ilgiyi, mevcut toplumu ebedi olarak kurma teşebbüsü ile ele geçirildikçe, bilimin içine sınırlayıcı ve örgütsüzleştirici bir an katıldı. Olmaya değil de, varlığa yönelen bir yöntem, toplumun verili biçimini eşit ve kendini yineleyen bir mekanizma olarak görme eğilimine karşılık geldi.”
Horkheimer ve Theodor Adorno (1903-1969)’nun birlikte yazmış oldukları 1944’te yayınlanan Aydınlanmanın Diyalektiği, açıkça marksizmin beslendiği Aydınlanma’ya meydan okumuştur. İtalya’da faşizmin, Almanya’da nazizmin yükselişte olması hatta zafer kazanmasını sorumlusu olarak Aydınlanma düşüncesini gösterirler. Onlara göre Aydınlanma Avrupa’yı karanlığa, barbarlığa sürüklemiştir. Bilimin ve teknolojinin gelişmesinin Aydınlanma’dan bu yana yükseltilmesi nazizmi yaratmıştır.
Aydınlanmanın Diyalektiği’nde Marksist pratiklerden farklı olarak değinilen bir başka konu ise “genel oy hakkı” düşüncesidir: “Her halükarda, oy pusulası düşüncesine yol açan gelişmelerin temeli, bütün özel enerjileri film stüdyosundan savaş alanına, emeğin bir tek, eşit ve soyut bir biçimine evrensel olarak indirgenmesidir. Ancak bu tür koşullardan daha insani bir koşula geçiş gözlenmiyor, çünkü kötüyü de iyiye de aynı şey oluyor.”
Diyalektik Update’i
Adorno’nun 1966’da yayımladığı kitabı Negatif Diyalektik hem Hegel’in hem Marks’ın diyalektiğinin radikal bir yorumlaması olarak görülür. Günümüz marksistlerinin sıklıkla örnek gösterdikleri Adorno’nun bu kitabı özellikle “otonomist marksistler” tarafından çok “devrimci” bir kitap olarak görülmektedir.
Avrupa’daki 68 hareketini etkilediği öne sürülen bu kitapta diyalektiğin temel kavramlarından biri “özdeşsizlik”tir. Özdeşsizlik bütüne katılmama, kitle ve tüketim toplumuna katılmamak demektir. Hegel ve Marks’tan farklı olarak “bütünsellik” düşüncesinin zıttıdır. Yine aynı kitapta Adorno, Marks’ı sınıfsız bir topluma tarih aşamalarla ulaşacak tezine tamamen karşı çıkmaktadır. Hegel’den bu yana süren pozitif diyalektik anlayışının toplumsal mücadeleler kapsamında bir uzlaşma yarattığını söylemektedir. Bu bağlamda Adorno sadece marksizmi değil, marksizmin örgütlenme tarzına da karşı çıkmaktadır. Ekoloji, LGBTİ mücadelesi gibi farklı mücadele alanlarının yaratılması Adorno’nun tarih içerisindeki “sürekli mücadele” anlayışına denk düştüğüne dair yorumlanmıştır. Kitle ve tüketim toplumuna katılmayan birey kendi özgür iradesiyle her zaman bir mücadele içerisinde var olacaktır.
Adorno, Lenin’in “öncülük” anlayışını eleştirir. Önderin izinden gitme düşüncesinin bireyin bağımsız düşünmesini engellediğini ve bireyleri tek bir kişiye bağımlı kıldığını savunuyor. Tıpkı Lukacs gibi, partinin bütünlüğü ve partinin öncülüğüyle proletaryanın bütünlüğüyle kapitalizmin aşılamayacağını savunmaktadır. Yani kapitalizmi devirecek olan işçi sınıfı ve işçi sınıfının bilinci değildir!
Yeni Sol Update’i
Bugün marksist tartışmaların temelinde duran “yeni sol” kavramı Herbert Marcuse (1898-1979) ile başlamıştır. Marcuse’nin Frankfurt Okulu’ndaki yeri Horkheimer ve Adorno’ya kıyasla daha farklı bir pozisyondadır. Marksizme Freudyen bir açılım getiren Marcuse, özellikle son dönem çalışmalarında ekonomik ihtiyaçların bütünleşme ve baskı aracı haline geldiği düşüncesinden hareketle, ekonomik ihtiyaçlardan daha fazla “insani” ihtiyaçlara yönelmiştir.
Marcuse’e göre Marks’ın teorisinde proletaryanın rolü kapitalizmin mutlak bir yansımasıdır. Marks işçi sınıfının sefilleşmesinden kaynaklanan toplumsal kutuplaşmanın proleter devrim açısından yaşamsal olduğunu söyler; diğer taraftan kapitalizmin dönemsel krizini basit bir siyasi çelişki olmaktan öte yapısal bir çelişki olduğunu ileri sürer. Üretici güçler, onunla birlikte, onun altında ilerlediği örgütlü teknik koşullara işaret eder. İmalat, makine sanayi, otomasyon endüstrisi üretim güçlerinin farklı düzeyleridir. Bunların sahiplenilmesiyle çelişki içerisinde bulunan üretici güçler; bilimi, gelişmiş iletişimi, yüksek eğitim düzeyini ve içselleştirilmiş disiplini barındırır. Böyle olduğunda, Marks’ın söylediğinin aksine bu bir sefilleşme değildir. İşçi sınıfının denetim altına alınması ve örgütlenmesi için gerekli olan koşulların ortadan kaldırılmasıdır. İşte bu noktada Marcuse, devrimi gerçekleştirecek bir işçi sınıfından bahsetmenin olanaksızlığını vurgular.
1964’ta yazdığı Tek Boyutlu İnsan ve 1972’de yazdığı Karşı Devrim ve İsyan, toplumsal hareketler noktasında el kitabı niteliğinde olan kitaplardır. Tek Boyutlu İnsan 68 öğrenci hareketlerinin önemli bir kaynağı olarak görülür.
Tek Boyutlu İnsan’ın doğrudan öğrenci hareketi içerisinde kendini var etmesinin nedeni okulların kapitalizmin içselleştirilmesini sağladığı ve okulların bu işlevi terk etmesi gerektiğini savunmasıdır. Marcuse, toplumdaki her türlü varlığı reddetmektedir. Toplumu bir bütün olarak ele almamak gerektiğini, ancak proletarya diye bir varlık olmadığını, bu kavramların artık iç içe geçtiğini söylemektedir. Etnik ve ırksal mücadele verenlerin, kendi yerel bölgelerinde ekoloji üzerinden mücadele edenlerin veya gay ve lezbiyenlerin de toplumsal yaşamın adaletsizliklerinden muzdarip olduğunu ve bunun mücadelesinin özgürleştirici olduğunu savunmaktadır.
ALTHUSSER
Altyapı-Üstyapı, İktidar Update’i
Louis Althusser, Lukacs ve Gramsci’nin geliştirdiği, ardından Frankfurt Okulunun doruk noktasına ulaştırdığı Hegelci marksizmi ve hümanizmi doğrudan reddeder. Devlet ve Devletin İdeolojik Aygıtları’nda açıkça belirttiği üzere “marksizmde eksik kalan yerleri tamamlama” çabası içerisine girerek marksizmi update etmiştir.
Marks toplum yapısını özgül bir belirlenmeyle eklemlenmiş düzey ya da kertelerden oluşmuş biçimde tasarlamıştır: Altyapı ya da ekonomik temel (üretici güçler ile üretim ilişkilerinin birliği) ile hukuk ve devlet, çeşitli ideolojiler, ahlak, aile, din gibi kavramları içeren üstyapı. Marksizme göre, üstyapının altyapıya göre özerkliği vardır ancak altyapı üstyapıyı etkilemektedir. Yani ekonomik ilişkiler nasıl şekilleniyorsa devlet, hukuk ve ahlak da ona bağlı olarak şekillenecektir.
Althusser, bu noktada Marks’ın bir durumu gözden kaçırdığını iddia eder. Hukuk, devlet ve ideolojinin yani üstyapının ekonomik temeli yani altyapıyı etkilediğini söylemektedir.
Althusser’in Devlet ve Devletin İdeolojik Aygıtları’nda söylediği üzere “Marksizme eklemek istediğim bu tez, tüm yapıların birbirini etkilediği, birbirinden bağımsız düşünülemeyeceği tezidir.” Yine aynı kitapta, üstyapının önemini şu şekilde vurgular: “Başka bir söyleyişle okul, (fakat aynı zamanda kilise gibi devlet kurumları, ordu gibi başka devlet aygıtları da ) bir sürü beceri öğretiyor. Fakat bunu yönetici ideolojiye boyun eğmeyi ya da bu ideolojinin ‘pratiğinin’ egemenliğini sağlayan biçimde yapıyor. Tüm üretim, sömürü, baskı görevlileri ve Marks’ın deyimiyle ‘ideoloji profesyonellerinin’ görevlerini ‘bilinçli olarak’ yerine getirmek için şu ya da bu oranda ideolojiyi benimsemiş olmaları gerekir. Ya sömürülenler yani proletarya ya sömürücüler yani kapitalistler, ya sömürünün yardımcıları yani yönetici kadrolar, ya da hakim ideolojinin büyük papazları, yani devlet memurları…”
Devlet, marksist kuramda Marks’ın Paris Komünü Üzerine ve Lenin’in Devlet ve Devrim metinlerinde devlet aygıtı adını verdikleri şeydir. Baskı yoluyla devletin kontrolünü elinde bulundurmaktır. Buradan anlaşılması gereken ise, hukuki pratiğin gereklerine ilişkin olarak zorunluluğu ve varlığı tanınan, özelleşmiş bir aygıt. Yalnızca polis, mahkemeler veya hapishaneler değil, polis “olaylarla başa çıkamadığında” duruma el atacak olan ordu, devlet başkanı ve hükümeti de kapsar. Marksizme göre devlet, yalnızca devlet iktidarının bir işlevi olarak anlam kazanır. Tüm siyasal sınıf mücadeleleri devlet iktidarını ele geçirmek üzerine kuruludur. Tam da bu noktada Althusser bir ayrıma gitmek gerektiğini söyler: devlet iktidarı ve devlet aygıtını ayırmak gereklidir. Bu kavrama Althusser “devletin ideolojik aygıtları” adını verir. Marksist teoride devlet aygıtı hükümet, yönetim, ordu, polis, mahkemeler ve hapishanelerdir. Althusser’e göre bunlar yalnızca devletin baskı aygıtlarıdır. İdeolojik aygıtlar ise; dini (çeşitli kiliseler sistemi), öğretimsel (değişik, özel ve devlet okulları), aile, hukuk, siyaset (çeşitli siyasal partiler), sendika, haberleşme (basın, radyo, tv), kültür (edebiyat, sanat, spor vb.). Tüm bunlar devletin baskı aygıtı aygıtı ile aynı şeyler değildir. İşleyiş mekanizmaları birbirinden tamamen farklıdır. Devletin baskı aygıtı ele geçirilmiş olsa dahi ideolojik aygıtlar varlığını sürdürmeye devam eder. Üstelik baskı aygıtları “kamusal” alanda yer alırken, ideolojik aygıtlar tamamen “özel” alanda yer alır. Devletin baskı aygıtı “zor kullanarak” bir başka deyişle şiddet tekelini elinde bulundurarak işler, ideolojik aygıtlar ise “ideoloji” kullanarak işler. Devletin baskı aygıtlarına dair iktidarın bir yasa çıkarması oldukça kolayken, devletin ideolojik aygıtlarına değinen yasalar çıkarmak oldukça zordur.
Bu bağlamda değerlendirildiğinde Althusser’in marksizmi update ettiği iki temel nokta vardır: İlki üstyapının da altyapıyı belirlediği veya belirleyebileceği, diğeri ise devlet iktidarına yöneliktir. Marksizmin savunduğu tezlerin tamamen dışında bir söylem geliştirerek “teorinin eksikliklerini kapatma” çabasında olan Althusser, görece birtakım marksistler değerlendirildiğinde bunu başarmış olsa gerek.
OTONOMİST MARKSİZM
NEGRİ VE HARDT
Otonomist marksizmin önde gelen temsilcilerinden İtalyan felsefeci A. Negri ve Amerikalı edebiyat kuramcısı M. Hardt’ın da marksizme yönelik ciddi update’leri bulunmaktadır. Özellikle İmparatorluk ve Çokluk kitaplarında küresel kapitalizmin ve devletin post modern dönemde geçirdiği dönüşümlere, devrimci özne olan proleteryanın anlamındaki değişikliğe, üretim biçiminin ve emeğin dönüşen yapısına yönelik update’ler bulunmaktadır.
Kapitalizm ve Devlet Update’i
Negri ve Hardt’ın oluşturdukları teorinin ana hatları ulus-devlet ve emperyalizm kavramları üzerinedir. Negri ve Hardt’a göre “üretim ve mübadelenin asli unsurları -para, teknoloji, insanlar ve metalar- ulusal sınırları giderek daha kolay geçiyor; dolayısıyla ulus-devlet bu akışı düzenleme gücünü ve ekonomi üzerindeki otoritesini günden güne yitiriyor.” Bu sebeple ulus devletler ve emperyalizm giderek önemini yitirmektedir. 1970’lerde açığa çıkan yeni egemenlik biçiminin adı İmparatorluk’tur; “Dünya Bankası gibi ulus-aşırı birimlerden, ulus devletlere ve oradan yerel ve bölgesel sivil toplum kuruluşlarına kadar görece otonom farklı tipte yapılar ve örgütler”in var olduğu bütünlüklü bir küresel kuruluştur.
Negri ve Hardt, Lenin’in 1916 yılında yazdığı kitapla Marksist teoriye kapitalizm ve devlet update’i olarak eklediği ve kapitalizmin en yüksek tekelci aşaması olarak tanımladığı emperyalizm teorisinin sonunun geldiğinden, “emperyalizmin artık küresel iktidar yapılarını anlatmakta yeterli bir kavram olmadığı”ndan bahsetmektedir.
Üretim Biçimi, Altyapı-Üst Yapı ve Emek Update’i:
Üretim biçiminin, altyapı-üst yapı meselesinin, emek kavramının değiştiği söylemleri açıkçası günümüzün sorunlarını analiz etmede marksist teoriye can simidi değerinde önemli eklemeler sağlamıştır.
İmparatorluk döneminin üretim tarzını betimlerken Foucault’un tanımı olan “biyo-politik” kavramını kullanmışlardır. Ayrıca, “kontrol toplumu ve biyo-iktidar kavramları İmparatorluk kavramının merkezi özelliğini betimler.” sözleri, Foucault’cu bir update’in izlerini taşır.
“Küresel ekonomideki servet yaratımı giderek daha fazla bizim biyo-politik üretim dediğimiz üretim tarzına, yani ekonomik, politik ve kültürel alanların giderek örtüştüğü ve birbirini sardığı, bizatihi toplumsal hayatın üretimine meylediyor.” sözleri, altyapı ve üstyapı meselesine dair bir update’i de içermektedir. Onlara göre, toplumsal üretim ve tüzel meşruluk birer altyapı-üst yapı öğeleri olarak değil birbirlerine paralel bir şekilde yan yana var olmaktadır; ekonomik üretimle politik kuruluş zaman içinde örtüşme eğilimine sahiptir.
“Postmodernleşme ve İmparatorluğa geçiş eskiden beri altyapı ve üstyapı olarak adlandırılan alanların reel olarak birbirine yakınlaşmasıyla ilgilidir.”
Biyo-politik üretim aynı zamanda “üretici emeğin yeni doğası”nı da ortaya koymaktadır. Emeğin biyo-politik boyutu olarak, artık-değer üretiminde önceleri kitlesel fabrika işçilerinin emeğinin oynadığı merkezi rol, günümüzde giderek daha fazla entelektüel, maddi olmayan ve iletişimsel emek gücüne geçmektedir. Maddi olmayan ürünler –bilgi, enformasyon, iletişim, dilsel ya da duygusal ilişkiler− üreten emek aynı zamanda “kendi eğilimini başka emek biçimlerine ve toplumun kendisine kabul ettirmiştir.”
Negri ve Hardt bu yeni kapitalist değer birikimi meselesini sömürü mekanizmasının merkezine konumlandırabilen yeni bir politik değer teorisinin geliştirilmesi ve yeni değer teorisinden sonra asıl olarak bilgi, iletişim ve dil yoluyla işleyen yeni bir öznellik teorisi kurmak gerektiğinden bahsetmişlerdir.
Devrimci Özne Update’i
Bu yeni üretim ve iktidar biçimi yeni bir öznellik tanımlamasında da bulunmuştur. Maddi olmayan emek zemininde yer alan öznelerin oluşturduğu bütün olarak tanımlanan “çokluk”, küresel düzeyde imparatorluğa karşı bir alternatif olarak sunulmaktadır.
Çokluk kavramı bir tekilliğe veya tek bir özdeşliğe indirgenemeyecek sayısız içsel farklılıklara sahiptir; kültür, etnik köken, toplumsal cinsiyet ve cinsellik farkları kadar farklı emek biçimlerini, farklı yaşam tarzlarını, farklı dünya görüşlerini, farklı arzuları da kapsar.
“Halk” kavramı gibi yekpare bir bütünlük oluşturmayan ve “güruh, kalabalık ve kitle” kavramları gibi edilgen olmayan, etkin ve çok boyutlu “çokluk” kavramı otonomiyi gerçekleştirebilme yeteneğine sahip bir öznelliği tariflemektedir.
İkilinin Marks’ın sınıf teorisinin temelindeki devrimci özne/proletarya tanımına getirdikleri update, oldukça açıktır. “Emeğin ve devrimin öznesinin temelli olarak değiştiğini kabul etmemiz gerekiyor. Proletaryanın bileşimi değişmiştir, dolayısıyla bizim proletarya anlayışmız da değişmelidir. Biz kavramsal olarak proletaryayı emeği kapitalist üretim ve yeniden üretim biçimleri tarafından doğrudan ya da dolaylı olarak sömürülen ve bu biçimlere tabi kılınan herkesi kapsayan geniş bir kategori olarak anlıyoruz. Bundan önceki bir devirde proletarya, erkek kitlesel fabrika işçisi olan ‘endüstriyel işçi sınıfı’ olarak tanımlanıyordu.” sözleriyle “sömürülen ve kapitalist tahakküme tabi olan herkesin proletarya kategorisi altında olduğunu” belirtmişlerdir.
Negri ve Hardt proletarya kavramını genişletmiş olsalar da kavram, sahip olduğu anlam ve genişletildiği biçim sebebiyle yetersiz bir “özne” tarifi yapmaktadır. Bu tanım, küresel kapitalist sistemin, devletlerin ve dini yapıların yani, siyasi, ekonomik, erkek egemen ve dini iktidarların baskı, sömürü ve tahakkümü altındaki ezilenleri kapsamamaktadır.
DİĞERLERİ
TARIK ALİ
Pakistanlı marksist tarihçi, özellikle üniversite yıllarındayken politik eylemliliğin içerisinde aktif bir şekilde yer almış Tarık Ali ise marksizme “fundamentalizm” kavramı üzerinden bir update uygulamıştır.
Fundemantalizm Update’i
Tarık Ali, 11 Eylül 2001’de ABD’deki İkiz Kuleler’e gerçekleştirilen saldırının ardından ABD’nin Ortadoğu’daki halklara yönelik düşmanca davranışlarını ve Irak İşgali dönemini klasik bir marksist söylemle tariflememiştir.
Güncel siyasi analizi ortaya koymak için Marks’ın ekonomik söylemleri ve emperyalizm anlatıları yetersiz bulan Tarık Ali “yeni” dünya atmosferinde söz konusu olanın, sınıf çelişkisi, emperyalist sömürü ya da “medeniyetler çatışması” değil de, bir “fundamentalizmler çatışması” olduğunu, en büyük tehlikenin ise “baş fundamentalist” ABD olduğunu belirtmiştir.
“Allah bizden yana” ve “Tanrı Amerika’yı korusun” gibi dinsel sloganların temel olduğu bir savaş çılgınlığının geri getirildiğini düşünmektedir. Yaşadığımız dönemde ABD’nin emperyalist fundemantalizminin karşısında İslami fundamentalizmin olduğunu düşünen; Yahudi ve Hristiyan fundamentalizminin tarihte İslami fundamentalizmden çok daha kan dökücü ve zalim olduğunu söyleyen Tarık Ali, küresel boyuttaki çatışmaların çeşitliliğine rağmen çok genel olgulardan bahsetmekle yetinmiştir.
ALAIN BADIOU
Fas doğumlu Fransız felsefeci marksist Alain Badiou, modern sofistler olarak adlandırdığı post modernistlere karşı kendisini hakikatin savunucusu bir Platoncu olarak tanımlamaktadır. Aynı zamanda Mao’nun kültür devriminin ve 60’lı yıllarda Fransa’da artan maoculuğun etkisiyle Sovyetlerin parti-devlet sistemine eleştiriler getirmiştir.
Komünizm Update’i
Sovyetler Birliği’nin dağılması ve marksist pratiklerin etkisini büyük oranda yitirmesinin ardından komünizmin öldüğü şeklindeki savlara karşı ölenin sonlu ve sınırlı olan Parti-Devlet olduğunu; -Marks’ın düşüncelerinden ve marksist yazından farklı olarak ve Platon’un bir kavramı olan- “idea” olarak komünizmin sonsuz, sınırsız ve ölümsüz olduğunu ileri sürmektedir.
Komünizm update’inde, verili üretim tarzlarından komünizme “geçiş sorunu” da bulunmaktadır. Badiou, “sosyalist devrim” ya da “millî demokratik devrim” pratikleriyle sağlanacak olan komünizme geçiş tezlerine karşı çıkmış, doğrudan komünizme geçmeyi gündemleştirmiştir.
ÉTIENNE BALIBAR
Althusser’in öğrencisi olan ve siyaset felsefesi üzerine yoğunlaşan Fransız marksist Etienne Balibar da marksizme yurttaşlık ve demokrasi update’i yapmıştır.
Demokrasi ve Yurttaşlık Update’i
Toplumsal, siyasi ilişkileri ve dönüşümleri ekonomik bir temelden ziyade siyaset felsefesinin kavramları olan demokrasi ve yurttaşlık kavramları üzerinden anlatması sebebiyle Balibar’ın düşüncesi başlı başına bir update olarak karşımıza çıkmaktadır.
Demokrasinin hep gelmekte olduğunu, ideal bir şey olmadığını ve kökleri Antik Yunan polisine giden yurttaşlıkla çatışkı içerisinde olduğunu düşünmektedir. Yapılması gerekenin demokrasinin demokratikleştirilmesi ve yurttaşlık haklarının genişletilmesi için mücadele olduğunu belirten Balibar, mücadele edilmediği takdirde yurttaşlık haklarının genişletilemeyeceğini ve -klasik marksizmin ilerlemecilik anlayışından farkını ortaya koyan bir biçimde- yurttaşlığın her zaman ilerlemeyeceğini de belirtmektedir.
19. yüzyılın sonları ve 20. yüzyılın başlarında verilen mücadelelerin “ulus-devletin sosyal yurttaşlığı”nı ortaya çıkarttığını, ardından gelen neo-liberal politikalarla birlikte yurttaşlık haklarında gerilemelerin olduğunu ifade etmektedir.
Balibar, sınıf mücadelesini -“devrimin kaynağı” olarak gören marksist anlayışa karşı- bir yurttaşlık biçiminin yaratıcısı olarak tanımlamaktadır ve sınıfı idealize etmemektedir. Sınıfın yaşanan neo-liberal dönüşümlerle devrimci ruhunu kaybettiğini belirten Balibar, günümüzde özellikle Batılı devletlerin göçmenlere yaptıklarına karşı işçi sınıfının çoğu zaman duyarlı olmadığını, göçmenlerle dayanışmadığını da aktarmıştır.
Ona göre, demokrasinin demokratikleştirilmesi bir süreci anlatır. Sürecin bir sonu yoktur. Bu sürecin faili başlı başına tek başına işçi sınıfı değil, “etkin yurttaş”tır. İşte bu nedenle etkin yurttaşın her zaman ayaklanma ve devrim kavramlarıyla bağı anlatılmaktadır.
Ayrıca, “siyasi bir güç ya da hareketin toplumu demokratikleştirmesinin koşulu, bunların kendilerinin hem hedefleri hem de içsel işleyişleri bakımından karşı çıktıkları sistemden daha demokratik olmalarıdır. Kendisi anti-demokratik olan sistem ya da toplumun, demokratik olmayan yollardan kökten dönüşümü sağlanamaz.” cümlelerini kapitalist ve marksist pratikleri de yetersiz görmesi sebebiyle kurmuştur.
HENRI LEFEBVRE
Neomarksist olarak bilinen Fransız sosyolog ve felsefeci, marksizme mekan ve kent meselesi üzerinden update’ler yapmış Henri Lefebvre, son dönemlerde mekan ve kent sorunlarının tahlilinde en çok okunan isimlerden biri olmuştur. Mekanı bir üst yapı olmaktan çıkaran, kenti sanayileşme için anahtar bir kavram olarak ele alan update’leri bulunmaktadır.
Mekan ve Üstyapı Update’i
Lefebvre, mekânın toplumsal değerler ve anlamlara dayalı olan ve mekânsal algı ve uygulamaları belirleyen bir toplumsal ürün olduğunu savunmuştur. Oysa marksizmde toplumsal mekan bir üstyapı olarak görülmekte ve hem üretici güçlerin hem de yapıların, mülkiyet ilişkilerinin sonucu olarak kabul edilmektedir. Lefebvre için mekan, üretici güçlere, iş bölümüne dahildir ve mülkiyetle ilişki içerisindedir. Mübadeleyle, kurumlarla, kültürle, bilgiyle ilişkilidir. Mekanın mübadele değeri ve kullanım değeri vardır; alınıp satılır.
Mekanın üst yapı olarak görülmesiyle ilgili olarak marksizme bir update yapan Lefebvre, Marksist devrim anlayışına bir ekleme yaptıklarını da belirtmiştir. Ona göre baş aşağıda, ayakları havada duran yalnızca Hegel’in felsefesi ve diyalektiği değildir: “Marks’ın baş aşağı olarak tanımladığı şey toplumdur. Baş aşağı çevrilen dünya teorisine sanayi örgütlenmesi içindeki marksist devrim projesini bir ‘kentsel devrim’ projesiyle tamamlayan birkaç nokta ekledik.”
Kent ve Sanayileşme Update’i
Lefebvre, kent ve kentleşmeyi sanayileşmeyi anlamak için anahtar fenomenler olarak görür: “Marks, şehirleşmenin ve kentin, sanayileşmenin anlamını içerdiğini gösteremedi. Sanayi üretiminin toplumun kentleşmesini içerdiğini ve sanayinin potansiyellerine hakimiyetin şehirleşmeyle ilgili özgül bilgiler gerektiğini görmedi. Sanayi üretimi, belli bir büyümeden sonra, şehirleşmeyi yaratır; bunun koşullarını sağlar, olasılıklarını açar. Böylece sorunsal yer değiştirir ve kentsel gelişme sorunsalı olur.” Marks’ın eserlerindeki şehire dair bilgilerde kent sorunu değil sadece konut sorunu ortaya konmuştur.
Lefebvre’nin mekanı üstyapı öğesi olmaktan çıkarması aslında güncel sorunlardan biri olan mekan ve kente dair marksizmin yorum yapabilmesini sağlamıştır. Fakat kentleşmeyi büyük oranda sanayi üretimi ve modern kapitalizmle birlikte ele aldığı için aslında kente dair analizinde eksik kalmıştır.
MARKS’TAN ETKİLENİP KENDİLERİNE MARKSİST DEMEDEN MARKSİZMİ ETKİLEYENLER
Kapitalist düzeni, toplumsal ilişkileri ya da döneminin ekonomik, sosyal, kültürel ve politik sorunsallarını çözümlemeye kalkışan pek çok düşünür Marks’ın ortaya koyduğu düşüncelerden etkilenmiştir. Marks’ın “sınırsız sermaye birikimi” gibi özellikle ekonomik alandaki görüşlerinden etkilenip kendi teorilerini ortaya koyan ama kendisini Marksist olarak tanımlamayan düşünürlerin görüşleri marksist teoriye eklemlenmekte ya da “marksist kuramı doğrulayan” düşünceler olarak sahiplenmektedir. Bu düşünürlerin tezleri doğrudan Marks’a olmasa da marksizme eklemlemeler/update’ler içermektedir.
IMMANUEL WALLERSTEIN
Amerikalı bir sosyolog olan ve “dünya-sistem” analizini ortaya koyan I. Wallerstein, Marks’ın temel birkaç düşüncesini kabul edip belirli noktalarda onun görüşlerinden ayrılan düşünürlerden biri.
Dünya Sistem Analizi
Wallerstein’a göre şimdiye dek iki tür dünya-sistem var olmuştur: Dünya-imparatorluk, dünya-ekonomi.
Bir dünya-imparatorluk, tek bir politik merkezin, fakat çok sayıda kültürün var olduğu büyük bir bürokratik yapıyken; bir dünya-ekonomi ise çok sayıda politik merkezin ve çok sayıda kültürün olduğu yapıdır. Analize göre, kapitalizm de modern bir dünya-ekonomi olan dünya-sistemdir.
Wallerstein’ın kapitalizmi modern dünya-sistem olarak tanımlamasında Marks’ın görüşlerinin etkisi büyüktür. Marks’ın kapitalizmin gelişmesinde ortaya koyduğu “sınırsız sermaye birikimi” düşüncesini analizinin temel dayanak noktası yapmıştır. Bir farklılık olarak sermaye birikiminde artık-değerden ziyade ağırlıklı olarak kâr kategorisini ön planda tutmuş, kâr ile artık değer arasındaki ilişkiyi incelememiş ve kapitalizmin kökenini pazar ilişkilerine dayandırmıştır. Bu sebeple kapitalizmin ilk olarak on altıncı yüzyılda Avrupa’da “pazar ticaretinin” gelişmesi sonucunda ortaya çıktığını düşünmektedir. Marks ise temel eserlerinde 18. ve 19. yüzyılda Batı Avrupa’da ve özellikle İngiltere’de ortaya çıkan kapitalist toplumsal dönüşümü ve sermayenin toplam döngüsünün nasıl gerçekleştiğini incelemiştir.
Marks ve Marksizm Hakkındaki Yorumları
Wallerstein analizini kurarken yüzünü döndüğü Marks’a ve marksizme yönelik yorum yapmaktan ve eleştirmekten de geri durmamıştır. 1883 ile 1950 yılları arasındaki marksizmi “ortodoks marksizm” olarak tanımlamış, bu dönemdeki marksist partilerin devlet iktidarını “elde etmeye kilitlenmiş” partiler olduğunu söylemiştir. “Sınıf çatışmalarının asli olduğunu ve diğer tüm çatışmaların yan olgular olduğunu” iddia eden ve dolayısıyla; “milliyetçi, etnik, feminist ve diğer tüm benzeri hareketlere düşman” bu partileri eleştirmiştir.
Wallerstein’ın devlet iktidarı düşüncesi marksist altyapı-üst yapı ilişkileri ile bağlantılı olmuş ama ekonomik çatışmaların dışındaki sorunların görmezden gelindiği yorumunda bulunmuştur. Ona göre devlet iktidarı kapitalizmin yarattığı iktidar biçimlerinden sadece bir tanesidir. Kültürel, toplumsal ve ekonomik iktidar biçimleri de kapitalizm içinde var olmaktadır. Ortodoks marksizmin en temel hatası, kentli işçi sınıfını öncelikli kılmak ve kapitalizmin ortaya çıkardığı diğer çatışmaların taraflarını ötekileştirmektir. Ayrıca marksistlerin analizlerini ulus devlet içine sıkıştırdıkları iddia etmiştir.
Ekonomik temelli olmayan çatışmaların görmezden gelindiği meselesinde haklı bir yorumda bulunurken ne var ki bu çatışmaların kapitalizmin yarattığı iktidar yapılardan geldiğini söylemesi ve çatışmaların kaynağı olarak kapitalizme yüzünü çevirmesi radikal bir eleştiri olarak görülemez.
Ortodoks marksizme yönelik tümden eleştirilerine rağmen Wallerstein, Marks’ın görüşlerinde hem savunduğu hem de eleştirdiği yönleri ortaya koymuştur. Wallerstein, Marks’ın toplumsal yapıyı diyalektik biçimde algılamak gerektiğine; sermaye birikiminin sistemin temel mekanizması olmasına; artı-değer kavramına; kapitalizmin yaşamın toplumsal örgütlenmesini kutuplaştırmasına; sosyalizmin devletin sönümlenmesini içermesine; kapitalizmden sosyalizme geçişin evrimci biçimde değil devrimci biçimde gerçekleşeceğine dair düşüncelerinin son 150 yılın ve hatta son 400 yılın gerçekliğini açıkladığını düşünmektedir. Bu konularda Marks’a hayranlık beslerken “Kapitalizmin önceki toplumlara göre bir ilerlemeyi temsil ettiği ve sınıfsız toplumun ortaya çıkmasıyla sona ereceği düşüncesi”nin “kuşkuya yer bırakmayacak kadar hatalı” olarak tanımlamıştır.
Marksizmden tümden uzaklaştığı bir mesele ise hiçbir sınıfa veya toplumsal gruba “özne” rolü vermemesidir.
DAVID HARVEY
Britanyalı bir coğrafyacı ve antropolog olan, son dönemlerde kent üzerine yaptığı çalışmalarla kendinden söz ettiren David Harvey; marksizmden etkilenip kendisine Marksist demeyen ama Marksist kent kuramcıları dendiğinde ilk akla gelen isimlerden.
Harvey, “mekân”ı, ontolojik bir kategori olarak ele almamakta; mekansal ilişkilerin bağımsız niteliklere sahip olduğunu reddetmekte ve mekanı, insanı biçimlendiren ve onun tarafından biçimlendirilen toplumsal bir boyut olarak tariflemiştir. Mekan, kentsel mekan üzerine Lefebvre ile birlikte marksist kuramda ciddi değişikler, eklemeler gerçekleştiren isimlerden biridir.
Marksist Kuramın Mekansallaştırılması
Harvey’in önce Sosyal Adalet ve Şehir ardından Sermayenin Sınırları çalışmalarında belirlediği gündemlerden biri “marksist kuramın mekansallaştırılması ya da toplumsal mekan sorununun marksist kurama bağlanması ve karmaşık kapitalist kentsel sürecin anlaşılması” olmuştur.
Harvey’in Sermayenin Sınırları kitabındaki sınır kavramının ikili anlamı vardır. “İlkinde sınırlar sermayenin diyalektik gelişimiyle ilgili iken ikinci durumda ise Marks’ın Kapital’inin sınırları ifade edilmiştir.” Harvey’e göre “toplumsal mekan” sorunu marksizmde de başlangıcından beri geri plana atılmıştır.
Harvey’in tüm çalışmalarında başvurduğu sermaye akımları ve yatırım döngüleri, toplumsal mekanın üretilmesi, dönüştürülmesi ya da yıkılmasında, eşitsiz coğrafi gelişmede, temel kuramsal araçlardır. Harvey’e göre Marks’ın sermaye kuramının eksikliği de zaten sermaye dolaşımındaki mekansal olguyu ele almamış olmasıdır.
Marks Kapital’de sermayeyi bir süreç olarak görmüştür ama bu sermaye kavramı mekansal boyut içermez. Onun için Kapital’de doldurulacak “boş kutular” ile açılması gereken “pencereler” bulunmaktadır. Kısacası, Harvey’in önerdiği şey marksist kuramın mekansal olgu ve süreçler dahil edilerek geliştirilmesidir: “Siyasi stratejimizin merkezine devrimin kentleşmesini koymaktan başka bir seçeneğimiz bulunmuyor.”
Kapitalist Kriz ve Kent
Harvey’in kapitalist kriz ve kent mekanı üzerindeki söylemleri de marksizmin kapitalist kriz söylemine ve genel olarak marksizme önemli eklemlemeler içermektedir.
Harvey, yapılı bir çevre olarak kent mekanının kapitalizmin doğurduğu krizin atlatılmasında önemli ve merkezi bir rol oynadığını söylese de kente kapitalist birikim süreçlerinden bağımsız bir yapı ve özgünlük atfetmenin yanlış olduğunu söyleyerek kente dair yorumlarında marksist kapitalist birikim teorisinden çok da “bağımsız”laşamamıştır.
Harvey’e göre marksist öngörünün aksine, kapitalizmin krize meyilli yapısı karlılığın/kar oranlarının düşmesinden daha çok üretim sonucu elde edilen artı değerin tekrar üretime çevrilememesinden kaynaklanmaktadır. Dolayısıyla, kapitalizmin krizden kurtulup kendini devam ettirebilmesinin koşulu artı değerin kent mekanında sürekli olarak üretim döngüsüne dâhil edilmesinden geçmektedir. Kentleşme hem tüketimin arttırılması yoluyla artı ürünün soğurulmasını hem de, büyük çaplı yatırımlar isteyen altyapı-üstyapı faaliyetleri vasıtasıyla, artı değerin yeniden üretim döngüsüne dâhil edilmesini sağlamaktadır.
MARKSİZMİN KADIN UPDATE’İ
İdeoloji, felsefe, mücadele yöntemi olarak da görülen bir ekonomik modelin; marksizmin, özünde neredeyse hiç değinmediği, değindiğindeyse tek bir açıdan -ekonomik açıdan- ele aldığı için derinlemesine yorumlayamadığı, dolayısıyla çözüm üretmekten uzak kaldığı, ne kadar güncellense de yetemediği kadın özgürleşmesi konusuna dair update’lerini incelemek bu yazının ereğidir.
Marks ve Engels’te Kadın Update’leri
Marks, başlangıçta -bir çok on dokuzuncu yüzyıl sosyalisti gibi- kadınların ikincil konumuyla, bu ikincillikten toplumun genel durumunu sembolize etmek için yararlandığı ölçüde ilgilendi. 1843’te yazdığı Yahudi Sorunu Üzerine adlı kitabında ve 1844 El Yazmaları’nda kadın- erkek arasındaki ilişkiyi, “toplumsal gelişme” düzeyini temsil ettiği iddiasıyla tartışma konusu yaptı. Özel mülkiyet ve sahiplik ilişkisinin hakim olduğu yerde, “tür ilişkisinin kendisi, erkekle kadın arasındaki ilişki vs. bir ticaret nesnesine dönüşür. Kadın alınıp satılır.” diyordu.
1845’te yayınlanan Kutsal Aile’de ise Genç Hegelciler’e mizahi bir atıfta bulunan başlığa rağmen, aile konusuna değinmemişti. Ancak birkaç pasajda, erkeğin kadınla olan ilişkisi hakkında yaptığı vurgunun değiştiği gözlenebilir. Bu vurgunun, marksizmde kadına ilişkin ilk update olduğu söylenebilir. Fourier’in kadının durumunu toplumsal ilerlemenin koşulu olarak sunduğu sözünü serbestçe alıntılayarak “tarihsel bir çağdaki değişim daima kadınların özgürlüğe doğru ilerleyişi tarafından belirlenebilir, çünkü burada, kadının erkekle, zayıfın güçlüyle olan ilişkisinde, insanal doğanın yabanıllık karşısındaki zaferi açıktır. Kadının özgürleşme derecesi, genel özgürlüğün doğal ölçüsüdür.” sözleriyle Fourier’in aksine, kadının durumunu toplumsal ilerlemenin ölçüsü olarak betimlemiş; kadını, sıradan bir örnekten bir şeylerin ölçüsü olma konumuna taşımıştır.
Marks ve Engels, Komünist Manifesto’da, kadın erkek ilişkilerini şöyle değerlendirmiştir: “Burjuva için karısı üretim aracıdır. Bu nedenle o, ortaklaşa mülkiyet deyince kadınların da ortaklaşmasını anlar. Oysa bugün burjuva evlilik kadınların ortaklaşa kullanılışıdır zaten. Biz olsa olsa kadınların ortaklaşa kullanılmasını açığa çıkarmış olmakla ve açık gizli fuhuşun ortadan kaldırılmasını hedeflemiş olmakla suçlanabiliriz…” Proletarya cephesinde ise yine aynı metinden alıntıyla: “Cins ve yaş farklarının işçi sınıfı için artık hiçbir toplumsal geçerliği yoktur. Yalnızca, yaş ve cins farklarına göre farklı giderlere yol açan emek araçları vardır.” Temel ayrım hala sadece burjuvazi ile proletarya arasındadır.
Yıllar sonra Alman İdeolojisi’nde “Bütün bu çelişkileri içeren ve kendisi ailedeki kaba iş bölümüne ve toplumun tek tek ve birbirine karşıt ailelere ayrılmasına dayanan iş bölümü ile, aynı zamanda iş bölümünün ve ürünlerinin paylaşımı, üstelik hem nitel ve hem de nicel eşitsiz paylaşımı, ve kadının ve çocukların erkeğin kölesi olduğu ailede çekirdeği, ilk biçimi bulunan mülkiyet doğdu.” gibi bir çok pasajla, cinsiyete dayalı iş bölümü tanımı yapmış ve bu tanımı özel mülkiyetin kaynağıyla ilişkilendirmiştir. Ancak bununla sınırlı kalmıştır; belirlenim ve analizler ne yazık ki sorunun çözümü için yeterli değildir.
Kapital’de Marks “Emekçi kendine aittir ve zorunlu yaşamsal işlevlerini üretim sürecinin dışında gerçekleştirir. …emekçinin kendini yeniden üretmesi için onun öz savunma ve türünü sürdürme güdülerine güvenebilir… Sermaye ev içi alanıyla ilgilenmez.” demiş, derinleştirmediği için yüzyıllarca defalarca yeniden update edilecek update’lerden birine, “ev içi emek” meselesine değinilmiştir.
Engels, Ailenin, Özel Mülkiyetin ve Devletin Kökeni kitabında ifade ettiği “Kadının kurtuluşunun ilk koşulu, bütün kadın cinsinin yeniden toplumsal üretime dönmesidir ve bu koşul, karı-koca ailesinin, toplumun iktisadi birimi olarak ortadan kaldırılmasını gerektirir.” sözleriyle, “kadın sorunu” olarak nitelenen ataerki sorununun çözümüne yönelik indirgemeci yaklaşımı gözler serilmiştir. Aynı kitapta Engels’in görüşlerinde, dönemin kadın hareketlerinin yükselmesinin etkisi, Engels’in kendi update’i de açıkça görülmektedir: “Erkeklerin artık kurulmuş olan tartışmasız egemenliğinin ilk etkisi, o sırada ortaya çıkan ataerkil ailenin ara biçiminde kendini gösterdi.” Salt sınıfsal çelişkinin, kadın sömürüsünün kökenini açıklamakta yeterli olmayabileceği endişesiyle yeni analizler yapma ihtiyacı hissedilmiş ancak yapılmamıştır.
Proleter Kadın Hareketi’nin Aklama Update’leri
“Elbette, Marks kadın sorunuyla ‘doğrudan’, ‘yalnız onun üzerinde durarak’ uğraşmadı. Bununla birlikte, kadının hak eşitliği için eşsiz olanı, en önemli olanı yaptı. Materyalist tarih kavramıyla bize kadın sorunu üzerine eksiksiz formüller vermediyse de, daha iyisini verdi; onları bulmak ve kavramak için doğru, güvenilir yöntemi…”
Clara Zetkin
Marks ve Engels’in, yazılarında “kadın sorunu” dedikleri meseleyi derinlemesine irdelemediği, marksist kadınlar tarafından dahi kabullenilen bir gerçektir. Marks ya da Engels’in “kadın özgürleşmesi” meselesinde yol göstermekle yetinerek kadınlardan kendi yollarını çizmelerini istediklerini düşünmek, ya fazlaca saflık olacaktır ya da devamcısı olduğu teorisyenleri aklama çabası…
İkinci seçenekten taraf olanların, açıkça ekonomik bir öncelik koyan Engels’i aklama çabalarında yaptıkları alıntılar, elbette bu söz gibi apaçık olanlar değildir: “Kadınlar ile erkekler arasındaki gerçek eşitliğin, ancak her ikisinin de sermaye tarafından sömürülmesi ortadan kalktığı ve ev işi kamusal bir sanayiye dönüştürüldüğü zaman gerçekleşebileceği inancındayım.” Üstü kapalı sözleri yorumlayarak farklı anlamlar çıkarmak, özellikle bir dönemin Proleter Kadın Hareketi’ni kuran kadın ve erkeklerin(!) benimsediği yöntemlerdendir.
Marks, Engels ve Lenin’den seçme pasajları içeren Kadın ve Aile kitabına yazdığı önsözde Clara Zetkin Lenin için “Savaşım ve kuruluş sırasında bir tek gücün fazla olmadığını ve her şeyin devrime ve komünizme yararlı kılınabileceğini kuvvetle duyuyordu.” der. Kadınların özgürleşmesinin değil, proleter devrimin başarısının hedeflendiğini vurgulamak yerine kadınları mücadeleye katılmaya teşvik ettiği gerekçesiyle Lenin’i över.
Kadın özgürlük hareketinin etkisini arttırdığı bir dönemde ortaya çıkan Proleter Kadın Hareketi, 19. yüzyılda SPD ve SDAPR gibi sosyal demokrat partiler etrafında toplanmıştı. Düzenledikleri etkinlikler, proleter kadınların yaşam standartlarını daha iyi hale getirme amacını taşımaktaydı; çalışma saatlerinin kısaltılması, sağlık sigortası, işsizlik… Kadınların hem evde, hem de iş yerinde çalışıyor olmaları da konulaştırılarak o güne dek ilgilenilmeyen başlıklar, update’lerle marksizmin temellerindenmiş gibi gösterilmeye çalışıldı.
Bu hareketin teorisyenleri arasında öncelikli olarak Clara Zetkin, August Bebel ve Aleksandra Kollontay sayılabilir. Rosa Lüksemburg ise, marksistlerin kimine göre bu ekipteyken kimine göre değildir. Lüksemburg feminizm karşıtıdır, kadınların kurtuluşunu belirgin bir biçimde sosyalizmin kurulmasına endekslemiştir. Ancak kadınların sosyal ve ekonomik haklarını da savunmuş, örneğin kadınlara oy hakkı konusunda teoriyi update etmiştir. Reformizmi sonuna kadar eleştiren bir marksistin, tarihteki büyük toplumsal değişimlerinin hiçbirinin oy vererek gerçekleşmemiş olduğunu görmezden gelerek “evrensel oy hakkı”nı savunması, bu update’in en büyük çıkmazıdır.
Clara Zetkin’se -Lenin‘i oldukça tedirgin eden- 1970’lerin “bilinçlendirme grupları”na benzer gruplar oluşturarak işçi sınıfından kadınlarla yaptığı çalışmaları ile tanınır. Kadın örgütlenmesi update’ini onun getirdiği söylenebilir.
Kollontay, ismi geçen kişiler arasında meseleye en eleştirel yaklaşan, kadınlarla evlerde yaptığı toplantılarla işçi kadın kongrelerinin belki de temellerini atan kadın olarak kendi partisindeki erkeklerle bu meselelerde en çok çarpışandır. Ancak “…Oysa gerçekten özgür olabilmek için kadın, bugünkü biçimiyle zaman aşımına uğramış ve engelleyici hale gelmiş olan ailenin ona yüklediği zincirlerinden kurtulmak zorundadır. Kadın için aile sorununun çözümü, ekonomik bağımsızlığın tam olarak elde edilmesi ve siyasal eşitliğin kazanılmasından daha az önemli değildir.” gibi eleştirileriyle update’ler getirmeye çalıştığı marksizmin eksikliğini yamamaya çalışır.
Marksist Feministler ve Sosyalist Feministlerin Kesişim Update’leri
Proleter Kadın Hareketi’nden sonraki en keskin dönemeç 60’lı yılların sonunda yer alır. Bahsi geçen bu dönemeçte politize olan pek çok kadın, marksist kuramı keşfettikleri dönemde, yükselmekte olan “kadınların özgürlük mücadelesi”nin de etkisi altındaydı. Kısa zaman içinde karşılarına büyük bir sorun çıktı; marksist kuramda “kadın sorunu” adı verilen meselenin incelenmesi ve bu meseleye değinen belli başlı on dokuzuncu yüzyıl metinleri üzerine yapılan okumalar, kuramsal geleneğin oldukça hatalı, çelişkili ve yetersiz olduğunu gözler önüne serdi.
Başlangıçta pek çokları, marksizmin temellerinin “kadınların özgürlüğü” savunucularının sorduğu soruları yanıtlayacak şekilde genişletilmesinin yeterli olacağını düşündü. “Ancak bunun fazlaca mekanik bir çözüm olduğu ve geriye açıklanması gereken pek çok nokta bıraktığı kısa sürede kavranıldı. Karşımızda duran Marksist kuram ve kadınların ezilmişliğine dair sosyalist çalışma mirası, kapsamlı bir dönüşüm ihtiyacı sergiliyordu. Durumun kavranmasıyla birlikte, bazıları Marksizm’den büsbütün koptu. Bazılarıysa Marksist kuramı, sosyalist geleneğin yetersizliklerini aşacak bir ‘sosyalist-feminist’ sentez geliştirmek üzere kullanmakta ısrarcı oldu. Ben Marksist kuramı genişletmek şeklindeki ilk amaca sadık kaldım.” sözleriyle anlatıyordu yaşanan ayrışmaları ve kendi ‘tarafını’ Lise Vogel, Marksizm ve Kadınların Ezilmişliği isimli kitabında.
Feminizmin kimi özelliklerini marksizme eklemleyen marksist feminizmde asıl amaç, yine marksizmdeki gibi, işçi sınıfıyla birlikte kapitalizmin üstesinden gelebilmektir. Geleneksel Komünist Parti ya da Sosyal Demokratların sol kanadına da yakınlığıyla bilinen marksist feminizmin update’lerinden biri, kadının temel üretici fakat ikincil tüketici olarak tanımlanmasıdır. Kadının özgürleşmesi için çocukların yetiştirilmesinden ve ev işlerinden kurtulması gerektiğini savunurlar. Bunun yolu, onlara göre ev işlerinin sosyalleştirilmesinden geçmektedir.
Getirdikleri diğer update ise ev içi üretimin üretici bir faaliyet olmadığı görüşüne karşı çıkmalarından doğar. Bu görüşe göre, kadının üreticiliği erkeğin üreticiliğinin temelidir. Sermaye birikiminin de temelinde kadının ev içi emeğinin yattığını savunurlar. Kadının ücretli işçi haline getirilmesi projesi ile sınıfsız topluma geçiş için işçi sınıfına katılmak hedeflerindendir. Ayrıca, kadının ucuz emek gücü haline getirilmesinin, erkek egemenliğinin getirilerinden faydalanan erkek işçilerin tepkilerini soğuran bir mekanizma olduğunu söylerler.
Öncülleri gibi onlar da, kadını “proleter” ortak kimliği içinde tanımladıklarından ötürü, erkek egemenliği gibi kadını ezen devasa iktidar biçimini ve baskı mekanizmalarını görmezden gelmişlerdir.
Sosyalist feministlerden Heidi Hartmann, Marksizmle Feminizmin Mutsuz Evliliği yazısında onları “Marksizmle feminizmin evliliği, kocayla karısının İngiliz örfi yasasında tanımlanan evliliği gibi olmuştur. Marksizmle feminizm tek bir şeydir ve o bir şey de Marksizmdir… çünkü bunlar, feminist savaşımı, sermayeye karşı yürütülen o ‘daha büyük’ savaşımın içine katmaktadırlar… Gereksinmemiz olan ya daha sağlıklı bir evlilik ya da boşanmadır.” sözleriyle, marksist feminizmin net bir eleştirisini yapmıştır:
“Üstelik, bizim Marksizm türümüzde, bir ‘kadın sorunu’ yok, çünkü biz kadınları asla öncelikle ‘üstyapıya’ ya da başka bir yere kompartımanlaştırmadık.”
Barbara Ehrenreich’in 1975 yılında “olduğu şey olması için çok kısa bir tanımlamadır, nihayetinde, gerçekten sosyalist, enternasyonalist, ırkçılık ve heteroseksizm karşıtı feminizm” olarak tanımladığı sosyalist feminizm, toplumsal sınıflaşmayı kadınların yaşamlarının odağında görür, aynı zamanda cinsiyetçi ve ırkçı baskıyı ekonomik sömürüye indirgememeye çalışarak marksizme yeni bir update getirir. Radikal feministlerin sıklıkla kullandıkları “kişisel olan politiktir!” sloganını sahiplenir, aile içi olay denilerek kadına yönelik cinsiyetçi tahakkümün geçiştirilemeyeceğine inanırlar. “Sınıf çelişkisi”nin yanı sıra toplumsal yapıyı şekillendiren, toplumun kurucu bir ilişkisinin bir başka hakimiyete, toplumsal cinsiyet hakimiyetine yer açmadığı için marksizmi eleştirseler ve Marks’ı kimi zaman “cinsiyet körü” olarak niteleseler de, marksizmi kurtarma çabası içindelerdir.
Marksizmin temel kavramlarını kadınların durumunun analizine uygulamaya ve bu kavramlara yeni bir içerik kazandırmaya çalışır. Hayatlarının farklı alanlarının, birbirinden ayrılmaz ve sistematik bir şekilde bağlı olduğunu söyler ve bu bağlılığı tanımlamak için “kesişim” kavramını kullanırlar. Heidi Hartmann ve Christine Delphy’ye göre kadınlar ataerki altında ortak biçimde ezilirler ve bu ortak ezilmişlikleri kadınları bir sınıf haline getirir. Sosyalist feminizm, marksizme “kadınların sınıfı” update’ini getirmiştir.
Josephine Donovan, gerçekte marksist feminizmin artık katışıksız bir marksizmden çok temelde radikal feminizm tarafından değiştirilmiş bir marksizmi temsil ettiğine işaret etmek için artık ikisinin orta yolunun sosyalist feminizm olarak adlandırılmasının uygun olacağını belirtmiştir.
İki kuramdan da alıntıyla oluşturulan “kapitalist ataerkillik” kavramıyla ataerkil pratiklerin, toplumsal ilişkilerin ve ideolojilerin, zihniyet yapılarının aile içindeki ve dışındaki ekonomik sömürüyü nasıl yoğunlaştırdığını açıklamaya çalışan update’leri de; marksizmin temelleriyle çeliştiğini bile bile girişilen kurtarma çabalarındandır.
Marks ve Engels’ten günümüz marksizminin farklı eğilimlerine kadar farklı dönemlerde, sayamadığımız birçok kadın update’i getirilmiştir marksizme. Yaşamın her alanındaki bütün adaletsizliklerin temelini ve çözümünü ekonomide gören, politik ve sosyal iktidar biçimlerini yok sayan ve iktidarın kendisini bir sorun olarak görmekten ziyade sahiplenen bir ideolojinin update’lerle sıvanarak varlığını sürdürmekten ya da yok olmaktan başka şansı yoktur.
MARKSİZMİN LGBTİQ UPDATE’İ
Almanya’da Nasyonal Sosyalist Parti, 1928’de LGBTİ meselesine bakışını açıklamıştı: “Erkekler ya da kadınlar arası aşkı onaylayanlar düşmanımızdır.” 1933’te Hitler’in siyasi iktidarı ele geçirmesinin ardından “cinsel açıdan yozlaşmış” denilenler -tarihçilerin kimilerine göre 10 bin, bazılarına göre 50 bin, diğerlerine göre 100 bine yakın kişi- eşcinsel oldukları gerekçesiyle toplama kamplarına gönderildi ve büyük çoğunluğu türlü aşağılamayla, işkenceyle ölene kadar çalıştırıldı, eşcinselliği ortadan kaldırmaya yönelik araştırmalarda denek olarak kullanıldı, katledildi.
1936’daki İberya Devrimi’nin ardından General Franco’nun faşist İspanyası’nda “geleneksel değerler”e geri dönüldü; eşcinsellere karşı geleneksel düşmanlığa. Eşcinseller çeşitli yasalara göre (aleni rezillik, serserilik ve adice davranış) yargılanıp hapsediliyordu. Eşcinselleri çeşitli tiksindirme terapileri (kusturucu ilaçlar, elektroşok ve türlü işkence yöntemi) ile “tedavi” etme çalışmaları yapılıyordu.
Yukarıda bahsi geçen faşistlerin her yönüyle karşısında olma, faşizmin panzehiri olma iddiasındaki örneklerinse faşizmle ve faşizan yöntemlerle uzlaştığı en önemli nokta LGBTİ’ler konusundaydı.
(Latin Amerika’dan Ortadoğu’ya, İngiltere ve ABD’den Rusya’ya kadar tüm devletler ve resmi ideolojiler bu konuda benzer yaklaşımlar gösteriyordu. Biz bu yazıda marksizmin LGBTİ+ ve queer update’ini konu edindiğimiz için, marksizmi resmi ideolojisi ilan eden devletlerden örnekleri ele alıyoruz.)
Rusya’da 1905 ile 1917 Şubatı arasında, gey kültürü/ edebiyatı ve politikasının yeşerdiği kısa bir dönem yaşandı. 1920’lere gelindiğindeyse bu hareket zayıflamıştı. Ne Lenin ne de Troçki’nin eşcinsellik fikrini desteklediği olmuştu. Yeni Sovyet Rejimi eşcinselliği tedavi edilmesi gereken bir hastalık olarak görüyordu. Günden güne yükselen düşmanlık, 1933’te çıkarılan, 34’te tüm sovyetlerde yürürlüğe giren bir yasa ile zirveye vardı. Bu yasayla erkekler arasında cinsel ilişki yasaklandı ve beş yıl ağır çalışma cezası getirildi. Stalin döneminin Sovyet hukuku eşcinselliği kamu ahlakına karşı bir suç haline getirdi ancak bununla yetinmedi. On çocuk doğuran kadınlara madalya veren Stalin’in cinsel çeşitliliğin tamamen karşısında olması pek şaşırtıcı olmamalıdır. Eşkiyalık, karşı devrimci çalışmalar, sabotaj ve casusluk gibi devlete karşı işlenen suçlardan biri ilan etti.
Maocu Çin’in uygulamaları da oldukça katıydı. 1949 Devrimi’nden sonra Çinli geyler toplanıp vuruldular. Lezbiyenler göç etmek zorunda bırakıldılar. Eşcinselliğin “var olmadığı” resmi olarak ilan edildi.
Küba Devrimi’nin ilk yıllarında Sosyalist Küba Devrimi Birleşik Partisi, toplumsal cinsiyet rolleriyle kalıplaşmış heteroseksüel kadın ve heteroseksüel erkeğin dışındaki bütün cinsel kimlik ve yönelimlere karşı ön yargıları besledi. Castro, bunları “yozlaşmış Batista döneminin bir kalıntısı” olarak kınıyordu, yok edilmeleri gerekiyordu. Birinci Ulusal Eğitim ve Kültür Kongresi’nde “eşcinsel sapıkların sosyal patolojik karakteri” ele alındı ve “eşcinsel sapıkların tüm dışavurumlarının kesin bir şekilde reddedilmesi ve yayılmalarının önlenmesi”ne kadar verildi, geyler rehabilitasyon kamplarına kapatıldı. 1983’te ise “toplumda istenmeyen unsurlar”ın Küba’dan ABD’ye gönderildiği Mariel sürgünüyle uzaklaştırıldılar.
Sayılabilecek örneklerin bir kısmını sıraladıktan sonra vurgulamamız gereken bir nokta var. Marksistlerin de dediği gibi, bir ideoloji yalnızca pratikteki “yanlış uygulamalar” üzerinden eleştirilemez.
Marksizmin Temelinde LGBTİ’lere Bakış
Öncelikle belirtilmelidir ki, iddia edilenin aksine, Marks ve Engels’in kitaplarında, mektuplarında ya da başka metinlerinde LGBTİ “mücadelesi”nin esamesi okunmaz. İki yüzyıllık bu ideolojide, bu konuda farklı kesimlerin farklı görüşleri olmuştur, fikir birliği yoktur.
Marksizmin kuramsal kurucularından Karl Marks ve Friedrich Engels yayınlanmış çalışmalarında LGBTİ konusuna dair çok az şey söylediler ve genel olarak cins, cinsiyet, cinsel kimlik ve yönelim ya da cinselliğe nadiren yorum yaptılar; yaptıklarında da çoğunlukla ekonomiyle ilişkilendirerek. Örneğin Marks, “özgür kişilikten kastın, insanın kendi manevi ve erotik güçlerinin bilincine vararak, onları ‘dengeli’ bir tarzda kullanması” demek olduğunu söyler. Marks’a göre kapitalist ilişkilerin özgür ve özgün kişiliği engellediği ortadadır. Hatta gelişmiş meta ekonomisinde, ancak bazı insanlar, o da özel ve uygun koşullarda, kişilik kazanabilir.
Engels ise Anti Dühring’de şunu söyler: “Kapitalizm, insanların arasındaki her türden doğal ve insani ilişki yanında, cinsler arası ilişkileri de yıkıma uğratmaktadır.” Çoğu metninde -o dönemde bu şekilde adlandırılmasa dahi- heteronormativitenin de keskin bir savunucusudur. Ailenin, Özel Mülkiyetin ve Devletin Kökeni kitabında, “İlk iş bölümü, erkekle kadın arasında, döl verme bakımından yapılan iş bölümüdür.” der ve ekler “Tarihte kendini gösteren ilk sınıf çatışması, erkekle kadın arasındaki uzlaşmaz karşıtlığın karı-koca evliliği içindeki gelişmesiyle ve ilk sınıf baskısı da dişi cinsin erkek cins tarafından baskı altına alınmasıyla düşümdeştir.” Bununla birlikte Engels’in erkek eşcinselliğini eleştirdiği ve bu durumu “antik Yunan oğlancılığı” ile ilişkilendirdiği yazıları, mektupları da mevcuttur.
İçinde bulundukları dönemde, Weimar Cumhuriyeti’ndeki Alman Komünist Partisi, Magnus Hirschfeld’in önerdiği yetişkinler arasındaki özel ve rızalı eşcinsel ilişkileri yasallaştırma çabalarını desteklemek amacıyla sosyal demokrat gruplarla bir araya gelmiştir. Engels, Marks’a yazdığı 22 Haziran 1869 tarihli mektubunda bu olaydan şöyle bahseder: “Doğu Avrupa’da Ulrichs ve Hirschfeld önderliğindeki eşcinsel hakları hareketleri midemi bulandırıyor. Eşcinseller doğaya karşı çıkan sapkın asalaklardır ve yok edilmeleri gerekir. Çünkü komünal hayatın devamı için gereken yeni bireylerin üretimini gerçekleştiremezler. Komünistler ve bu sapıklar asla bir ittifak yapamaz.” Bu ve benzeri örneklerle Engels’in metinlerinde sıklıkla karşılaşılabilir ancak bütün örnekleri sıralamak gibi bir niyetimiz yoktur.
“Marks ve LGBTİ” başlığında bulunabilecek olanın, bu konu üzerinde düşünüp taşınmayı reddediş, “Engels ve LGBTİ”de karşılaşılanın ise dahil olan bireylere açıkça düşmanlık olduğu açıktır.
Gökkuşağının Kızılı mı, Kızıla Gökkuşağı Update’i mi?
“Aşkta özgürlük, sekste özgürlük demek değildir.”
Lenin
Marksist geleneğin devamcılarının neredeyse tümü, 1960’lara dek eşcinselliği ve heteronormatif ailenin sınırlarına girmeyen bütün cinsel yönelimleri “ahlaksızlık” ya da “hastalık” olarak görmeyi sürdürdü. 68’in ardından bu durumun yüzde yüz değişip değişmediğiyse başka bir tartışmanın konusudur.
LGBTİ ve Queer hareketlerinin öncülü diyebileceğimiz eşcinsel hareketi, 1960’lara gelindiğinde radikal ve yüzünü toplumsallaşmaya dönen bir hareket haline geldi. 1969 Haziranı’nda New York’taki Stonewall Barı’nın polis tarafından basılması olayında, eşcinseller saatlerce polisle çatıştı. Literatürümüze “Stonewall İsyanı” olarak giren bu olay, yüzlerce-binlerce örgütlenmenin doğmasında ve cinsel özgürlüğün toplumsal değişimin maddelerinden biri haline gelmesinde oldukça etkili oldu.
Güncel duruma bakıldığındaysa gökkuşağının kızılı benzetmesinden marksizm ve LGBTİ mücadelesi başlıklarına, ve hatta queer marksizm denilen bir kurama dair pek çok şey yazıp çiziliyor. LGBTİ ve queer mücadeleleri, sınıf gibi çok daha büyük(!) temelleri ve amaçları olduğu iddia edilen marksizme eklemlenmeye çalışılıyor; bu update’lerin teorisyenleri, “Marks ve Engels’in … [LGBT’nin] ezilmesinin analizi ve buna karşı verilecek başarılı bir savaş için gerekli kavramsal araçları sağladığı”nı bile iddia edebiliyor.
Marksizmin eşcinsellik kavrayışının “burjuva toplumundaki bozulmanın ve çöküşün ifadesi” olarak işaretlenmekten çoğu zaman öteye gidememişken yükselen ve toplumsallaşan hareketlerin etkisiyle, yükselme ve toplumsallaşma kaygısının getirdiği bir popülizmle LGBTİ+ ve queer update’lerine ihtiyac duyduğunu söyleyebiliriz.
LGBTİ hareketin Marksizme yönelttiği belki de en temel eleştirilerden biri, her türden çatışmanın ancak sınıf çatışmasıyla ilişkilendirilmesi üzerineydi. Son derece yeni diyebileceğimiz yukarıda sayılan update’lerin en büyük çelişkisi ise, yıllardır yapılan eleştirileri hala karşılayamıyor oluşunun yanında sorulması gereken soru şu: “İki yüzyıllık teorinin üzerine teorinin temeliyle tamamen çelişen update’ler getirilerek bu çelişkinin aşılması mümkün müdür acaba?”
MARKSİZMİN EKOLOJİ UPDATE’İ
Son yarım yüzyılda ekolojiyi gündemleştirenler, marksizmin ekoloji mücadelesini kapsadığını iddia edenler ve marksizmin ekolojiyle ilişkisini genişletme eğiliminde olup ekososyalizm ya da ekolojist marksizm savlarını ortaya atanlar, bir bütün olarak marksizmin ekoloji update’ini gerçekleştirmişlerdir. Savlarını dayandırdıkları nokta, doğrudan Marks’ın yazdıkları olduğu için, biz de bu yazımızın merkezine Marks’ı, onun savunucularını ve eleştirisini aldık. Bu update’in güncel toplumsal hareketlenmelerden uzak kalmamak, eski hareketliliğe yeniden ulaşmak, yeni ve yerel örgütlenmeler başlatarak toplumsallaşmaktan başka bir amacının olabileceğini iddia etmek pek mümkün değildir.
Marksizmi Yeşile Boyamak
“…Özgürlük ancak doğanın kör güçlerinin önüne katılmak yerine, doğayla olan karşılıklı ilişkilerini rasyonel bir biçimde düzenleyen ve doğayı ortak bir denetim altına sokan toplumsal insan, ortaklaşa üreticiler tarafından gerçekleştirilebilir…”
Marks
Kapital III. Cilt
Marks’tan alıntılanan sözdeki “kör” ve “bilinmeyen doğa” imgelerinin, doğayı kötüleyen-küçümseyen bir ima taşıdığı ortadadır ve böyle bir doğa tarafından yönetilmenin kabul edilemezliği, onun egemenlik altına alınması gerektiğine işaret eder.
Marks’ın doğayı egemenlik altına alma öngörüsünün temel düşünce kaynaklarından birisi, onun “ilerlemeci” oluşudur. “Hindistan’da Britanya Yönetiminin Gelecekteki Sonuçları” adlı makalesinde ilerlemecilik oldukça açıktır: “Tarihin burjuva dönemi, yeni dünyanın maddi temelini yaratmak zorundadır… Bir yanda insanoğlunun karşılıklı bağımlılığı üzerine kurulmuş bulunan evrensel karşılıklı ilişkiyi ve bu ilişkinin araçlarını; öte yanda, insanın üretici güçlerinin geliştirilmesini ve maddi üretimin doğal araçların bilimsel bir biçimde yönetilmesine dönüştürülmesini…” Marks, yine doğayı fetihin gerekliliğini vurgumakta, uygarlık için gerekli gördüğü sermayeyi yükseltmektedir ve en önemlisi, bu süreci “doğal ve zorunlu” karşılamaktadır. Bu yaklaşımın ekolojik düşünceye yakınlığından değil, olsa olsa karşıtlığından söz edilmesi gereklidir.
Karşıtlığı görmezden gelenlerden ve ekososyalizmin büyük isimlerinden olan John Bellamy Foster, “Marks’ı ekolojiye gereken ilgiyi göstermediği için kınamanın uzun bir geçmişi varsa da, tartışmalarla geçen on yılların sonunda, bu görüşün olgularla uyuşmadığı açık biçimde ortaya çıkmıştır. Tersine, İtalyan coğrafyacı Massimo Quaini’nin gözlemlediği gibi, ‘Marks… modern burjuva ekoloji bilincinin ortaya çıkmasından önce doğanın sömürülmesini kınamıştı.” demiş ve marksizme ilk ekolojik teorik temel olma durumunu atfetmiştir.
Marks’ın doğa anlayışının, onun ekolojik görüşünün kanıtı olduğu iddia edilir. Bu tarz bir bağ kuranlar, doğa ve insan arasındaki kopmaz bağlara, bu bağlardan kaynaklı uyarılara dikkat çekseler de; bu temel felsefenin doğa üzerinde egemenlik kuran, bütün dünyayı insanın emek dolayımıyla oluşmuş bir yere çevirmeyi (belki büyük bir üretim tesisine dönüştürmeyi) arzulayan, insanlık ile doğa arasında kaçınılmaz bir karşıtlık olduğunu düşünen “üretimci” ya da “Prometheusçu” bir görüşü savunan düşünceleri görmezden gelirler.
Foster gibi düşünürler, Marks’ın düşüncelerinin bağlamını değiştiren Marks yorumlarıyla, ideolojiyi güncele uyumlu hale getirmeye çalışmışlardır. Bu tarz çabalar, marksizmin ilerlemeci varlığını değiştirmekte yetersizdir. Bu tarz bir ilerlemecilik, kapitalizmin üretimcilik zihniyetinden kopamayışı gösterir. Üretimsel değişimin olabilmesi için, kapitalizm aşaması gereklidir. Hatta bu gereklilik, onun yarattığı teknik olanaklar sayesinde doğaya fazla yük bindirilmemesine neden olacaktır. Bu ilerlemeci anlayışın kutsadığı çalışma fikri, kökenini Protestan ahlakının çalışmayı yüceltmesinden, bunu insanın özü olarak görmesinden alır. Çalışma meselesine ilişkin temel itirazlar, Marksistler tarafından emek-iş ayrımı yapılarak da ortaya konmuştur. Emek doğayla bütünleşmeyi gerektiren tüm faaliyetlerin adıysa, tüm kapitalist süreç boyunca insanın doğayla “emek” dolayımıyla ilişki kurduğu iddiasının altı boştur. Kapitalist süreç, tamamıyla doğadan kopuşa neden oluyorsa, kapitalist ilişkilerin ortaya çıktığı bir ortamda emek ortaya çıkamaz.
Enrique Leff “gerek geleneksel iktisadın, gerekse tarihsel materyalizmin doğayı bir kenara ittiğini, bu yüzden iş ekolojik tahribata geldiğinde her iki yaklaşımın da kuramsal sorunlarla sorunlarla yüz yüze geldiğini” söyleyerek güncellenmeleri gerektiğini vurgular. Bunun, marksizmin materyalist ve sınıf temelli yaklaşımının mantıksal sonucu olduğunu söyleyebiliriz.
Bununla birlikte Marks taraftarları, bir “olgu” olarak ekolojik sorunları bilmese de Marks’ın çözümlemelerinde bugün ekolojik sorunlar altında dile getirilen bazı sorunları vurguladığını ileri sürerler. Marksizm ve Ekoloji isimli kitabında Gunnar Skirberkk, “…bugün ekolojik olarak tanımlanan yetersiz beslenme, hava ve su kirliliği, gürültü, çevrenin bozulması ve nüfus artışı Marks döneminde proletaryanın sorunlarıydı ve Marks bunları çok iyi analiz etti.” demiştir. Bir kuramın ekoloji tabanlı olup olmadığı sorusu, -başkaca belirleyiciler olsa da- en çok doğanın nasıl anlaşılması gerektiği ile ilgilidir. İnsanı merkeze koyan, ekolojik yıkımın sonunda insanı ve onun etkinliklerini de etkileyeceğinden dolayı yakınan algı, ekoloji mücadelesinde çevreci olarak adlandırılır. Çevrecilerin dert edindiği mesele de “çevre sorunu”dur. Marks’ın bahsettiği sorunların “ekolojik sorunlar”ı değil, en fazla “çevre sorunu”nu ifade ettiğini unutmamak gerekir; salt ekonomik anlamda kapitalizmle ilişkilendirilen “çevre sorunu”…
Marksistlerin Marks’a Yaptıkları Eleştiriler de Eleştirilmelidir
Marks’a ekoloji konusunda eleştiri yapan marksistlerin bu eleştirilerini yaparken kullandıkları düşünme biçiminin, Marks’ınkinden ne kadar farklı olduğu sorusu, bu noktada oldukça önemlidir.
Örneğin, Marks’ın doğa anlayışına yapılan eleştirileri çürütmeye yönelik tezlerini sıraladığı Marks ve Doğa: Al Yeşil Bir Perspektif kitabında Paul Burkett, en yaygın eleştirilerden birinin şu olduğunu söyler: “Marks’ın kapitalizm tahlili, doğanın üretime olan katkısını ya tümüyle göz ardı eder ya da bu katkının önemini küçümser; bu durum, özellikle de onun emek değer kuramı için geçerlidir.” Burkett bu eleştiriyi “Marks’ın doğanın üretime olan katkısını elbette önemsediği”ne dair kanıtlarla çürütür. Ancak asıl meseleye yani doğanın sadece üretime olan katkısına değer atfedilmesine dair herhangi bir eleştirisi yoktur, olması da beklenmemelidir.
Engels, Aralık 1882’de Marks’a yazdığı, Podolinsky’nin tarımdaki enerji kullanımının ölçülebilirliğiyle ilgili önerisine dair mektubunda şunları söylemişti: “Enerji rezervlerini, kömürü, mineralleri ve ormanları nasıl kötü bir biçimde tükettiğimizi sen benden daha iyi bilirsin.” John Bellamy Foster, bu mektupla ilgili Ekoloji ve Ekonomi isimli kitabında “…Marks ve Engels’i, üretici güçlerin geliştirilmesi dedikleri meseleye gereğinden fazla heves duymaları sebebiyle eleştirmek mümkün.” der. Marks ve Engels enerji rezervleri, kömür, mineraller ve ormanların kaynak olarak görülüp tüketilmesinden değil “kötü bir biçimde” yani sürdürülemez biçimde tüketilmesinden rahatsızlardır; asıl eleştirilmesi gereken de budur.
Ekolojik hareketin felsefi temeli olma iddiasında olan marksistler, varlık-kaynak tartışmasında, kaynak ekonomisi dilinden konuşur. Doğa, kapitalizm için olduğu kadar onlar için de “üretim ve tüketim sarmalında hammadde sağlayacak bir depo” yani “kaynak”tır. Kaynak ekonomisinin, literatüre liberal ekonominin meşhur sınırlı kaynaklar-sınırsız ihtiyaçlar denkleminden girmiş olduğu düşünülürse, ekososyalizmin ekolojik mücadeleye felsefi kaynak olma iddiası bir yana, liberal kökenlerini sorgulamaya başlaması şarttır. Her şekilde “mülk edinilecek” bir kaynak olan doğa, özel mülkiyetin olmaktan çıkacak, ama kamu mülkü haline gelecektir.
Bu noktada yapılması gereken, insan dolayımından arındırılmış bir şekilde, doğa ve içerisindekilerin varlık olarak görülmesidir. Marksist bakış açısı, varlıkları insan etkinlikleriyle ilişkilendirip kaynak olarak görmekte ısrarcıdır. Bu, faydacı bir bakış açısıdır. Bu faydacı bakış açısı ise iktidarlı ilişkilerin kurulmasındaki temel nedenlerden biridir. Dolayısıyla ekolojik krize neden olan bir bakış açısıyla çözüm ortaya konamaz.
Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 45. sayısında yayınlanmıştır.
The post Marksizmin UPDATE’i – Basit Bir Marksizm Eleştirisi appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post Ekonomik Krize Afrin Tamponu – İlyas Seyrek appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>3. çeyrekte “%11 büyüme”nin gerçekleştiği 2017 yılının ardından Afrin saldırısı, erken seçim iddiaları, zamlar, düşürülemeyen işsizlik ve enflasyon gibi olay ve olgular 2018 yılında TC ekonomisi için ne anlama geliyor?
Ekonomik verilere biraz baksak yukarıdaki sorulara ve arttırabileceğimiz benzeri sorulara ilişkin birkaç öngörüde bulunabiliriz.
“2017’de Ekonomi Büyüdü!”
Ekonominin gidişatına yönelik önemli göstergelerden biri kuşkusuz GSYİH (Gayri Safi Yurt İçi Hasıla)’nin artışı, yani büyüme oranıdır.
2017 yılının 3. çeyreği ile ilgili olarak TÜİK tarafından açıklanan %11’lik büyüme, TC’nin ekonomi gündeminde ilk sırayı aldı. Bu oran iktidar partisine bir propaganda aracı sağlamasının yanında, başka tartışmalar da yarattı. Geçtiğimiz günlerde de (İstanbul Sanayi Odası verilerine göre) imalat sektöründe ve (Türkiye İhracatçılar Meclisi’nin açıkladığı verilere göre) Ocak ayının ihracat rakamlarında artış gözlendiği haberleri yayınlandı.
Fakat AKP’lilerin abartarak kutladıkları bu “balon büyüme oranları”nın gerçekliğine de bakmak gereklidir. Çünkü bu oranın konuşulduğu dönemden bugüne açıklanan başka ekonomik veriler, büyümenin dengesizliğini ortaya koyuyor. İktidar tarafından her zeminde gündem edilen bu “büyüme”, pek çok siyasi ve ekonomik gerçeğin üzerini de örtüyor.
Yayılan “ekonominin iyiye gidiyor olduğu” yalanının siyasi bir motivasyondan daha fazla anlamının olup olmadığı da tartışılanlar arasında. İktidar partisinin aldığı oy oranlarının ekonomik büyümeyle paralel bir şekilde arttığını öne süren düşüncelere göre AKP, ekonominin tekrar büyüyeceği düşüncesi ve Afrin saldırısıyla arkasına aldığı milliyetçi dalgayla birlikte seçimleri erkene çekmek isteyebilir.
İhtimal dışı gözükmeyen erken seçimin nedeni olarak görülen “ekonominin büyüdüğü” söyleminin doğruluğunu, diğer ekonomik verilerle birlikte değerlendirmek gerekir.
Ekonomik Kriz Göstergeleri
“Avrasya Tüneli Geçiş Ücretlerinde Güncelleme” ve bunun benzeri başlıklarla ATV, Akit gibi iktidar yanlısı medyaya ait haberlerde sıkça karşılaşır olduk. Büyüme haberleri verildikten sonra ekonomiye dair olumsuzlama yapılamayacağı için zam haberlerini “güncelleme” diye sunmak, iktidar yanlısı medyayı komik duruma düşürdüğü gibi ekonomik duruma dair bir veri de sağladı.
Pek çok ürüne zam geldi, TL dolar ve avro karşısında belini doğrultamadı, cari açık büyüdü. Enflasyon ve işsizlik hala yüksek bir seyir izlerken %7,5 kredi kartı batığı ve 1,5 milyon davalı insanın bulunduğu bu dönem, ekonomik açıdan olsa olsa krediye dayalı balon bir büyüme dönemi olarak adlandırılabilir.
Ayrıca yaratacağı ekonomik sonuçlar sebebiyle değerlendirmemiz gereken bir Rıza Sarraf-Hakan Atilla davası da bulunuyor. Şimdilik gündemden düşse de davada Halkbank’ın eski genel müdür yardımcısı Hakan Atilla’ya verilecek cezanın belirlenmesiyle birlikte Halkbank’a para cezasının gelmesi ve sonrasında TC’deki bankaların kredi piyasasına erişimini zorlaştıracak önlemlerin alınması gündemde. Bu gerçekleşirse TC’nin her ay 16-18 milyar dolar borçlanmak zorunda kalabileceği tartışılıyor. Tüm bu olanların enflasyona ve resesyona neden olabileceği ve böylece yine bu ekonomik çöküşten en çok etkilenecek kesimin ezilenler olacağı çok açık.
Afrin Saldırısı ve Kriz
Tüm bu ekonomik olumsuzluklar ve risklerle birlikte düşünüldüğünde, TC ekonomisi balon büyüme rakamlarına rağmen kırılganlığını koruyor. Suriye Savaşı’nın bir enerji paylaşımı savaşı olduğu gerçeğini de göz önünde bulundurursak TC, Suriye devleti topraklarını ve özelde Afrin’i bir enerji hattı olduğu için önemsiyor.
Hiç kuşkusuz, enerji hattından pay alabilme ihtimali TC’nin bu saldırıdan başarılı çıkmasıyla alakalı. Bu saldırıdan başarısız çıkarsa ya da uzun bir müddet bu saldırıyı devam ettirmek zorunda kalırsa piyasalar ve halk buna nasıl karşılık verir tartışmak, görmek gerek. Oluşturulan milliyetçi dalga ile desteğini kazandığı kesimlerin, saldırının uzamasıyla birlikte yüklendiği ekonomik zorlukların etkisiyle bu desteği geri çekme ihtimali de mevcut. Piyasaların bu riski ne kadar kaldırabileceği bilinmez ama TC bu saldırıyı ekonomik krize karşı bir tampon, ekonomik çöküşten kurtulma manevrası olarak görüyor.
İlyas Seyrek
Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 43. sayısında yayınlanmıştır.
The post Ekonomik Krize Afrin Tamponu – İlyas Seyrek appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post Anarşist Ekonomi Tartışmaları (28) Kapitalizm: Sabotaj Yoluyla Büyüme appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>Kapitalizmi geleneksel yöntemlerin dışında inceleyen akademisyenlerden oluşan CasP projesine, Meydan Gazetesi’nin bir önceki sayısında yer vermiştik. Anarşist Ekonomi Tartışmaları yazı dizimize, aynı proje kapsamında yayınlanan ve kapitalizmin büyüme yanılsamasını inceleyen bir makale ile devam ediyoruz. Makalenin kısaltarak alıntıladığımız ilk üç bölümü, kapitalizmin stratejik sabotajını ve büyüme şeklini açıklıyor. Bu yazı ayrıca, tarih öncesi ekonomik faaliyetleri bugün ile karşılaştırmaya olanak veren, sosyo-biyofiziksel bir ölçütü, enerji yakalamayı kullanması açısından ilgi çekici, çünkü bu karşılaştırmayı para ya da üretim miktarları kullanarak yapmak imkansızdır.
Giriş
Bir iktidar biçimi olarak sermaye teorisine(CasP) göre, tarihteki diğer toplumları olduğu gibi, kapitalizmi incelemenin en iyi yolu, onu bir üretim ve tüketim biçimi olarak değil, bir iktidar biçimi olarak ele almaktır. Toplumu bir iktidar biçimi olarak düşünmek, her şeyden önce, toplumsal gücü ifade eden ve belirleyen kurumlara ve süreçlere odaklanmaktır. Üretim ve tüketim tabi ki bu ifade ve belirlenim için önemlidir ancak tek başına değil ve çoğu zaman tersine olarak.
Temel CasP meselesi, iktidar biçiminin düzenini neyin yarattığıdır. Çalışmalarımızda savunduğumuz gibi, iktidar ve iktidara direniş karşılıklı olarak iç içe geçmiştir: iktidar olmadan muhalefet olmaz ve ister açık, ister örtük olsun, muhalefet olmadığında, zaten üzerine güç uygulanacak bir şey olmaz. İki güç sonsuz bir döngüde birbirlerini işaret eder, reddeder ve üretir. Şimdi, toplumdan bir iktidar biçimi olarak bahsettiğimizde, iktidarın, kendisine karşı olan direnişi bastırıp egemenliğini sürdürebildiği bir toplumsal düzeni tanımlarız ve bize göre bunu yapabilmesi, Thorstein Veblen’in stratejik sabotaj dediği şeyi ima ediyor ve gerektiriyor.
İktidar, direnişi başarılı bir şekilde yönlendirmek, içermek ve gerekirse ezebilmek için, daha az iktidarı olanların ya da hiç iktidarı olmayanların özerkliğini sürekli olarak kısıtlar, sınırlar ve engeller. Dahası, bunu stratejik bir şekilde yapmaları gerekir: Çok az sabotaj uygulamak iktidarlarını sürdürebilmek için yetersiz kalabilirken, aşırı zorlamak isyanı tetikleyebilir veya daha da kötüsü, kontrol etmeye çalıştıkları toplumun temelini yıkabilir.
Kapitalizm öncesi tüm iktidar biçimlerinde, stratejik sabotaj, oldukça katı bir toplumsal yapı, nispeten istikrarlı bir kültür ve çok az veya hiç büyümeyen bir üretim ve tüketim ile birlikte görülüyordu. Bu sicille karşılaştırıldığında, kapitalist iktidar biçimi yeni bir döneme işaret eder: hem dinamik hem de büyümekte olan ilk tarihsel toplumu ve aynı zamanda, dinamizmi ve büyümesi kendi mantığına içkin görünen ilk toplumu temsil eder.
Enerji Yakalama
Bu konuda kaydedilen tarihsel kayıtlar açıktır: Geçen üç yüzyılda kapitalizmin yapısı sürekli olarak dönüştü, nüfusu patladı ve kişi başına düşen enerjisi benzeri görülmemiş seviyelere ulaştı. Bu bağlamda kapitalizmin benzersizliği Şekil 1 ve Tablo 1’de gösterilmektedir.
Şekilde, milattan önce 10 bin yılından günümüze kadar, dünyada yakalanan toplam enerji miktarının değişimi çizilmiştir. Buradaki “enerji yakalama” terimi, insan toplumu tarafından dönüştürülen tüm enerji türlerini belirtir. Bu dönüşümün girdileri ya da “yakaladığı” enerji kaynakları, biyokütle, çeşitli yakıtlar ve çeşitli hammaddeleri içerirken, çıktıları ise insan ve hayvan besinleri, ısıtma ve soğutma, maddi ve soyut nesneler, fiziksel ve sanal ulaşımı, son olarak ama daha da önemlisi, dönüştürme sürecinin kendisinde kaybolan enerjiyi içerir.
CasP Bulmacası
Sonuç olarak, enerji yakalama açısından tarihteki iktidar biçimlerinin kapitalizmle ortaya çıkan yükselişe ve sonrasındaki patlayışa kadar oldukça sabit kaldığı açıktır. Ve burada bir CasP bulmacası ortaya çıkıyor. Rousseau’nun ünlü sözündeki gibi “İnsan özgür doğar ve her yerde zincire vurulmuştur” ve kapitalizm için de benzer bir tespit yapılabilir, fakat tersinden. CasP’a göre, kapitalizm, diğer iktidar biçimleri gibi, sabotaj yoluyla doğar ve zincirlerle yaşar ve fakat baktığımız her yerde büyüdüğünü ve genişlediğini görürüz.
Bu makaledeki amacımız, bulmaca gibi görünen bu “sabotajın ortasında büyümeyi” incelemek. Geçici olarak vardığımız sonuç ise aslında bunun bulmaca olmadığıdır. Hem ana akım hem de heterodoks taraflardaki geleneksel görüş, kapitalizmin üretim ve tüketimin artışı tarafından yönlendirilen bir sistem olduğu ve kısa dönemli krizler ve (zenginliğin) yeniden dağılımın yarattığı çalkantılar bir yana bırakılırsa, bu büyümenin nihayetinde iyi bir yaşamla ilgili olduğudur. Ekonominin bizzat kelime dağarcığı bu sonucu belirlemektedir: ekonominin “mal” ve “hizmet” üretip tükettiği söylendiği için, büyümesinin, tanım gereği, yükselen bir “yaşam standardına” eşdeğer olması beklenir.
Ancak birazdan göstereceğimiz gibi, bu düşünce kalıbı çok yanıltıcı olabilir. Neden? Çünkü bu sözde malların ve hizmetlerin önemli bir kısmının yaşamı sürdürmekle bir ilgisi yoktur: Büyümeleri, yaşamın değil, sabotajın genişlemesi anlamına gelir. Ve bu ispatlanırsa, kapitalizm, en azından kısmen, sabotaja rağmen değil sabotaj sayesinde büyüyor demektir.
Sabotaj
Sermayeleşen iktidar kavramı ve stratejik sabotajın zorunluluğu ile başlayalım. CasP’ye göre kapitalist iktidar, ayrımsal sermayeleşme ile ölçülebilir. Sahip olunan her bir varlık, gelecekte ondan beklenen kazancın bugünkü değerine risk-düzeltmesi yapılarak sermayeleştirilir (aktifleştirilir) ve bu sermayenin temsil ettiği güç ayrımsal olarak, yani onu diğer varlıklara, gruplara veya bütün olarak topluma oranlayarak ölçülür. İktidarın zorunluluklarına boyun eğen sermayeleştirilmiş varlıklar, mutlak olarak değil, ayrımsal olarak biriktirmeye yöneltilir. Amaçları, zenginliğin kendisini elde etmek değil, ortalamanın üstüne çıkmak ve normal kar oranını aşmaktır. Daha hızlı genişlemeyi değil, diğerlerinden hızlı genişlemeyi, en yüksek geliri elde etmeyi değil, toplamdan daha fazla pay almayı isterler. Sermayeleşen iktidarın dünyasında, ortalamanın üstüne çıkma çabaları, kârların ve varlıkların yeniden dağıtılması kendine çelişkili olduğundan, bunlar her zaman stratejik sabotajı içerirler. Kendi kazançlarını ve sermayeleşmesini diğerlerininkine göre artıran ve çoğu zaman onlarınkine zarar veren sınırlamaları, engellemeleri ve kısıtlamaları gerektirirler. Sermayeleşen iktidarın zorunlulukları topluma yayılıp ve çoğaldıkça, bu iktidarın üzerine kurulu olduğu stratejik sabotaj biçimleri de aynı şekilde yayılır ve çeşitlenir.
CasP projesi, ayrımsal birikim sağlayan birçok stratejik sabotaj yolunu tespit etti. Bu yolların bir kısmını (son yirmi yıldaki makalelerden) saymak gerekirse; işsizliğin artışı, gelir dağılımını sermayenin lehine düzenler; istihdam artışının yavaşlatılması, gelir dağılımını tepedeki bireylerin %1 inin çıkarına göre, varlıkları da tepedeki 500 şirkete kaydırır; yüksek enflasyon, gelir dağılımını genel olarak sermayenin ve özellikle de egemen sermayenin lehine düzenlerken alttaki nüfusun gelir standardını ve güven duygusunu zayıflatma eğilimindedir. Şirket birleşmeleri ve şirket satın alma furyası, gelir dağılımını egemen sermaye lehine düzenlerken gelişmemiş bölgelerdeki yatırımları engeller, tesislerin ve makine envanterinin büyümesini azaltarak, genelde bilinenin aksine, piyasa değerinin büyüme hızını artırır; silahlanma ve artan silah ticareti, gelir dağılımını önde gelen askeri şirketlerin lehine düzenlerken çatışmaları besler; Ortadoğu’da belirli aralıklarla enerji çatışmaları, bölgeyi çökertip ve dünyada çalkantı yaratırken, gelir dağılımını petrol üreten devletlerin ve önde gelen silah ve petrol şirketlerinin lehine düzenler; mülkiyetin küreselleşmesi, ayrımsal birikimi yükseltirken, yerel ve küresel eşitsizliği derinleştirip halkları karşı karşıya getirir. Yükselen gıda fiyatları ve fiyatlardaki büyük dalgalanmalar, gelişmekte olan ülkelerde kitlesel açlığa neden olurken, dünyanın başlıca tahıl ticareti şirketleri ve büyük tahıl üreticilerinin ayrımsal gelirlerini artırır; korku-ve-açgözlülük döngüsünden yararlanan yatırırım algoritmaları ile finansta otomasyonun yaygınlaşması sonucunda, finansal istikrarsızlık artarken ayrımsal kazanç sağlanır. Abur cuburun çeşitlenip çoğalması, küresel bir obezite salgını yaratırken, gıda ve ilaç sektörünün dev şirket gruplarının ayrımsal kârlarını şişirir; Hollywood’un sanatsal özerkliği üzerindeki artan kısıtlamalar, izleyicileri güçsüz bırakırken, büyük stüdyoların ayrımsal riskini azaltır; Güney Afrika’daki ırkçı rejim, yarım yüzyıl boyunca altın madenciliği yapan dev şirket gruplarının ayrımsal birikimini garantilerken, İsrail’in Filistin işgali, askeri-finansal holding grupları için aynı işlevi görür; ABD’de rekor sayılara ulaşan tutsak sayısı, derinleşen gelir eşitsizliğini güvence altına alır; reklamlar, neredeyse bütün toplumları reklam verenlerin sermayeleşen şarkısıyla dans ettirir; gösteriş amaçlı tüketimin gelirleri düzenleyen bir rolü vardır; devletin borcu, alttaki nüfusun zararına, ama tepedeki %1’in ve onların şirketlerinin lehine kullanılır; finansal denetimlerin kaldırılması, kapitalist düzeni bozar ama bankacılık sektörünün ayrımsal kârlarını artırır. Ve liste uzayıp gidiyor…
Bu örneklerin genişliği ve derinliği kuşku bırakmıyor: Kapitalizm gerçekten zincirlerle doğar ve zincirlerle yaşar. Stratejik sabotaj, onun mantığının ve günlük uygulamalarının ayrılmaz bir parçasıdır. Baktığımız her yerde, sermayeleşen iktidarın kısıtlamalar, engeller ve sınırlamalarla ilgili olduğunu görürüz.
Şimdi, bu zincirleri ve prangaları göz önünde bulundurduğumuzda, kapitalizmin, kendi var oluşunu sağlayan tuzaklara takılmasını, ekonomik durgunluk, gerileme ve zorluklar karşısında çaresiz olmasını bekleriz. Ve birçok açıdan öyle. Sayısız CasP araştırması, sermayeleşen iktidarın güçlenmesinin, dinamizmin ve büyümenin azalması ile korelasyon eğilimini gösterir. Ancak, dinamizm ve büyüme, kısıtlanmış olsalar da asla tamamen durdurulmaz. Kapitalizm muhtemelen, bu kısıtlamaları kaldırdığında olabileceğinden daha az dinamik ve daha yavaş büyümekle birlikte, diğer iktidar biçimlerine kıyasla hala göz kamaştırıyor. Öyleyse, görünüşteki bu benzersiz, hızlı toparlanma yeteneğinin kaynağı nedir? Kapitalizmin kendi iktidarının dayattığı sabotajı aşmasına ve diğer iktidar sistemlerinden daha hızlı ve daha güçlü bir şekilde genişlemesine olanak tanıyan şey nedir?
Enerji İçin Hiyerarşi?
Bulmacayı çözmek için Blair Fix tarafından yenilikçi bir deneme yapıldı. Fix, her zamanki ekonomik yoldan gitmek yerine sosyo-biyofiziksel bir yol izliyor. Termodinamiğin yasalarının, “denge durumuna uzak olan herhangi bir sistemin, bir enerji akışı ile desteklenmesi gerektiğini” belirten Fix, “insan toplulukları dengede olmayan sistemler olduğundan, enerji akışlarının toplumsal evrim içerisinde önemli bir rol oynaması beklenir” diyor.
Fix’e göre, ekonomik büyüme nasıl ölçülürse ölçülsün, bir enerji dönüşümünü içerir ve enerji dönüşümü daima dönüştürücü niteliktedir. Ekonomistler bu dönüşümü fayda açısından düşünmeye eğilimlidirler: Biyokütle, fosil yakıt, ışık, rüzgar, hidroelektrik, termal ısı ve nükleer güçten gelen enerji, ürünlere ve hizmetlere, sonra tekrar tüketim yoluyla refaha dönüştürülür. Ancak bu sürece ilişkin, ekonomistlerin sıkça görmezden geldiği başka bir husus daha var: Toplum, enerjiyi ürünlere ve hizmetlere dönüştürürken, aynı zamanda kendi yapılarını da dönüştürür.
Fix’e göre toplumsal evrim, evrimin tümü gibi, enerji akışlarına bağlıdır; dönüştürülen enerji ne kadar büyük olursa, onu yakalama süreçleri de o kadar karmaşık olmalıdır; karmaşık süreçler toplumsal koordinasyonu gerektirir ve karmaşıklık ne kadar büyükse koordinasyon gereksinimi de o kadar büyük olur. Bununla birlikte, insanlar bu görevler için kendinden donanımlı değildirler ve toplumsal hiyerarşi burada devreye girer: İnsanları dolayım yoluyla ve kişisel olmayan bir şekilde ilişkilendirerek, büyük ölçekte koordinasyonu mümkün kılar.
Hiyerarşi İçin Enerji
Fakat bu önerme, gerçeklerle tutarlı olmasına rağmen, makalemizin temel meselesini karşılamamaktadır. Fix, iktidarın büyüme odaklı bir toplumda nasıl ortaya çıkabileceğini açıklarken, CasP ters bağlantıyı, özellikle de iktidar odaklı bir toplumda büyümenin nasıl ortaya çıkabileceğini çözmek istiyor.
Başlangıç noktamızı hatırlayın. Tarihsel sistemleri analiz etmenin en iyi yolunun, onları üretim ve tüketim biçimleri olarak değil, iktidar biçimleri olarak ele almak olduğunu savunuyoruz. Ve bu iddia bir kapristen ibaret değildir.
Örgütlü iktidarın önceliği, yazılı tarihin başlangıcına, belki de daha öncesine kadar gider: kökleri tarih öncesine uzanır; Yakın Doğu’nun ilk şehir devletleri ve imparatorluklarında açık bir şekilde görülmektedir; birbirlerinden bağımsız olarak erken medeniyetlerin hepsinde yeniden ortaya çıkar ve o zamandan beri toplumun örgütlenmesinde, neredeyse her seviyede egemen olmaya devam etmiştir. İktidar biçimleri stratejik sabotaja dayanır; bu nedenle çoğunun, nispeten durağan kalması ve kişi başı enerji yakalama açısından sınırlı oranda büyümesi şaşırtıcı değil. Bu kuralın istisnası, önceki iktidar biçimlerine göre çok daha dinamik olan ve hızla büyüyen kapitalizmdir. Bu yüzden, bizim bakış açımızdan mesele, kapitalizmin büyümek için neden iktidara ihtiyacı olduğu değildir, çünkü bizim görüşümüze göre, kapitalizmin ve diğer iktidar biçimlerinin, esas yönelimi büyümek değildir.
Asıl ilginç mesele, iktidarla yönlendirilmesine ve iktidarın gerektirdiği stratejik sabotaja rağmen kapitalizmin neden büyüdüğüdür. O halde, hiyerarşi büyümeyi yönlendirmiyor, tam tersine büyüme hiyerarşiyi artırıyor olabilir mi?
Çeviri: Özgür Oktay
The post Anarşist Ekonomi Tartışmaları (28) Kapitalizm: Sabotaj Yoluyla Büyüme appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>