The post TSK İdlib İşgali Açıklaması: “Gözlem noktaları oluşturulmaya başlandı” appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>Açıklamada şu ifadeler kullanıldı:
“Astana Süreci kapsamında, ateşkesin tesis, gözetim ve devamını sağlamak, insani yardımların ihtiyaç sahiplerine ulaştırılması ve yerlerinden edilenlerin evlerine dönmesi için uygun şartları temin etmek maksadıyla İdlib Gerginliği Azaltma Bölgesinde görev yapacak Türk Silahlı Kuvvetleri unsurları, 08 Ekim 2017 tarihinde icrasına başlanan keşif faaliyetleri ile koordineli olarak, 12 Ekim 2017 tarihinden itibaren Gözlem Noktalarını teşkil faaliyetlerine başlamıştır.
Türk Silahlı Kuvvetleri unsurları bölgedeki görevlerini Astana sürecinde Garantör ülkelerce mutabık kalınan angajman kuralları çerçevesinde sürdürmektedirler.
Kamuoyuna saygıyla duyurulur.”
TC Devleti Nusra’yla Anlaştı
Öte yandan TSK uzun bir süredir İdlib’deki El Kaide çete örgütü olan Cephet El Nusra’ya karşı operasyon yapacağı algısı oluştururken, son dönemde bu söylemini sınıra getirdiği ÖSO, tankları ve yetkilileriyle daha da yükseltmişti.
Fakat 8 Ekim günü bambaşka bir tablo ortaya çıktı. TSK’ya bağlı zırhlı araçlar Nusra refakatinde İdlib’in sınır bölgesine girdi. Daha sonra ise Nusra ve TC devleti arasında bir anlaşma yapıldığı kamuoyuna yansıdı.
ANF’de yer alan habere göre ise, TC devleti, Nusra’ya bu görüşmede kendisine saldırmayacağına ve rejimin de saldırmasını önleyeceklerine dair şu şekilde söz verdi: “Bizim size karşı savaşmak gibi bir amacımız yok. Amacımız gelip sizleri Kürtlerden korumak. Çünkü Rakka sonrası Kürtlerin İdlib üzerinden Akdeniz’e ulaşma gibi bir niyetleri var ve sizi vuracaklar. Meşruiyetinizi sağlamak için lojistik destekle geliyoruz. Biz gelip arkanızdaki 3 noktayı alacağız ve Kürtler size saldırmak istediğinde uçakla vurup size destek olacağız. Biz artık Rejim’in de size saldırmasını engelleyeceğiz.”
Bu anlaşmada bahsedilen lojistik desteğin de Astana’da ulaşılan karar doğrultusunda çatışmasızlık bölgelerine insani yardım olduğu sonucunu çıkarmak çok zor değil.
SGD yetkilileri bu anlaşmayla Nusra’ya farklı bir biçim verilerek aslında Afrin ve Kürtlere karşı daha fazla kullanılmasının da hedeflendiğini düşünüyor.
Erdoğan’ın İtiraf Ettiği İlişkiler Astana’yla Gerilmişti
Birçok kişi Türkiye ile Nusra arasında gelişen bu anlaşmaya şaşırmadığını zira bu Nusra ve Türk Devleti arasındaki ilişkilerin bizzat Erdoğan tarafından itiraf edildiğini söyleyebilir. Evet, Erdoğan kameralar önünde 2014 yılında “Nusra’ya neden terörist diyorsun?” diye ABD’ye çıkışmış; 24 Ocak 2015’te gelişen uçak krizi ardından ilk defa bir araya geldiği, 9 Ocak 2016 Putin görüşmesi sonrasında ise Halep’deki Nusra’yı ve diğer cihatçı gurupları kast ederek onlarla ilişkilerini itiraf etmişti.
2016 yılı sonlarında Rusya’yla Haleb’e karşı BAB anlaşması yapılmış. Türkiye tarafından cihatçılar İdlib’e geçmeye ikna edilmiş Rusya’da TC devletinin Şehba’yı işgalini onaylamıştı.
Türkiye, Rusya arasındaki yakınlaşma ve Haleb anlaşmasıyla Türkiye ve Nusra’nın bazı gurupları arasında çelişkiler yaşansa da Şam’ın Fethi ismini kullanan Nusra, Türkiye’nin bu önerisine pratikte biat etmişti. Öte yandan binlerce selefi cihatçının Halep’ten İdlib’e taşınmaları basına da yansımıştı.
Fakat Erdoğan ve öncülüğündeki TC devleti diğer ortaklarına yaptığı ihaneti 2017 başlarından itibaren Nusra’ya da yapınca ortaklık tümden bozulmaya doğru evrilmişti.
Ocak 2017 sonunda geliştirilen ilk Astana Görüşmesi TC devleti ve Nusra arasında da temel gerilim noktası olmuş Nusra, Astana’yı tanımayacağını duyurmuştu.
Astana görüşmelerinin başlamasıyla Mart 2015’te, İdlib’in Suriye ordusundan alınması için “Fetih Ordusu” adı altında Türkiye, Katar ve Suudi Arabistan organizasyonuyla bir araya getirilen çete koalisyonu dağıldı. İdlib’deki cihadi selefi çeteler karşıt iki ayrı koalisyon şeklinde ayrıştı. Bu ayrışmanın başını Astana Anlaşması’yla Türkiye’yle çelişkiye giren Cephet El Nusra ve yine Türkiye’ye tabiliğiyle bilinen Ahrar Şam çekti.
Fetih El Şam (Nusra) Astana’yı tanımadığını ifade ederken Ahrar-u Şam, Astana görüşmelerine katılmadı; fakat burada muhalif guruplarla bir anlaşmaya varılması durumunda bunu destekleyeceklerini açıkladı.
Nusra ve Ahrar Şam arasındaki bu ayrışma diğer guruplarda da bu yönlü bir ayrışmayı geliştirmiş; Nusra Cephesi, Nurettin Zengi, Ceyşül’l Sünne, Ensaruddin ve Liva El Hak gurupları, Heyet Tahrir Şam’ı kurarken; Sukur-el Şam, Fastakim Kema Umirt, Ceyşül İslam, Suvvar el Şam, Mücahidi İbni Tevmiyye, Şam Cephesi, Ceyş El Mücahid ve El Mikdat Tugayı da Ahraru’ş Şam Hareketine (AŞH) katıldı.
The post TSK İdlib İşgali Açıklaması: “Gözlem noktaları oluşturulmaya başlandı” appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post “Devletten Hilafete IŞİD’den İslam Devleti’ne” – Emrah Tekin appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>IŞİD’in bu hilafet ilanını, radikal islamcı örgütlerin söylemsel ve eylemsel bütünlüğüyle doğru orantılı bir sonuç olarak değerlendirmekle birlikte, bu sonucun ileriki süreçlerde bölgeye nasıl bir etkisi olacağını görmek gerek. Bununla birlikte, örgütün azımsanamayacak bir coğrafyada ilan ettiği hilafet ve özellikle internetten propaganda amaçlı yayınladığı vahşi infaz videoları, kamuoyunda ılımlı İslam-radikal İslam ve buna bağlı olarak “Gerçek İslam nedir?” tartışmalarını beraberinde getirdi. Tüm bu tartışmalar süredursun, IŞİD zaten söz konusu bölgedeki defacto durumda her devlet gibi kan ve katliamlarla varlığını adım adım inşaa ediyordu. IŞİD’in katliamlarla inşa ettiği devlet son olarak, aslında çok da şaşırtıcı olmayan bir sonuçla “hilafet devleti”ne dönüştü.
Irak’ta Şeriat ve Hilafete Giden Yol
Irak’ta 2003 yılındaki ABD işgali sonrası, IŞİD’in şimdiki kadrolarının önemli bir kısmını oluşturan militanlar, işgale karşı direniş amacıyla, ama asıl önemlisi, yine ABD’lilerin iktidara taşıdığı Şiilere karşı mücadele için, iktidardan düşen BAAS kadrolarıyla işbirliği yaptılar. Bu işbirliğinin temelinde ise, iktidardaki Şiilere karşı bir Sünni isyanı örgütlemek yatıyordu. Bu doğrultuda Ninova, Diyala ve Anbar illerinden oluşan Sünni üçgeninde kurtarılmış bölgelerde şeriat devleti ilan etmeyi amaçlıyordu. Örgüt, Irak ve Suriye’deki bu hakimiyet savaşından dolayı, bağlı olduğu El-Kaide ile ters düştü. 2012 yılında El-Kaide lideri Eymen el Zevahiri’nin, örgütün elinde bulundurduğu ve Suriye’deki en zengin petrol kaynaklarına sahip kentlerden biri olan Rakka’dan çekilme çağrısına IŞİD’in olumsuz yanıt vermesi, yani “biat etmemesiyle” bu ayrılık gün yüzüne çıkmıştı. Bu süreç sonrası örgüt, 2013 yılı başlarında Irak Şam İslam Devleti ismiyle Irak ve Suriye’de, kuzeyde TC sınırındaki Tel-Abyad’dan, güneyde Irak’ın Felluce kentine ve doğuda Musul’a kadar olan bölgede hakimiyet kurdu. Ayrıca bu bölgelere çok yakın olan ve Kürtler, Araplar ile Türkmenler arasında tartışmalı bir statüye sahip olan Kerkük kenti de, IŞİD’in hilafeti yaymak istediği bölgeler arasında.
IŞİD’in Halifesi el-Bağdadi Hakkında: IŞİD’in halife ilan ettiği Ebu Bekir el-Bağdadi ile ilgili bilgiler örgütün hilafet ilanına dek aslında kısıtlıydı. Örgüt içerisinde Ebu Dua olarak da bilinen el-Bağdadi’nin, hilafetin ilan edildiği gün Musul’daki camide yaptığı konuşma sırasındaki görüntüsü dışında yayınlanmış bir fotoğrafı bulunuyordu. Ancak örgütün hilafet devleti ilan etmesinin ardından el-Bağdadi’nin etrafında yaratılan tüm bu “gizem” ortadan kalkmaya başladı. Örgüt, belki de halifeliğin mantığına uygun bir meşruluk amacıyla, el-Bağdadi’nin aslında İslam peygamberi Muhammed’in soyundan geldiği yönünde bilgiler vermeye başladı. Örgüte yakın internet sitelerinde el-Bağdadi’nin tam ismi İbrahim bin Avad bin İbrahim el-Bedri el-Radavi el-Hüseyni el-Samarrai olarak verilirken, Peygamber Muhammed’in soyundan geldiğine dair şeceresi yayınlanarak, kendisinin Kureyşi, Haşimi ve Hüseyni kökenli olduğu iddia ediliyordu. İslam kaynaklarına göre Peygamber Muhammed, Kureyş kabilesine mensup ve Haşimi soyundan geliyor. Torunu olan Hüseyin’in soyundan gelenler ise Seyyid yani Muhammed’in günümüzdeki devamcısı olarak görülüyor.
IŞİD’in sözkonusu hilafet ilanıyla, Suudi Arabistan topraklarındaki Müslümanların kutsal kentlerinden Mekke’yi de içine alan bölgeyi Dar-ül Harp (Savaş Bölgesi) ilan ettiği, hatta hilafet ilanını izleyen günlerde örgüt sözcüsü Ebu Muhammed el Adnani’nin İstanbul’u da ileriki süreçte “fethedeceklerine” dair açıklamalar yaptığı medya organlarında yayınlandı.
IŞİD gerek Irak’ta, gerekse Suriye’de kontrol ettiği bölgelerde şeriat devleti uygulamaları gerçekleştiriyordu. Tekfirci bir selefi dünya görüşüne sahip olan, kendisi gibi düşünmeyeni kafir yani düşman gören örgüt; canlarını bağışlama karşılığında, müslüman olmayanlardan “cizye” adında ağır vergiler alıyor. Ayrıca zina, hırsızlık gibi olaylarda söz konusu bölgedeki kadıları aracılığıyla, adı geçen “suçların” Kuran’daki karşılığı ceza infazları uygulatıyor. Ayrıca yine bir şeriat devletinden bekleneceği gibi alkol ve sigarayı yasaklarken, kadınların da eşleri yanlarında olmadan evlerinden dışarı çıkmalarını yasaklıyor.
Yine Kuran kaynaklarına dayandırılarak, gerek Suriye, gerekse Irak’ta, savaş halinde olunan Şiilerin-Alevilerin canları ve mallarının (tabi ki eşleri ve kız çocukları da dahil olmak üzere!) IŞİD militanlarına “helal” olduğu yollu fetvalar çıkarılıyor.
IŞİD’in tavizsiz bir şekilde cezalandırdığı “suçlardan” biri de, örgütün isminin telaffuzu konusu. Bu konuda son derece hassas olan militanlar, örgütün ismini “Devlet” ya da “İslam Devleti” yerine, kısaltmasıyla ya da açılımıyla telaffuz edenlere 75 kırbaç cezası uyguluyor.
Aslında örgüt, tüm bu ve buna benzer şer-i devlet uygulamalarını 1,5 yılı aşkın bir zamandır sürdürüyordu. 29 Haziran’daki hilafet ilanından sonra ise, örgütün bölgedeki benzer tüm uygulamaları sosyal ve yazılı medyada daha çok yer almaya başladı.
Suriye’de 2011 yılından bu yana süren iç savaşta, seküler BAAS rejimine karşı bölgede rejime karşı savaşan ya da kendilerinden daha az cihatçı olarak gördükleri unsurları düşman ilan eden selefi örgütlerin varlığını ve IŞİD’in söz konusu tekfirci anlayışını göz önüne aldığımızda; haziran ayı sonunda gerçekleşen hilafet ilanını da beklenen bir gelişme olarak değerlendirebiliriz.
Hilafet Nedir, Halife Kimdir?
Hilafet ve halife kavramları, İslami siyasi terminolojide, İslam toplumu ve devletini vurgulamak için kullanılagelmiştir. Kuran’da da çeşitli bölümlerde Adem, Davut gibi dini şahsiyetlere atfen kullanılan halifelik kavramı, bu anlamıyla Allah’ın yeryüzündeki temsilcisini işaret eder. Halifeler; yetkilerini kullanmaya, İslam toplumunun, yani ümmetin “biatı” ile başlar. Arapça sözcük anlamı ile ise, “hak ettiği için Allah’ı adaletle temsil eden yetkili kişi”dir.
Hilafet ve halifelik kavramları bu anlamlarıyla dini bir içeriğe sahipmiş gibi görünse de, fiiliyatta dünyevi bir karşılık bulmuştur. Bu dünyevi karşılığı, IŞİD’in söz konusu hilafet ilanında açıkça görmek mümkün. Örgüt; cizye vb. İslami argümanlarla, insanlardan paralar toplarken ve savaş ganimetleri statüsüne sokarak silah vb. gereçlere el koyarken, Kuran’daki ilgili ayetlere göndermelerde bulunuyor.
IŞİD gibi küresel cihadı benimsemiş bir örgütün öznesi olduğu söz konusu hilafet ilanında da, örgüt lideri el-Bağdadi, bu özelliklere sahip olduğu atfedilerek tüm dünya müslümanlarının halifesi ilan edildi. Bağdadi, örgütün hilafet ilan ettiği, Müslümanların kutsal ayı ramazanın ilk günü Musul’daki cami hutbesinde yaptığı konuşmada, hilafet ilanını “Allah’ın Vaadi” başlığı altında yaptı.
Genel olarak İslam kaynakları, hilafetin meşruluğunu tüm ümmetin rızası ve bir şuranın (kurulun) oluruna dayandırsa da; her dini uygulamada olduğu gibi yoruma son derece açık bir durumla IŞİD, hilafet ilanında da farklı İslamı kaynakların farklı yorumlarını kıstas almış durumda. Tüm ümmetin rızası ve yetkili bir kurulun onayı olmaksızın “İslam toplumu ve devletinin istikrarı” adına ikrah, yani zorlama yoluyla bir hilafet ilanının meşruluğunu salık veren kimi İslami kaynaklar, bu noktada IŞİD’in esin kaynağı olmuştur.
Özellikle Irak’taki ABD işgali sonrası ve Suriye’de yaklaşık 4 yıldır süren iç savaş sonrası bu bölgelerde halihazırdaki Şii ve seküler iktidarlar karşısında savaşan selefi-cihatçı örgütlerden son dönemlerde adı ön plana çıkan IŞİD’in, güçlenerek hilafet devleti ilan etmesi, beklenen bir sonuç olarak görülebilir. 2013 yılı 3 Temmuz’u da yaşanan bu sonucun bir miladı olarak yorumlanabilir. Mısır’daki darbe sonrası Mısır ve Suriye’de yasadışı ilan edilen Müslüman Kardeşler militanlarının önemli bir kısmının “cihat bölgesi” Suriye’ye geldikleri biliniyordu. Bu faktörlerin, IŞİD’i bölgede güçlendiren ve son olarak hilafet devleti ilanına giden süreçte etkilediği söylenebilir. Bunların haricinde hilafet devleti ilanı sonrası bazı lokal El-Kaide unsurlarının (Libya El-Kaidesi ve Suriye’deki bazı El-Nusra unsurları) IŞİD’e biat etmesiyle de; IŞİD ve “dünya müslümanlarının yeni halifesi” el-Bağdadi’nin, bir kaç yıl önce ölen Usame bin Ladin’in yeni varisi mi olacağı sorusu kafalarda beliriyor.
El-Kaide bağlantılı, “bölgenin yerlisi” El-Nusra’dan farklı olarak IŞİD, dünyanın çok farklı ülkelerinden militanları bünyesinde barındırıyor. Küresel cihadı benimsemiş bu militanların örgüte katılımlarından sonra, vatandaşı oldukları devletin pasaportlarını yakma videolarını sitelerinde propaganda amaçlı yayınlarken örgüt; küresel cihada olan yaklaşımına dair önemli ipuçları da veriyor. IŞİD’in hilafet ilanıyla, “küresel cihadın ve dünya müslümanlarının lideri”, yani halifesi Ebu Bekir el Bağdadi’ye biat etmesi beklenen “milletten soyutlanarak ümmetleşmiş” müslüman bir dünya mı tahayyül ettiği, önümüzdeki dönemde cevap bekleyen soru olarak önümüzde duruyor.
Emrah Tekin
Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 20.sayısında yayımlanmıştır.
The post “Devletten Hilafete IŞİD’den İslam Devleti’ne” – Emrah Tekin appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post “Kazanan Kim” – Hüseyin Civan appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>Bir şeyin ters gitme olasılığı varsa, ters gidecektir
1949’da ABD Hava Kuvvetleri’nde roketlerle ilgili bir deneyde, ivmelenmenin insan üzerindeki etkileri inceleniyordur. Deneyde insan tepkileri incelenip değerlendirilecektir. Sensörler insan vücuduna takılır. Bunun iki yöntemi vardır. Biri doğru, diğeri de yanlış takılış şeklidir. Görevlilerden biri 16 sensörün hepsini takar. Ancak görevli bu sensörlerin 16’sını da yanlış takmayı “becerebilmiştir”. Deneyi yapan mühendislerden biri olan Edward Murphy duruma çok sinirlenir. Ve bu durum, Murphy’i onunla özdeşleşmiş bir sözü söylemesine neden olur; Bir şeyin ters gitme olasılığı varsa, ters gidecektir.
Aynı mantık üzerinden sarf ettiği birçok olumsuz önerme, yaşanan olumsuz deney sonrası gerçekleştirilen basın toplantısında kullanılır. Murphy’nin bu olumsuz açıklamasıyla beraber, açıklamaya konu olan sözler, temelini matematiksel bir kuramdan alan bir kanun olarak anılmaya başlanır.
“Bir şeyin ters gitme olasılığı varsa, ters gidecektir. Bir şeyin birkaç şekilde ters gitme olasılığı varsa, hep en kötü sonuç doğuracak şekilde ters gidecektir. Bir şeyin ters gidebileceği olasılıkları engelleseniz bile, anında yeni bir olasılık ortaya çıkacaktır.”
Murphy Kanunları, 30 Mart Yerel Seçimleri’nde muhalefet için işledi. Seçimlerden galibiyet beklemeyen ama hakkındaki iddiaları çürütmeye bile gerek duymadan siyasal ahlaksızlık ve otokratlıkla iktidarı elinde tutmaya çalışan hükümetin oylarının azalacağı görüşü muhalefette baskındı. Aslında muhalefet iddiasını buraya koymuştu. AKP için güvenoyu yoklaması niteliğinde geçen seçimlerden, Tayyip
Erdoğan istediğini aldı. Belki istediğinden fazlasını… Çankaya senaryoları, bir süredir dondurulan başkanlık sistemi söylemleri etrafında tekrar dillenir oldu.
Hükümet kendisini aklamakla kalmadı, yakın gelecek hesaplarını, seçimle pekişmiş güç üzerinden yapmaya başladı.
Peki, bizim için seçim sonucuyla değil, seçimle beraber değişen neydi?
Mesela rüşvet alınmamış, yolsuzluk yapılmamış oldu. Yandaş patronlara “havuz” oluşturulmamış oldu. Bakan çocukları, banka müdürleri, para simsarları çalmadıklarını “ayakkabı kutularına” doldurmamış oldular. Aynı şahıslar cezaevinden, babalarının “paşa gönül yasalarınca” çıkarılmamış oldular. Dolayısıyla, yasalar hükümetin gücünü pekiştirecek şekilde değiştirilmemiş oldu. Yargı doğrudan hükümetin emrine verilmemiş oldu. Siyasal baskı ve tehdit yapılmamış oldu.
Yerel seçimlere kadarki süre içinde hükümet, meşruiyetini sorgulatan ithamları çürütmek bir kenara, suçsuzluğu ispatlamaya çalışmak için çabaya gerek duymadı. Başbakan, partisi ve medya üçlüsü tüm bu olan biteni, darbe girişimi olarak niteledi ve herkesi buna inandırmaya çalıştı. Seçimle beraber, “darbe girişimi” belki belli bir süre savuşturulmuş oldu. Muhalefet partilerinin iddialarının aksine, hükümet kendisini “akladı”. Aklamakla kalmadı, yakın gelecek hesaplarını, seçimle pekişmiş güç üzerinden yapmaya başladı.
Burada aklamakla kastedilen, tabi ki mevzu bahis durumların hakikatte öyle olmadığı değildir. Ancak seçim dönemiyle beraber, ortaya çıkan politik çürümüşlüğün sadece seçim siyasetine harcanmış olduğudur. Seçimlerden medet umanlar, AKP’yi seçimlerle meşrulaştırmışlar; ortadaki tüm yolsuzluklar kabul edenleretmeyenler demokrasisine indirgenmiştir. AKP’yi seçimlerde kendine muhatap olarak görmek, seçimlere bunun bilinciyle girmek her şeyi demokrasi sosuyla meşrulaştırmaktır.
Muhalefet edememe
Aslında işin nasıl evrileceğini görmek için siyasi partilerin Taksim Gezi İsyanı’ndan bu yana söylemlerini takip etmek yeterli. Oluşan toplumsal muhalefetten sandık hesapları yapanların niyetlerini, Haziran ayından bu yana görmemek mümkün değil. Temsiliyet kaygısı gütmeyen doğrudan eylemin anlamını bir türlü çözemeyenler, siyasal süreçleri karşılama noktasında da güdük kalmışlardır. Oysa her siyasi çürümüşlük, her yolsuzluk büyük bir eylem dalgasıyla kendini göstermiştir.
Bakan çocuklarının, banka müdürlerinin yolsuzluklarının açığa çıktığı ilk günden bu yana yoğunlaşan sokak eylemleri sadece artan bir seyirde devam etmemiş, aynı zamanda farklı yerelliklerde kendini belirginleştirmiştir. Ortaya çıkan toplumsal rahatsızlık kendini doğrudan sokakta ortaya koyabildiğinden daha da toplumsallaşabilmiş, medyanın illüzyonunun karşısında kendi gerçekliğini doğrudan dayatabilmiştir.
Kendi gerçekliğini bu şekilde yaratabilen bir muhalefet sadece, ezilen kesimlere ulaşabilir.
Yerel seçimlerin yaklaşmasını fırsat bilen ve Taksim-Gezi İsyanı sonrasında bile eski siyasal bağnazlıklarını halka dayatan siyasal yapılar, seçim gündemiyle doğrudan eylemi bilinçli bir şekilde sonlandırmayı hedeflemişlerdir.
Taksim-Gezi İsyanı’ndan istediği geri dönüşü alamayan bu temsiliyet bağımlılarının, halkın siyasal iradesini, siyasi kaygılarını doğrudan eyleme geçirmesine anlam verememesi, siyasal temsiliyetle kurulan bağ üzerindendir. Yerel iktidarların, koltukları tutmanın hesaplarını yapanlar; yolsuzluklara karşı başlatılan her eylemin temsili bir karşılığını aramışlardır.
Siyasal gerçekliğini, halkın siyasal özneler olarak doğrudan kendini gerçekleştirdiği eylem alanlarından uzak tutanların, tek teselli olarak “oy arttırma” durumlarını belirtmeleri boşuna değildir. Oy arttırdıklarından, belediye meclislerine girdiklerinden mesut görünenlerin, seçim öncesi yolsuzluk vakalarının, siyasal baskı ve şiddetin hakkından nasıl gelineceğine ilişkin normal olarak bir yolu, yöntemi bulunmamaktadır. Giriştikleri muhalefet, halkın siyasi, ekonomik ve sosyal rahatsızlıklarını kendilerine seçim mezesi yapmaktan öteye gidememiştir.
Seçim sürecine böyle girilirken, seçim sonrası muhalefete soyunan bazı kesimlerse “AKP türü toplumsallık” gibi kavramlaştırmalarla, AKP’ye oy veren tüm kesimlere düşman kesilmiş, açık bir şekilde kentli, seküler ve modern kesimler dışındaki tüm kesimleri kendine düşman edinmiştir. Bu noktada, bu tarz bir toplumsallığa soyunanların aslında toplumsal kaygılarının olmadığını söylemek çok da yanlış olmayacaktır. Elitizm eleştirilerine kulak tıkayanların bu yaptığının aslında tam da söyledikleri şey olduğunu hatırlatmak gerekir. Bu aslında bir tür toplumsallaşamama öz eleştirisidir.
AKP’nin şimdiki konumu
Tayyip Erdoğan’ın, ailesi ve kurmaylarını yanına alarak yaptığı Balkon Konuşması, seçimler sonrası bir milat gibi görüldü kimilerince
Rabia işaretiyle sadece etrafındakileri selamlamayan, aynı zamanda küresel iktidarlara da mesaj yollayan Erdoğan’ın seçim galibiyetine ilişkin en ilginç başlığı, The Economist attı; “Merhamet, Yüce Sultan!”
Tayyip Erdoğan’ın son süreçte özellikle yolsuzlukların ortaya çıkmasıyla belirginleşen otoriter karakteri, The Economist de dahil tüm uluslararası basının bir süredir gündemindeydi. Özellikle sosyal medya yasakları ve hukuki değişimler aynı medyada geniş yer ederken, tüm süreçte eleştirel bir ton hakimdi uluslararası gündemde.
Uluslararası güçlere gönderdiği mesajlarla, tüm bu gizli tehditleri karşısına alan Tayyip Erdoğan, seçim sonrasında, sivrileşen eleştirilerin önünü biraz almışa benziyor. Suriye savaşı, bir satranç hamlesi olarak hükümetin elinde olağanca sıcaklığıyla duruyorken (hem de bu meseleye ilişkin tapeler ayan beyan ortadayken), Seymour Hersh’in sarin gazı meselesini gündem etmesi uluslararası iktidarların AKP’nin yükselişi karşısındaki tavırlarının ne olacağının sinyalini veriyor. El-Nusra ve AKP arasındaki doğrudan ilişkiyi sorgulayan Hersh aslında seçim öncesi birçok kimsenin cesaret edemediği bir soruyu da soruyor; bu tapeleri hakikaten kim ortaya çıkardı?
Siyaseten Milat Koymak
Siyasal süreçlerde milat koymak, belirtilen zamandan sonra siyasi, ekonomik ve sosyal değişimleri görmek açısından önem taşır. Yaşanan gelişmenin köklü etkilerinin ne olduğunu açığa koyar.
Seçimlere milat koyan temsili muhalefetin de, balkon konuşmasıyla hiçbir şeyin eskisi gibi olmayacağını öngören hükümet yanlılarının da yanıldığı bir yer var. Son iki aylık süre içinde bizi oyalayan seçim gündemini de, sonrasında açığa çıkan durumu da Taksim-Gezi sonrası dönemden bağımsız göremeyiz.
Biz, ezilenlerin kendimize milat olarak alması gereken nokta Taksim-Gezi İsyanı’dır. Muhalefeti toplumsallaştıracak aynı ruhla sokaklarda, yerellerde olmak; siyasal muhalefeti temsilcilere bırakmadan, siyasi irademizi doğrudan kullanmak; ekonomik siyasi bir gerçekliği yaratacak özörgütlülükler geliştirebilmektir. Bunu yaparken, elitist bir tavırdan ziyade ezilen sınıf gerçekliğimizle hareket etmektir. Devrimci anarşist bir tutum ancak böyle ortaya konabilir.
Keza toplumsal değişimler, devrimler kanunlara, bilimsel önermelere sığmaz. Murphy Kanunları kapitalist sistem içindeki siyasal anlamada işe yarar olsa da. Toplumsal hareketler ve etkisinin ne olacağı deneylerle tespit edilemez. Taksim-Gezi İsyanı’ndan bu yana sandıklara bırakmadığımız, bu tespiti zor gerçekliktir.
Hüseyin Civan
Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 17. sayısında yayımlanmıştır.
The post “Kazanan Kim” – Hüseyin Civan appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post Rojava Devrimi’ne Duvar Tecridi appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>Rojava Devrimi, 19 Temmuz 2012’den bu yana, tam 16 aydır devam ediyor. Tam 16 aydır süren yaşamın yeniden inşası, özyönetim temelinde gerçekleşiyor. Rojava Halk Meclisleri’yle; Kürt, Arap, Ermeni, Asuri, Ezidi, Keldani halklarının özgürlük mücadelesiyle, yaşam devletsiz alanlarda yaratılıyor. Hem de bütün bunlar, devletlerin savaş alanına dönüşmüş, şirketlerin rekabetinin acımzsızlaştığı bir coğrafyda Ortadoğu’da gerçekleşiyor. Rojava halkı neyle mücadele ediyor? Sedece yaşamın yeniden yapılandırılmasıyla değil, halkları savaşın eşiğine getiren devletlerle, El-Kaide ile bağlantılı çetelerle ve şimdi de,kapitalizmle ve bölgedeki devletlerle ilişki halinde bulunan bölgesel yönetimlerle…
Irak Bölgesel Kürt Yönetimi’nin Rojava’ya yönelik tutarsız, hatta kimi zaman düşmanca politikaları, gün geçtikçe daha da belirginleşiyor. Aylarca devrimi ve devrime yönelik saldırıları, cihatçı çetelerin halka yönelik imha girişimlerini görmezden gelen Barzani’nin KDP’si; geçtiğimiz günlerde PYD Eşbaşkanı Salih Müslim’in Güney Kürdistan’a geçişini engelledi. Müslim, Güney’de Hewler’den, YPG ile çeteler arasındaki çatışmada kaybettiği oğlu Şervan’ın taziyelerini kabul etmek için Rojava’ya gitmişti. Dönüşte engellenerek birkaç gün sınırda bekletildi. Bunun yanı sıra; Güney Kürdistan Asayiş Birimleri, aileleriyle birlikte iş bulmak ve yaşamak için Güney Kürdistan’a göç eden gençleri, mülteci kamplarına ya da Rojava’ya geri dönmeye zorluyor. İşverenleri de bu gençlere iş vermemeye zorlayan birimler, kamplardan çıkmaya izin vermemeleri konusunda KDP’nin sıkı tembihlerini yerine getiriyor.
Yaz sürecinde Samelka Sınır Kapısı’nı Rojava’nın yüzüne kapatan Barzani’nin KDP’si, Rojava halklarının PYD’siyle arasındaki mesafeyi açmaya devam ederken, İran istihbarat şefi Kasım Süleymani “Suriye’deki özerk yönetimi” tanıyacakları mesajını gönderiyor. İran, Rojava’ya da diplomatik temsilcilik açacaklarını iletiyor; Şam’dan gelecek izinlerden sonra 2014’ün ilk yarısında temsilcilik açılacağı mesajını veriyor. Beşar Esad, PYD’ye “Biz dostuz!” mesajı göndererek ittifak teklif ediyor. PYD Eşbaşkanı Salih Müslim, Esad’sız çözümün ancak iki yıl önce mümkün olduğunu; Alevilerin Esad’ın yanında olduğunu, onsuz çözümün 2 milyon Alevinin katli anlamına geleceğinden ötürü mümkün olmadığını söylüyor. İşbirliği yapacaklarını iddia edenlerin ise, 2004 Serhildanı’ndan bu yana rejimle çatıştıklarını görmezden gelerek, bu mücadelede kaybettikleri kardeşlerine saygısızlık yaptığını vurguluyor; yani denize düşseler de yılana sarılmayacaklarını…
Düşülen deniz, TC başta olmak üzere devletler tarafından beslenen El Nusra ve Irak Şam İslam Devleti (IŞİD) çetelerinin ablukası oluyor. Suriye Devrimci ve Muhalif Güçler Koalisyonu’nun dağılmasının ardından koalisyondaki 70 grubun da eklemlenmesiyle semiren IŞİD, El Nusra çetelerinin gerisinde kalmayarak saldırılarını sürdürüyor. Böyle bir anda, YPG’ye dönüyor yüzlerimiz; aylardır dört değil sekiz yandan saldırı altında olan Rojava’ya bir kapı açılıyor. YPG 27 Ekim’de Irak sınırındaki Til Koçer kapısını kazanıyor. IŞİD’in lojistik kaynağı olan bu kapının kazanılmasıyla, havanın Rojava’dan yana dönmekte olduğuna inancımız yükseliyor.
Mevsimlerden kış, Rojava’yla yüreklerimize bahar gelirken; TC çeteleri sözde kınamak özde beslemek dışında ne mi yapıyor? Bölgeye yönelik saldırgan politikalarını ABD paralelinde rölantiye alıyor. Ancak demokratikleşme paketi adı altında, süreci de rölantiye alıyor; zaman kazanmaya çalışıyor. Ve beklendiği üzere başımıza yeni bir çorap; “güvenlik gerekçesiyle” bir duvar örmeye kalkıyor. Beyinlere nakşedilen hayali sınırlar, dikenli teller, mayınlar, silahlar “özgürlük korkusu”nu bastıramadığı için; Nusaybin-Qamişlo arasına yoğun güvenlik önlemleri eşliğinde bir “utanç duvarı” örüyor. Devrimin yaşandığı topraklarla halklar arasına perde çekme amacı güdüyor.
Bütün bunlara rağmen; Rojava Devrimi, 19 Temmuz 2012’den bu yana, bu topraklardaki halkların mayası olan isyanla, tam 16 aydır devam ediyor. Esad’a, çetelere, Barzani’ye, TC’ye, ABD’ye, Azadi’ye, El Parti’ye; devletlerin ve kapitalizmin bütün saldırılarına karşı devam ediyor. Duvara karşı devam ediyor. Özgürlük için, yaşam için devam ediyor. Devrimle aramıza Çin Seddi örmeye de kalksa “özgürlük tutkumuz”u bastıramayacağını idrak edemeyen devlet, aslında ne örüyorsa kendi başına örüyor. Çünkü devrimler duvarlarla çevrilemez.
The post Rojava Devrimi’ne Duvar Tecridi appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post Barzani’nin KDP’sinden Halkın PYD’sine : Rojava Halkındır appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>“Karanlıklar dolu 20. yüzyılın tersine 21. yüzyıl, Kürtlerin umutlarının gerçekleşeceği bir yüzyıl olacak. Bu kritik aşamada halkımızın haklı mücadelesini zafere ulaştırmak için birlik ve ortak çalışmaya ihtiyacımız var.” diyen Barzani’nin çağrıcılığında, 15-16-17 Eylül tarihlerinde, Kürdistan’ın dört parçasından gelecek tüm siyasi bileşenlerin katılımıyla Hewler’de Kürdistan Ulusal Kongresi gerçekleşecek. Bu kongrenin örgütlenmesinde önemli rol oynayan KDP ile PYD ve PKK arasındaki ilişkilerin hangi yönde ilerleyeceği, İran, TC ve diğer küresel faktörlerin yanı sıra, sadece Batı ve Kuzey Kürdistan için değil; Doğu ve Güney için de kritik önem taşıyor.
The post Barzani’nin KDP’sinden Halkın PYD’sine : Rojava Halkındır appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post Kaideler arası El-Kaide – Hüseyin Civan appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>Fransa başkanı Valery Giscard d’Estaing, 1975’te Almanya, İtalya, Japonya, Birleşik Krallık ve ABD hükümet başkanlarını petrol krizi ve onun beraberinde getirdiği ekonomik durgunluğu konuşmak üzere Rambouiller’de toplatıya davet etmesi, sonraki her yıl devam edecek olan G8 toplantılarının başlangıcı oldu. Dünyanın en zengin devletlerinin katıldığı toplantılar, her yıl dünyanın başka bir şehrinde sıradaki ev sahibi devletin liderliğinde gerçekleşti.
Dünyanın ekonomik ve siyasi olarak en güçlü devletlerinin katıldığı toplantıların genel olarak gündemi her zaman, var olan küresel ekonomik, siyasi ve sosyal sorunlar olurken; bu toplantıların gizli ajandası bu küresel sorunlar adı altında bu devletlerin siyasi ve ekonomik güçlerini koruma yolları oldu. Küresel ekonomik ve siyasal sistemin belirleyici konumunda bulunan bu devletler, bu sene 17 Haziran’da Kuzey İrlanda’nın Belfast şehrinde bir araya geldi.
Bu yılki toplantının ana konusunun Suriye olacağını herkes az çok biliyordu. Farklı siyasi mecralarda bir araya gelen devlet liderlerinin birbirleriyle uyuşmayan Suriye değerlendirmeleri düşünüldüğünde, Belfast’ta gerçekleşecek toplantının, herkesin hem fikir olduğu “Yaşasın Kapitalizm” toplantılarından olmayacağı açıktı.
Bir yanda Esad’ın siyasi meşruiyetini sahiplenen Putin, diğer yanda Suriyeli muhaliflere silah desteği konusunu sürekli gündem eden Obama ve bu öneriyi onaylayan AB devletleri…
David Cameron’un ev sahibi niteliğiyle açılış yaptığı konuşması oldukça netti: “Esad’la devam eden bir siyasi yapılanma Suriye’nin geleceği açısından düşünülemez.” Bu keskin tavrın toplantı süresince nasıl evrildiği bilinmez ancak toplantı sonrası Esad’ın liderliğine ilişkin bir karara varılmamış ve görevi bırak çağrısının yapılmamış olması, Putin’in toplantıda, yıl içinde Rusya’nın sergilediğine benzer bir strateji izlediğini görmemiz açısından önemliydi. Bu arada Putin, benzer şekilde Suriyeli muhaliflere silah sağlama fikrini destekleyen devletlere tepki gösterdi.
Toplantıda alınan kararlardan biri de radikal İslami gruplarla ilgiliydi. Esad yönetimi ve muhaliflere, bu grupları kendinizden uzaklaştırın mesajı veriliyordu. El-Nusra’nın, Suriye’nin doğusunda artan hakimiyeti küresel planları biraz karıştırmışa benziyor.
Toplantıdan çıkan bir diğer karar, Sünni, Şii ve Alevi değil, tüm Suriyelilerin onayını alan bir Suriye hükümetinin bu görevi yürütmesiydi. Bu karar Sünni-Şii gruplaşmaların arttığı, çatışmaların yaşandığı bir konjonktürde, bu durumu yaratanların mustaripliklerini gösteriyor olması açısından ironiktir.
Sayda Neyin Göstergesi?
Nasrallah’ın, Kuseyr ve Esad’a ilişkin açıklamalarından sonra, Hizbullah’ın aktif bir şekilde Suriye’de muhaliflere (özellikle Selefi gruplara) karşı savaşıyor olması, Lübnan’daki Sünni grupları rahatsız etmişti. Lübnan’daki Sünni grup liderleri bir araya gelmiş, Esad’a ve Şiilere karşı Cihad kararı almışlardı.
Selefi Şeyh Ahmed El-Asir’a bağlı gruptan bir kişinin Lübnan’da gözaltına alınması ile başlayan olaylarda, El-Asir’a bağlı militanlar Sayda şehrinde Lübnan ordusuyla çatışmaya girmiş ve 20’ye yakın askeri öldürmüştü. Daha sonrasında ordu (Hizbullah’ın da yardımıyla) Sayda şehrini tekrar kontrolü altına almıştı.
Lübnan sınırları dahilinde gerçekleşen bu olay, Hizbullah’ın Suriye’deki varlığından ve Lübnan devletinin Hizbullah’ın işini kolaylaştırıyor olmasından yakınan Sünni grupların rahatsızlığının ifadesi gibi okunabilir. Tabi diğer yandan, Hizbullah’ın Suriye’ye girmesiyle beraber savaşın sınırlarına Lübnan’ı ekleyen Selefi grupların stratejisi de olabilir. Ancak kesin olan şey, Suriye’den sonra Lübnan’da baş gösteren mezhep çatışmaları.
Lübnan gibi siyasi karışıklıkların her an boy gösterebileceği coğrafyada yaşanılan benzer durumlar, daha büyük bir Sünni-Şii savaşına yol açabilir. Büyük medya tekellerinin tanınmış yazarları Sünni-Şii savaşını şimdiden başlattılar bile. Sadece Sayda’da yaşanan bu olay değil, Haziran ayının sonlarına doğru Mısır’da 4 Şii’nin öldürülmesi ve yüzlercesinin yaralanmasıyla yaşanan durum (ve bu durum sonrası İran’ın Mısır yönetimini uyarması), Suudi Arabistan’da Şiilere yönelik baskının özellikle Şiilerin yaşadığı kırsal bölgelerde artıyor olması, 2011’de Bahreyn’de Sünni azınlık hükümetine karşı Şii ayaklanmanın bastırılmasından bu yana devam eden hareketler, bir Sünni-Şii savaşının var olduğunu göstermek için bu medya tekellerinin belirttiği gerekçeler arasında yer alıyor.
El-Kaide
Sayda ya da Trablus’ta, hükümet karşıtı Gelecek Partisi’nin bayraklarıyla yan yana duran El-Kaide bayrakları, Lübnan’daki El-Kaide varlığının en açık göstergesi konumunda. El-Kaide ile ilintili grupların Lübnan’daki saldırıları zaman zaman kendini gösteriyordu. Hizbullah’ın, Suriye’deki çatışmalara dahil olmasından sonra, bu gruplar saldırılarını arttırdı ve Lübnan’daki Sünni kesimlerin desteğini arkasına aldı.
Gelecek Partisi lideri Said Hariri ve ailesinin El-Kaide ve Selefilerle ilişkisini görmek için Lübnan siyasetine hakim olmaya gerek yok. Hariri ve ailesi, Usama Bin Ladin’in büyük bir lider olduğu yönündeki beyanlarını açık açık yapıyordu. Ayrıca, Gelecek Partisi’nin yürüyüşlerine El-Kaide’nin destek verdiği de biliniyor.
İşin ilginç yanı, bu ilişki bu kadar aşikarken, ABD ve müttefiklerinin Gelecek Partisi ve Hariri’nin politikalarını destekliyor oluşudur. Hariri, Suriye ve İran’da El-Kaide ile ilişkili militanlara silah ve para yardımı yaparken, hatta aynı şekilde bu grupları destekleyen Arap Devletleriyle bu kadar yoğun ilişkisi varken, ABD yönetimi ve müttefik devletlerin ve hatta BM’nin bu ilişkiye göz yumması oldukça şaşırtıcıdır.
Lübnan’da Sayda ile başlayan, Trablus ve Beyrut’taki Sünni-Şii gerilimleri ile devam eden süreç, Suriye’deki savaşa yeni bir cephe açmışa benziyor. Bu cephenin açılmasında El-Kaide ve onunla ilişkili güç odaklarının etkisi bu kadar açıkken; Belfast’taki G-8 toplantısında Esad yönetimine de muhaliflere de yapılan El-Kaide ve Selefi gruplardan kurtulun çağrısının anlamı nedir?
Kazan-Kazan Politikası
Savaşın Lübnan’a sıçrayıp yeni bir cephe açılıyor oluşu, Hizbullah’ın Suriye’deki konumunu tehlikeye sokacak, bu da her halükarda muhaliflerin elini güçlendirecek. Suriye’ye ilişkin Esad’sız gelecek fikirleri gittikçe uzak ihtimal olmaya yüz tutmuşken, Esad’lı Suriye’nin varlığından rahatsız kesimlerin, bu yeni durumu destekleyeceği açık.
Bu dolaylı desteğin dışında, Lübnan’da Sayda’da yaşanan olaylar sonrasında Lübnan hükümetini desteklediğini açıklayan ABD hükümeti, bir yandan da Hariri’ye destek vererek çatışmanın farklı coğrafyalara sıçramasını doğrudan destekliyor.
Bu noktada karşımızda yeni bir problem beliriyor; ABD ve El-Kaide ilişkisi. ABD, Belfast’ta çıkan karardaki gibi (ve daha önce birçok yerde vurguladığı gibi) El-Kaide benzeri Selefi gruplara karşı mı? Yoksa Lübnan örneğindeki gibi, bu ilişki alttan alta bir desteği mi barındırıyor? Suudi ve Katar destekli bir El-Kaide’nin Ortadoğu coğrafyasındaki hareketlenmelerdeki rolü ne?
Selefi grupların yaptıklarını bir yandan barbarlık diye gösteren medya bu barbarlık ve teröre müdahale etme meşruiyetini sağlarken, diğer yandan girilen siyasi çıkmazda El-Kaide’nin farklı cephelerle savaşı büyütüyor olması bu küresel güçlerin elini güçlendiriyor.
The post Kaideler arası El-Kaide – Hüseyin Civan appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>