Elisée Reclus – Meydan Gazetesi https://meydan1.org Anarşist Gazete Sun, 14 Oct 2018 12:14:00 +0000 tr hourly 1 https://wordpress.org/?v=5.3.13 Anarşizm, Coğrafya ve Toplumsal Mücadele https://meydan1.org/2018/10/14/anarsizm-cografya-ve-toplumsal-mucadele/ https://meydan1.org/2018/10/14/anarsizm-cografya-ve-toplumsal-mucadele/#respond Sun, 14 Oct 2018 12:14:00 +0000 https://test.meydan.org/2018/10/14/anarsizm-cografya-ve-toplumsal-mucadele/ Meydan Gazetesi: Radikal coğrafya neden anarşist olmalı? Anarşizm ve coğrafya arasında ilişki kurmak neden önemli? Simon Springer: Makalem, Steem Fook’un 1972 tarihli “Radikal bir coğrafyanın neden Marksist olması gerekir?” makalesine bir cevaptı. Dedim ki marksist olmam gerekmiyor. Radikal coğrafya marksizmin egemen olduğu bir çalışma alanı durumuna gelmiş ve Harvey, radikal coğrafyanın seyri üzerinde derin bir […]

The post Anarşizm, Coğrafya ve Toplumsal Mücadele appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>

Anarşizmin sadece bir düşünce ve eylem olmasının dışında bilgiye ulaşmakta bir araç olarak da anlamlandırıldığı farklı disiplinlerde, son yıllarda anarşizmin önemini açıklamaya çalışan pek çok çalışma yapıldı. Coğrafya alanında bu tür çalışmalar yapan Simon Springer’ın marksist coğrafyacı David Harvey’le yaptığı tartışmaya daha önce gazetemizde yer vermiştik. Geçtiğimiz aylarda 26A Atölye’nin davetlisi olarak İstanbul’da bir konuşma gerçekleştiren Simon Springer’la anarşizm, coğrafya, toplumsal mücadeleler vb. birçok konu hakkında bir söyleşi gerçekleştirdik.

Meydan Gazetesi: Radikal coğrafya neden anarşist olmalı? Anarşizm ve coğrafya arasında ilişki kurmak neden önemli?

Simon Springer: Makalem, Steem Fook’un 1972 tarihli “Radikal bir coğrafyanın neden Marksist olması gerekir?” makalesine bir cevaptı. Dedim ki marksist olmam gerekmiyor. Radikal coğrafya marksizmin egemen olduğu bir çalışma alanı durumuna gelmiş ve Harvey, radikal coğrafyanın seyri üzerinde derin bir etkiye sahip olmuştu. Bütün bir alanda tek bir perspektifin baskın olduğu zamanlarda ortaya çıkan durgunluktan kaygılanıyordum. 1960’ların sonlarından itibaren Marksizm, özellikle Anglo-Amerikan coğrafyada beyaz erkeklerin egemenliğindeydi ve feministler görmezden geliniyordu. Feminist ve anarşist eleştirileri dikkate almaksızın yalnızca bu Marksist mesajda ısrar eden sadece Harvey değil; diğer coğrafyacılar ve diğer Marksistler için de yapılabilecek çok fazla eleştiri var.

Radikal coğrafya diye adlandırdığımız bir şey varsa, Kropotkin ve Reclus’nün coğrafi bir perspektiften anarşizm hakkında yazıyor olması sayesindedir. Yüzyıl önce var olan bu anarşizm geleneği nasıl olur da belirgin bir şekilde yok sayılır?

Coğrafyada marksist hegemonyayı kırmak için sence ne yapılmalı?

Sanırım coğrafyada marksizm hegemonyası kırılıyor zaten. Genç akademisyenler artık 10 yıl önce olduğu kadar bile marksizmden ilham almıyorlar. Marksizmin ifade ettiği mekânsal siyasetin sokakta, mahallede ve bütün dünyada olup bitenlerle anarşist mekansal siyaset kadar yakın ilişki içinde olmadığının farkındalar.

Anarşizm, kendi toplumlarımızda olup bitenlerin nabzını tutuyor, çünkü anarşizm pratiğinin kaynağı bu topluluklardır. Öte yandan Marksizm, en başından beri, anarşist bir siyasetin sahip olduğu türden bir gerçekliğe sahip olmadan, teori alanı içinde yer alan bir şeydir.

Akademide kendi bilgi imparatorluklarını yaratan akademisyenler var ve insanları marksist bir yörüngeye itmeye çalışıyorlar. Örneğin doktora tezimin başlığı konusunda komite ile uzlaşabilmek için anarşizm yerine post marksizm koymak zorunda kaldım, çünkü bir doktora tezinin başlığında “anarşizm” olmasını istemiyorlardı.

Son birkaç yıl içinde, marksizmin bu tür baskılarını teşhir ettik. Geçen sene başlayan ve her sene yapılacak olan Anarşist Coğrafyacılar Konferansı’nın ilkini İtalya’da organize ettik ve yoğun bir katılım oldu. Bu ilgiyi, egemen marksist politikanın söylenmemiş çok şey bırakmış olmasına ve marksizmin, özellikle David Harvey’nin mekanı, devlet yanlısı bir politikanın getirdiği ilişki biçimleriyle kavramsallaştırmaya çalışmasına bağlıyorum.

Devlet her zaman en önde ve merkezdedir. Devlet kapitalizme olanak sağlar. Devlet olmadan kapitalizm, kapitalizm olmadan da devlet var olamaz. Tarih bunu kanıtlıyor, ne zaman birileri devleti ele geçirip kapitalizmden uzaklaştırmak istese, kapitalizm devletli sürecin içinde kendine bir yer buluyor. Hiyerarşik ilişkilerin temeli budur. Her yönüyle sömürücüdür ve kapitalizmden daha iyi bir sömürü aracı yoktur. Günümüzde marksistlerin bunun üstesinden geldiğini ya da gelebileceğini düşünmüyorum; bunun için bir açıklamaları yok.

Asi Şehirler kitabı çıktığında okudum. Öne sürdüğü mekan politikasına gömülü olarak anarşizme yönelik o kadar fazla çarpıtma vardı ki tepem attı. Bir de tabii ölçek meselesi var. Harvey, bir anarşist projenin imkansız olduğunu ve işe yaramaz bir yerel düşünce olduğunu söylemek için konuyu tekrar tekrar ölçek meselesine getiriyor. Anarşistler Bookchin’in özgür belediyeciliği ya da Kropotkin’in federalist düşüncelerine işaret ettiğinde ise bu yapıların devlet gibi göründüğünü ve devlet gibi işlediğini söylüyor. Harvey, anarşistlerin bahsettiği yatay örgütlenme biçimlerini, politik coğrafyalarımızdaki hiyerarşilerinin yıkılıp yatay olarak yeniden düzenlenmesi düşüncesini anlamamazlıktan geliyor.

Harvey kendini hep anarşistlerin dostu gibi göstermeye çalışıyor. Ama dikkatli okuyunca, anarşistlere ve genelde anarşizme, anarşist düşünceye karşı derin bir düşmanlığı var. “Devlet nedir?”, durup bir düşünelim. Devlet demek polis kuvvetleri demek, kanunlar demek, ordu demek. Kropotkin’in bahsettiği anarşist bir federasyon düşüncesinde bu unsurların hangisi var? Yoklar, yani Harvey bilerek bu çarpıtmaları yapıyor. Ben sadece Harvey’i suçlamıyorum. Bu algı, egosu geniş akademik çevre tarafından sürekli besleniyor.

Neden David Harvey’e karşı çıkılamıyor? Marksistler kişilik kültüne öylesine inanıyorlar ki… Bunu bizzat Marx’ın kişiliğinde görüyoruz, sanki döneminde bu konularda düşünen ve yazan tek kişi oymuş gibi. “Author” (yazar) ve “Authority” (otorite) kelimelerinin kökleri ortaktır bildiğiniz gibi, o zaman yazar nedir? Adım kitapların üstünde yazıyor, bilgiyi toparlayan benim ama düşüncelerimin hepsini sohbetlerden ve ilişkide olduğum topluluklardan edindim. Harvey için de böyle, Marx için de.

Mekan pratiğimizi ve amaçladığımız politikayı düşünürken bu gerçeği hatırlamak, örgütlenme biçimimizi de değiştirecektir. Mesele David Harvey’nin, başka bir akademisyenin ya da politikacının bize ne yapacağımızı söylemesi değil, bizim beraberce bu fikirleri düşünüp değerlendirmemizdir. Bu, marksistlerin öne sürdüğünden tümüyle farklı bir coğrafi tasavvuru ortaya çıkarıyor.

Kitapta commons kavramını kullanıyorsun ama dilimizde bu kavrama ilişkin bir karışıklık var. Farklı siyasi görüşler commons’ı farklı şekilde çevirdiler. Kelimenin gerçek anlamına bakmaya çalıştığımızda komünal ilişki biçimlerine olan yakınlığını görebiliyoruz fakat nedir tam olarak commons?

Bazı açılardan çok açık ve basit bir fikir ama içinde bulunduğumuz kapitalist dünya bu fikri tamamen unutturduğu için karmaşık hale geldi. Temelde commons, Kropotkin’in karşılıklı yardımlaşma ilkesinin coğrafi ifadesi olarak anlaşılabilir.

Literatürün bir kısmında ise dar bir politik tasavvura, yani Henri Lefebvre ve Habermas’ta olduğu gibi özel alan ve kamusal alan kavramlarının içine sıkıştırılmıştır. Özel alan açıkça sermayenin hak iddia ettiği mekanlara işaret ederken kamusal alan halk için, halk tarafından, halkın olan ideal biçimiyle karşımıza çıkıyor ve bu mekana bir müdahale ya da onu sınırlayan bir otorite yok. Gerçekte ise bu mekanlar çoğu zaman devletin kontrolünde. Kamusal alanda sadece devletin etkin olmasını öngören bir politik tasavvurda mekan ile ilgili yapabileceklerimiz sınırlıdır. Ya da düşüncemizi genişletir ve kamusal alanı, komünal mekana dönüştürmek üzere geri almayı tasavvur ederiz ve görmek istediğimiz commons vizyonuna yaklaşabiliriz.

Commons konusundaki karışıklığın bir diğer boyutu ise mülkiyet kavramı. Bu mesele, Kamboçya’daki çalışmamda özellikle kavgasını verdiğim bir mesele. Bu kavga, çok farklı bir coğrafi sahiplik anlayışına sahip olan Kamboçyalı köylülerin her gün yaşadığı deneyimleri yansıtıyor. Bu anlayış tapu gibi bir belgeye değil, fiili kullanım esasına dayanıyor. Proudhon’un mülkiyet ve zilyet arasında gösterdiği ayrımdaki gibi. Sıradan Kamboçyalı, toprak sahipliğini zilyet olarak algılar; toprağı kim ekiyorsa toprak onundur.

Buna karşılık mülkiyet nedir? Mülkiyet hırsızlıktır, mülkiyetin temelinde egemenlik hakkı düşüncesinin olduğunu söyleyen Proudhon, mülkiyet sahibine tanınan bu hakkın, onun mülkü istediği gibi kullanma ve suistimal etme hakkı olduğunu gösterir. Zilyetin tersine mülkiyet, temelde bir sömürü aracı haline gelir. Mülkiyet, geçmişte kralların kutsallığına dayanırken günümüzde devlete ve onun yasal otoritesine dayanır. Dünyanın genelinde mekan politikası gittikçe daha fazla mülkiyet ilişkilerine sıkıştırılıyor. Bunun arkasında devasa kurumlar var. IMF ve Dünya Bankası kanca attıkları her ülkede kadastro rejimi kanunlarını dayatıyor çünkü bu alan her zaman kapitalizmin beşiği olmuştur.

Commons düşüncesi Kamboçya köylülerinin anlayışına benzer, fakat zilyetlik bireysel değil komünaldir. Toplumun fiili kullanımına dayanır. Kamusal alanı commons olarak düşündüğümüzde mülkiyet düşüncesini sürdüren kuvvetlerin ciddi saldırılarına uğrarız, yani devletin saldırısına. İşte yine devlet ve kapitalizmin nasıl birlikte hareket ettiğini görüyoruz. Devlet enine boyuna kapitalizmin içine örülmüştür, bu örgüyü çözmek imkansızdır.

Mahalle düzeyinde commons yaratmak için çabalar görüyoruz. Devletin ve kapitalizmin bizi nasıl koşullandırdığı hakkında büyük bir söylem var. Koşullandırıyor ama bizim hem bireysel hem de toplumsal düzeyde bir etkinliğimiz de var. Bir grup anne-babanın çocuklarına tek başına bakmaya çalışmak ve ücretli kreşlere vermek yerine çocuk bakım kooperatifi örgütlemesi gibi basit bir şey de olabilir bu. Bunun işlemesi için nasıl bir mekan gerekir? Ancak daha yakın ve daha kolektif yaşamaya başladığımızda bu mekanlar mümkün olabilir. Bu şekilde commons düşüncesini yeniden ele alırsak, belirgin bir mekan politikasını görürüz. Zorluk burada başlıyor çünkü dünyamız mülkiyet ilişkileri ile sarılı ve çoğumuz kendimizi dünyaya karşı yalnız bireyler olarak görüyoruz. Yaşamı güzel kılan ise birbirimizle kurduğumuz kalıcı ve güçlü bağlardır. Farklı şekillerde bir araya gelerek mekanlarımızı commons düşüncesini içeren bir anlayışla yeniden düzenlemek, bu bağları kurmakla mümkün olacaktır.

Radikal coğrafyayı başlatan çalışmalarıyla Reclus ve Kropotkin’den bahsettin. Peki ya güncel anarşist coğrafyayı araştırabileceğimiz kaynaklar neler?

Coğrafya konusunda dünyadaki en büyük organizasyon olan AAG’nin 10.000 kişinin katıldığı yıllık konferansında mutlaka birkaç tane anarşist coğrafya oturumu yapıyoruz. Geçen yıl Uluslararası Coğrafyacılar Birliği’nin Moskova ve Bolivya toplantılarında Kropotkin oturumları yaptık. 2016’da Anarşist Coğrafyalar üzerine pedagoji, teori ve direniş üzerine bir üçleme yayınladık, siz de Meydan gazetesinde duyurdunuz.

Şu anda Anarşist Politik Ekoloji üzerine 4 ciltlik kolektif bir çalışmanın içerisindeyim. Ayrıca Anarşist Çalışmalar Ağı’yla ilişkileniyoruz ve onların konferanslarına da katılım yüksek. Artık tabu olmayan anarşizmin temellerini inşa etmeye çalışıyoruz ve bu farkındalığı arttırıyor. Bunu kendi uzmanlık alanımız haline getirmeye çalışmak yerine daha fazla insanı dahil etmeye çalışıyoruz.

Bir çok insanın çalışmalarını anarşizm başlığında değerlendirebilirim ama hepsi kendilerine anarşist demiyorlar. Örneğin Doreen Massey’nin kitabı “Mekan’a Dair” coğrafyanın sürekli evrilen bir süreç olduğunu ve bizim onu sürekli yeniden şekillendirdiğimizi gösteriyor. Mekanı yeniden şekillendirenin sadece devlet ya da kapitalizm değil, kendimiz olduğunu ve mekandaki evrimin bizi önceden belirlenmiş bir yere götürmediğini gösteriyor.

Audrey Kobayashi ırk politikaları; Rhys Jones sınırlar, Federico Ferreri ise Kropotkin ve Reclus’nün arşivleri üzerine çalışıyorlar. Anthony Ince, Gerónimo Barrera gibi başka anarşist coğrafyacılar devlet karşıtı coğrafyaları; Richard J. White gündelik hayattaki karşılıklı yardımlaşma ilişkilerini; Ophélie Veron, anarşist feminizmi araştırıyor.

Rojava ve Chiapas gibi coğrafyalar ve buradaki süreçler bizim için önemli. Bu deneyimler hakkında ne düşünüyorsun?

Her iki toplumla da bir bağlantım olmadığı için bir şey söylemem zor. Kamboçya’da yaptığım çalışmada bile politik olarak kendimi dışarıdan biri olarak görüyorum. Ben Kamboçyalı değilim ve onlar adına, onların politik vizyonlarını konuşamam. Toplumlarla kurduğum politik ilişkide kendi görüşlerimi dayatmak yerine onlarla birlikte çalışmayı ve birlikte çalıştığım insanların dünyaya iletmek istediği mesajları dillendirmeyi tercih ediyorum. Aynı zamanda bu hareketler bana ilham veriyor. Bunlar sadece teori değil, çeşitli biçimlerde görünür hale gelen fikirler. Bookchin’in düşüncesinin nasıl benimsendiğine bakın. Bu düşüncelerin belirli bir anlayış içerisinde uygulanıyor olması ne kadar ilham verici.

Bu röportaj Meydan Gazetesi’nin 46. sayısında yayınlanmıştır.

The post Anarşizm, Coğrafya ve Toplumsal Mücadele appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>
https://meydan1.org/2018/10/14/anarsizm-cografya-ve-toplumsal-mucadele/feed/ 0
İhya Kahraman ile Röportaj: Bir İsyancının Sözleri https://meydan1.org/2018/02/10/ihya-kahraman-ile-roportaj-bir-isyancinin-sozleri/ https://meydan1.org/2018/02/10/ihya-kahraman-ile-roportaj-bir-isyancinin-sozleri/#respond Sat, 10 Feb 2018 10:24:07 +0000 https://test.meydan.org/2018/02/10/ihya-kahraman-ile-roportaj-bir-isyancinin-sozleri/ Meydan Gazetesi: Çevirdiğiniz kitap Ayrıntı Yayınları kataloğundaki ilk klasik anarşist metin, Çevirinin oluşumundaki rolünüz ne oldu, bizlere biraz bu süreçten bahsedebilir misin? İhya Kahraman: Bundan birkaç yıl önce bir arkadaşta “Paroles d’un Révolté”nin (“Bir İsyancının Sözleri”nin) yüz küsur yıllık özgün baskısını (1885) buldum. Kitap sararmış ve “tarih kokan” sayfalarıyla doğrusu pek ilgimi çekti… Hemen okumaya koyuldum; […]

The post İhya Kahraman ile Röportaj: Bir İsyancının Sözleri appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>

Yaşamı boyunca pek çok kez yazdıkları, eyledikleri gerekçe gösterilerek tutsak edilen Pyotr Kropotkin’in geçtiğimiz günlerde yayınlanan kitabı “Bir İsyancının Sözleri” üzerine, kitabın çevirmeni İhya Kahraman ile bir röportaj gerçekleştirdik. Kropotkin’in iki yıllık tutsaklık sürecinde, daha öncesinde Le Révolté gazetesinde yayınladığı yazıların derlenerek kitaplaştırıldığı eser ilk olarak 1885 yılında Fransızca olarak yayınlandı. Yoldaşı Elisee Reclus yazdığı önsözde “Eğer adalet arıyorsanız, büyük haksızlıklara maruz kalmaya hazır olun!” diyor. Tıpkı yaşadığımız topraklarda da yüzyıllardan beri olduğu gibi…

Meydan Gazetesi: Çevirdiğiniz kitap Ayrıntı Yayınları kataloğundaki ilk klasik anarşist metin, Çevirinin oluşumundaki rolünüz ne oldu, bizlere biraz bu süreçten bahsedebilir misin?

İhya Kahraman: Bundan birkaç yıl önce bir arkadaşta “Paroles d’un Révolté”nin (“Bir İsyancının Sözleri”nin) yüz küsur yıllık özgün baskısını (1885) buldum. Kitap sararmış ve “tarih kokan” sayfalarıyla doğrusu pek ilgimi çekti… Hemen okumaya koyuldum; okudukça kimi düşüncelerimin yüz küsur sene önce dile getirildiklerini gördüm ve de derhâl çevirmeye, bu düşünceleri Türkiyeli okurlara kazandırmaya karar verdim.

Çeviri işini bitirir bitirmez Kaos Yayınlarına gönderdim, ama metni rızam hilâfına büyük ölçüde değiştirmek istedikleri için bu kez Ayrıntı Yayınlarına gönderdim: yayımlamayı kabul ettiler ve daha sonra birlikte bazı ufak tefek tashihler yaptık kuşkusuz.

Kropotkin kitapları genelde, kendisinin kitaplarına verdiği büyük özveriyi ve çalışma disiplinini göz önünde bulundurursak hepsi adeta bilimsel bir çalışma gibi kurgulanmış eserler. Gazete yazılarından derlediği “Ekmeğin Fethi”, “Tarlalar Fabrikalar ve Atölyeler” gibi kitaplarının yanında birbirleriyle aralarında bağlantılar kurulabilen, teorisini ifade ettiği bir işleve sahip yapıtları da bulunmakta. Peki “Bir İsyancının Sözleri” Kropotkin külliyatında nerede duruyor?

Bu soruyu yanıtlayabilecek konumda değilim, zira bugüne kadar Kropotkin’in kitaplarından sadece ikisini okumuş bir cahilim: “Evrimin Bir Faktörü: Karşılıklı Yardımlaşma” (Kaos yayınları) ve “Bir İsyancının Sözleri”. (Ünlü kitabı “La Conquête du Pain: l’Economie au Service de Tous” hâlâ okunmayı bekliyor).

Bu konudaki cehaletim, anarşizme “Tuuu, kaka!” diyen ideolojik-siyasal bir akımdan geliyor olmamın sonucu. Ama yine de daha 1970’lerin sonundan itibaren şu ünlü “Stalin sorunu”ndan (aslında “Rusya sorunu”ndan) hareketle sosyalizmin ve sosyalist kuramın temelleri konusunda kendimi sorgulamaya başlamıştım. Daha sonraları, özellikle 2000’li yıllarda (geçirdiğim bir ameliyat nedeniyle “iş yaşamı”nın dışında kaldıktan sonra) sosyalizmin geçmişiyle, bu arada –“öcü” korkularımı aşarak– anarşizmle tanıştım. Uzun lâfın kısası, bu konuda lâf edebilmem için “daha bir fırın ekmek yemem gerek”.

Kropotkin’in bu kitabı, fikirleri yüzünden tutsak edildiği 1880 ve 1882 yılları arasında Le Revolte gazetesinde yayınlanan yazılarından oluşuyor. Yaşadığımız coğrafyada da binlerce yazar, gazeteci ve akademisyen OHAL rejimi aracılığıyla tıpkı Kropotkin gibi muhalif oldukları için hapsedilmekte. Bu sürece dair sizin düşünceleriniz ve yaşadığınız coğrafyadan buraya baktığınız zaman gördükleriniz neler?

Burjuvaziyle (tüm ayrıcalıklı sınıf ve tabakalarla) proletarya (söz konusu ayrıcalıklı sınıf ve tabakalar yaşam araçlarını –özel yani bireysel ya da devlet yani kolektif mülkiyet biçimi altında– sahiplenip denetledikleri için emek güçlerini satmaktan “başka çareleri olmayan”, dolayısıyla büyük çoğunluğu maddî ve anlıksal bir sefalet içinde yaşayan insanlar) arasında binlerce yıldır süregelen savaş henüz bitmedi, değişik biçimler altında sürüp gidiyor. Dolayısıyla Kropotkin gibi bugün Türkiye’de de binlerce insanın mahpuslara tıkılması bir “coğrafya” sorunu değil, ama insanlığın dünya çapında binlerce yıldır kâh şurada kâh burada ardı arkası kesilmeyen “doğum sancıları”… Öyle ki ayrıcalıklı egemen sınıfların toplumu “hizaya getirmek” maksadıyla gösterdikleri tepkiler, –akıldanesel (ideolojik), siyasî, hukukî vs. mazeretleri her ne olursa olsun (OHAL, dış ve iç düşman, vatan hainleri, ana vatanın savunulması vs.)– dünyanın dört bir yanında binlerce yıldır beş aşağı beş yukarı aynı. Bulunduğum “coğrafya”dan bakınca gördüklerim bunlar.

Yine de şunu eklemek isterim: 2000’lerin başından bu yana açıkça yaşananlar dikkate alındığında Türkiye denilen coğrafyanın proletaryası –başka şeylerin yanı sıra– şu yüz yıllık yalana, “laik Türkiye”, “laik T.C.” yalanına artık bir son vermek, bu yalanı öne süren ve savunanlarla hesaplaşmak zorunda. O kadar ki kimi çevreler, yetmezmiş gibi bu yalanı “demokrasi çiçekleri”yle süslemek gayesiyle “Diyanet İşleri” denilen kuruma alevi dedelerini sokmayı bile önerdiler, hem de “gerçek demokrasi”, “sosyalizm” vs. adına! Bildiğim kadarıyla bu aynı “devrimci” çevreler şu son yıllara kadar ne “Diyanet İşleri”nin lağvedilmesini savundular ne de bunu “asgarî” denilen “demokratik programları”na koydular ve bugün bunun kefaretini ödüyorlar, ödüyoruz. Türkiye proletaryası, –başka şeylerin yanı sıra– işte bu yalanları yerle yeksan etmek zorunda. (“Büyük devrim”den iki yüz küsur sene, Paris Komünü’nden yaklaşık bir buçuk asır sonra Fransa denilen coğrafyada da işler bu açıdan pek farklı değil öz olarak.)

Bu “yanıt”ın harcıâlem yuvarlak bir yanıt olduğunun farkındayım, ama daha ötesi “siyaset yapmak” olur ki, egemenlerin istediği tam da bu, zira siyaset onların çöplüğü: yarattıkları mezbelelerde aldatmanın, bastırmanın, susturmanın tüm araçlarına sahipler ve ezilenlerden de “bu minderde” yani “siyaset minderinde güreşmeleri”ni istiyorlar!

Bir gözlem: TC, OHAL’ci mantığının sonucu Suriye’de Afrin’e saldırıyor, üstelik “zeytin dalı” simgesini kullanarak. Ve siyaset meraklısı kimi aklıevveller bu “zeytin dalı”nın ne demeye geldiğini tartışıyor hararetle… tıpkı “bir deli bir kuyuya taş atmış kırk akıllı çıkaramamış” misali! Zeytin dalının suriyeli kürtlere uzatılmadığı açık, ne de ABD’ye. Peki, kime uzatılıyor bu dal? Uzun yıllardır Türkiye, Suriye, İran ve Irak’ın çöplüklerinde (resmî ülkelerinde) ayrı bir kürt devleti (çöplüğü) istemedikleri bilindiğinde, belli ki Suriye hükümetine yani bir zamanların can ciğer “dostu” Esed’e. Şu ünlü arap “devrimi”nin, arap “baharı”nın başlarında “Büyük Ortadoğu tasarısı”ndan parsayı kapmak için Suriye’ye yönelik emperyalist niyetlerini açıkça ortaya koyan Türkiye, şimdi yaklaşan şu “yeniden inşa” yağma sofrasından geri kalmak niyetinde değil ve bu yüzden Suriye’ye bir zeytin dalı uzatıyor riyakârca: “Bak kardeş, çöplüğünün kuzeyinde (benimkinin de güneyinde) bir kürt devletini ne sen istiyorsun ne de ben. Sana bir kıyak yapıyor ve oradaki kürtleri eziyorum, günü gelince sen de beni görürsün bu iyiliğim karşılığında!” Bütün hesap işte böylesine iğrenç bir bezirgân zihniyeti. Esed (pardon Esat) kardeş de zevahiri kurtarmak maksadıyla “vatanperver” söylemlerden geri kalmıyor inanılmaz bir ikiyüzlülükle. Buna rağmen Afrin’deki müstakbel bağımsız sömürücü adayları kürt liderler, “durdurun şu türkleri!” deyip Suriye devletine yalvar yakar oluyorlar: bu tipler ya inanılmaz derecede aptal (belli ki değil, ama “siyaset” yani kişisel veya grupsal çıkarlar uğruna körleşmiş tipler) ya da alabildiğine belkemiksiz yaratıklar. Afrin’de ve dünyanın her yanında emekçileri kurtaracak tek yol, siyaset miyaset yapmadan yani “ulusların kendi kaderini tayin hakkı”ymış filân demeden doğrudan tüm sömürücülerine karşı savaşmak, lâkin emekçiler bu konuda yüz küsur yıldır marksistlerin de marifetiyle (ve yine “sosyalizm” adına!) hemen her tarafta tam bir karanlıkta (karanlık ille de dinsel olmaz, milliyetçi karanlık da bir o kadar başa belâ). Pek çok ilerici, solcu, sosyalist “ve hatta komünist” bu zehri, milliyetçilik zehrini “asgarî program”larına koymuş durumda ve yine “sosyalizm”, “insanlığın geleceği” vs. adına!

Evet, bu “coğrafya”dan gördüklerim işte bunlar.

Çevirideki kelime seçimlerinde bazı özel tercihler göze çarpıyor. Örneğin daha önce Robert Graham’ın derlemesi kapsamında bir bölümü çevrilen, “La Loi et l’Autorité” yani “Yasa ve Otorite” isimli metni siz “Yasa ve Yetki” olarak dilimize aktarmayı tercih etmişsiniz. Böylesi tercihlere dair bizlere biraz bilgi verir misiniz?

Çevirilerimde kullandığım sözcüklerin seçimi (tercihi) sorununa gelince… “Bilgi vermek” ne haddimize! Bu, düpedüz bir “inanç”, bir anlayış sorunu… Demem o ki, insanların yabancı dil kaynaklı kavramları kendi anadillerinden türetilmiş sözcüklerle daha iyi kavrayabileceklerine, içselleştirebileceklerine inanıyorum. Bunu bilgibilimsel (epistemolojik) bir takım kuramlara dayanarak değil (zira ne bir bilgibilimciyim ne de filozof (“Allah yazdıysa bozsun!”), ama kendi kişisel deneyimlerimden yola çıkarak söylüyorum. Ayrıca çevirilerimi bir takım okumuş (yani ayrıcalıklı) zevat için değil (bu eşhas söz konusu kitapları herhangi bir yabancı dilden benden çok daha önce okumuştur zaten), ama pek az öğrenim görmüş “cühelâ” proleterler için kaleme alıyorum (yani “okumuş cahiller” bu hesabın dışında). Ve cahil proleterler bırakın bir yabancı dili, kendi anadillerine bile yeterince vakıf değiller. Söz gelimi “otorite” sözcüğü bir fransız hatta “batılı” proleter için herhangi bir sorun yaratmaz; ama “doğulu” bir proleter için gizemli hatta “bilimsel” bir hava taşır hemen her zaman. Fakat bu sözcüğün gerçekte güç, buyruk, güç ehli, hükümet, yetki, yetke, yetkili zevat vs. anlamlarına geldiğini bildiğinde, sözcük (otorite) tüm sihrini yitirecek ve proleter olayları farklı bir gözle görecektir. Mümkün mertebe Türkiye türkçesinden türeyen sözcükler kullanmamın nedeni bu ve bunun milliyetçilikle filân alâkası yok. Bu cümleden olmak üzere tercümelerimde “ideoloji”, “ideolog” adları ve “ideolojik” sıfatı yerine “akıldanelik”, “akıldane” ya da “akıldanesel” karşılıklarını kullanıyorum, isterseniz “düşünbilim”, “düşünbilimci” veya “düşünbilimsel” de diyebiliriz. Ama birinciler daha çarpıcı, zira toplumun (çalışanların) sırtından öğrenim görüp ayrıcalıklı bir konuma yerleştikten sonra, sahip olduğu ayrıcalıkları kaybetmeye yanaşmaksızın, yani birileri sıcakmış soğukmuş demeden ter dökerken “dışarıdan gazel okuyanlar”a, akıl satanlara türkçede –herhalde kalûbelâdan bu yana– “akıldane” denir. (Bu noktada ideolojinin marksist yazında çok önceleri ortaya koyulmuş olan “yanlış bilinç” tanımını hatırlatmam gerekmez umarım.)

Daha önce Lafargue’ın Tembellik Hakkı ve Waclaw Makhayski’nin Aydınlar Sosyalizmi isimli kitaplarının çevirisinde de imzanız var. Söz konusu metinlerin düşünce dünyanıza olan etkisi ne oldu?

P. Lafargue’ın “Le Droit à la Paresse”ini türkçesinden (“Tembellik Hakkı”ndan) çok önce okumuştum. Yıllar sonra Türkiye’ye ilk dönüşümde (2004’te) bir kitapçıda türkçesini gördüm ve hemen aldım. Bu çeviriyi (Telos yayınları, 7. baskı, 1996) okur okumaz kitabı yeniden çevirmeye karar verdim ve çevirdim (sanırım 2007’de). Birkaç yayınevine sundum, ama ticarî kaygılar nedeniyle yani daha önce birçok yayınevi tarafından birçok baskısı yapıldığından reddedildim. Nihayet Ayrıntı yayınları bu çeviriyi kitaplaştırmayı kabul etti ve sonrasını biliyorsunuz.

Yıllar sonra bir arkadaşım okumam için “Socialisme des İntellectuels”i verdiğinde, bu kitap üzerimde bir yıldırım etkisi yarattı ve oturup çevirmeye koyuldum hemen (daha önce Makhayski’nin adını bile duymamıştım). Çeviri bittikten sonra yine Ayrıntı’ya gönderdim: kısa sürede kabul edip yayımladılar.

Bu arada Sel Yayınlarından çıkan “Demokrasinin Ötesinde”yi de unutmamak gerek (İSBN: 978–975–570–595–8). Tüm bu kitaplar ve daha başkaları –pek çok insanın çoktandır benzeri düşüncelere sahip olduklarını görerek– anlıksal gelişimimde zaten belli belirsiz ya da az çok bilince çıkarttığım düşüncelerimi, kanaatlerimi doğruladılar, ufkumu daha bir genişlettiler.

Proleter hareketi 19. yüzyılın ikinci yarısından itibaren özellikle de 20 yüzyılın ilk yarısında felce uğratan “ulusal sorun”un (ya da “ulusların kendi kaderlerini tayin hakkı” safsatasının), –mantıkî sonucu “işçi devleti”, “işçi sınıfının demokratik diktatörlüğü” olan– malûm demokrasi akıldaneliklerinin, Stalin sorununun (daha doğrusu Rusya sorununun) vs. aslında –19. yüzyılın ikinci yarısına damgasını vuran– şu “alman sosyal-demokrasisi” namıyla maruf garabetten kaynaklandıklarını 1990’lardan beri zaten düşünmekteydim (ve günümüz dünyasında var olan solcu hareketlerin istisnasız şu ya da bu biçimde bu garabetin türevleri olduklarını söyleyebilirim). Çevirdiğim kitaplar bu kanaatimi daha bir pekiştirdiler ve söz konusu kitapları türkçeden başka dil bilmeyen okurlarla paylaşmaya karar verdim… Hepsi bu.

Teşekkürler İhya

Sizlere kolay gelsin, hoşça kalın.

Bu röportaj Meydan Gazetesi’nin 43. sayısında yayınlanmıştır.

The post İhya Kahraman ile Röportaj: Bir İsyancının Sözleri appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>
https://meydan1.org/2018/02/10/ihya-kahraman-ile-roportaj-bir-isyancinin-sozleri/feed/ 0
Kötülüğün Biyolojisi – Özgür Erdoğan https://meydan1.org/2017/09/23/kotulugun-biyolojisi-ozgur-erdogan/ https://meydan1.org/2017/09/23/kotulugun-biyolojisi-ozgur-erdogan/#respond Sat, 23 Sep 2017 19:21:46 +0000 https://test.meydan.org/2017/09/23/kotulugun-biyolojisi-ozgur-erdogan/ İnsanın kimi eylemlerini “iyi” ya da “kötü” yapan şeyin ne olduğuna dair çeşitli tartışmalar sürüp gidiyor. Kimileri bu eylemlerin toplum tarafından belirlendiğini söylerken kimileri iyi ya da kötü davranışın iradi bir şey olduğunu, tüm koşullara rağmen son kertede bireyin tercihlerine bağlı olduğunu söyler . Öte yandan, Biyo-Felsefe denilen alanda mesele daha farklı tartışılır. Kimileri “genlerin” […]

The post Kötülüğün Biyolojisi – Özgür Erdoğan appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>


İnsanın kimi eylemlerini “iyi” ya da “kötü” yapan şeyin ne olduğuna dair çeşitli tartışmalar sürüp gidiyor. Kimileri bu eylemlerin toplum tarafından belirlendiğini söylerken kimileri iyi ya da kötü davranışın iradi bir şey olduğunu, tüm koşullara rağmen son kertede bireyin tercihlerine bağlı olduğunu söyler . Öte yandan, Biyo-Felsefe denilen alanda mesele daha farklı tartışılır. Kimileri “genlerin” ya da “insan doğasının” iyi ya da kötüye bir eğiliminin olduğunu ve belirleyicinin katiyen bu olduğunu söylerken, bir başkası da insan doğasının ya da genlerin belirleyiciliğini yadsımamakla beraber, toplumsal yapının da bu eğilimleri yönlendirdiğini iddia eder.

Belki de tarihin en kadim sorularından biridir “İnsan iyi midir, yoksa kötü mü?” sorusu. Fakat biz bu kapsamlı sorunun cevabını aramak yerine, çevremizi saran kötülüğün nedenlerine eğilip, bir başka kadim sorunun peşine düşeceğiz ve kötülüğün biyolojik ve evrimsel kökenine dair kısa bir tartışma yürüteceğiz.

Bu tartışmanın en önemli aktörlerinden biri kuşkusuz Pyotr Kropotkin’dir. Kropotkin, insanın evrimi üzerine yaptığı çalışmalarda, kendinden öncekilerin aksine evrimin ana faktörü olarak rekabeti ve bencilliği değil, Karşılıklı Yardımlaşma ve dayanışmayı alır. Özellikle Evrimin Bir Faktörü Olarak Karşılıklı Yardımlaşma ve Etik adlı eserlerinde bir dizi örnekle bunu kanıtlamaya girişen Kropotkin, oldukça ikna edici veriler de sunar. Canlıların hayatta kalma mücadelesinde rekabetin önemini de yadsımayan yazar canlılardaki toplumculluğun onları doğanın zorlu koşulları karşısında ayakta tutan şey olduğunu savunur. “…karşılıklı destek, doğada iklime, tufanlara, fırtınalara, soğuğa ve bu gibi şeylere sürekli olarak yürütülmesi gereken ve sürekli olarak var oluşun hep değişen koşullarına yeni adaptasyonlar gerektiren mücadeledeki en iyi silahları sunar. Dolayısıyla, bir bütün olarak bakıldığında doğa, kesinlikle fiziksel gücün, süratin kurnazlığın, ya da savaşta yararlı olan başka herhangi bir özelliğin zaferini örneklemez. Aksine, karınca, arı, güvercin, ördek, sıçan ve diğer kemirgenler, ceylan, geyik, v.s gibi su götürmez biçimde zayıf olan türlerin koruyucu zırhları, kendilerini savunmak için gagaları, ya da uzun sivri dişleri yoktur – savaşçı da değillerdir – ancak yaşam mücadelesinin en iyisini başarırlar ve toplumcullukları ve karşılıklı korumaları sayesinde, çok daha güçlü yapılı rakiplerini ve düşmanlarını bile yerlerinden edebilirler…”

Yani Kropotkin aslında şunu söylemektedir: Doğal olan türün gelişimi için iyi olandır. Türün kendini var etmesi için iyi olan ise rekabet ve savaş değil aksine yardımlaşma, fedakarlık, hoşgörü gibi duyguları içinde barındıran ve canlıların yaşamına sinmiş olan Karşılıklı Yardımlaşma’nın ta kendisidir. Kötü olan şey “bu içgüdünün” dış etkenler vasıtasıyla bastırılmasıdır. Kuşkusuz Kropotkin’in engellenmeden ya da bastırılmadan kast ettiği şeyin kendisi insanlık serüvenimizin bir noktasında ortaya çıkan iktidar ve benzeri yapılardır.

Kropotkin bu doğa yasasını dillendirirken aynı zamanda iyi ve kötüye dair ortaya atılan doğaüstü tezlere de karşı çıkar: “…ve bu -ahlak yasasının evrenselliğinin- metafiziksel bir ileri sürülüşü ya da bir varsayım değildir. Toplumculluğun ve neticede duyum yoğunluğunun ve çeşitliliğin devamlı gelişimi olmadan hayat imkansızdır. hayatın özü orada yatar.”

Kropotkin’den önce Kessler ve aynı dönemde Élisée Reclus gibi araştırmacılar da bu fikri desteklemiş özellikle Reclus bu konuda oldukça özgün fikirler ortaya atmıştır. Sonraki yıllarda rekabeti bencilliği savunan “Sosyal Darwinist”lere karşı bir çok farklı fikir ortaya atılmıştır.

Kropotkin’in “Evrimin Bir Faktörü Olarak Karşılıklı Yardımlaşma, fikri zaman içerisinde o kadar kabul görmüştür ki, insanın özünde bencil olduğunu söyleyenler bile, onun fikirlerini kabul etmek zorunda kalmışlardır. Karşılıklı Yardımlaşma’nın insan davranışları içerisinde çok önemli olduğunu söyleyen bu anlayış, aynı zamanda insanların bu davranışları yine “bencilliğinden” sergilediklerini ifade etmişlerdir.

Bu cenaha dahil olanlar arasında, Erdemin Kökenleri adlı eserinde bu konuyu işleyen Matt Ridley ve meseleye aynı doğrultuda yaklaşan Gen Bencildir diyen Richard Dawkins de bulunmaktadır. Her iki yazarda Karşılıklı Yardımlaşma’nın ve benzeri davranışların evrimin önemli bir faktörü olarak ele alınması gerektiğini söylemekle beraber, bu davranışların kendini devamlı kopyalamak isteyen genlerin bencil bir davranışı olarak görülmesi gerektiğini söylerler. “… Örneğin, rahimdeki bir cenini göz önüne alalım. Anne ile cenin arasındaki ilişkiden daha müşterek ve evrensel bir şey olamaz. Anne onu dünyaya getirmek ister çünkü cenin kadının genlerini bir sonraki nesile aktarır. Cenin annenin başarılı ve sağlıklı bir hamilelik geçirmesini ister yoksa ölür. Her ikisi de oksijen almak için annenin ciğerlerini kullanır ve yaşamları annenin kalbinin atmasına bağlıdır. İlişki tümüyle dengelidir; hamilelik müşterek bir çabadır.”

Ridley ve diğerleri için amentü “Çıkar”dır. Fakat Ridley’in verdiği bir çok örnek ve yukarıda örnekte olduğu gibi, hayatta kalma arzusu bir çıkar olarak nitelendirilemez. Hayatta kalmak, hayatta kalmaktır. Çıkar ancak, hayatta kalma koşulu sağlandıktan sonra diğerlerine karşı bir üstünlük sağlıyorsa çıkar haline gelir. Yani biz hayatta kalma ve benzeri temel nitelikleri çıkar diye adlandırıyorsak diğerlerine başka bir şey dememiz gerekir.

Açıkçası bu tartışmalar ve yukarıda art arda dizdiğimiz örnekler daha da uzatılabilir. Hatta, bunların üzerinde daha çağdaş örnekler ve tartışmalar da eklenebilir. Fakat, bu örneklerden ziyade bu örneklerin bizde yarattığı hissiyat daha önemlidir. Devletlerin, dinlerin ve tüm iktidar odaklarının yineleyip durduğu “doğuştan günahkar”, “doğuştan kötü” olan insan modelinin karşısına yeni daha güçlü bir model sunmaktadır. “Doğuştan paylaşımcı” ve “doğuştan duygudaş” insan. Bu insanın içimizde var olduğunu bilmek, çevremizdeki kötülük çemberini kırmak için yeterli olmasa bile bu çemberi kırıp kötü olmayan insanların kötü olmayan dünyasını yaratmak için bizlere umut ışığı olduğu açıktır.


Özgür Erdoğan

[email protected]

Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 40. sayısında yayınlanmıştır. 

The post Kötülüğün Biyolojisi – Özgür Erdoğan appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>
https://meydan1.org/2017/09/23/kotulugun-biyolojisi-ozgur-erdogan/feed/ 0
Anarşist Yayınlar Dizisi (3) : Fransa’da Anarşist Yayınlar – Zeynel Çuhadar https://meydan1.org/2015/09/15/anarsist-yayinlar-dizisi-3-fransada-anarsist-yayinlar-zeynel-cuhadar/ https://meydan1.org/2015/09/15/anarsist-yayinlar-dizisi-3-fransada-anarsist-yayinlar-zeynel-cuhadar/#respond Tue, 15 Sep 2015 14:59:08 +0000 https://test.meydan.org/2015/09/15/anarsist-yayinlar-dizisi-3-fransada-anarsist-yayinlar-zeynel-cuhadar/ Bence devrimci bir gazetenin asıl yapması gereken şey, her alanda yeni toplumsal ilişkilerin doğmakta olduğunu, eski kurumlara karşı giderek bir öfkenin büyümekte olduğunu haber veren belirtileri toplamak ve sayfalarında bunlara yer vermektir. (…) İnsanlara, arkalarında tüm insanlığın güm güm atan yüreğinin bulunduğunu, yüzyıllar süren haksızlıklara karşı bir isyan ve yepyeni bir yaşam biçimi oluşturma girişimlerinin […]

The post Anarşist Yayınlar Dizisi (3) : Fransa’da Anarşist Yayınlar – Zeynel Çuhadar appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>

FransadaAnarşistYayınlar

Bence devrimci bir gazetenin asıl yapması gereken şey, her alanda yeni toplumsal ilişkilerin doğmakta olduğunu, eski kurumlara karşı giderek bir öfkenin büyümekte olduğunu haber veren belirtileri toplamak ve sayfalarında bunlara yer vermektir. (…)

İnsanlara, arkalarında tüm insanlığın güm güm atan yüreğinin bulunduğunu, yüzyıllar süren haksızlıklara karşı bir isyan ve yepyeni bir yaşam biçimi oluşturma girişimlerinin başlatıldığını hissettirmek gerekir; budur devrimci bir gazeteye düşen iş.

Pyotr Kropotkin

Anarşist Yayınlar isimli yazı dizimizin üçüncü bölümünde Paris Komünü’nün beşiği, anarşist devrim mücadelesinde sembol isimlerin mücadele ettiği Fransa topraklarında yayınlanmış anarşist yayınları inceleyeceğiz.

Fransız İhtilali sırasında işçiler arasında yayılmaya başlayan anarşizm, Fransa’daki tarihinde ülkenin hemen her dönemine derin etkileri olan bir düşünce ve hareket haline geldi.

1840’larda yoldaş Pierre Joseph Proudhon’un yazılarıyla ve temelini attığı projelerle kendini yaratan hareket Komün’ün örgütlenmesinden Enternasyonal’e, oradan sendikal harekete dek birçok alanda etkisini artırdı. Sadece bu kadarla sınırlı değildi elbet. Anarşist devrim mücadelesinde adeta sönmeyen birer meşale olmuş sayısız yoldaş geldi geçti Fransa tarihinden. Alevler içinde yanan barikatların ardında bir militan, Yaralıların Bakımı İçin Kadınlar Birliği’ni kurduğunda bir şifacı olan Louise Michel’den, Bakunin’in yoldaşı, Birinci Enternasyonal’in başarılı propagandisti James Guillaume’e, Eylemle Propaganda Kuşağı’nın cesur temsilcileri Emile Henry ve Jules Bonnot Çetesi’nden Fransa zindanlarında beş yıl tutuklu kalan Kropotkin’e kadar sayısız anarşistin mücadelesine ev sahipliği yaptı bu topraklar.

Yazı dizimizin bu ayki bölümünde işte bu devrimci tarihin yazılı belgelerinin üzerine incelemeler yaptık.

L’Anarchie

L'anarchie_(1907)

Bu isimle yayınlanan ilk yayın 1850 yılında Anselme Bellegamigue tarafından yayınlandı. Gazete formatındaki L’Anarchie, “anarşist” adını benimseyen ilk yayın organıydı. Sadece iki sayı çıktı. Daha sonra 1905’in Nisan ayında, bireyci çizgideki Albert Libertad isimli bir anarşist tarafından yeni bir versiyonu yayınlanan Paris merkezli gazetenin destekçileri arasında Emile Armand, Andre Lorulot, Emilie Lamotta, Raymond Callemin ve Victor Serge gibi isimler bulunuyordu. 13 Nisan 1905’ten 22 Temmuz 1914’e kadar 484 sayısı yayınlandı. Sonra 1926 yılında Louis Couvet gazetenin üçüncü neslini yayınlanmaya başladı. Bu versiyonu ise 3 yıl sürdü. İlk kez yayınlandığı 1800’lü yıllardan beri bazen kısa, bazen uzun periyotlarda yayınlanan gazetenin etkisi sınırlı oldu.

Le Revolte

le_revolte

Pyotr Kropotkin’in İsviçre’ye sürüldüğü yıllarda, François Dumartheray ve Georges Herzig ile birlikte çıkardığı anarsişt-komünist çizgideki Le Revolte (İsyan) gazetesinin ilk sayısı, 1879 yılında İsviçre’nin Cenevre kentinde yayınlanmaya başladı. İlk sayısı 2000 adet basılan gazete, Kropotkin’in yoldaşı olan, aynı zamanda yayın ekibine de katılan Élisée Reclus tarafından finanse ediliyordu. Gazetenin çıkarıldığı sıralarda Reclus ve Kropotkin, Cenevre gölü yakınlarındaki Clarens köyünde yaşıyorlardı. Daha sonra, Kropotkin İsviçre’den sınır dışı edilip Fransız Lyon mahkemesince mahkum edildiğinde, Le Revolte gazetesinde yeni bir editöre ihtiyaç duyuldu. Reclus bu iş için başta tereddüt etmesine rağmen yoldaşı Jean Grave’i önerdi. Grave, Reclus’un önerisini kabul etti ve 1883 yılında bu vesileyle Cenevre’ye taşındı. İki yıl sonra Grave gazete için Fransa’ya geri döndü. 1887 yılında gazetenin adı artık La Revolte olmuştu. La Revolte’nin son sayısı 14 Mart 1885 tarihinde yayınlandı. La Revolte Mayıs 1886’ya kadar ayda iki kez, sonrasında ise haftalık 4 sayfa olarak yayınlandı. Gazetenin 1886’da 4000 olan tirajı 1889’da 6000’e kadar yükseldi. İlk çıktığı İsviçre ve yayınlandığı Fransa topraklarında büyük toplumsal etkileri olan La Revolte, işçi hareketlerini doğrudan etkiledi. Paris Komünü’nün ardından büyük bir darbe alan anarşizmi, güçlü bir şekilde ayağa kaldıran sürecin temellerini atan bir yayın organı olarak hafızalara kazındı.

L’En Dehors

VanderLubbe-15oct33-EnDehors-Archyves00

Fransızca yayınlanan gazete, 1891 yılında Zo d’Axa tarafından yayınlanmaya başladı. Yayın ekibinde sayısız anarşist eylemcinin yer aldığı gazeteye Zo d’Axa ile yakın ilişkideki Albert Libertad ve eylemle propaganda kuşağının öne çıkan isimlerinden Emile Henry gibi isimlerin yanı sıra Jean Grave, Bernard Lazare, Octave Mirbaeu, Saint-Pol Roux, Tristan Bernard, Georges Darien, Lucien Descaves, Sebastian Faure, Felux Feneon, Camille Mauclair, Emile Verhaeren, Adolphe Tabarama gibi çok sayıda anarşist katkıda bulundu. Anarşist basını susturmak için açılan Trinity davasında Zo d’Axa ve birçok arkadaşı tutuklandı ve L’En Dehors projesi bir süreliğine sona erdi.

1922 yılında bir başka L’en Dehors, Emile Armand takma ismini kullanan Ernest Juin Armand tarafından yayınlanmaya başlandı. Armand, bireysel özgürleşme, kadın özgürlüğü ve anarşizmin savunulduğu metinler yayınlıyordu. Gazetenin bu versiyonu İkinci Dünya Savaşı’nın başlamasıyla sona erdi. Ekim 1939’da ise yayını durdu. Bu versiyonundan yıllar sonra 2002 yılında L’en Dehors projesi tekrar başladı. Gazetenin yeni versiyonu Amerika’da yayımlanan Green Anarchy ile yapılan işbirliği ve birkaç destekçinin (Lawrence Jarach, Patrick Mignard, Thierry Lode, Ron Sakolsky, Thomas Slut) katkısıyla yayına tekrar başladı. Kapitalizm, özgür aşk, insan hakları ve sosyal mücadeleler gibi konu başlıklarındaki istikrarını korudu. L’En Dehors şimdilerde internet sitesiyle olarak sanal ortamda yayınına devam ediyor.

L’Unique

lunique1956

Zo d’Axa’nın tutuklanmasına karşı gösterdiği dayanışmayla adı öne çıkan Fransız anarşist Emile Armand’ın gazetesi L’Unique, 1945 ve 1956 yılları arasında toplam 110 sayı yayınlandı. Diğer yazarlar arasında Gerard de Lacaze-Duthiers Manuel Devaldes, Lucy Sterne, Teheresa Gaveher gibi isimler yer alıyordu. Gazetenin illüstrasyonlarını ise Armand’ın yakın dostu Louis Moresu yapıyordu.

Xin Shiji

Çin anarşizminin iki kanadından biri olan Paris grubu tarafından yayınlanan Xin Shiji, Fransa’da yaşayan Çinli anarşistlerin yayın organıydı. İlk sayısı Haziran 1907’de yayınlanmaya başladı. Yazar ve destekçileri arasında Wu Zhihui, Chu Minyi, Li Shizeng, Zhang Renjie yer alıyordu. Kendilerine göre farklı bir çizgide yer alan Tokyo grubu ise, o sıralarda yerli özelliklere ve Asya geleneklerine daha çok vurgu yapıyordu. Xin Shiji’de yapma bir dil olan Esperanto kullanıyordu. Gazetenin yazarları, Mihail Bakunin ve Pyotr Kropotkin’in düşüncelerinden ilham aldılar. 1920 yılının Mayıs ayına kadar yayınlanan Xin Shiji, finansman sorunları nedeniyle dağılana dek 121 sayı yayınlandı ve Avrupa coğrafyasında sürdürülen anarşist mücadeleye farklı bir bakış açısı getirdi. Dergi yayınlandığı onca yıl boyunca Çince’ye çevrilmiş pek çok kaynak bıraktı. Bakunin, Kropotkin, Proudhon ve Malatesta’nın temel eserlerinin Çince’ye kazandırılmasında ve mücadelenin toplumsallaştırılmasında büyük etkileri oldu.

Le Monde Libertaire

Tarama_20150806 (2)

Anarşist Federasyon’un 1858 yılında kurulan yayın organı Le Monde Libertaire’in temelleri, Joseph Dejacque tarafından atıldı. İlk yayınlandığında adı Le Libertaire olan gazetenin yayın ekibinde Louise Michel’den Sebastian Faure’ye birçok yoldaş yer aldı ve 100.000 tiraja kadar ulaştı. 1953 yılında federasyonda yaşanan ayrışma sonucunda, Le Libertaire ismini Liberter Komünist Federasyon kullanmaya başladı.

Le Monde Libertaire, 2004 yılının Ekim ayında ellinci yıldönümünü kutladı ve bunun şerefine 400 sayfalık bir koleksiyon sayısı hazırladı. 2002 yılında gazete formatından dergi formatına geçen Le Monde Libertaire, şimdilerde haftalık periyotta yayınlanmaya devam ediyor.

Ejemplar del periódico anarquista Le Revolté, fundado por Reclús y Kropotkin, que Moises S. Bertoni atesoraba en su casa del Alto Paraná.

…………….

Zeynel Çuhadar

[email protected]

Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 28. sayısında yayımlanmıştır.

The post Anarşist Yayınlar Dizisi (3) : Fransa’da Anarşist Yayınlar – Zeynel Çuhadar appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>
https://meydan1.org/2015/09/15/anarsist-yayinlar-dizisi-3-fransada-anarsist-yayinlar-zeynel-cuhadar/feed/ 0
Anarşist Yayınlar Dizisi (1): Kuzey Amerika’da Anarşist Yayınlar – Zeynel Çuhadar https://meydan1.org/2015/04/27/anarsist-yayinlar-dizisi-1-kuzey-amerikada-anarsist-yayinlar-zeynel-cuhadar/ https://meydan1.org/2015/04/27/anarsist-yayinlar-dizisi-1-kuzey-amerikada-anarsist-yayinlar-zeynel-cuhadar/#respond Mon, 27 Apr 2015 18:47:06 +0000 https://test.meydan.org/2015/04/27/anarsist-yayinlar-dizisi-1-kuzey-amerikada-anarsist-yayinlar-zeynel-cuhadar/ Toplumsal bir hareket olarak anarşizm, ortaya çıktığı ilk günden bu yana meydana çıkardığı yazınsal çabayla da toplumsallaşmaya çalışmış ve bu vesileyle farklı yazınsal deneyimlere girişmiştir. Anarşist hareketin etkili olduğu farklı coğrafyalarda yayınlanan gazeteler ve dergiler aracılığıyla düşünce kendini geliştirmiş, farklı yorumlara kavuşmuştur. Meydan Gazetesi’nin bu sayısıyla beraber giriş yaptığımız anarşizmin yayıncılık tarihini, bölge bölge, yayın […]

The post Anarşist Yayınlar Dizisi (1): Kuzey Amerika’da Anarşist Yayınlar – Zeynel Çuhadar appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>
Meydan Gazetesi- Anarşist Yayınlar 1

Toplumsal bir hareket olarak anarşizm, ortaya çıktığı ilk günden bu yana meydana çıkardığı yazınsal çabayla da toplumsallaşmaya çalışmış ve bu vesileyle farklı yazınsal deneyimlere girişmiştir. Anarşist hareketin etkili olduğu farklı coğrafyalarda yayınlanan gazeteler ve dergiler aracılığıyla düşünce kendini geliştirmiş, farklı yorumlara kavuşmuştur. Meydan Gazetesi’nin bu sayısıyla beraber giriş yaptığımız anarşizmin yayıncılık tarihini, bölge bölge, yayın yayın inceleyecek, anarşist yayıncılık geleneğini inatla yaşatan yoldaşlarla yaptığımız röportajlara yer vereceğiz.

İlk bölümde, 1 Mayıs’ta Haymarket’te devletin katlettiği yoldaşlarımızın mücadelesinden süzülen metinleri inceleyebilmek adına, bu ay Kuzey Amerika’da çıkan yayınlara öncelik verdik. İlk bölümde Mother Earth’ten The Blast’a, ABD tarihinde ön plana çıkmış süreli yayınlara yer verirken, bir sonraki bölümde yine ABD’deki anarşist hareketin tarihiyle özdeşleşmiş IWW’nin (International Workers of the World) yayın organı olan International Worker gazetesi editörlerinden Diane Krauthamer’le yaptığımız röportajı sizlerle paylaştık.

The Alarm

Haymarket’te devlet tarafından katledilene kadar, editörlüğünü Albert Parsons’un yaptığı gazetenin ilk sayısı, 1884’ün Ekim ayında, Amerika’nın Chicago kentinde yayınlandı. Gazete “Kara Enternasyonal” olarak bilinen, Haymarket’te katledilen yoldaşların da bir parçası olduğu The International Working People’s Association (IWPA) isimli örgütlenmenin sözcülüğünü yapıyordu. Dört sayfa yayınlanan ve sürekli devlet baskısıyla mücadele eden gazete, 15.000 tiraja kadar ulaştı. The Alarm, yayında kaldığı süre boyunca kendini zor finanse ediyordu. Albert Parsons ve üç yoldaşı idam edildikten bir sene sonra, gazetenin yazarlarından Dyer D. Lum, Nisan 1888’e kadar ara vermeden gazeteyi yayınlamaya devam etti.

Amerika’nın emekçileri!

Ekmek için mücadele, yaşam için mücadele etmektir. Erkekleri, kadınları ve bin bir zahmetle büyütülen çocukları köleleştiren, onları ezen sisteme ve yardakçılarına ölüm!

The Alarm’dan

 


Freiheit

Freiheit1

İngiltere’de sürgündeyken anarşist olan Johann Most ve yoldaşı Wilhelm Hasselmann tarafından yayınlanan Freiheit (Özgürlük), 1879 yılında yayın hayatına başladı. The Alarm gibi Freiheit’da da eylemle propagandanın koyu savunuculuğunu yapıyordu. Gazete ajitatif diliyle, yayınlandığı her yerde, işçileri en çok etkileyen yayınların başında yer aldı. Özgürlük şiarını yükselten her yayında olduğu gibi, Freiheit’ın da sesi sürekli kısılmaya çalışılıyordu. Büroları basılıyor, gazete sürekli kapatılıyordu. Çar II. Alexander’a karşı gerçekleştirilen suikastı öven başyazı nedeniyle, Johann Most on altı ay hapis cezasına çarptırıldı. Most, Amerika’ya sürgün edildiğinde de Freiheit’ı çıkarmaktan vazgeçmedi. 1882 yılından itibaren New York’ta yayınlanmaya başlanan gazete, daha çok Almanya ve Avusturya’dan göç eden işçiler üzerinde etkili oldu.

Freiheit, Emma Goldman’ın anarşist olmasında oynadığı rol ile de ABD’deki önemli anarşist yayınlardan biridir. Goldman’ın yoldaşı ve hayat arkadaşı Alexander Berkman’ın işadamı Henry Clay Frick’e düzenlediği suikast girişiminin ardından, Most ve Goldman fikir ayrılığına düşene dek Freiheit gazetesinin yayınlanması için en çok çaba sarf eden isimlerden olmuşlardır. Adeta kendisiyle özdeşleşen gazetenin en büyük emektarı Johann Most öldükten sonra Freiheit’ın da enerjisi tükenmiş, Most’un ölümünden 4 sene sonra, yani 1910 yılında son sayısını yayınlamıştır.

 



Liberty

Josiah Warren ve Pierre Joseph Proudhon’un fikirlerinden etkilenip kendi anarşizm düşüncesini oluşturan Benjamin Tucker’ın, Ağustos 1881’de yayınlamaya başladığı Liberty, o yıllarda bireyci anarşizmin temel yayın organıydı. Proudhon’un “Özgürlük düzenin anası değil, kızıdır” sözünü logosunun altında barındırmış, kadın özgürlük mücadelesinin önemli isimlerinden Voltairine de Cleyre’i derinden etkileyerek, onun anarşist olmasını sağlamıştır. Liberty gazetesinin eylemle propagandayı eleştiren yönü, onu The Alarm ve Freiheit’dan ayırıyordu. 1907’de Tucker’ın matbaası yanana kadar yayında kalan Liberty, Laurence Labadie’nin 1974’te diriltme çabasıyla “The Revival of Liberty” ismiyle devam ettirilmeye çalışılsa da başarılı olamadı.

 

Free Society

free2

Henry Addis ve Isaak ailesi tarafından çıkarılan gazete, 1895-97 yılları arasında Free Society, 1897-1904 yılları arasında ise The Firebrand ismiyle yayınlandı. Yoğunluklu olarak anarşist-komünist bir çizgide duran gazetede kadın hakları, özgür aşk gibi meselelerin üzerinde durulan yazılar da yayınlandı. Amerikalı şair Walt Whitman’ın “A Woman Waits For Me” (Bir Kadın Bekliyor Beni) isimli şiirinin gazetede yayınlanması sonucunda Firebrand yasaklandı. Gazetenin emekçilerinden A.J. Pope, Abe Isaak ve Henry Addis tutuklandı. Gazetenin destekçileri arasında Emma Goldman, Voltairine de Cleyre gibi isimler de yer almaktaydı.

 

Mother Earth

mother4

İlk sayısı 1906’nın Mart ayında yayınlanan Mother Earth dergisi, ABD’nin en ünlü anarşist yayınlarından birisiydi. Sıklıkla cinsiyet özgürlüğü, doğum kontrolü konuları üzerine propagandanın yürütüldüğü dergide, anarşist fikirler ve tartışmaların yanı sıra Ibsen, Strinberg, Hauptmann, Thoreau, Nietszche ve Oscar Wilde gibi yazarların tanıtıldığı yazılar da bulunuyordu. Editörlüğünü Alexander Berkman’ın yaptığı Mother Earth; Emma Goldman ve yoldaşları için sadece bir dergiden ibaret değildi. 9 Mayıs 1916’da askere gitmeyi vicdanen reddedenleri bir araya getirmeyi amaçlayan “Zorunlu Askerliğe Karşı Birlik”in temelleri, Mother Earth dergisinin bürosunda atılmıştı. Mother Earth, doyurucu içeriğiyle geniş bir okuyucu kitlesine ulaşmıştı. Bunun sebebi Gorki, Tolstoy gibi edebiyatçıların eserlerinin yanında Magon kardeşlerden Malatesta’ya, Elisée Reclus’tan Rudolf Rocker’a kadar anarşist devrim mücadelesine katkıda bulunmuş birçok yoldaşın dergiye katkıda bulunması olmuştu belki de.
Mother Earth, dergiye emek veren herkes için büyük anlamlar ifade ediyordu kuşkusuz ama Emma Goldman’ın fırtınalı yaşamında yelken oluşuyla, kalbinde ayrı bir yer edinmişti. Ondan “hiçbir anne çocuğunu benim onu emzirdiğim gibi emzirmemiştir” diye bahsediyordu. Mother Earth projesi, Alexander Berkman ve Emma Goldman sınır dışı edilene dek sürdü.

 

The Blast

blast3

Köklerini Mother Earth’ten alan The Blast’ın ilk sayısı, 1916’nın Ocak ayında yayınlandı. Önceden Berkman tarafından “devrimci işçi gazetesi” olarak tasarlanan The Blast, sonradan tamamen anarşist bir karaktere büründü. Haftalık olarak çıkan dergi, belirli bir süre sonra aynı düzenlilikte çıkamadı. Bunda The Blast’ın (her anarşist yayında olduğu gibi) büro baskınlarıyla, yasaklamalarla, yazarlarının tutuklanmasıyla geçen bir serüveni olmasının payı olduğu aşikar. The Blast’ın anarşist teorisinin yanında güncel politikanın önemli konularına dair bilgilendirici içeriği de epey güçlüydü. Derginin kapak çizimlerini çoğunlukla Goldman ve Berkman’ın arkadaşı, karikatürist Robert Minor üstlendi. Alexander Berkman mücadeleci ruhunu ve yetenekli kalemini özellikle doğrudan eylem çağrısı yaptığı metinlerde hissettiriyordu. Bir senede 29 sayı çıkan The Blast, az zamanda çok yol kat etti. Dergi, Haziran 1917’de yayınlanan son sayısıyla okurlarına veda etti.

Harekete geçmenin zamanı geldi. Şimdi bu zaman. Memnuniyetsizliğin soluğu bu geniş ülkenin üzerine ağır ağır çökmüştür. İmalathane ile madene, tarla ile fabrikaya sinmiş bu soluk. Kör bir başkaldırı cadde ve sokaklarda sezdirmeden ilerliyor. Onu umudun kıvılcımı ile ateşlemek, görüşün ışığında tutuşturmak ve soluk bir memnuniyetsizliği bilinçli bir toplumsal eyleme dönüştürmek; işte günümüzün haykıran sorunu budur. Tamamlanması için çağıran yüce görev budur. Çalışalım o zaman; yeniden doğmanın önündeki bütün engeller infilak etsin!


The Blast‘tan

 

Cronaca Sovversiva

Luigi Galleani’nin Haziran 1903’te ilk sayısını çıkardığı Cronaca Sovversiva, sekiz sayfadan az olmasına rağmen, militan üslubuyla 5000 aboneye kadar ulaşmıştı. Genellikle göçmen İtalyan işçileri arasında etkili olan Cronaca Sovversiva’da, halkın düşmanları olarak nitelendirilen patronlar, grev kırıcılar gibi kişilerin ayrıntılı adresleri yayınlanıyordu.
Cronaca Sovversiva, Galleani ve diğer editör yoldaşlarının tutuklanması sonucunda, Temmuz 1918’de yayın hayatını noktaladı.

Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 26. sayısında yayımlanmıştır.

The post Anarşist Yayınlar Dizisi (1): Kuzey Amerika’da Anarşist Yayınlar – Zeynel Çuhadar appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>
https://meydan1.org/2015/04/27/anarsist-yayinlar-dizisi-1-kuzey-amerikada-anarsist-yayinlar-zeynel-cuhadar/feed/ 0