The post Lise ve Üniversitelerden Anarşist Merhaba – Meltem Çuhadar, Şeyma Çopur appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>
Giriş
2017-2018 eğitim öğretim dönemi, eylül ayı (liseler özelinde 18 Eylül günü) içerisinde başlamış oldu. Başlayan bu eğitim dönemi öncesinde, geçtiğimiz dönemlerde de olduğu gibi, çeşitli alt başlıklarda yapılan tartışmalar (laiklik) ile aslında eğitim tartışılmış oldu. (Hatta bu yazının yazıldığı günlerde TEOG kaldırıldı). Biz de tartışmanın önemli bir öznesi olarak tartışmaya katılmak istedik.
Öncelikle eğitimi basitçe tanımlayalım. Eğitim, bilgi aktarımı kisvesi altında iktidarın bireyleri ve toplumu şekillendirme aracıdır. Bu yapmış olduğumuz tanım, toplumun tamamını değerlendirdiğimizde karşılık bulacak bir tanım olamayabilir. Çünkü, toplumda bilginin “uygun” bir şekilde aktarıldığı ve başka bir aktarım şeklinin olmadığını zanneden bir anlayış vardır.
Biz, eğitim kavramı üzerine yapmış olduğumuz araştırmalar ve tartışmalar sonucu; eğitim denilen sistemin bireyin ve toplumun üzerinde bir tahakküm aracı olduğunu, devletin, kapitalizmin ve dinin bireyleri ve toplumu kendi çıkarlarına göre şekillendirmek için var olduğu sonucuna vardık. Eğitim sorunsalında özellikle son yıllarda çok tartışılan, “Alternatif Eğitim” gibi modeller, eğitim sistemi için bir kurtarıcı olarak tanımlansa da bilginin mülkiyeti ve bu mülkiyet üzerinden oluşan tahakküm sorunsalını çözmeye yetmemektedir. Ancak bu tartışma, başka bir yazının konusudur.
Eğitimin bir iktidar aracı olarak kullanıldığını kabul edersek, bu dönemin başlangıcında yaşanan tartışmaların iktidar kavgasından başka bir şey olmadığını fark ederiz. Bu kavganın tarafları, AKP’nin adıyla somutlaşan milliyetçi-muhafazakar iktidar ve ulusalcı-cumhuriyetçi muhalefettir. Bu sadece basit bir iktidar-muhalefet tartışması gibi görünse de, tartışmanın kapsamı, toplumun yönetilmesinden tutun da yaşamın şekillendirilmesine kadar etkilidir. Yine de eğitim sisteminin öznesi olan bizler için eğitim başlığının tartışılan alt başlıklarını değerlendirelim.
Müfredat Değişikliği Tartışması
Müfredat, eğitimin bireyi şekillendirilmesindeki en belirgin araçtır. Bireye, dolayısıyla topluma hangi bilginin verilip verilmeyeceği ve nasıl verileceği müfredat tarafından belirlenir. Müfredatı belirlemek aslında iktidarın kısa ve uzun erimde toplumu şekillendirme stratejisiyle alakalıdır. Milliyetçi ve muhafazakar bir toplum yaratmak isteyen iktidar 6 yaşından 18 yaşına kadar süren eğitimin şeklini belirlemek ister. Bu dersler kapsamında, milliyetçilikle bezenmiş tarih ve coğrafya derslerinde “vatan” sınırlarının şekillendirilmesi, abartılı savaşlardaki abartılı kahramanlıklarla yükseltilen milliyetçilik Türk Dili ve Edebiyatı’yla sürdürülecektir. Oluşturulmak istenen muhafazakar ahlak anlayışı, ders saatleri artırılan din kültürü ve ahlak bilgisi dersi ile gerçekleştirilecektir. Matematik, fizik, kimya gibi (toplum) iktidar yararına olan dersler değişmezken, çok renkliliği-sesliliği, yaratıcılığı savunan sanat, düşünen düşündüren soruları cevaplayan sorgulayan felsefe, birey hallerinden toplumun hallerini araştıran geliştiren psikoloji, sosyoloji gibi derslerin ders saati azaltılırken derslerin niteliği de değiştirilir. (“Nitelikleri düşürülür” yazmadık çünkü zaten eski müfredatta da nitelikleri düşüktü. Sadece bu iktidara uygun bir şekilde nitelikleri değiştirildi.) Spor dersi ise genel geçer sporların yapıldığı bir spor anlayışından çıkarılarak güçlü güçsüz ayrımını belirleyen ve adeta bir asker sporuna dönüştürüldü (Aslında hep böyleydi).
Müfredat değişikliği tartışmalarının önemli bir örneği, evrim teorisinin müfredattan çıkarılıp çıkarılmaması oldu. Gelen tepkiler üzerine iktidar önce oldukça netti: “Olmayan bir şeyin dersini nasıl öğretelim” karşılığını verdi. Ardından her ne olduysa “Çıkarmadık, daralttık.” denildi. Tartışmada en son varılan nokta ise “evrim teorisinin felsefi altyapısı olmadığı gerekçesiyle liselerden kaldırılıp üniversitelerde öğretilmesi” oldu. İktidarın evrim teorisini tamamen müfredattan çıkaramamasının nedeni, tek başına muhalefetin tepkisi değil gibi görünüyor. Bunun nedeni, önümüzdeki günlerde anlaşılacak gibi.
Yönetmelik Değişikliği Tartışması
Eğitim sisteminde yönetmelik değişikliğinin kapsamı okulun işleyişi ile ilgilidir. Okulun başlangıç ve bitiş saatleri, okul içi kurallar ve kurallara uyulmadığında disiplin kurulunun işleyişi gibi konular yönetmelikle ilgili konulardır. Yönetmelikler, eğitim sistemi içerisine konumlandırılan öğrencinin tüm hareketlerini kontrol altına alan kurallardan oluşur. Kılık kıyafetinden saç sakalına, öğrencinin okul içi okul dışı hal hareketlere kadar davranışlarını kapsamaktadır. Hatta bu kapsama geçtiğimiz dönemlerde çıkarılan bir yönetmelikle öğrencilerin internet paylaşımları da alındı. Daha internet paylaşımları üzerinde herhangi bir öğrenci Erdoğan’a hakaret suçlamasından cezalandırılmamış olsa da bu önümüzdeki günlerde bunun olmayacağı anlamına gelmemektedir. Kaldı ki internet paylaşımları üzerinden öğrencilerin fişlendiği ise aşikar. Bu fişlemelerle “bu bizden-bu bizden değil” anlayışıyla ayrıştırdıkları öğrencileri büyük bir baskının beklediğini biliyoruz. Her türlü muhalif öğrencinin karşı karşıya kalacağı bu baskı, iktidar ve muhalefetin kavgasının ötesinde herkesi kapsayacaktır. Ayrıca bu yönetmeliklerin işleyişi belirgin bir çelişki içerecektir/içermektedir. AKP (ya da MHP) bünyesindeki müdürler, müdür yardımcıları ve öğretmenler yönetmelikle belirlenen disiplin kurallarını kendi öğrencilerine uygulamayacaklardır. Bu bize yönetmeliklerin kural koyucular tarafından bile işletilmediğini göstermektedir. Disiplin kuralları kural koyucular tarafından bile işletilmez. Çünkü bu kurallar “disiplin” için değil iktidarın kendine itaatkar bir toplum ve birey yetiştirmesi için uygulanır. Bu dönem gerçekleştirilecek olan bir başka değişiklik ise bu kuralların işletilemediği karşı koyuşlara saldırmak için özel güvenlik görevlileri yerine okullara özel polislerin yerleştirilmesidir.
Yapısal Değişiklik
AKP’den önce kemalist-ulusalcı ideolojiyle şekillendirilen eğitim 15 yıldır iktidarda olan AKP tarafından milliyetçi-muhafazakar anlayışa dönüştürülüyor. Bu dönüşüm, yavaş yavaş senelerdir sürmekteydi ancak son dönemde yapısal değişikliklerin hayata geçirilmesi hızlandı. Ortaokul ve liselerin imam hatip lisesine dönüştürülmesi, geçtiğimiz yıllarda da büyük bir tartışma konusuydu. Okulların yapısal değişikliği hızlandıkça İmam Hatiplerin sayısı da arttı. Önceden 60 bin olan imam hatiplerin sayısı 2017 itibariyle 2 milyonu aştı. Bu okulların iki bini, bu yıl açıldı. Yapılan yönetmelik değişikliğinde, bir ilçede Anadolu Lisesi açılabilmesi için nüfus şartı en az 20 bine yükseltildi. İmam hatipler için ise nüfus şartı 5 bine kadar düşürüldü. Bir başka yapısal değişiklik ise imam hatipler dışındaki Sosyal Bilimler, Fen, Güzel Sanatlar ve Spor Liseleri yönetmeliklere uymadığı gerekçesiyle kapatılabilecek olması. Bu değişikliğin uygulanması pek çok Anadolu, Fen, Sosyal Bilimler, Güzel Sanatlar ve Spor Liselerinin kapatılarak İmam Hatip Lisesine dönüştürülmesini sağlayacak.
Sonuç
Eğitim sistemi, milliyetçi-muhafazakar anlayışın topluma empoze edilmesi için, önceki iktidarlar tarafından olduğu gibi- bu iktidar tarafından da kullanılıyor. İktidarların kendi ideoloji ve yaşam biçimlerini topluma dayatma noktasında bir araç olarak kullandıkları eğitim, iktidarlar ve muhalefet tarafından tartışılırken meselenin asıl öznesi olan biz öğrenciler özgürlüğü bu iki taraftan birini seçmek zannederek büyük bir yanılgı yaşıyoruz. Aslında seçenekler aynı, hangisini seçersek seçelim, iktidarlar tarafından şekillendirdiğimiz bir seçim olacak bu.
Meltem Çuhadar
Lise Anarşist Faaliyet
Yükseköğretime Giriş Sınavı sonrasında “özgürce” seçtiğimiz üniversitenin bir bölümündeyiz. Artık, ilkokul ve liseden en önemli farkı “zorunlu” olmamasıyla aşırı “özgürleşmiş” olan üniversitedeyiz. Artık üniversitedesin, merhaba.
Yüksek Öğretim Kurumu (YÖK): 12 Eylül’den sonra çıkarılan bir yasa ile kurulmuş, “Tüm yüksek öğretimi düzenleyen ve yükseköğretim kurumlarının faaliyetlerine yön veren, bu kanunla kendisine verilen görev ve yetkiler çerçevesinde özerkliğe ve kamu tüzel kişiliğine sahip, bir kuruluştur.” Ekim 2016’da yayınlanan KHK’nın ardından önceden YÖK’ün sorumlu olduğu üniversitelere rektör atama, artık cumhurbaşkanı tarafından gerçekleştirecek.
Üniversitelerde Neler Oluyor?
Zorunlu eğitim olmadığı için ilkokul ve liselerden ayrı tutulan üniversiteler, Yüksek Öğretim Kurumu’nca genel hatları belirlenen, ancak “her rektörün kendi yönetmeliği” olduğundan bu tartışmalara (laik eğitim-muhafazakar eğitim) dahil değil. Ancak, tartışmayı daha geniş bir başlığa, milliyetçi-muhafazakar ideolojinin toplumu istediği gibi şekillendirmesine çekersek, üniversiteler özelinde bu konuyla ilgili hayli söz üretebiliriz.
Öncelikle belirtelim: Üniversite, bireylerin sistem içinde konumlanabilmesi için var olan entegrasyondur. Birey kapitalist sistem içerisinde hangi pozisyonda konumlanacağını üniversiteler sayesinde gerçekleştirir. Ancak üniversiteler, bu topraklardaki ekonomik, siyasal ve toplumsal olaylara karşı söz üretebilmek adına önemli bir alandır. Bu yüzden üniversitelerde siyasi olarak var olmak biz anarşist gençler için de önemlidir. “Ülkemizin aydın insanları”, AKP’nin karanlığı” gibi söylemlerle tartışmanın diğer tarafını oluşturan ulusalcı- kemalist veya ilerici-sosyalist düşünceden farklı bir noktada duruyoruz.
Rektörler Artık “Seçilmiyor”
Gerçekleştirmek istediği yapısal dönüşümün üniversite ayağında, yakın tarihe kadar başörtüsü serbestliği dışında görünür bir çalışma yapmayan milliyetçi-muhafazakar iktidar, stratejilerini gerçekleştirmek için OHAL’i kullandı. Bu kapsamda, 29 Ekim’de yayınlanan 676 sayılı Kanun Hükmünde Kararname ile rektörlük seçimleri kaldırıldı. Rektörler, YÖK’ün önerdiği üç aday arasından Cumhurbaşkanınca atanacak. Şayet bir ay içerisinde önerilenlerden birisi Cumhurbaşkanı tarafından atanmazsa, YÖK de iki hafta içerisinde yeni aday göstermezse, Cumhurbaşkanı doğrudan atama yapacak.
Tüm bu düzenlemelerin üniversitelere yönelik bir hamle olmasının ötesinde “Başkanlık”ın uygulamaya geçmesinin bir göstergesi olduğunu unutmamak gerek. 1980 darbesi ile kurulan YÖK, 2007’ye dek fiili olarak “özerk” bir yapıya sahipti ve YÖK’ün çizdiği genel sınırlarda, her üniversitenin yönetimi rektörlüklerdeydi.
2016’da rektörlük seçimleriyle ilgili yayınlanan KHK’dan önce, “Rektörlük seçimleri üniversitelerde haksız uygulamalar, kırgınlıklar ve kişisel çekişmelere yol açmakta ve yükseköğretim kurumlarında kaos ortamının oluşmasına neden olmaktadır. Bu nedenle üniversitelerde seçim sisteminin terk edilerek atama sisteminin getirilmesi ile bu sıkıntıların ortadan kalkmasının sağlanması amaçlanmaktadır.” açıklamasıyla AKP tarafından meclise yasa önerisinde bulunmuş, ancak muhalefetin tepkisi nedeniyle yasa önergesi geri çekilmişti.
Rektörlüğün Cumhurbaşkanı tarafından seçilmesi, aslında pratikte 2016’dan önce gerçekleşen bir uygulama. İstanbul Üniversitesi’nde 2015’te yapılan seçimlerde 300 oy fark ile Raşit Tükel rektör seçilmiş, ancak YÖK Mahmut Ak’ı birinci sıradan Cumhurbaşkanına önermiş ve böylece rektör Mahmut Ak olmuştu.
Bunun ardından, akademik camiada da, üniversiteliler arasında da tartışılan konu “milli irade” meselesi oldu. Erdoğan’ın o süreçte yükselttiği ve oy çoğunluğunu ifade eden “milletimizin iradesi” -yani temsili demokrasi- söz konusu üniversite olduğunda, hiç dillendirilmemişti ve Erdoğan, cumhurbaşkanı olmanın sorgulanamazlığı ile çoğunluğu da hiçe sayarak (zaten azınlık yok sayılıyor) yeni bir rektör atamıştı.
Darbeden bir yıl sonra kurulan YÖK, kuruluşuyla beraber, her üniversitenin kendi özelinde yaptığı rektörlük seçimini kaldırmıştı. Yükseköğretim Kurumlarına rektörü doğrudan YÖK’ün sunduğu adaylar tarafından Cumhurbaşkanı’nın ataması Kanunu getirilmişti. 1992 yılında, bu kanunda düzenleme yapılmış, üniversitelerde tekrar rektörlük seçimleri yapılmaya başlanmıştı. 2016 yılında çıkartılan KHK ile, seçimler tekrar kaldırılmış oldu. Yani üniversiteler YÖK’e değil, doğrudan Cumhurbaşkanlığı’na bağlanmış; bu yüzden YÖK’ün de eski etkisi kalmamış oldu.
Akademisyenler İhraç Ediliyor
Vakıf Üniversitelerini saymazsak, “köklü üniversiteler” olarak adlandırılan üniversiteler; bundan önce devrimci çalışmaların yapıldığı yerlerdi. Aynı zamanda, iktidarın sunduğu bilgi anlayışının ve iktidarın ideolojisinin dışında; -YÖK’ün etkisini saymazsak- rektörlerin, dekanların, profesörlerin ve akademisyenlerin kendi bilgi anlayışları ve muhalif ideolojileri vardı. Aynı zamanda, üniversiteliler ekonomik, siyasal ve toplumsal adaletsizliklere karşı üniversitelerden söz üretebiliyor, siyasetin bir öznesi haline gelebiliyorlardı.
Devletin OHAL kapsamında yayınladığı KHK’lar ile yüzlerce akademisyen görevden atıldı. Görevden alınan akademisyenlerin bir kısmı devletin FETÖ ile ilişkili olduğu öne sürdüğü akademisyenlerdi. Ancak görevden alınanların büyük çoğunluğunu muhalif akademisyenler oluşturuyordu. 11 Ocak 2016’da, Barış İçin Akademisyenler imzasıyla bir bildiri yayınlanan 1128 akademisyen, “Bu Suça Ortak Olmayacağız” şiarıyla Kürdistan’da yapılan “insan hakları ihlalleri”ne karşı tepkilerini gösterdiler. Hemen ardından Erdoğan tarafından hedef alınmaları gecikmedi: “akademisyen müsveddeleri”, “alçaklar”, “terörist yandaşları” gibi yaftalamaların ardından, “gerekli kurumları gerekli faaliyete” çağıran Erdoğan, yayınlanan KHK’lar ile kendisinden olmayanı susturma, sindirme ve yok etme stratejisinin bir uzantısı olarak FETÖ’cülerle birlikte, bu akademisyenleri de görevden aldırdı. Yerlerine atanan rektörler, profesörler ve akademisyenler; hepsi açık bir şekilde iktidarı destekliyordu.
Entegrasyon Şekil Değiştiriyor
AKP’nin milliyetçi-muhafazakar anlayışı haricinde üniversitelerde yaygınlaştırmak istediği anlayışın kendi ekonomik çıkarlarına da paralellik gösterdiğini söylemek zor olmasa gerek. Üniversitenin entegrasyon olduğunu söylemiştik, son 15 yıldır AKP iktidarının yapmış olduğu, yapmayı amaçladığı ve bundan sonra yapacağı şey bu entegrasyonun şeklini değiştirmektir. Sözgelimi bundan önce Çevre Mühendisliği’nde okuyan bir öğrenci, okulunda öğrencilerin yaptığı ekoloji panellerinde yer alması, akademisyenlerin veya profesörlerin ders anlatırken HES, RES gibi enerji santral projelerinin karşısında yer aldıklarını belirtmesi, yakın gelecekte imkansız görünüyor. Önümüzdeki süreçte, iktidarın öğretmenleri ve iktidarın anlayışının empoze edildiği öğrenciler artık santral projelerini yüzde yüz destekleyeceklerdir.
Şunu ekleyelim; üniversitelerde kemalist-ulusalcı ideolojinin hakim olduğu dönemde “daha özgürmüşüz” gibi bir yargıdan söz etmiyoruz. Ulusalcı-kemalist ideolojinin ilk yıllarında da benzeri stratejiler geliştirilmiş, “kemalist olmayan”ın herhangi bir alanda kendini var etmesi söz konusu olmamıştır. İktidarların, kendi ideolojileri doğrultusunda toplumu şekillendirme stratejilerinde, eğitim kurumları her zaman iktidara paralel olmuştur. Milliyetçi-muhafazakar iktidar, şu an kendi anlayışını/ideolojisini belirli bir kalıba sokmaya ve bu kalıpları keskin çizgilerle belirlemeye çalışıyor. Bu yüzden, kendinden olmayan hiçbir düşüncenin varlığı, kendi alanı olan üniversitelerde mümkün olamaz.
Devletin kutuplaştırma politikasının bir uzantısı olarak, toplumun geneline yayınlan bu taraflaşma, üniversitede de belirginleşti. Eğitim başlığında değerlendirilen tartışmaların üniversiteye yansıması bu taraflaşmanın ötesinde, iktidarın kendinden olmayanı hiçbir alanda var etmeme stratejisinin somutlaşmasıdır. Görünen o ki, bu dönem de biz gençler için tartışmalı bir yıl olacak.
Şeyma Çopur
Anarşist Gençlik
Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 40. sayısında yayınlanmıştır.
The post Lise ve Üniversitelerden Anarşist Merhaba – Meltem Çuhadar, Şeyma Çopur appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post Sınav Depresyon Eğitim Entegrasyon – Şeyma Çopur, Ada Sapan appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>Kapıda Kalanlar, Kapıdan Geçenler
Bu yıl üniversite sınavına girmek için 2.162.895 kişi başvuru yaptı. 102.949 kişi kapıdan geçemezken 1457 kişinin ise kapıdan geçtiği halde sınavı geçersiz sayıldı. Kapıdan geçenler şimdilerde üniversite kapılarının önünde tercih yapma telaşındalar. 15 Dakika Kuralı’yla kapıda kalanlarsa ya bir sene daha bekleyip “kazanma” maratonunu sürdürecek ya da üniversiteyi “kaybetmeyi” kabullenerek başka tercihler yapacaklar.
Aileler, dershaneler, okul müdürleri durmadan aynı şeyi söyledi: “Bu tercih hayatını belirleyecek.” Peki hayatımız bir sınavla değişir mi? Otoriter ve kapitalizme entegre bir eğitimle değişmeyeceğini bilsek de bazı arkadaşlarımız baskılar karşısında bir sınavı kaybetmenin korkusunu yaşıyorlar. Bazılarımız sınavın stresiyle depresyona giriyoruz, bazılarımız üniversite ile kapitalizme entegre oluyoruz.
Sınav Depresyon
Yıllar boyu hazırlanılan sınavın sonunda yapılan tercih, öz iradeyle yapılan bir seçim değildir. Tercih yapmak, önüne sunulan seçeneklerden birini seçmek zorunda olmaktır. Üniversite tercihleri de sınava girenleri kapitalizmin seçeneklerinden birini seçmek zorunda bırakır. Bu şekilde kapitalizmin dışında bir yaşam olamayacağı yanılgısı yaratılır ve sınavı kazanamayanların her şeyi kaybettiklerine inandırılır.
Sınava hazırlanma sürecinde ise esas kaybedilen rakibe dönüşen arkadaşlar, sınavın stresiyle bozulan psikolojimiz ve çalışarak harcanan tüm zamanımızdır. Ev, dershane, okul üçgeninde sabahtan akşama, haftalarca, aylarca süren bu yarışta nefes almak için verilen molalardaysa “sosyalleşme” arkadaşlarla içilen bir bardak çay ya da sosyal medyadan takip edilen hesaplarla mümkün olur. Çünkü sınav asosyalleştirir. Sınava çalışırken yapmayı sevdiği ne varsa bırakan, evden günlerce çıkamayan, sınav bitince her şeyin değişeceğine inanan da çoktur. Peki aylarca süren bu yarışta çözdüğümüz testler bizdeki bu sorunları çözer mi? Tabi ki hayır, biz sınavın yoğun temposuyla aslında birçok şeyi kaybetmişizdir. Rekabet ettiğimiz arkadaşlarımızı, bozulan sağlığımızı ve sevdiğimiz şeyleri yaparak geçirdiğimiz tüm zamanı.
Kapıda kalan da kapıdan geçen de büyük belirsizliğin içinde bulur kendini. Aslında her iki durumda da sonuç değişmez. Bu belirsizliğin sonucu sınavların bizden çaldığı bir gelecek ve yaşamdır. Bazılarımız ne yazık ki bu sonucu dahi beklemeden belirsizliğin yarattığı depresyonla kaybolur.
Eğitim Entegrasyon
Eğitim, düzene uygun bireyler yetiştirir. İktidar, kendi ideolojisini taşıyan bir toplum yaratmak için eğitim sistemini de kendi istediği doğrultuda şekillendirir. Ancak iktidar kim olursa olsun eğitim sisteminin olmazsa olmazı itaatkar bireyler yetiştirmesidir. Yıllardır süregelen ve uygulanan Kemalik Eğitim, militarist algısıyla hizaya sokulmayı, and içmeyi, marş söylemeyi ve tek tip kıyafeti dayattı. Kurallarına uymayanları ise disiplin cezalarıyla terbiye etmeye çalıştı, başaramayınca da okuldan attı.
AKP’nin iktidarıyla birlikte toplumun genelinde bir muhafazakarlaşma başladı. Bu muhafazakarlaşmanın yansımaları en başta da eğitim sistemi içinde görüldü. 4+4+4 sistemiyle ve kılık kıyafet yönetmeliğinin AKP’nin istediği öğrenci tipini yaratma yönünde değiştirilmesiyle daha da belirginleşen bu yansımalar, Proje Okulları ve İmam-Hatipleşen okullarla sürdü. Patlak veren “FETÖ krizi” sonrasında Fethullah dershanelerine verilen destek kesildi. Temel Liseler açıldı. Böylece iktidar kendi tarafında olmayanı kendine uydurmuş olma stratejisini sürdürdü. Bu sene çokça konuşulan ve tartışılan müfredat değişikliği ise Kemalik Eğitim’den arta kalanı, OHAL’den alınan güçle değiştirme çabasıydı. Tüm bu uygulamalardan sonraysa devletin eğitimi bir entegrasyon aracı olarak kullandığını herkes açık bir şekilde gördü.
Toplumda eğitim her zaman tartışma konusu olarak gündeme geldi. Farklı düşüncelerin kendi çıkarları doğrultusunda eğitimi bir araç olarak kullanmak istemesiyle eğitim sistemi sürekli değişti. Laik olanın yerine muhafazakar, ya da herhangi başka bir kalıp eğitim fark etmiyor, bu değişimden etkilenen hep yaşamlarımız oluyor. Çünkü hepsinin aslında tek bir amacı var; itaatkar bireyler yaratmak, itaat etmeyeni de ortadan kaldırmak.
Öğretenin, öğrenene kurallarla düşüncelerini dayattığı, yasaklarla sınırladığı bir öğrenme sürecinde öğreten her kim olursa olsun, bu yöntem öğreneni itaatkarlaştırır. Eğitim sisteminin şekli ne olursa olsun yaratılan gelecek kaygısı depresyona, sınavı kazanmanın hayatı kazanmak olduğu sanısıysa yaşamlarımızı, kapitalizme entegrasyona sürükler. Ancak bizler devletin ve kapitalizmin önümüze sunduğu seçenekler arasından bir tercih yapmak zorunda değiliz. Önemli olan kazanacağımız diploma, statü ve kariyer değildir. Bunlar kapitalist bir düzenin olmazsa olmaz seçenekleridir. Devletin eğitim sistemine, kapitalizmin bencil düzenine uyum sağlamak zorunda değiliz. Bizden beklendiği gibi bir başkasının üzerine basıp yükselerek, bu uğurda her şeyi kaybederek “başarılı” olmak zorunda değiliz. Sonucu “kazanmak” odaklı bir yaşamın kaybedeni olduğumuzda da kazanacağımız şeyler var, unutmayalım. Çünkü önemli olan biziz. Önemli olan paylaşma ve dayanışma ilişkileriyle donatılmış adaletli ve özgür bir geleceği kazanmaktır. Bunun için örgütlenerek Anarşizm mücadelemizi her yere yaymaktan başka seçeneğimiz yok. Çünkü sınav depresyon, eğitim entegrasyon! Ama yaşamlarımız bizimdir!
Şeyma Çopur – Ada Sapan
Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 39. sayısında yayınlanmıştır.
The post Sınav Depresyon Eğitim Entegrasyon – Şeyma Çopur, Ada Sapan appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post “Kapitalist Küreselleşmenin Öncesi de Sonrası da Kriz” – İlyas Seyrek appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>
İsviçre’nin Davos kasabası 47 yıldır, her Ocak ayında devlet yöneticilerinin ve patronların yani kapitalist sistemin efendilerinin toplanarak kapitalizmin rotasını ve ezilenlerin kaderini belirlediği bir ekonomik merkez. Bu toplantılarda efendiler sistemin nasıl daha iyi işleyebileceğinin, ezilenleri nasıl daha kolay yönetebileceklerinin ve sömürebileceklerinin hesabını yaparak politikalar belirliyor. Daha kurulduğu ilk yıllarda, kapitalist sistemi ve sömürüyü küreselleştiren neoliberal politikalar oluşturma kararlarının bu toplantılarda alınması, Dünya Ekonomik Forumu’nun kapitalizmin dönüşümü ve gelişimindeki önemini gözler önüne seriyor.
Bu yıl 100’den fazla devlet ve 3 bin kadar patron, CEO, siyasetçi, akademisyen ve sivil toplum kuruluşu temsilcisinin katıldığı toplantılarda konuşulan konulara bakılırsa kapitalizmin yarattığı krizlere karşı kapitalizmde yaşanacak yeni bir dönüşüm tartışılıyor.
Küreselleşme Tehlikede!
Yaşanan ekonomik ve sosyal krizlerle, artan gelir eşitsizliğiyle, işsizlikle ve bunlara bağlı olarak sisteme karşı dünyanın kimi coğrafyalarında artan sosyal hareketlenmelerle birlikte küreselleşme son 10 yıldır ciddi boyutlarda sorgulanıyor. Küreselleşmenin sorunları önemli görülüyor ki, Dünya Ekonomik Forumu bu sene küreselleşme olgusunun üzerinde durmak ve muhasebesini yapmak durumunda kaldı. Kapitalizmin küreselleşme paradigmasının politik, sosyal, ekonomik ve ekolojik pek çok krize yol açması kapitalizmi “sürdürülebilir” kılmaya yönelik olarak yeni programları, paradigmaları tartıştırıyor.
İngiltere’nin AB’den çıkma kararı alması ve ABD Başkanı Trump’ın Trans-Pasifik Ortaklık Anlaşması’nı iptal etmesi gibi çok taraflı serbest ticari etkinlikler aleyhine gerçekleşen olaylar tartışmaların tonunu ve kapitalizmde dönüşüm ihtimalini yükselten olaylardı.
Çin Devlet Başkanı Şi Cinping’in Davos’ta küreselleşmeyi savunan tavrı ve Trump’ın çok taraflı serbest ticareti hedef alan müdahaleciliğini ima ederek eleştiren konuşmaları, bugün yaşananları anlayabilmemiz için önemli. Dünyada korumacı ekonomik anlayışların yerini kapitalizmin küreselleşmesi paradigmasının almaya başladığı dönemde, Çin’in sistemdeki konumu ile bugün Çin’in kendisini küresel kapitalizmin en önemli ve en büyük temsilcisi olmaya aday yapan çıkışı karşılaştırıldığında bu çıkış, kapitalist sistemdeki dönüşümlerin ve bu sistemde yerini alan aktörlerin yaşadıkları dönüşümlerin açık bir göstergesidir.
“Sorumluluklu” Kapitalizme “Duyarlı ve Sorumlu Liderlik”
Kapitalist sistemin dönüşüm sancılarının hissedildiği Davos’ta küreselleşme aynı zamanda yarattığı sorunların popülist eğilimleri arttırmasıyla ilişkili olarak sorgulandı. Davos bu yılki temasını “duyarlı ve sorumlu liderlik” bağlamında kurarak kapitalizmdeki bu “belirsiz” hali aşmayı ve kapitalizmin dönüşümünü yeni tür liderlerle gerçekleştirme hedeflerinden aldı. Popülist eğilimleri olan, sorunlar yaratan ve sorumsuzca davranan liderlere karşı Davos, sistemdeki sorunları bilen ve dönüşümü öngören yani, ezilenleri en kolay yönetebilecek ve sömürebilecek liderlerin peşinde.
Görünen o ki, nasıl daha önce “sorumluluklu kapitalizm” gibi sömürüyü görünmez ve yeni bir meşruiyete dayandıran söylemler kullanıldıysa bugün Davos’ta küresel kapitalizmin dönüşümünde liderlerin olmaları gerektiği biçim belirtilmekte.
Dönüşümün 4. Sanayi Devrimi’yle Entegrasyonu
Davos’ta küresel kapitalizmdeki dönüşüm tartışıldığı gibi bu dönüşümü tamamlayacak konular da tartışıldı. Gelişen bilişim teknolojilerinin üretim sektöründe kullanılmasının önlenemeyecek olmasıyla birlikte kapitalizmin efendileri yeni ve aşılması zorunlu bir sorunla daha karşılaşmış oluyor: “4. Sanayi Devrimi”. Kapitalistler yapay zeka, genetik tasarım, veri koruma gibi kavramların ortaya çıktığı bu dönemde bilişim teknolojilerinin gelişmesiyle birlikte meydana gelecek sonuçlara sistemi hazırlamak zorunda kalıyor. Çünkü, çok sayıda işçiyi işsiz bırakacak ve işçilerin yerini alacak bu yeni endüstri sisteminin yeni ve ciddi ekonomik krizler yaratacağını söylemek yersiz olmaz. Dolayısıyla, kapitalizmi sürdürmek isteyen efendiler de küresel kapitalizmin dönüşümünü 4. Sanayi Devrimi’yle uyumlu gerçekleştirmek istiyor.
Küreselleşme Sonrası Dönem Başlıyor!
Şimdilerde çokça konuşulan küreselleşmenin yarattığı sorunlar ve ona karşı alınan tutumların hepsi “post-globalization” yani “küreselleşme sonrası” olarak betimlenen döneme giriyor olduğumuzu göstermektedir. Neoliberal politikalar ve küreselleşmenin küresel sorunlara yol açtığı görüşleri ve kapitalizmde dönüşümlerin gerçekleştirilmesi fikri savunuluyorsa da küreselleşme döneminin ortaya çıkardığı süreçlerin tamamen sona ermemesi küresel sistemin ve serbest ticaretinin devam ettiğini, ama dönüşüyor olduğunu tarif etmektedir. Devletler, ekonomik sistemin barındırdığı ve kendi meşruiyetlerini de tehdit eden gelişmelere karşı küreselleşme döneminin ortaya koyduğu serbest ticarete karşı olmak yerine onu sürdürmek istemekte, yalnızca serbest ticari etkinlikleri daha fazla kontrolleri altına almayı ve ekonomiye bu tarz bir müdahaleyi (korumacılığı) öngörmektedir.
Fakat bugün devletlerin bir hamlesi olarak gerçekleşen bu dönüşümün ezilenler için ne ifade ettiği, onlara neler getirdiği önceki dönüşümlerin neler getirdiğiyle ilişkilendirilerek düşünülmelidir. Kapitalist ekonominin tarihine bir bakarsak görürüz ki, kapitalizmin tüm aktörlerince dönem dönem öngörülen, daha çok kontrol, kazanç ve daha da önemlisi sistemin devamlılığını hedefleyen yeni programlar, paradigmalar yani kapitalizm içi dönüşümlerin hepsi ezilenlerin karşısına yeni kriz, baskı, sömürü ve katliam yöntemleri yani yeni felaketler olarak çıkmaktadır.
The post “Kapitalist Küreselleşmenin Öncesi de Sonrası da Kriz” – İlyas Seyrek appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>