The post İtalya Napoli’de 1884’deki Kolera Karantinası ve Malatesta ile Anarşist Yoldaşlarının Dayanışması appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>1884 sonbaharının başlarında aralarında Malatesta’nın da olduğu anarşistler, koleranın başladığı Napoli’ye gittiler. Üç yıl hapis cezası olduğu halde İtalya’dan ayrılmayan Malatesta kolera salgınının olduğu karantinadaki Napoli’ye gitti. Malatesta’nın amacı Napoli’deki dayanışmalara katılmaktı. Anarşistler Napoli’deki hastanelerde hastalarla dayanışma gösterdiler.
Bu süreçte anarşist gazete Proximus Tuns’tan Antonio Valdre ve Rocco Lombardo, koleraya yakalanarak yaşamlarını yitirdiler. Dayanışmaların örgütlenmesinde hemşire Florentine Lombard’ın pozisyonu önemliydi. Malatesta ve arkadaşları fedakarlıkları ve enerjileri ile alakalı, tanınmış anarşist Galileo Palla tarafından ziyaret edildiler. Bir tıp öğrencisi olan Malatesta’nın ilgiyle tedavi ettiği birçok hasta iyileşti. Malatesta ve birçok anarşist gönüllünün Kolera karantinası ile ilgili yorumları şöyleydi: “Kolera salgınının nedenleri içinde sefillik var. Sefil yaşamlar salgının yayılmasını hızlandırdı, bu bir adalet sorunudur.”
Tüm gönüllülerin ödüllendirildiği Napoli’de kolera karantinasının azalmaya başladığı günlerde cezalarından dolayı Malatesta ve arkadaşları Güney Amerika’ya kaçtılar.
The post İtalya Napoli’de 1884’deki Kolera Karantinası ve Malatesta ile Anarşist Yoldaşlarının Dayanışması appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post Anarşizm ve Sınıf Mücadelesi – Halil Çelik appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>Anarşizm ve Sınıf Mücadelesi
Toplumsal işleyişlerin iktidarlı ilişkiler ve iktidar mekanizmaları tarafından kontrolünden günümüze, binlerce yıldır tüm insanlığın, canlı ve cansız tüm varlıkların üzerinde sistematik bir şekilde tahakküm uygulanmaktadır. Toplumsal işleyişin farklı alanlarında farklı ezen-ezilen ilişkileri ortaya çıkmaktadır. Cinslerin ve halkların birbirleriyle kurduğu ilişkide, toplumsal işleyişin nasıl örgütleneceği konusunda, doğaya yönelik gerçekleştirilen gözlemler veya gerçekleştirilen düşünsel faaliyetler sonucunda elde edilen bilginin kim tarafından ve nasıl kullanılacağı hakkında, üretim ve dağıtımın nasıl gerçekleştirileceği meselesinde adaletsizlikler yaşanmıştır. Toplumsal, siyasal, ekonomik ve ekolojik boyutta ortaya çıkan adaletsizlikler, özgürlüğün kolektif karakterinin önüne geçmiş; parçalanmış ve tutsak edilmiş yaşamları bize dayatmıştır.
Tekrar etmek gerekirse birbiriyle iç içe geçmiş tüm bu adaletsizlikler sisteminin kaynağı, iktidar ilişkileri ve mekanizmalarıdır. Ezen-ezilen çelişkisini sistematikleştiren bu yapılardan biri de ekonomik iktidarların; mülkiyete sahip olanların, üretimin nasıl olacağından üretim sonucunda elde edilenlerin nasıl paylaştırılacağına kadar pek çok ekonomik işleyişe dair karar verenlerin oluşturduğu sınıfsal ayrımlardır.
Sınıfların Temeli İktidarlı Mekanizmalardır
Bir toplumda benzer mülkiyet düzeyi, statü ve iktidara sahip bireylerin oluşturduğu gruplaşmalara sınıf denir. Herhangi bir bireyin ya da bireylerin oluşturdukları grupların/toplulukların diğer birey ya da topluluklardan toplumsal ve ekonomik açıdan daha üstün olma hali, toplumların sınıflara ayrılmalarıyla ilgilidir. İktidarlı mekanizmalarının sürdürülebilmesi için sınıflı toplum yapısı önemli bir noktada bulunmaktadır.
Toplum içerisindeki bireyler veya gruplar arasındaki bu hiyerarşik farklılığın nedeni ise doğuştan gelen, etnik ya da cinsel özellikler değildir. Herhangi bir etnisite veya cinsin diğer etnisite veya cinslerden üstün olduğuna dair yaklaşımlar, doğuştan gelen farklılıklar/özellikler gerekçe edilerek oluşturulurken; sınıfların oluşmasında ise toplumsal yaşam içerisinde sonradan oluşturulmuş farklılıklar etkili olmuştur. Bu farklılıkları yaratan olgular, iktidar ilişkilerinin ortaya çıkardığı iktidarlı mekanizmalardır. Kısacası sınıfsal farklılıklar ezen-ezilen ayrımının bir bölümünü anlatmaktadır.
Sınıf Tek Başına Ekonomik Bir Olgu Değildir
İktidarlı mekanizmaları kontrol eden kesimlerle kontrol edilenler arasında iktidara sahip olup/olmamak üzerinden siyasi, sosyal ve/veya ekonomik ayrımlar oluşmaktadır. Bu mekanizmaları kontrol edenlerden yöneticiler, bürokratlar, din görevlileri, farklı farklı iktidar yapılarının birbirine bağlı olması sebebiyle, sadece toplumsal ve siyasi değil büyük oranda ekonomik de bir üstünlüğe/belirleyici bir konuma sahiptir. Dolayısıyla günümüzde kapitalist sistem içerisinde sermayeye/mülkiyete sahip, ekonomik iktidarı elinde bulunduran kesimlerin önemli toplumsal ve siyasi etkileri de bulunmaktadır.
Ayrıca bilimsel/teknolojik gelişmelerin toplumsal yaşamda büyük etkisi olması sebebiyle, siyasi bir iktidara sahip olsun ya da olmasın, iktidarlı toplumlarda kendilerini bu alanlarda geliştirmiş insanlar da bir sınıf meydana getirirler. “Aydın” olarak adlandırılan bu sınıfın, topluma öncülük ederek toplum adına en doğru olanı düşünme, anlatma ve eyleme gücü bulunduğu varsayılmaktadır.
Kısacası iktidarın bulunduğu her toplumsal örgütlenmede sınıflar bulunmaktadır. Yöneten-yönetilen, subay-halk, aydın-halk, patron-işçi, din görevlisi-inanan vs…
Sınıfsızlık Anarşizmle Mümkündür!
Anarşistler için sınıfsızlık, özgürlük demektir. Anarşistler iktidarlı ilişkileri ve mekanizmaları reddederek düşlediğini eyleyebilen bireylerin oluşturduğu bir toplumsal yaşam örgütlenmeyi savundukları için adaletsizliklere, iktidarın manipülasyonlarına ve sürdürülmesine gerekçe oluşturan, bireysel ve toplumsal özgürlükleri yadsıyan sınıfları ortadan kaldırmayı hedeflemektedir.
Ayrıca anarşizm tüm hiyerarşik ve statüye dayalı mekanizmalara karşı olan yegane ideoloji ve hareket olduğu için; bir bireyin diğer bireylerden ya da bir topluluğun diğer topluluklardan daha üstün/değerli/önemli olduğuna dair farklılaştırmalar ve bu sınıfsal farklılıklar üzerinden kurulan toplumsal yapı ancak anarşizmle yok edilecektir.
İşçi Sınıfı Mücadelesi
Şiddet uygulamaları ve çitlemeler yoluyla; herkesin olanın mülkiyet sistemi ile birlikte çalınmasıyla ekonomik sınıflar ortaya çıkmış, endüstrinin gelişimi ve hakim üretim tarzının değişimiyle birlikte ezilen yeni bir toplumsal sınıf belirmeye başlamıştır. Bu yeni üretim sistemiyle birlikte de mülksüz, iktidarsız işçi sınıfının üretime katılıp harcadığı emeği ile zamanı ve enerjisi sömürülmüştür. Düşünsel faaliyetleri kısıtlanmış, bir makineye dönüştürülmüş, köyden kente göçmüş, geçinebilmek için zamanını ve enerjisini satmak zorunda bırakılmış, bir köle haline gelmiş, iş cinayetlerinde yaşamını yitirmiş, yaşam şartları oldukça kötü bir hal almış işçi sınıfı ise -doğaldır ki- bu adaletsizliğe isyan etmeye başlamıştır. Büyük ve sistematik sömürü, karşısında büyük ve kalabalık direnişleri de (direnişin şartlarını da) yaratmıştır.
Sanayinin en çok geliştiği İngiltere’de ve Fransa’da da büyük işçi direnişleri ve grevleri ortaya çıkmış; bu direnişler ve işçilerin adaletsizliklere karşı çıkıp özgürlük mücadeleleri de pek çok politik hareketi etkilemiştir. Anarşistler de özellikle sınıf mücadelelerinin başladığı tarihlerde işçilerin yanında onları ezen patronlara karşı yer almış ve mücadele etmişlerdir. Bu mücadele, yaşamını sürdürebilmek için emeğini satmak dışında yapabileceği başka bir şey olmayan anarşistlerin de işçi olmalarından kaynaklanmıştır. Yani bu mücadelelerin büyük kısmında anarşistler özörgütlenme konumunda oluştur. Bu özörgütlü konum, anarşistlerin mücadeleleri şekillendirmelerine oldukça olanak sağlamış; ekonomik sömürüye karşı verilen mücadelelerde anarşizmi toplumsallaştırmıştır.
İlk Anarşistler ve İşçi Mücadelesi
Anarşizmin toplumsallaştırılması yönünde eylemde bulunan pek çok düşünür/devrimci de işçilerin özgürlüğü için sınıf mücadelesinin önemini ortaya koymuşlardır. Örneğin kendisini anarşist olarak tanımlayan ilk kişilerden Proudhon, -sonraları özeleştirisi vererek girdiği- parlamentoda mülkiyeti reddedip, onu zilyetlik düzeyine indirgemek istediğini anlatmış ve eski toplumun tasfiyesinin “tarafların ihtiraslarına ve iyi ya da kötü niyetli olmalarına göre fırtınalı ya da dostça” olacağını söylemişti. Mülk sahiplerinin “kendi paylarına devrimci çalışmaya katkıda bulunmaya” çağrılmaları gerektiğini ve “bu çağrıyı reddettikleri takdirde sonuçlardan mülk sahiplerinin sorumlu” olacağını belirttiği konuşmasıyla sistemin savunuculuğunu yapanların ve burjuvazinin tepkisini çekti. Proudhon’un “çağrıyı reddederseniz tasfiyeyi, sizin yardımınızı beklemeden kendi başımıza yürüteceğiz.” şeklindeki sözleri üzerine dinleyenler “siz” ve “biz” zamirleriyle kimi kastettiğini sordu. Proudhon’un “Bu iki zamiri kullandığımda, siz ve biz dediğimde, kendimi proletaryayla, sizi de burjuva sınıfıyla özdeşleştirdiğim açıktır.” sözleri üzerine de öfkeli dinleyiciler “Bu bir toplumsal savaştır!” diye bağırmaya başlamıştı. Evet, bu bir “toplumsal savaştı” ve anarşistler bu savaşta en başından beri işçilerin yanında, o işlerin doğrudan ta kendisiydi. Ayrıca 31 Ağustos’ta Le Representant du peuple yeniden çıkmaya başladığında, ön sayfada büyük harflerle “Kapitalist nedir? Her şey! Ne olmalıdır? Hiçbir şey!” başlığının yer alması anlamlı olmuştur.
İşçilerin eylemlerinde ya da halkların özgürlük kavgasında nerede bir isyan varsa barikatların arkasında yerini alan devrimci anarşist Bakunin ise barış ve özgürlüğün işçilerin sosyal adalet mücadelesi olmadan güvence altına alınamayacağını söyleyerek Barış ve Özgürlük Kongresi’ndeki devrimcilerle birlikte bu kongreden ayrılıp Enternasyonal İşçi Birliği’ne katılmıştı.
Enternasyonal’in “İşçilerin kurtuluşu ancak kendi ellerindedir.” sloganını özgürlükçü bir söylem olarak selamlayan Bakunin pek çok konuşmasında işçilerin devrimci potansiyellerine vurgu yapmıştı: “İşçilerin yoksun olduğu şey, bir gerçeklik anlayışı veya sosyalist özlemler değildir, sadece sosyalist düşüncedir. Yüreğinin derinliklerinde, her işçi, bir özgürlük ortamında çalışmayı ve yaşamayı isteyen her insan için adalet ve eşitlik temelinde kurulmuş eksiksiz bir yaşamı, maddi refahı ve entellektüel gelişmeyi arzular. Açıkçası böyle bir ideal, işçi sınıfının sindirilerek sömürülmeleri pahasına ayakta duran mevcut toplumsal sistem içinde gerçekleştirilemez. Kurtuluşuna ancak mevcut toplumsal düzenin yıkılmasıyla ulaşılacağı için kararlı her işçi potansiyel devrimci bir sosyalisttir.”
İtalya’dan Mısır’a pek çok farklı coğrafyada işçilerin örgütlenmesi için büyük çabalar göstermiş devrimci anarşist Errico Malatesta da “Bizim için önemli olan, sadece işçilerin az ya da çok talepte bulunmaları değil; kendi çabalarıyla, kapitalistlere ve hükümete karşı doğrudan eylemleriyle istediklerini elde etmeye çabalamalarıdır. Bizler, işçi hareketinin yaşamsal önemini ve anarşistlerin bu harekette güçlü ve aktif bir rol almasına duyulan ihtiyacı her zaman anlamışızdır. Ve bu, çoğunlukla, emekçi gruplara daha canlı ve gelişen bir yapı kazandırmak için yoldaşlarımızın girişimlerinin bir sonucudur. Biz, işçi sendikasının; bugün işçilerin, içinde bulundukları kölelik durumunu anlamaya başlayabilecekleri, özgürlüklerine kavuşmayı isteyerek kendilerini baskı altında tutanlara karşı verecekleri mücadelede tüm ezilenlerin dayanışma içinde olmaları gerektiğini anlayabilecekleri bir yol olduğunu -bunun yanında patronlar ve asalaklar olmaksızın üretimin yeniden düzenlenmesi ve sosyal yaşamın devamı için gerekli ilk çekirdek olarak görev yapacağını- düşünmüşüzdür.” sözleriyle işçi mücadelesinin önemini anlatmıştır.
Anarşist İşçi Mücadelesi
Mücadele içerisinde pratikte de önemli kazanımlar, başarılar elde etmiş anarşistlerin yanı sıra dünyanın farklı coğrafyalarında da yüzlerce/binlerce işçinin yüzlerce direnişini örgütlemiş anarşist işçiler bulunmuştur.
“8 saat” mücadelesinin kazanımında, 1 Mayıs’ın dünyadaki tüm işçilerin isyan ve dayanışma günü olmasında katkıları olan ABD’li anarşistlerin; yüzlerce işçiyi kapitalistlere, patronlara karşı greve ve mücadeleye örgütleyen Güney Amerikalı, İberyalı, Rusyalı, İtalyalı, Ukraynalı, Japonyalı, Çinli anarşistlerin; işçi sınıfının kurtuluşunun tüm iktidarların ortadan kaldırılmasıyla elde edileceği düşüncesini I. Enternasyonel’de de haykıran anarşistlerin; Rusya’da beyazlara ve otoriter Bolşeviklere karşı işçileri direnişe çağıran anarşistlerin ve İberya’da bir milyonu aşkın üyesi olan ve toplumsal devrimin gerçekleştirilmesi ve özgür İberya’yı FAI ile birlikte örgütleyen CNT’li anarşistlerin etkisi oldukça fazladır.
Ayrıca anarşist hareketler içerisinde yerini alan anarko-sendikalizm de işçi sınıfının mücadelesinde önemli bir konumda bulunmaktadır. Avrupa’da sendikalizmin şekillenmesine katkıda bulunan Fransa’daki anarko-sendikalistler (CGT), Almanya’da FAUM, İberya’da CNT, İsveç’te SAC, işçi hareketlerini derinden etkilemiştir. Bu etki yansımasını ABD’de IWW (Dünya Endüstri İşçileri Örgütü), Arjantin’de FORA (Arjantin Cumhuriyeti İşçi Federasyonu), FORU (Uruguay Bölgesi İşçi Konfederasyonu), Meksika’da CGT (Genel İş Konfederasyonu) içinde göstermiştir.
Anarşizm Mücadelesi İşçi Sınıfının Mücadelesidir
Kısacası anarşistler 1800’lü yıllarda Avrupa’da yaygınlık kazanan işçi hareketlerinin içinde en etkili kesimlerdendi. 1848 devrimlerinde, 1871 Paris Komünü’nde, 1886’da Haymarket’te, Birinci Enternasyonal’de… Anarşistler, Uzakdoğu’da, Rusya’da, Kuzey ve Güney Amerika’nın birçok farklı bölgesinde, kuzeyinden güneyine tüm Avrupa’da işçi sınıfının sömürüye, baskıya, katliamlara karşı çıkarak özgürlüğü için verdiği mücadelenin en ön safında yerini almışlardır. Sendikalarda örgütlenerek; işçi ayaklanmalarında barikatların en ön safında yer alarak; fabrika işgallerini, grevleri ve genel grevleri örgütleyerek; sokaklarda, fabrikalarda işçi sınıfının kurtuluşu için bildiriler ve gazeteler dağıtarak; işçi sınıfının ihtiyaçlarını gidermek için kolektifleştirmelerde bulunarak sınıf mücadelesi vermişlerdir. Bu tarihi örnekler anarşist mücadelenin işçi sınıfının da mücadelesi olduğunu anlatmaktadır.
İşçilerin 1880’lerdeki “8 saat” mücadelesini büyüten ve 1 Mayıs 1886’da Haymarket’teki patlamadan sonra devlet tarafından katledilen anarşistlerden August Spies’in asılmadan önce mahkemedeki sözleri ise ezilenlerin kurtuluşunda işçi sınıfı mücadelesinin önemini vurgulamamız için son bir örnektir: “Eğer bizi asarak … haksızlığa uğrayan milyonların, sefalet içinde ölesiye çalışan ve kurtuluşu arzulayan, kurtuluşu bekleyen milyonların bu hareketini, işçi hareketini yok edebileceğinizi umuyorsanız; eğer düşünceniz buysa, o zaman asın bizi! Burada bir kıvılcımı ezeceksiniz, ama şurada, burada veya orada, arkanızda ve önünüzde, her yerde alevler yükseliyor. Bu gizli bir ateş. Bunu asla söndüremezsiniz.”
Halil Çelik
Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 49. sayısında yayınlanmıştır.
The post Anarşizm ve Sınıf Mücadelesi – Halil Çelik appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post Hırsızın Adaleti Hırsıza – Özgür Erdoğan appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>Tarihteki (aslında öncesinde) ilk hırsız kimdi? Mülkiyet, suç, yasa ve iktidar gibi kavramlara kafa yoran herkesin sorduğu sorulardan biri olsa gerek “ilk hırsızın kim olduğu” sorusu. Cevabı bulmak ise oldukça güçtür. Bulduğunuz cevap hayatı nasıl okuduğunuzla alakalı olmakla birlikte ezen ve ezilen arasında bin yıllardan beri devam eden mücadelede nerede konumlandığınızı gösterir.
Öncelikle şuradan başlayalım, her şeyden önce bir hırsız kişinin ve hırsızlık eyleminin olabilmesi için ortada birilerine ait bir varlığın olması gerekir. Biz buna mülkiyet diyoruz. O halde geriye, çok çok geriye dönerek ilk mülkiyeti kimin, nasıl edindiğini bulmamız gerekir ki, uzun yıllardan bu yana süren çalışmalar bu konuda henüz doyurucu açıklamalar yapamamıştır. Elimizde sadece vakaya ya da vakalara dair birçok varsayım mevcuttur.
İlk devletsi yapıların oluşması ile başlayan süreçten 18. yüzyıl İngiltere’sinde kolektif olarak üzerinde çalışılan toprağın yine birileri tarafından çitlenerek sahiplenebilmesine kadar geçen süreç, mülkiyetin git gide meşrulaştığı zaman aralığını belirler.
Eğer siz hırsızlığı bu mülk sahiplerinden çalınması -bizce alınması ya da tekrar kolektifleştirilmesi- olarak tanımlıyorsanız, açık ki bu savaşta ezenlerin tarafındasınızdır. Eğer bizler gibi doğanın ve doğadaki diğer tüm varlıkların sahip olduğu bir varlığın çalınmasını -daha doğrusu mülkiyete geçirilmesini- kastediyorsanız o halde ezilenlerin tarafındasınız. Sonuç olarak ilk hırsız, ilk mülkiyete sahip olandan çalan değil tüm doğanın olan varlığı ilk mülkiyetine geçirendir. Doğadan ve yaşamdan çalandır.
Fakat bizim bu yazıda ele alacağımız mesele mülkiyet değil, ilk mülkiyeti edinenlerin yani ilk hırsızların o mülklerini korumak adına ortaya attıkları yasalarla ilgilidir. Hırsızlık üzerine yapılan yasaların tamamı, ilk hırsızlığı gölgelemek ve bunu daimi kılmak amacını taşır.
Her ne kadar daha öncesinde yazılı olmayan kuralların olduğunu bilsek de ilk yazılı kanunlar Sümer Kralı Urgakina tarafından MÖ 3000 civarında ortaya atılmıştır. Fakat hırsızlık ve mülke zarar verme gibi eylemlerinin çok açık bir şekilde ve sertçe cezalandırılması gerektiğini söyleyen ilk yasa, Hammurabi Yasaları’dır. Mezopotamya üzerinde büyük bir hegemonya kuran Babil kralı olan Hammurabi (MÖ 1793-1750) Babil’i çok güçlü ve merkezi bir devlet haline getirdi. 282 dava hakkında kendisinin verdiği kararlardan oluşan bir yasa derlemesi hazırlatan Hammurabi; bunları, büyük bir taş sütunun üzerine kazıttı. Kısasa kısas mantığıyla cezalandırma işlemlerinin yapıldığı yasalarda, neredeyse en büyük suçun hırsızlık olması dikkat çekici!
Hammurabi Yasaları’na göre:
– Bir hırsız duvar delerek bir eve girmişse, o deliğin önünde ölümle cezalandırılır ve gömülür.
– Bir evde yangın çıkar ve oraya yangını söndürmeye gelen bir kimse evin sahibinin malında göz gezdirip evin sahibinin malını alırsa, kendisi de aynı ateşe atılır.
– Bir kişi hırsızlık yapsa eli kesilir, tecavüz etse ölüm cezası alır ya da erkeklikten men edilir.
– Bir tapınakta veya hükümdar hazinesinde hırsızlık yapan ölümle cezalandırılır.
– Bir kimse tapınağın ya da mahkemenin eşyasını çalarsa ölümle cezalandırılır ve ondan çalınmış malları alan kişi de ölümle cezalandırılır.
Elbette merkezi devlet anlayışlarının uyanış evresinde olduğu böylesine bir süreçte, devleti kuranların -yani ilk hırsızlar- kendi çaldıklarının geri alınması konusunda gösterdikleri hassasiyet çok da anlaşılmaz değil.
Yine güçlü bir merkezi yapının hüküm sürdüğü Antik Mısır’da devletin hırsızlık yapanlara karşı tavrı değişmiyordu. Hırsızlık yapanlar başın kesilmesi, suda boğma ya da kazığa oturtma suretiyle idamla cezalandırılırdı. Son dönemde bölgede yapılan çalışmalarda, “100 taşlama 5 kırbaç” gibi yazılı emirlerin olduğu ve ortaya çıkan kimi iskeletlerin leğen kemiklerinde mızrak izleri ve çeşitli yaralanmalar olduğu tespit edildi. Verileri değerlendiren uzmanlar, bu kişilerin küçük hırsızlıklar ve az çalışma gibi suçları yüzünden cezalandırıldıklarını düşünüyorlar.
Antik Yunan’da mal aleyhine suçlar kapsamına giren hırsızlık, yine en ağır şekilde cezalandırılmıştır. Yasaya göre “ değeri elli dırahmiden yüksek olan bir şeyin gündüz çalınması halinde, hırsızlık suçunun faili ölümle cezalandırılırdı. Çalınan şeyin kıymetinin elli dırahmiden az olması halinde ise suçlu para cezasına mahkûm edilir ve bu para cezasını da malı çalınan kimseye öderdi.”
Bu arada yukarıda bahsettiğimiz tüm örneklerde köleler “mal” gibi algılanır, onların çalınması da çeşitli cezalara tabi tutulurdu. Elbette bir kölenin yaptığı hırsızlık katiyen ölümle sonuçlanırdı.
Roma’da ise özgür yurttaşlar, hainlik dışında ölüm cezasına çarptırılmaz ya da işkenceye tabi tutulmazlardı. Fakat köleler hırsızlık yaptığında türlü işkenceye maruz bırakılırlardı; alınları dağlanır ve genelde tek elleri bileklerinden kesilirdi.
Özgür yaşayan toplulukların yüzünü merkezileşmeye dönmesinde en büyük katkı, erken ruhban sınıflardır. Bunlar toplulukları ilahi bir gücün temsilcisiymişçesine kontrol ederek toplumun kolektif olarak kullandıkları varlıkları -o ilahi güç adına- mülkleri haline getirmişlerdir ya da bazılarının mülkleri haline getirmesi konusunda yardımcı olmuşlardır.
Bu anlayış tek tanrılı dinlerin ana akım anlayışlarında da vücut bulmakta, hırsızlık en büyük günah/suç olarak kayıtlara geçmektedir. Tanrı da bu konuda ezenlerden yanadır. İlk hırsızın büyük günahının gölgede kalması için “geri alanlar” cezalandırılmalıdır!
Tevrat’ta, Musa’ya Tanrı tarafından iki taş tablet üzerinde üzerine yazılmış şekilde iletildiği söylenen dini emirler bütününün sekizinci maddesi “Çalmayacaksın!” der. Ceza ise değişiklik gösterse de peygamber Yusuf örneğinde olduğu gibi ceza genelde hırsızlığı yapanın mülksüzleştirilmesi ve köleleştirmesidir. Peygamberin kardeşlerinin karıştığı bir hırsızlık vakasının ardından Yusuf: “… kimin yükünde bulunursa o kimse (nin alıkonması /köleleştirilmesi) onun cezasıdır… Biz zalimleri böyle cezalandırırız” der. Öte yandan Mısır’dan Çıkış kitabında hırsızlığa dair çeşitli belirlenimler ve cezaları kayda geçmiştir: “Bir hırsız bir eve girerken yakalanıp öldürülürse, öldüren kişi suçlu sayılmaz…”
Hristiyanlıkta da hırsızlık hoş görülmez, üstelik tecavüz ve cinayetle aynı kefeye koyulur. Matta İncili’ne göre İsa “Çünkü kötü düşünceler, cinayet, zina, fuhuş, hırsızlık, yalan yere tanıklık ve iftira hep yürekten kaynaklanır. İnsanı kirleten bunlardır.” der. Ortaçağ’da kurulan engizisyon mahkemelerinde hırsızlık, isyan çıkarma zina gibi suçlarla birlikte ele alınıp testere işkencesi ya da diri diri gömme yoluyla bu suçlara karışanlar infaz ediliyordu. En cani infaz yöntemlerinden biri olan testere işkencesinde “Suçlu ayak bileklerinden bağlanarak bir askıya asılır böylece kanın beyinde toplanması sağlanır. Direnmemesi için elleri arkadan bağlanan suçlu bacaklarının arasından kesilmeye başlanırdı. Baş aşağı olduğu için suçlunun bilinci uzun süre kaybolmaz ve acı çekmesi sağlanırdı.” diye tanımlanır.
İslamiyet, semavi dinlerin arasında hırsızlık konusunda en net belirlenimde bulunan din olarak ortaya çıkar. İslamiyet hırsızlık yapanın elinin kesilmesini emretmiştir: “Hırsızlık yapan erkek ve kadının ellerini kesiniz. (Maide, 5/38).”
Elbette cezalar, yasalar ve hukuk değişip dönüştü. Günümüzde kısasa kısas çok kullanılan bir yöntem olmamakla beraber, hırsızlık yargılanmaya ve hırsızlar cezalandırılmaya devam etti. Çünkü mülkiyet ortadan kalkmadı ve mülk sahipleri daha fazla zenginleşip daha güçlü yasaların ardına saklandılar.
Anarşistler ise tarih boyunca başta hırsızlık olmak üzere muktedirlerin “suç” addettiği her şeyi muktedirlerin kendi suçlarını örtmek için kullandığını ısrarlıca söyleyip “suç” denilen şeyin yasalarla engellenmek bir yana, yasalardan kaynaklandığını ve ve bu yasaların ortadan kalkmasıyla suçun da ortadan kalkacağını söylediler. Başta Kropotkin olmak üzere birçok anarşist, yasasız ve devletsiz toplumların suç denilen şeylere sahip olmadığını kanıtlamak için bir dizi çalışma yapmış ve bu çalışmaları doğrulayacak örnekler sunmuşlardır.
Kropotkin yasalar ve devletsiz topluluklar hakkında “… burada yasalar ve şefler bilinmez ama kabile üyeleri bir diğerini kırmakta imtina ederler… İlkel insanları konukseverliği, yaşama saygısı… diğerlerinin uğruna kendini feda etmeye kadar giden cesaret -ki bu nitelikler yasadan önce ve dinden tümüyle bağımsız toplumsal hayvanlarda olduğu gibi gelişti- ve bu türden duygular ve uygulamalar toplumsal yaşamın kaçınılmaz sonuçlarıdır.” der.
Yasa ve ceza denilen bu ikili var oldukları ilk andan itibaren, zoru kendilerinde hak görmüşler ancak her daim karşılarında da ciddi bir dirençle karşılaşmışlardır. Anarşizm ve anarşistler, bu direniş hareketlerinin mirasçısıdırlar.
Errico Malatesta, yasalar ve itaatsizlik üzerine oldukça keskin belirlenimlerde bulunur: “Bence her şeyden önce yasalara mümkün olduğu kadar direnmeliyiz, söylediğim hemen hemen onları yok saymamızdır…”
***
Yazının bütününe yayılmış verilere incelediğimizde, devlet-yasa-ceza arasındaki ilişkiyi daha iyi anlayabiliriz. İlk kimin kimden çaldığını, belki de ilk kimin kimi öldürdüğünü anlayabiliriz. Devletli toplumlarda suç diye anılan şeylerin, mülk sahipleri ve iktidarlar tarafından işlenen büyük suçları örtbas etmek ve zenginlikleri ile güçlerini korumak için kullanıldığı aşikardır. Toplumun hayatı ancak toplum tarafından düzenlenebilir. Aksi durum ise imkansızdır. Değil mi ki, yasalar delinmek, kanunlar çiğnenmek için vardır?
Özgür Erdoğan
Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 42. sayısında yayınlanmıştır.
The post Hırsızın Adaleti Hırsıza – Özgür Erdoğan appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post Anarşist Yayınlar Dizisi (15): Arjantin’de Anarşist Yayınlar appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>Arjantin’de Anarşizm
Arjantin’de anarşist hareket -aynı dönemde dünyanın hemen her yerinde olduğu gibi- dönemin toplumsal mücadelelerine şekil veren sendikalar içerisinde kendi karakterini buluyordu. 1922 yılında Bakunin’in düşünceleri etrafında bir araya gelen Arjantinli işçiler, Birinci Enternasyonal’in ilkelerini benimsedi. Daha sonrasında anti-otoriter saflarda kalarak St. Imier Kongresi’ne katıldılar.
Arjantin’in anarşist-sendikalist işçi örgütlerinin hepsi temelde “devrimci sendikalizmin” karşısındaydı.*
Anarşist Yayıncılık
Arjantin’de anarşist yayıncılık iki başlıkta sınıflandırabileceğimiz bir doğrultuda ilerlemiştir. İtalyan göçmen işçileri örgütlemek ve bölgede yaşayan işçilere hitap etmesi hedeflenen, yine göçmen işçiler tarafından çift dilli yayınlanmış dergi ve gazeteler bir yanda, Arjantin’de yaşayan anarşist örgütlenmelerin çıkardığı İspanyolca yayınlar diğer tarafta.
Uluslararası Sosyal Tarih Enstitüsü (IISH), “Latin Amerika’da Anarşist Gazeteler” başlığı altında oldukça kapsamlı, zengin bir arşive sahiptir. Bu arşivin büyük bir kısmı Max Nettlau’nun arşivinden aktarılmıştır. Bu arşivin Arjantin kısmında -ve hatta Güney Amerika’nın genelinde diyebiliriz- çok fazla yayın bulunmaktadır. Broşürler, bildiriler, elyazmaları dışarıda tutulduğunda 971 ayrı anarşist gazete ve dergi bulunmaktadır. Bunların içinde en geniş kısmı 413 adet yayınla Arjantin kaplıyor. Bu yayınların hepsini anlatacak yerimiz olmadığından dolayı bu çalışma özelinde başlıca olanlara yer veriyoruz.
Anarşist yayıncılığın başlıca ilkelerinden olan, herkesin rahatça anlayabilmesi ve özgürlükçü fikirlerin işçiler arasında rahatça tartışılabilmesi için sade ve anlaşılır bir dil kullanma kaygısı, burada yayınlanan yayınların da genel karakterini oluşturuyordu. Gazetelerin isimlerini ve mizanpajını da bu amaca uygun bir şekilde belirlediler.
Arjantin’de yayınlanan anarşist gazetelerin çoğu, yazılardan oluşuyordu. Ancak gazetelerinde bazılarında -orantısı değişmekle birlikte- ezen ezilen ilişkisindeki çarpıklıklara dikkat çeken politik karikatürler de yoğunluktaydı.
Aynı şekilde Arjantin’de yayınlanan anarşist gazetelerde din karşıtlığı yoğunluklu işlenen temalardan biriydi. Özellikle politik karikatürlerde dini figürler, karikatürlerde özgürlüğün ve gelişimin düşmanı olarak resmediliyordu. İçeriğinin önemli bir kısmını çizimlerin oluşturduğu yayınlara en büyük iki örnek, 1918 ve 1930 yılları arasında yayınlanan haftalık El Burro (Eşek) ve iki haftalık El Peludo’ydu.
Yazıların ağırlıkta olduğu anarşist yayınlarda ise anarşizmin ideolojisi geniş bir yer tutuyordu. Bu yayınlar -özellikle La Protesta (Protesto)- çalışma grupları örgütlüyor; propaganda materyallerinin hazırlanması sürecinin örgütleyici yapısını kullanıyorlardı. Anarşizmin toplumsallaştığı topraklarda bu önemli bir ayrıntı olarak karşımıza çıkar. Bu topraklarda yüzlerce gazete, dergi, bildiri ve broşürler bulunmasının açıklaması, insanların kendini gerçekleştirdiği özgür alanları yaratmasıyla ve zihinsel özgürleşmesini sağlayacak materyalleri kullanması arasındaki paralellikte yatar.
La Protesta
1897 ve 2015 yılları arasında aralıklarla yayınlanmış La Protesta, resmi anlamda olmasa da karakteri itibarıyla Arjantin’in en büyük anarşist örgütlenmesi olan FORA’nın (Federación Obrera Regional Argentina) sesi olmuştu. Gazetede anarşist tarihin bilinen simalarının yazıları yayınlandı. Bunlardan bazılarına örnek vermek gerekirse; Pietro Gori, Antoni Paraire, Alberto Grihaldo gibi yerel karakterleri ve Errico Malatesta, Magon Kardeşler gibi bilindik isimleri bir çırpıda sayabiliriz. La Protesta’da makalelerin yanı sıra yayınlanan anarşist kitapların tanıtımları, kültür sanat yazıları da kendine yer buluyordu. Dünya çapında örgütlenen “Sacco ve Vanzetti’ye Özgürlük” kampanyasının Arjantin ayağı da yine La Protesta gazetesi üzerinden örgütleniyordu. FORA bünyesinde ortaya çıkan La Organización Obrera (İşçi Örgütü) isimli gazete daha sonra farklı anarşist gruplarca çıkarılmaya devam etti.
“Bugün bizi baskı altında tutan bütün tiranlar evrensel adaletin zafer kazandığı gün işçilere hesap verecek. Sosyal devrim ile adalet kazanacak ve proletaryanın düşmanları olan burjuvazi, devlet, kilise ve ordu kaybedecek!”
La Protesta’dan
La Questione Social
Errico Malatesta’nın 1884’te Firenze’de yayın hayatına başlayan La Questione Social (Sosyal Soru) isimli gazetesi, sonrasında 1895 yılında Arjantin’de almanak şeklinde yayınlandı. Malatesta’nın bölgeden ayrılmasıyla 1899 yılında Arjantin’deki yayın hayatı sona eren La Questione Social’in içeriğini anarşist düşünürlerin yazıları, şiirleri ve işçi hareketi için önemli tarihleri içeren bir ajanda bölümü oluşturuyordu. İtalyanca/İspanyolca yayınlanan gazetelere bir örnek olan bu yayın ve diğer İtalyanca yayınlara ulaşmak için gazetemizin 27. ve 39. sayılarında yayınlanan yazıları inceleyebilirsiniz.
Acción Libertaria
İspanya, Fransa ve Arjantin’de olmak üzere 3 ayrı ülkede yayınlanan Acción Libertaria (Özgürlükçü Eylem), yayınlandığı ülkelerdeki anarşist-komünist örgütlenmelerin yayın organı olarak hareket etti. Arjantin’de önce CRRA (Anarşist İlişkiler Bölgesel Komitesi) sonra FACA (Arjantin Anarşist Komünist Federasyonu) ve en son FLA (Özgürlükçü Arjantin Federasyonu)’na bağlı editörler tarafından yayınlandı. 1933’te yayın hayatına başlayan gazete, 1971’te 14 yıllık bir ara verdikten sonra 1985’te tekrar yayınlanmaya başladı.
La Voz de la Mujer
Dünyanın ilk anarşist kadın yayını olmasıyla da özel bir yerde duran La Voz de la Mujer (Kadınların Sesi), “Ne Tanrı, Ne Patron, Ne Eş” alt başlığıyla yayınlandı. Virginia Bolten’in editörlüğünü yaptığı gazetede Louise Michel ve Emma Goldman gibi tanınmış anarşistlerin yazıları yayınlanıyordu. Yayın hayatı boyunca bütün yazıları kadınlar tarafından yazıldı. 1896–1897 yılları arasında Buenos Aires’te, 1899’da ise Rosario’da yayınlanan gazete yazarları kendilerini ideolojik olarak anarşist-komünist olarak nitelendiriyordu.
Diğerleri…
Arjantin’de yayınlanan ve en çok bilinen bu yayınların yanı sıra istikrarlı bir şekilde yayınlanmış ve ismini anmadan geçemeyeceğimiz diğer yayınlara da Centro de Propaganda Obrera’nın(İşçi Propaganda Merkezi) yayın organı El Descamisado (Gömleksizler), Mobilya İşçileri Sendikası tarafından yayınlanan ve “Sendikayla Güçlüyüz” mottosuna sahip Acción Obrera, “Yöneticiler ve rahipler sınıfına doğru yükselmiş bir bıçak” alt başlığıyla yayınlanan El Azote (Kırbaç), 1 Mayıs 1909’da Alberto Grihaldo’nun editörlüğünde yayınlanmaya başlayan Ideas y Figuras ve La Voz del Campesino (Köylü’nün Sesi), L’amico del Popolo (İt. Halkın Arkadaşı), Solidaridad Obrera (İşçi Dayanışması), El Emancipado (Özgürleşmiş), Idea Libre (Özgür Düşünce), Juventud Libre (Özgür Gençlik), Libre Iniciative (Özgür İnisiyatif), Tierra Libre (Özgür Yeryüzü), Liberacion (Özgürleşme), Claridad (Berraklık), La Antorcha (Meşale), La Aurora (Şafak), Adelante (İleri), Despartar (Uyanmak), El Pervenir (Gelecek), La Nueva Era (Yeni Çağ), Voluntad (İrade) gibi gazeteleri örnek gösterebiliriz.
* |
Bu tartışmayla ilgili daha ayrıntılı bilgi için; bkz. Meydan Gazetesi Sayı 28, Anarşistlerin Teori ve Pratik Tartışmaları(2) : ” Devrimci Sendikalizm ve Anarşizm” – Halil Çelik |
Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 40. Sayısında yayınlanmıştır.
The post Anarşist Yayınlar Dizisi (15): Arjantin’de Anarşist Yayınlar appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post Anarşist Yayınlar Dizisi (14): “Sicilya’da Anarşist Yayınlar” appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>
Sicilya’da Anarşist Yayınlar (1848-2017)
Anarşistler herhangi bir otoriteyi tanımaz. Öğrenecekleri ve propaganda yapacak kutsal metinleri yoktur; hürmet edecekleri şefleri, emirlerini uygulayacakları ya da politik davranacakları sekreterleri ya da komiteleri yoktur. Anarşistler, var olduklarından bu yana, düşüncelerini ve toplumsal deneyimlerini en doğal araçlarla ifade ederler; yazılı ve sözlü olarak. Anarşist ve liberter dergiler, devletin, kilisenin ve patronların yüz elli yıldan beri süren düşmanlığına rağmen –faşist, liberal, komünist ya da demokratik bütün hükümetlerin uyguladığı sansür ve baskıya rağmen– her dönemde, özgürlük ve eşitlik temelinde yeni bir toplumsal örgütlenme yolundaki bastırılamayan talebinin ifade araçları olarak yükseldiler.
Anarşist gazetecilik, adanın siyasi ve kültürel özelliklerini kendi düşüncesiyle harmanlayarak Sicilya tarihini belirleyen başlıca olayları, kopukluk olmaksızın birleştirir. Anarşist hareket içindeki rolü nedeniyle ve aynı zamanda daha geniş ve radikal toplumsal mücadelelere olan etkisi nedeniyle, bazen ulusal ve uluslar üstü düzeyde önemli olmuştur.
İlk radikal gazeteler 1848 Liberal Devrimi sırasında doğdu ve aralarında en önemlisi olan “La bomba” (Bomba) parlamentoya olan düşmanlığı, ruhbanlık karşıtlığı ve otonomcu federalizm vurgusuyla diğerlerinden ayrılıyordu. Bundan birkaç yıl sonra, 1863’te toplumsal muhalefetin Sicilya’daki ilk gazetesinde, farklı gazetecilik deneyimleri buluştu: Saverio Friscia ve Lattanzio Tedaldi’nin yönettiği “Arturo” (Calatafimi savaşından önceki gece ortaya çıkarak Garibaldi’ye yardım eden yıldız). Aspromonte trajedisinden sonra doğmuş olan Sicilya toplumsal muhalefetinde farklı siyasi amaçlar harmanlandı ve aynı zamanda Bakunin çizgisinde bir anarşizmin yolu açıldı. Sonraki yıllarda, “L’eguaglianza” (Eşitlik), “La Giustizia” (Adalet), “Beccaria” (Ölüm Cezasına Karşı), “Il Vulcano” (Volkan), “Il Povero” (Fakirler) gibi enternasyonalist harekete bağlı ya da devrimci “emekçi” “Gli operai” (Emekçiler), “Il Vespro” (Akşam Yıldızı), “Il Grido del Popolo” (Halkın Haykırışı) “La Riforma Sociale” (Toplumsal Reform) ve diğer pek çok gazeteyi görebiliriz.
Kendisini açıkça anarşist olarak ilan eden ilk Sicilyalı gazete, 11 Haziran 1885’te Palermo’da Anacleto Conti Arcuri tarafından kurulan “Il Proletario” (Proleter) idi. Aynı yıl, iki kaçak eylemcinin çıkardığı “Barbarets” (Barikatlar) ve “Monarchia” (Monarşi) öğrenci hareketlerinde önemli bir işleve sahipti. Bunlar Sicilya’da uzun süre devam edecek olan bir dizi anarşist gazete ve derlemenin başlangıcıydı. Bunların arasından kısa bir seçki veriyoruz: “Il Riscatto” (Fidye), “La Riscossa” (Ceza) “Il Piccone” (Kazma), “Pensiero e Dinamite” (Düşünce ve Dinamit), “Il Proletariato” (Proletarya), “La voce Proletariato” (Proletaryanın Sesi) ”L’anarchista” (Anarşist) “L’uguaglianza Sociale” (Toplumsal Eşitlik). Tüm bu yayınlar, farklı miktarlarda yayımlanıyor ve bazıları yabancı okuyuculara kadar ulaşıyordu ancak normalde yaşamları birkaç yıldan fazla olmuyordu.
Anarşist yayıncılık faaliyetleri yirminci yüzyıl boyunca devam etti, doğal olarak faşist sansürle çatıştı ve güneyin yoksulluğuyla, göç sorunlarıyla karşı karşıya kaldı. İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra, adanın anarşist basınında “sicilyacı” bir itiraz ortaya çıktı ve 1947’de FAS’ın (Sicilyalı Anarşist Federasyon) kurulması yeni bir yayın dalgasını teşvik etti: “Terra e Libertà” (Toprak ve Özgürlük, Mayıs 1947 – Nisan 1949 arası) ve “L’agitazione del Sud” (Güneyin Ajitasyonu, Mart 1957’den Ekim 1971’e kadar) bu döneme ilişkin sadece iki örnektir.
70’li ve 80’li yıllarda devrimci şiddet meselesi, İtalyan anarşizmin politik ve ideolojik tartışmaların başında yer alır. Sicilya’da, Alfredo – Maria Bonanno ve Franco Leggio tarafından 1975 yılında kurulan iki ayda bir yayınlanan “Anarchismo” (Anarşizm) dergisi, özellikle radikal dili ve içeriğiyle anarşizmin isyan ve yakınlık ilkelerine dayanan, tartışmalı bir yenilenmesine neden olacak yeni mücadeleleri yakından takip eder.
Günümüzde devam eden yayınlardan “Sicilia Libertaria”, 1977’de derleyicisi Pippo Gurrieri’nin o dönemde yaşadığı Torino’da siklostil ile çoğaltılarak doğdu. Kırk yılın ve çıkan yüzlerce sayının ardından “Sicilia Libertaria”, sadece Sicilya’da yayınlanan en uzun ömürlü anarşist gazete olmakla kalmıyor, aynı zamanda İtalya’nın her yerinden aylık okurlarıyla, hala adadaki en yüksek etkiye sahip anarşist bakış açısını oluşturuyor.
On dokuzuncu yüzyıldan bu yana, gazeteler anarşist ilkelerin yaygınlaştırılması için temel araç olmuştur. Bu özgürlük fikirlerini benimseyenler arasında en iyi tahayyül, yüzleşme ve polemik şansını temsil ediyorlardı ve hala etmeyi sürdürüyor. Gazete, her daim sadık kaldığı, bütün anarşistler tarafından paylaşılan ilkeler çerçevesinde (otoritenin ve delegasyonun reddedilmesi; devletlere, kiliselere, ordulara, sermayeye ve ona bağlı kurumlara karşı sürekli mücadele; toplumun yatay, öz-örgütlü ve federalizm temelinde yeniden örgütlenmesi), sözü olduğu grupların ve eğilimlerin özgün “kimliklerini” yaratmalarına da katkıda bulundu.
Gazeteler, ithamlarıyla isyana çağırarak, yöntem ve hedef göstererek devrimci mücadeleye aktif bir şekilde katıldılar; tüm bunlar devletin otoritesi tarafından birçok toplatılma, celp ve baskı getirdi. Anarşist gazetecilik, anarşizmden besleniyor olsa da, (gerçekte, tarihi boyunca birçok dönemde basın olmadan yaşayan) hareketin tüm potansiyellerini tüketmediği gibi, kendisi de hareket tarafından tamamen işgal edilmez; her zaman sosyal ve kültürel gündemle belirli bir “köprü” işlevini sürdürür.
Bu yüzden, bu kısa sunumla, Sicilyalı anarşistler olarak Sicilyalı anti-otoriter basının zenginliğine sahip çıkmak ve böylece geçmişimizin deneyimlerinden gelen ve her zaman geleceğe bakan bir siyasi ve toplumsal faaliyetin sürekliliğine tanıklık etmek istedik. Mücadelenin içinde yürürken yazmak, okumak, öğrenmek ve anlamak üzere…
Şino, Archivio Storico Degli Anarchici Siciliani (Sicilya Anarşistlerinin Tarihsel Arşivleri)
Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 39. sayısında yayınlanmıştır.
The post Anarşist Yayınlar Dizisi (14): “Sicilya’da Anarşist Yayınlar” appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post ”EYLEMDE ANARŞiZM” appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>Ekmek Zammına Karşı Genel Grevler
1897 yılında İtalya’da buğday üretiminin kısıtlı olmasının yanında, İspanya-Amerika Savaşı sebebiyle İtalya’ya, Amerika’dan buğday getirilemiyordu. Özellikle bu iki etken, İtalya devletinin 1898 yılında ekmeğe zam yapmasına zemin hazırladı.
Ocak ayında getirilen ekmek zammına karşı anarşistler, 18 Ocak tarihinde Ancône’de iki günlük bir genel grev örgütledi. Grevin ardından ekmek zammının bir kısmı geri çekilmek zorunda kaldı. Grevin ikinci gününün sonunda, ordu tüm şehri abluka altına aldı; Errico Malatesta ve Luigi Fabbri “gizli kararla” tutuklandı.
Bu gelişmelerin ardından, anarşistler tarafından örgütlenen eylemler, bütün bir yıl boyunca aralıklarla sürdü. Bu eylemlerden en bilineni ise; büyük bir katliam olarak tarihe kazındı. 6-10 Mayıs 1898 tarihlerinde Milan’da, işçilerin Pirelli fabrikasında örgütlediği greve General Bava-Beccaris’in emriyle bir saldırı düzenlendi. Düzenlenen saldırıda grevdeki 400 işçi katledildi.
İspanya Bölgesi Tarım İşçileri Birliği Eylemleri
1891 yılının Aralık ayında Endülüs bölgesinde, İspanya Bölgesi Tarım İşçileri Birliği’nin ilk kongresi toplanmış; kongreden sonra 65 anarşist işçi tutuklanmıştı.
İşçilerin tutuklanmasından sonra, 8 Ocak tarihinde toplam sekiz farklı bölgeden gelen ve Jerez’de buluşan anarşist tarım işçileri, Kara El(La Mano Negra) isimli örgütle birlikte “Yaşasın Toplumsal Devrim” (Viva la révolution sociale) sloganıyla bir eylem düzenledi. Gerçekleştirilen eylemde, tutuklanan yoldaşları için cezaevine doğru yürümeye başlayan anarşist işçilerin önü askerler tarafından kesildi ve komutan, askerlerin işçilere ateş açmasını emretti. Askerler, düzenlenen yürüyüş içerisinde yer alan Antonio Gonzalez Macias’ın yaptığı propagandadan etkilenerek geri çekildiler. Ancak, farklı bölgelerden getirilen acil birliklerle tüm şehir abluka altına alındı ve anarşist işçilere yönelik büyük bir saldırı düzenlendi. Saldırı sırasında gözaltına alınan 4 anarşist işçi, Kara El örgütüne dahil oldukları gerekçesiyle, 10 Şubat tarihinde idam edildi.
Zorla Asker Edilmeye Karşı Anarşist İşçilerin İsyanı
İspanya Kralı 13. Alfonso, 1909 yılının yazında, Barselona’daki işçilerin 2. Rif Savaşı’nda Afrika topraklarında yedek askeri birlik olmasına dair bir karar çıkartmıştı. Kralın aldığı bu karar üzerine Barselona’da bulunan ve CNT’nin yayın organlarından biri olan Solidaridad Obrera (İşçi Dayanışması), işçilerin zorla asker edilmek istenmesine karşı bir grev çalışması başlattı. İşçilerin askere gitmeyip bu savaşın bir parçası olmayacaklarına dair yapılan açıklamayla, Solidaridad Obrera, 25 Temmuz 1909 tarihinde genel grev çağrısı yaptı. Ancak ordu, Barselona merkezinde eylem yapan grevdeki işçilere yönelik bir saldırı gerçekleştirdi ve üzerlerine ateş açtı. İşçiler Las Ramblas sokaklarında barikat kurarak direnişe geçti. İşçilerin örgütledikleri bu direnişin ardından ordu içerisinde yer alan ve çoğu işçi kökenli olan birçok asker, direnişteki işçilere karşı silah kullanmayı reddederek ordudan ayrıldı. 13. Alfonso ise, askerlerin ordudan ayrılmasına karşı Barselona’da sıkı yönetim ilan ederek Valensiya, Pamplona ve Burgos’ta yeni birlikler getirdi.
Getirilen yeni birliklere karşı 1 hafta boyunca süren direnişte, 150 işçi askerler tarafından katledildi; içlerinde Francisco Ferrer’in de bulunduğu 5 kişi idam edildi.
Bu haber Meydan Gazetesi’nin 34. sayısında yayımlanmıştır.
The post ”EYLEMDE ANARŞiZM” appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post Anarşist Teori ve Pratik Tartışmaları(2) : ” Devrimci Sendikalizm ve Anarşizm” – Errico Malatesta, Pierre Monatte appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>Pierre Monatte: Devrimci Sendikalizm
Anarşizm ve sendikalizm arasındaki ortaklığı görmemek için kör olmak gerekir. Her ikisi de toplumsal devrim yoluyla kapitalizmin ve ücretli sistemin kökünü kazımayı istemektedir. Sendikalizm, işçi sınıfı hareketinin yeniden canlanışının bir kanıtı olarak var olmakta ve anarşizm de işçiler arasındaki kökenleri hakkında bir bilinci yeniden canlandırmaktadır. Diğer yandan, anarşistlerin işçi sınıfı hareketini devrimci yola taşımaya ve doğrudan eylem fikrini halka yaymaya olan katkıları hiç de az değildir. Sendikalizm ve anarşizm bu yollar üzerinden birbirinin karşılıklı yararına olacak şekilde bir diğerini etkilediler.
Devrimci sendikalizm fikri Fransa’da, Confédération Générale du Travail’ın(CGT) militanları arasında ortaya çıkıp gelişti. Konfederasyon’un uluslararası işçi sınıfı hareketinde bütünüyle benzersiz bir yeri var. Kendisinin tamamen devrimci olduğunu beyan eden ve hiçbir siyasi partiyle, en gelişmiş olanlarıyla bile, hiçbir bağlılığı olmayan tek örgütlenme odur. Fransa dışında başka birçok memlekette sosyal demokrasi başroldedir. Fransa’da CGT, hem sayısal güç hem de sahip olduğu etkiyle sosyal demokrasiyi, Sosyalist Parti’yi çok geride bırakmış durumdadır. Sadece işçi sınıfını temsil ettiğini ileri sürerek, geçen yıllar içinde kendisine verilen tüm ayrıcalıkları kesinlikle reddeti. Onun gücü otonomidir ve otonom kalmak istemektedir.
CGT’nin bu duruşu, siyasi partilerle temas etmeyi reddetmesi sabrı taşmış düşmanlarının dilinde ona “anarşist” ünvanını kazandırdı. Ancak hiçbir şey bundan daha yanlış olamazdı. Sendikalardan ve emekçi sendikalarından oluşan bütün bir grup olan CGT resmi bir doktrine sahip değildir. CGT’de tüm doktrinler temsil edilir ve bunlar eşit hoşgörüyle karşılanırlar. Bir grup anarşist konfederal komitede çalışır, bunlar burada sosyalistlerle bir araya gelir ve birlikte çalışırlar ki bu sosyalistlerin çoğu -geçerken kaydetmek gerekir ki- sendikalar ve Sosyalist Parti arasındaki bir ittifak fikrine anarşistlerden hiç de az düşman değillerdir.
… Eğer sendikalist uygulamalarımızda, görüşlere dayalı sendikaları kabul etmeyen, her meslek ve kasaba için sadece bir sendika olmasını gerektiren temel ilişkiye bağlı kalmamış olsaydık, ne işçi sınıfı birliğinin gerçekleştirilmesini, ne de devrimcilerin koalisyonu CGT’yi tek başına şu anki zenginlik ve itibar düzeyine taşıyabilirdik. Sendikanın politik tarafsızlığı bu ilkenin sonucudur. Sendika anarşist, ya da Guesdist¹ veya Allemanist ya da Blanquist² olamaz, olmamalıdır da. O sadece işçi sınıfı olmalıdır. Çoğunlukla çok ince ve yüzeysel olan fikir ayrılıkları sendikada ikinci sıradadır ve anlaşma bu şekilde sağlanır. Pratik hayatta çıkarlar fikirlerden önce gelir. Okullar ve hizipler arasındaki tüm çekişmelere rağmen, işçilerin çıkarları, hepsinin ücret yasasına tabi olması nedeniyle birbirinin benzeridir. Ve onlar arasında tesis edilmiş olan uyumun sırrı budur, sendikalizmin gücünü oluşturan ve onun geçen yıl, Amiens Kongresi’nde kendi kendine yeterli olduğunu gururla söylemesini sağlayan sır budur.
Bütün memleketlerdeki proleterlerin Fransız proletaryasının sendikalist deneyiminden yararlanması önemlidir. Ve bu deneyimde, kurtuluşu için mücadele eden bir işçi sınıfının olduğunun her yerde tekrarlanmasını garantilemek anarşistlerin görevidir. Anarşistler, örneğin Rusya’da anarşist sendikaları ve Belçika ve Almanya’da Hristiyan ve sosyal demokratik sendikaları üreten partizan sendikacılığa Fransız tarzı bir sendikalizmle, tarafsız, ya da daha doğrusu, bağımsız bir sendikalizmle karşı çıkmalıdırlar. Bir işçi sınıfının olduğu gibi, bununla aynı şekilde, her sanayide ve her kasabada bir işçi sınıfı örgütünden, bir tek sendikadan daha fazlası olmaması gerekir. Sınıf mücadelesi ancak bu koşulla her dakika rakip okulların ve hiziplerin hırgürüyle engellenmekten kurtulup olanca genişliğiyle gelişebilir ve maksimum sonucu gerçekleştirilebilir.
Sendikalizm, Amiens Kongresi’nin 1906’da ilan ettiği gibi kendi kendine yeterlidir. Bu ifade biliyorum ki hiçbir zaman tamamen anlaşılmadı; anarşistlerce bile. Bununla işçi sınıfının, en sonunda çoğunluğu elde ederek, kendine yeterli olmaya ve kurtuluşu için başka hiç kimseye güvenmemeye niyet etmesi kastediliyor. Bu kadar incelikle ifade edilmiş bir eylem istediğinde, bir anarşist nasıl bir yanlışlık bulabilir?
Sendikalizm işçilere bir yeryüzü cenneti vaat etmekle zaman harcamaz. Onları bu cenneti fethetmeye çağırır, onları eylemlerinin asla tamamen boşuna olmadığına ikna eder. O bir istek, enerji ve verimli düşünme okuludur. Uzun zamandır kendi üzerine kapanmış olan anarşizme yeni perspektifler ve yeni umutlar kazandırır. O halde bırakın tüm anarşistler sendikalizme gelsin; çalışmaları onlar için çok verimli olacaktır ve sosyal rejime karşı darbeleri çok daha kesin sonuç verecektir.
Errico Malatesta: Sendika Bir Araçtır Anarşizm ise Amaç!
Monatte sendikalizmin toplumsal devrim için gerekli ve yeterli bir araç olduğu sonucuna ulaştı. Bir başka ifadeyle, Monatte sendikalizmin kendi başına yeterli olduğunu beyan etti. Ve bu, bana göre, kökten yanlış bir doktrindir.
Geçmişte olduğu gibi bugün de anarşistlerin işçi sınıfı hareketlerine girdiğini görmekten memnun olurum. Dün olduğu gibi bugün de, sendikaları destekleyen biri olduğum anlamında ben bir sendikalistim. Anarşist sendikalar istemiyorum, bu hemen sosyal demokratik, cumhuriyetçi, kraliyetçi ve başka türlerde sendikalara meşruluk kazandıracaktır ve işçi sınıfını kendi içinde her zamankinden daha fazla bölecektir. Hatta kızıl sendikalar görmek dahi istemiyorum, çünkü sarı sendikalar-patronların kontrolünde bulunan sendikalar- görmek istemiyorum. Görüşlerine bakmaksızın tüm işçilere açık sendikalar, tamamıyla tarafsız sendikalar görmeyi daha çok isterim.
Bu nedenle işçi sınıfı hareketine en aktif katılımdan yanayım. Ancak, böyle düşünmemin nedeni her şeyden önce, bu yolla alanı büyük ölçüde genişleyecek olan propagandamızın çıkarlarıdır. Ama bu katılımın, en derin düşüncelerimizden vazgeçmekle eş anlamlı olduğu hiçbir şekilde düşünülmemelidir. Sendikaların içinde anarşist olarak kalmalıyız; bu tanımın tüm gücü ve genişliğiyle! İşçi sınıfı hareketi, benim düşünceme göre bir araçtan daha öte değildir. Her ne kadar, şüphesiz elimizdeki araçların en iyisi olsa da. Ancak araçları amaç olarak benimsemeyi reddediyorum ve aynı şekilde, anarşist fikirlerin bütünlüğünün ya da daha basit ifade edecek olursak, diğer propaganda ve ajitasyon araçlarımızın gözden yitmesini istemem.
Sendikalistler, diğer yandan, araçları bir amaca dönüştürmeye, parçayı bir bütün olarak görmeye meyilliler…
Sendikalizm kendini devrimci sıfatıyla güçlendirse bile, çalışma koşullarının ıslahından başka bir erişilir amacı olmayan, kanuna dayanan ve hatta tutucu olan bir hareketten daha fazlası değildir ve asla olmayacaktır. Büyük Kuzey Amerika sendikalarının bize verdiği kanıtlar dışında başka kanıt aramaya gerek duymuyorum. Bu sendikalar, halen zayıf oldukları zamanlarda bile kendilerini en radikal devrimcilikle dolu olarak gösterip olabildiğince güç ve servet kazanarak tamamen tutucu örgütlenmeler haline geldiler. Tamamen üyelerini fabrikanın, atölyenin ya da madenin aristokratları yapmakla ilgilendiler. Örgütlü olmayan işçilere ve sosyal demokratlarca mahkum edilmiş beş parasız proletaryaya paternalistik3 kapitalizme olduklarından çok daha düşmanlar! Ama sendikalizmin hesaba katmadığı, ya da daha doğrusu sadece bir engel olarak gördüğü, gittikçe artan işsiz proletaryayı bizler, yani diğer anarşistler unutmayız ve onları savunmak bizim görevimizdir. Çünkü en çok acı çekenler onlardır.
İzninizle tekrar ediyorum: Anarşistler, işçi sınıfı sendikalarına girmelidir. Her şeyden önce burada anarşist propaganda yürütmek ve üretimin yönetimini eline geçirebilecek grupların -hepimizin ümit ettiği o günde- yanımızda olmasının tek yolu bu olduğundan. Son olarak da sendikaları özel çıkarlar dışında başka bir şeyi savunmaktan caydıran iğrenç kafa yapısına karşı canla başla savaşmak için sendikalara girmeliyiz.
Bana göre Monatte’in ve tüm devrimci sendikalistlerin temel hatası sınıf mücadelesini çok basite indirgeyen anlayışlarıdır. Bu anlayışa göre tüm işçilerin -tüm işçi sınıfının- ekonomik çıkarları benzerdir, bu anlayışa göre işçilerin kendi çıkarlarını savunmayı ele almaları yeterlidir ve bütün proletaryanın çıkarları aynı zamanda kapitalizme karşı savunulacaktır.
Gerçekliğin oldukça farklı olduğunu iddia ediyorum. Burjuvazi gibi, herkes gibi, işçiler de devletin varlığından ve özel mülkiyetten türeyen ve ancak onlar ortadan kaldırıldığında ortadan kalacak olan evrensel rekabet yasasına tabidir. Bu nedenle, kelimenin gerçek anlamıyla, ortada hiçbir sınıf çıkarı olmadığı için bir sınıf da yoktur. İşçi “sınıfının” ortasında da burjuvazinin ortasında olduğu gibi, rekabet ve savaş devam etmektedir. Bir kategoriye ait işçilerin ekonomik çıkarları, bir diğer kategoriden olanlara kesinlikle karşı olacaktır. Ve her yerde hem ekonomik hem ahlaki olarak burjuvaziye, proleteryaya olduğundan daha yakın işçiler görülmektedir. Size işçilerin grevlerde ne sıklıkla şiddet kullandığını hatırlatmama lüzum yok. Peki, bu şiddet polise ve yöneticilere karşı mı? Tabi ki de değil; yine kendileri gibi sömürülmüş ve hatta kendilerinden daha fazla aşağılanmış olan grev kırıcılara karşıdır. Hem de işçilerin gerçek düşmanları, sosyal eşitliğin gerçek engelleri halen polis ve işverenlerken.
Yine de ekonomik dayanışmanın yokluğunda bile işçiler arasındaki ahlaki dayanışma mümkündür. Anonim çıkarların savunusundan kendilerini ayırmış olan işçiler, onun farkında olmayabilirler. Ama toplumsal dönüşüme yönelik ortak bir iradenin onları yeni insanlara dönüştürdüğü gün bu ortaya çıkacaktır. Günümüz toplumunda, dayanışma sadece ortak bir idealin himayesi altında gelişen bir paylaşım sonucunda ortaya çıkabilir. Anarşistlerin rolü, sendikalarda bu ideali canlandırmaktır. Şu anda onlara pekala taraflı görünen şu “acil çıkarlara” zarar vermek pahasına da olsa, onları aşamalı olarak toplumsal devrime yöneltmektir.
Sendikalist eylemin bizi bir takım tehlikelere soktuğunu kimse ikna edemez. Bu tehlikelerin en büyüğü şüphesiz sendikalarda bulunan memuriyetlerdeki militanların, özellikle de bu maaşlı bir memuriyet olduğunda, (bu sistemi) onayında yatmaktadır. Gelin bunu genel bir kural olarak alalım: Bir sendikada kalıcı ve maaşlı bir memura dönüşen bir anarşist, propaganda açısından kaybedilmiştir, anarşizm açısından kaybedilmiştir! Bu noktadan sonra o, kendisine ödeme yapanların emri altındadır ve bu kişilerin hepsi anarşist olmadığı için, vicdanı ve çıkarları arasında sıkışan maaşlı bir memur, ya vicdanını dinlemek ve pozisyonunu kaybetmek, ya da çıkarlarının peşinden giderek anarşizme veda etmek zorundadır!
İşçi sınıfı hareketinde memurların varlığı, yalnızca parlamenter rejimdekiyle kıyaslanabilecek bir tehlikedir. Her ikisi de yozlaşmaya yol açar ve yozlaşma ile ölüm arasındaki mesafe çok da fazla değildir.
Ve şimdi gelin genel grevi düşünelim. Kişisel olarak bu ilkeyi kabul ediyorum. Yıllardan beri de tüm gücümle onun propagandasını yapmaktayım. Genel grev bana her zaman toplumsal devrimi başlatmak için mükemmel bir araç gibi görünmüştür. Ancak, genel grevin silahlı ayaklanmayı gereksiz kıldığı yönündeki feci yanılsamaya düşmemek için tetikte olmalıyız.
Bize üretimi aniden durdurmak yoluyla birkaç gün içinde açlıktan ölerek, teslim olmak zorunda kalacak olan burjuvaziyi yok etmekte işçilerin başarılı olacağı söyleniyor. Bundan daha görkemli bir saçmalık düşünemiyorum. Bir genel grev sırasında açlıktan ölecek ilk kişiler, tüm stoklarını tamamlayan burjuvalar değil, yaşamak için sadece emeğine sahip olan işçiler olacaktır.
Genel grev, bize önceden söylendiği haliyle salt bir ütopyadan ibarettir. Ya işçi, üç günlük grevin ardından açlıktan ölüp başını öne eğip atölyelere geri dönecek, biz de tahtaya yeni bir yenilgi daha yazmış olacağız ya da üretimi ana kuvvetle ele geçirmeye çalışacak. Onu durdurmak için kimin beklediğini görecek! Burjuvaların kendileri dışında askerler, polisler ve ardından meseleye kurşun ve bombalar karışmadan olmayacak. Ayaklanma olacak ve zafer en güçlü olanın olacak.
Bu nedenle genel greve her derde deva bir ilaç gibi bakmakla kendimizi sınırlandırmak yerine, gelin şu kaçınılmaz ayaklanma için hazırlanalım.
Ama onu gerçekçi terimlerle düşünsek bile, genel grev yine de büyük dikkatle kullanılması gereken iki uçlu bir bıçaktır. Geçim koşulu müddetsiz bir şekilde ertelenemez. Er ya da geç insanları besleyecek araçları ele geçirmek gerekecek ve bunun için, grev bir ayaklanmaya dönüşene dek bekleyemeyiz.
İşçilerden istememiz gereken, çalışmayı sonlandırmaları değil daha çok ona kendi yararlarına olacak şekilde devam etmeleridir. Bu olmaksızın genel grev, dükkanlarda birikmiş olan tüm ürünleri derhal ele geçirmeye yetecek kadar güçlü olsa bile çok geçmeden genel bir açlığa dönüşecektir. Genel grev fikri temelde hepten hatalı bir inançtan doğmaktadır; burjuvazi tarafından biriktirilen ürünleri ele geçirmekle insanlığın, üretmeksizin kim bilir kaç ay ve kaç yıl boyunca tüketime devam edebileceği inancından…
Geçmişte kendilerini işçi sınıfı hareketinden ayıran yoldaşlar için kederlendim. Bugün birçoğumuzun, ters uca düşüp aynı hareket içinde yutulmamıza izin vermiş olduğumuz için kederleniyorum. Bir kere daha söyleyecek olursam, işçi sınıfı örgütlenmesi, grev, genel grev, doğrudan eylem, boykot, sabotaj ve silahlı ayaklanmanın kendisi, bunlar sadece araçtır. Anarşizm ise amaçtır. Arzuladığımız anarşist devrim bir tek sınıfın çıkarlarının çok daha ötesindendir: O köleleştirilmiş insanlığın üç bakış açısından, ekonomik, siyasi ve ahlaki olarak tam özgürlüğünü planlar. Gelin bu nedenle tek yönlü basite indirgenmiş herhangi bir eylem planına karşı tetikte olalım. Sendikalizm, işçi sınıfının bizim kullanımımıza soktuğu güçler nedeniyle mükemmel bir eylem aracıdır, ancak bizim tek aracımız olamaz. Aksi halde, çabalarımıza değer olan bir amacı, Anarşizmi gözden yitirmek zorunda kalırız.
Dip Notlar :
1 – Lules Basile Guesde: Fransız sosyalist bir gazeteci ve politikacı
2 – Louis Auguste Blanqui’ye atfedilen bir devrim anlayışı
3 –Paternalizm: Latince pater(peder, baba) kelimesinden türeyen kavram, halkın bir türlü büyüyemeyen bir çocuk olduğunu ve toplumsal yaşamın karmaşıklığını çözümleyebilecek yetisi olmadığını öne sürer. Halkın bu yüzden bir siyasi iktidara (devlete) zorunlu olarak bağlı olacağını savunur.
Halil Çelik
Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 28. sayısında yayımlanmıştır.
The post Anarşist Teori ve Pratik Tartışmaları(2) : ” Devrimci Sendikalizm ve Anarşizm” – Errico Malatesta, Pierre Monatte appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post “Korku Egemenliği Terör Devleti” – Merve Demir appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>Devletin varlığını sürdürmesi için, toplumun geniş kesimlerinde itaati zorlaması ya da bunu yapabileceğine inandırması gerekir. Ancak özgürlük için direnenler ve mücadele edenler, devletin bu çabasını boşa çıkarırlar. Direniş ve özgürlük insanların aklına bir kere düşmeyegörsün; devletin bu direnişi gösterenleri katletmesi bunu unutturmaz. Bir kere toplumsal meşruluğunu yitiren devlet, varlığını sürdürebilmek için çok daha büyük bir korku yaratmaya çalışır. Böyle dönemlerde, kendi hukukunu dahi yok sayıp “olağanüstü hal”lerle gündelik yaşamı terörize etmesi, devletin ana politikası olur. Dolayısıyla terörün ne, teröristin kim olduğunu biraz daha ayrıntılı irdelemek gerekiyor.
Devletin Terörist Dedikleri
1793’te yani Fransız Devrimi’nin hemen sonrasında ilan edilen Convention adlı bildiri ile terör kelimesi ilk siyasal anlamına kavuşur: “Komplo kuran tüm kişileri dehşete düşürmenin zamanı geldi. Kanun adamları, terörü başlatın.” Aslında bu ilk kullanım, devlet ve terör arasındaki doğrudan ilişkiyi anlamak açısından önemli.
Devletin “terör” iddiasıyla toplumu baskı altına alıp sindirmek istemesinin, kendisine karşı mücadele edenleri terörist ilan edip katletmesinin çokça örneği var.
Sene 1886… 8 saatlik iş günü için, ABD’deki işçiler, greve giderler. Günlerden 1 Mayıstır. Ayın dördünde devletin ve şirketlerin greve giden işçilere yönelik uyguladığı baskıyı ve şiddeti protesto etmek isteyen işçiler bu kez Haymarket Meydanı’na giderler. Günlerden katliamdır. Çünkü Meydanda düzenlenen mitinge polis saldırır, çok sayıda işçi yaşamını yitirir. Olaydan sonra “terörist” yaftalamasıyla birçok işçi tutuklanır ve idam edilir. Devlet aslında emeği için mücadele eden, hizaya sokamadığı işçileri katlederek en çok da ayakta kalanları ve mücadeleye tutunanları korkutarak yıldırmaya çalışmak istemiştir. Ancak yılgınlık değil, direniş örgütlenir. Böylece 1 Mayıs’lar devlet terörüne karşı her yerde direniş olmuştur.
İki İtalyan işçi olan Sacco ve Vanzetti, örgütlü mücadele eden anarşistlerdi. Haymarket işçilerinin yaşadıklarına benzer şekilde, devlet, bu iki işçiyi de, “haklı bir gerekçe sunarak” terörist ilan etti ve ardından katletti.
Devletin bu sıfatı en çok yakıştırdıklarından biri, anarşizmin en ateşli savunucularından, tüm yaşamını devlete karşı mücadeleye adamış Emma Goldman’dı. Sadece Goldman değil Errico Malatesta, Mihail Bakunin ve daha birçok anarşist devlet tarafından terörist olarak yaftalanmış, dört duvar arasına kapatılarak mücadeleden yalıtılmaya çalışılmıştı.
Anarşist hareketin tarihinde terörist diye yaftalananlar sadece bireyler değildi. İşçi örgütlenmelerinden sendikalara, kooperatiflerden federasyonlara kadar farklı birçok anarşist yapı da bu yaftalamadan kurtulamamıştır. Faşist Franco döneminde CNT’den Arjantin’deki anarşist sendika FORA’ya, 19. Yüzyılda ABD’de IWW’den Bakunin’in örgütlediği İşçi Kardeşliklerine kadar öz-örgütlenmelerin büyük çoğunluğu devlet ve kapitalizmin işlerliğinin dışında bir toplumsal işleyişe giriştiklerinden dolayı terörist oldukları iddiasıyla baskılara maruz kalmışlardır.
Devletlerin terör yaftalamalarına maruz kalanlar, muhakkak ki sadece anarşistler olmamıştır. İberya’da Bask halkının özgürlük mücadelesini veren ETA’dan, Kuzey İrlanda halkının özgürlük mücadelesini veren IRA’ya, 1960’larda kadın mücadelesini veren örgütlerden siyahların mücadelesini veren örgütlenmelere kadar, mücadele eden tüm kesimler, devlet tarafından tehdit olarak görülmeye başladığı an terörist diye yaftalamış, sürgün edilmiş, hapsedilmiş ve katledilmiştir.
Birkaç ay öncesinde İspanya‘da anarşistlere yönelik girişilmiş Pandora ve Pinata operasyonlarıyla da aynı senaryo oynanmaya çalışılmıştır. Devlet “terör operasyonları” aracılığıyla sadece anarşistleri tutuklamamıştır. Aynı zamanda mücadele eden insanları kriminalize etmek ve toplumda bir korku havası estirmek istemiştir.
Terör Operasyonları
Özellikle toplumsal mücadelenin yükselişe geçtiği, devlet iktidarının kendini yalnızca şiddet kullanarak yeniden üretebildiği bir atmosferde, devletlerin en çok başvurduğu strateji, terör operasyonlarıdır. Yukarıda da belirtildiği gibi operasyonların hedefi toplumda bir korku durumu yaratarak, bireyleri devletin belirlediği ve sınırlarını çizdiği siyasal alanın içinde kalmalarını sağlamaktır. Yani basitçe, devlet vatandaşlarından kendisine biat etmesini beklerken, belirlediği alanın dışına çıkanları “ibretlik olsun” diye cezalandırır.
Operasyon süreçlerinde, kolluk güçleriyle diyalog halinde çalışan medyanın da desteğiyle, operasyon gerçekleştirilen organizasyon ve bireyler hedef alınır. Operasyonlarla terör diye yaftalanan, iktidar sahiplerinin çıkarına olmayan eylemlerdir. Terörist dedikleri, aynı iktidar sahiplerinin tahakkümüne karşı direnen ve bu tahakkümü ortadan kaldırmak için mücadele edenlerdir.
Bir yandan Kürt siyasetine yönelik terör operasyonları cadı avı niteliğinde sürerken, diğer yandan Kürdistan’da askeri operasyonlar ve sokağa çıkma yasakları, 90’ları aratmadı. Sabaha karşı yapılan ev baskınlarının ve gözaltıların, devrimcileri ve halkı yıldırmaya yönelik hamleler olduğu aşikardı. Bu koşullarda sokaklar daha kızgınlaştı ve çatışmalar arttı. Bu eksende devletin koyduğu yasaklara bir de kent giriş-çıkışların kapatılması ve basının çatışma bölgelerine girişlerinin engellenmesi eklendi. 144 toplantı ve gösteriye asker-polis saldırısı yaşandı. Son 40 günde 2 bin 544 kişi gözaltına alınırken, 338 kişi tutuklandı. Yapılan çatışmalarda 24 kişi yaralandı. 7 gün içinde 45 kişi yaşamını yitirdi. Yapılan operasyonlar sonucunda devlet Bağcılar’da Günay Özarslan adında bir devrimciyi infaz etti. Şırnak’ta 7 yaşında Baran Çağlı, Diyarbakır’da 11 yaşındaki Beytullah Aydın, Ağrı Diyadin’de 15 yaşındaki Orhan Aslan, 16 yaşındaki Emrah Aydemir, Mardin’ de 16 yaşındaki Mazlum Turan devlet tarafından katledildi. Asker Silopi’de evleri basıp 3 genci yataklarında infaz etti.
Gözaltına alınanlar, kaybedilenler, işkenceye uğrayanlar, sabaha karşı yapılan ev baskınları, gösteri ve toplantılara saldırı, sokağa çıkma yasağı, kent giriş çıkış yasakları, köy boşaltmalar, kasten başlatılan orman yangınları, askeri operasyonlar, saldırılarda, operasyonlarda yaralananlar, katledilenler, infaz edilenler, infaz edilenlerin cansız bedenlerine yönelik şiddet ve bu şiddetin teşhiri…
Bütün bunlardan sonra tekrar düşünelim terör kelimesinin anlamını. Ve teröristin kim olduğunu…
Merve Demir
Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 28. sayısında yayımlanmıştır.
The post “Korku Egemenliği Terör Devleti” – Merve Demir appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post Tarihteki Anarşist Kadınlar appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>Tarih boyunca, anarşizm fikrinin toplumsallaşmaya ve örgütlenmeye başladığı ilk andan itibaren kadınlar; ezilenlerin mücadelesinde ön saflarda yer almışlardır. Yaktıkları isyan ateşi fabrikalarda, sokaklarda, kadın ezilmişliğinin olduğu her alanda büyümüş, kadın özgürlük mücadelesinin temellerini atmıştır.
Paris Komünü’nde, İspanya Devrimi’nde kadınların tuttukları direnişin meşalesi yaşam olmuş, özgürlük olmuş, devrim olmuştur. Anarşist kadınlar, Emma Goldman’dan Lucy Parsons’a, Voltairine de Cleyre’dan Virgilia D’andre’ya, Lucía Sánchez Saornil’den Mujeres Libres’li kadınlara, anarşizm mücadelesinin tohumlarını coğrafyanın dört bir yanında yeşertmişlerdir.
Anarşizmin iki yüzyılı aşkın örgütlü tarihinde yer alan anarşist kadınların, yaşadığımız coğrafyada pek bilinmeyen yaşamlarının ve mücadelelerine adanmış hikayelerinin tekrar tekrar incelenmesi gerekir.
Kadınlar tarafından çıkarılan gazetemizin bu sayısında, sizlerle, kadın mücadelesine büyük ihtiyaç duyulan şu günlerde, tarih boyunca tüm coğrafyada anarşist mücadeleyi yükselten kadınların hayat hikayelerini paylaşıyoruz.
Virgilia D’Andrea
Malatesta’nın İtalya’da yarattığı geleneğin sürdürücülerinden olan Virgilia D’Andrea Güney İtalya’da, Sulmona’da dünyaya geldi. Genç yaşta ailesini kaybetti ve Katolik bir kurumda öğretmen olmak için eğitim almaya başladı. Ancak kariyerine öğretmen olarak devam etmek istemiyordu. Ve kendine yepyeni bir kariyer yarattı. Toplumsal mücadelede kendini güçlü bir şair, kararlı bir öğretmen ve pes etmez bir savaşçı olarak buldu.
Kapitalizmin köleliğinden sıyrılmak isteyen insanların mücadelesini yazdı şiirlerinde. Devlete, dine, eğitime karşı söyledi sözlerini; alanlarda, meydanlarda.
1910’lu yıllarda, Dünya Savaşının sürdüğü esnada toplumsal muhalefette meydana gelen yükselmeyle birlikte pek çok arazi, tarla işçiler ve köylüler tarafından ele geçirildi. Fabrika ve atölyelerin tamamına halk el koymuştu bile. Herkes toplumsal devrime yürüdüklerini düşünürken İtalya’da faşizm yükselmeye başladı. Virgilia için sonuç ise tecrit, hapis ve sürgün oldu. İtalya ve Almanya devletinin yakınlaştığı dönemde Paris’e gitti ve orada Veglia adlı bir dergi çıkarmaya başladı. Sacco ve Vanzetti için büyük kampanyalar örgütledi. Ancak Mussolini, burada da Virgilia’dan rahatsızdı. Böylelikle Fransız Hükumetini kışkırttı ve sınırdışı edilmesine yol açtı. Tam da o esnada yoldaşları onu Birleşik Devletlere davet etti. Kalemini kılıç gibi kullanan Virgilia D’Andrea, şiirlerini “Torento” adlı koleksiyonunda topladı. İktidarlara meydan okuyan ve tüm hayatını anarşist mücadeleye adayan D’Andrea yaşamını yitirdiğinde, hem kendi yapıtları hem de ardından yayımlanan onlarca metinle anıldı.
Kate Sharpley
1. Dünya Savaşı’nın patlak verdiği esnada, savaş karşıtı mücadeleyle ön plana çıkmıştır Kate Sharpley. Deptford’da yoksul bir ailenin çocuğu olarak dünyaya gelmiş, bir fırıncı ile evlenmiştir. Woolwich mühimmat fabrikasında çalıştığı esnada işyeri temsilcisi hareketinde aktif rol oynadı.
Anarko-sendikalist At Taşıyıcıları Birliği’nde aktif olan kardeşi ve babası, bir eylemde polis tarafından katledildi. Eşi de bu eylemlerde öldürüldü ancak Kate polisin onu kaçırdığını düşünüyordu. 1921’de Kronştand isyanı sırasında Troçkist Parti Sharpley’in yayınlarını sansürledi, grevler düzenlemesini engelledi. Tüm bu yaşadığı baskı ve yasaklara rağmen kararlılığıyla mücadelesine devam etti. Hatta bu yasaklar ona ilham verdi ve büyük bir arşiv oluşturmaya başladı. Bugün Kate Sharpley’in anısına orjinal anarşist belgelerden oluşan büyük bir kütüphane bulunmaktadır.
Anna Mendleson
1948’de Stockport’ta doğan Anna Mendelson anarşizmle oldukça genç yaşlarda tanıştı. İspanya Devriminde aktif rol almış ve hayatını kaybetmiş babasının izinden yürümüş, 19. yüzyılın ikinci yarısına eylemlikleri ile damga vurmuştu. 1967-69 yılları arasında Essex Üniversitesinde okuduğu esnada radikal öğrenci hareketlerinde büyük rol oynamasıyla tanındı.1971’de İçişleri Bakanına karşı yürüttükleri kampanyadan dolayı devlet tarafından terörist ilan edildi. 1972’de gerçekleşen büyük Stoke Newington Eight patlamasında ismi geçti. Sonrasında, silah ve patlayıcı bulundurmaktan devlet Mendelson’u ve beraberindeki üç yoldaşını suçlu ilan etti.
Şairliğiyle tanınan ve mücadelesini kalemiyle de yükselten Mendleson, 2009’da beyninde bulunan tümor nedeniyle yaşamını yitirdi. Ardında onlarca yazı, makale ve mücadelesine dair anılar bıraktı. Implacable Art (Bastırılamaz Sanat) adlı şiir kitabı, bugün halen raflarda yerini korumaktadır.
Luce Fabbri
2000 yılında, 92 yaşında yaşamını yitirdiğinde 20. yüzyıl anarşizmine büyük harflerle kazımıştı ismini. Hem militanlığı hem de ahlaki ve siyasi düşünce ve kavrayış tekniğiyle La Protesta’ya yazdığı yazılarla, Rivoluziona Libertoria dergisindeki makaleleriyle anarşist külliyata büyük bir miras bıraktı.
Yaşamı çoğunlukla 20li yaşlarında terk ettiği İtalya’nın dışında geçti. Ailesiyle birlikte faşizmden kaçtığı bir sürgündü bu. Uruguay kendi toprakları gibi olmuştu. Ve bunu yazdıklarında ve yürüttüğü siyasi faaliyetlerde hissettirdi çoğunlukla.
Ünlü anarşist militan ve teorisyen Luigi Fabbri ve Bianca Sbriccoli’nin ilk çocuğu olarak 1908’de dünyaya geldi. Ailesinden dolayı kültürel ve sosyal anlamda oldukça özgürlükçü bir ortamda yetişti. Öyleki evlerinde düzenlenen toplantılara Errico Malatesta da geliyordu ve onu büyükbabası gibi görüyordu- anılarında bu şekilde anlatıyor-. Büyüdükçe fikirleri gelişmeye başladı. Dayanışma, insancıllık, özgür aşk ve toplumsal ilişkilerde adalet üzerinden şekillendirdiği fikirleriyle doğal bir şekilde, kendiliğinde anarşist oldu. Böylelikle annesinin, babasının ve büyükbabasının -Errico Malatesta- izinden gitmiş oldu.
Soledad Estorach
15inde CNT’nin gece okullarında ders almaya başlamasıyla tanışır anarşizmle. Böylelikle 1931 yılında üniversiteyi kazandı ve üniversitede bir gençlik hareketine katıldı. 1934’te Pilar Grangel, Aurea Coudrado ve Conchiata Liano’nun da içerisinde bulunduğu İnşaat İşçileri sendikasında bir kadın grubuyla tanıştı ve CNT’nin GCF(Kadınların Kültürel Kulübü)’ye katıldı. 1936 yılında, İspanya Devrimi sırasında, anarşizmi toplumsallaştırma amacıyla kardeşiyle birlikte örgütlü mücadeleye başladı. 1936 temmuzunda, FIJL’nin ön saflarda mücadele eden delegelerinden biri oldu.
18 Temmuz’da Casa Cambo’da isyan ateşini yakan, barikatları kuran ve tüm gücüyle, inancıyla iktidarlara meydan okuyan anarşistlerden biriydi. Kadın özgürlük mücadelesinde Pilar Grangel’le, Conchista Liano’yla birlikte en ön saflarda savaştı Mujeres Libres için.
Hem Mujeres Libres’in yayınlarına hem de FAI’nın yayınlarına büyük katkılarda bulunan Soledad Estorach, Franco’nun işgaliyle İspanya’yı terk etmek zorunda kaldı. 26 Ocak 1939’da, Fransa’ya gitmeye hazırlandığı sırada Mujeres Libres’li iki yoldaşının -biri Pepita Carpena- faşistler tarafından köşeye sıkıştırıldığını öğrendi. Kendi canı pahasına geri döndü ve yoldaşlarını kurtardı.
1945’te gizlice Fransa’dan İspanya’ya geldi. Fakat devletin baskısından dolayı uzun süre İspanya’da gizlenemedi, Fransa’ya geri dönmek zorunda kaldı.
Mujeres Libres’in ortak yazdığı Liberter Savaşçılar (Luchadoras Libertarias) kitabının yazarlarından biri oldu.
14 Mart 1993’te yaşamını yitirdi. Ancak ardında büyük bir mücadele ve tarih kitaplarına eklenen güçlü bir anarşist kadın bıraktı.
Rose Pesotta
Ukraynalı yoksul bir çiftçi ailesinin sekiz çocuğundan ikinci olarak dünyaya gelen Pesotta, henüz 17 yaşındayken Yahudi ve Latin Amerikalı kadınların yoğunlukta olduğu kadın giysi işçilerini temsil eden ILGWU (Uluslararası Kadın Konfeksiyon İşçileri Birliği) sendikasına dahil oldu. 1920’lerde yayımlanan Der Yunyon Arbeter’de önemli yazarlardan biri haline geldi. 1933 yılında, örgütlenme yapmak için Los Angelas’a gitti. 1934’te örgütlenmenin neredeyse mümkün olmadığı zamanlarda büyük grevler örgütledi. Freedom Road gazetesinde yayımlanan makaleleri anarşistler arasında tartışmalara yol açsa da mücadelesi her daim takdir edildi ve saygı uyandırdı.
Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 25. sayısında yayımlanmıştır.
The post Tarihteki Anarşist Kadınlar appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post Anarşist Teori ve Pratik Tartışmaları(1) : “Onaltılar Manifestosu” – Pyotr Alekseyevich Kropotkin appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>Anarşist yoldaşlardan Pyotr Kropotkin’in de imzacıları arasında olan ve 1916 yılında yayımlanan Onaltılar Manifestosu, işte tam da böyle bir aşamayı yaratmıştır. 1. Dünya Savaşı’na karşı kaleme alınan bu manifesto, yanlış yorumlanmasıyla, anarşist düşünürler arasında bir tartışma yaratmıştır. 1. Dünya Savaşı’nın başlamasından tam iki yıl sonra kaleme alınan bu manifesto, başta Kropotkin olmak üzere, 15 anarşist yoldaşın imzasıyla yayılanmış ve geniş çevrelerde yankı bulmuştur.
Onaltılar Manifestosu açık ve net bir şekilde devletlerarası başlatılan ve halkların katliamıyla sonuçlanacak 1. Dünya Savaşı’na karşı olunduğu ve bu savaşın ancak devletlerin terörüne karşı direnerek sonlandırılabileceğini belirtilse de, dönemin kimi anarşist düşünürleri tarafından farklı yorumlanmıştır.
Manifestoya karşı “Cenevre Anarşist-Komünistler Grubu” adıyla, imzacıları arasında Alexander Berkman, Emma Goldman, Errico Malatesta gibi anarşist yoldaşların da bulunduğu bir eleştiri yayımlanmış ve Onaltılar Manifestosu’na ağır eleştiriler getirilmiştir. Kropotkin’in militarist, savaş yanlısı gibi ithamlarla eleştirildiği bu metin, anarşist düşünürler arasında da tartışma konusu olmuştur.
Kropotkin, Onaltılar Manifestosu’nda Alman işgalci kuvvetlerin saldırılarının, yaratılmak istenen devletsiz, sınırsız ve özgür dünya önündeki en büyük tehdit olduğunu ve bu tehdide karşı direniş göstermenin önemini vurgularken aynı zamanda Alman devletine karşı savaşın, tüm devletlere karşı verilen bir savaş olduğunu söylemiş, anarşistlerin var olan bu savaşa karşı direniş göstermesinin, bütünlüklü olarak devlet terörüne karşı bir direniş olduğunu açıklamıştır.
Tıpkı Bakunin’in yaptığı gibi, Kropotkin’in de Alman devletinin ve Alman faşizmin geçmişte olduğu gibi tekrar durdurulması gerektiğini bu yüzden anarşistlerin de savaşa girmelerini, bunun kaçınılmaz bir gerçek olduğunu söylediği Onaltılar Manifestosu, işte tam da bu noktada “Kropotkin’in savaş çağırıcılığı” iddiasıyla, birçok anarşistin hedefinde olmuştur.
Günümüzde ekonomik ve siyasi çıkarlara bağlı olarak savaş dengelerinin değiştiğini göz önünde bulundurursak, Alman devletinin de 1. Dünya Savaşı planıyla aynı kaygıyı güderek birçok coğrafyayı işgal edeceğini ve halkları katledeceğini görmek çok da zor değil.
Onaltılar Manifestosu’nun üzerine ilerletilen tartışmaların, içinde bulunduğumuz coğrafyanın anarşist mücadelesine de katkıda bulunacağını düşünerek, ilk kez Türkçe’ye çeviriyoruz. Anarşizm tarihi içerisinde bir tartışma konusu olan bu manifestonun, 1. Dünya Savaşı’na karşı geliştirilen anarşist perspektifi ve yazıldığı dönemde yarattığı etkiyi dikkate alarak yayımladığımız bu çeviriyle birlikte, “Anarşizmin Teori ve Pratik Tartışmaları” yazı dizimizi de başlatmış oluyoruz.
ONALTILAR MANİFESTOSU – Pyotr Alexeyevich Kropotkin Her yerden sesler, bir an önce barışın sağlanabilmesi için yükseliyor. Yeterince kan döküldüğünü, yeterince yıkım olduğunu ve her koşulda bunun bitmesi gerektiği söyleniliyor. Bizler herkesten çok ve uzun süredir, gazetelerimizde, halkların aralarındaki savaşa ve imparatorluğun ya da cumhuriyetçiliğin maskesi altında gülünç duruma düşen militarizme karşıyız. Ayrıca tartışılan barış esasları, Avrupalı işçiler tarafından evrensel bir kongre sonrası belirlenseydi memnun olurduk. Üstelik Alman halkı Ağustos 1914’te topraklarını korumak için hareket edildiğine inanmış olsa bile, bu halkın aslında fetih savaşları için aldatılmış olduklarını fark etmeleri için zamanları vardı. Aslında Alman işçilerin gruplarında en az çalışan Almanlar, çok veya az ilerlemiş olanlar, şimdi anlamak zorundalardır ki Fransa’nın, Belçika’nın ve Rusya’nın bu istila planları çok önceden hazırlanmıştır ve eğer savaş 1875, 1886, 1911 ya da 1913’te patlak vermediyse bunun nedeni uluslararası ilişkilerin daha elverişli olmaması ve de askeri güçlerin Almanya’ya yeterince zafer vaat edememesidir ( tamamlanacak olan stratejik hatlar, Kiel Kanalı’nın genişletilmesi, mükemmelleştirilmesi gereken büyük kuşatma topları). Ve şimdi, yirmi aylık savaş sürecinin ve korkunç kayıpların ardından, Alman ordularının istilalarının savunulacak olmadığı görülmelidir. Daha bile önemli olarak farkında olunmalıdır ki, fethedilen yerlere katılıp katılmamayı dile getirmek, her bölgenin halkına düşmektedir (Fransa, Avusturya-Macaristan yenilgisi sonrasında, 1859’da farkına varmıştır). Eğer Alman işçiler durumu bizim anladığımız ve zaten zayıf bir azınlık olan sosyal demokratların anladığı gibi anlamaya başlasalardı, barışla ilgili tartışmaların başlayabilmesi adına ortak bir zemin bulunabilirdi. Fakat ilhak etmeyi kesinlikle reddettiklerini bildirmeleri ya da onayladıklarını bildirmeleri; böylece istilacı ülkeler üzerinde vergi alma hakkından vazgeçmeleri, istilacıların komşu ülkelere verdiği maddi zararı Alman devletinin ödeme zorunluluğunun farkına varmaları ve ticaret anlaşması adı altında ekonomik bağımlılığı zorla kabul ettirmek istememelilerdir. Ne yazık ki günümüze kadar Alman halkında bir uyanış belirtisi göremiyoruz. Zimmerwald Konferansı hakkında konuştuk fakat bu konferansta eksik olan temel, Alman işçilerin tanıtımıydı. Yaşamın Almanya’da pahalı olmasından kaynaklı birçok ayaklanma olayları görmekteyiz. Ama bu ayaklanmaların büyük savaşlarla sürelerini etkilemeden paralellik gösterdiğini unutuyoruz. Bu zamanlarda Alman hükümeti tarafından alınan hükümler, yeni saldırıların ilkbahar dönüşüne hazırlandığını kanıtlamaktadır. Ama nasıl ki müttefiklerin ilkbaharda yeni ordularla, yeni ekipmanlarla, öncelere göre daha güçlü toplarla karşı koyacağını bildiğinden, müttefik halkların arasında geçimsizlik ekmeye çalışmaktadır. Ve bu amaçla savaşın kendisi kadar eski bir araç kullanmakta, yalnızca orduların ve ordu sahiplerinin karşı koyabileceği gelecek barış söylentilerini yaymaktadır. Bülow ve sekreterleri İsviçre’de kaldıkları son günlerde, bu uygulamaya tabii tutulmuştur. Ama hangi koşullar altında barışın bitirilmesini öneriyor? Neue Zuercher Zeitung’a göre -ki buna resmi gazete olan Nord-deutsche Zeitung da karşı çıkmıyor- Belçika’nın büyük bir kısmı boşaltılacak, ama bir şartla: Ağustos 1914’te olduğu gibi Alman askerlerinin geçişinin engellenmeyeceğine dair sözler verilmesi gerekiyor. Peki, bu sözler ne olacak? Belçika’daki kömür madenleri? Kongo? Kimse söylemiyor. Ama yıllık büyük bir katkıda bulunulması, şimdiden arz ediliyor. Fransa’da fethedilen topraklar geri verilecek ki buna Lorraine’in Fransızca konuşulan kısmı da dâhil. Ama karşılığında, Fransa, 18 milyarlık Rus borçlarını Alman devletine aktaracak. Bu 18 milyarlık “katkı”yı Fransız tarım ve endüstri işçileri geri ödemek durumunda kalacak, çünkü sonuçta vergileri onlar ödüyor. Kendi emekleriyle oldukça zengin bir hale getirdikleri on bölüm için 18 milyar verilecek, ama bu bölümler kendilerine harap edilmiş bir şekilde geri verilecek. Almanya’da barışın koşullarıyla ilgili ne düşünüldüğüne gelecek olursak, bir olgu kesin: Burjuva basını ülkeyi, Belçika ve Kuzey Fransa’nın bazı kesimlerinin topraklarına katılacağı fikrine hazırlıyor. Ve Almanya’da bu fikre karşı çıkma kapasitesine ait herhangi bir güç yok. Bu “fetih”e karşı ses çıkarması gereken işçiler bunu yapmıyor. Sendikalı işçiler kendilerinin emperyalist ateşi tarafından yönetilmesine izin verirken, hükümetin barışla ilgili kararları üstünde herhangi bir etkiye sahip olmak için fazla zayıf olan sosyal demokrat partisi -bütün bir kitleyi temsil etse dahi- kendisini bu konuda ikiye ayrılmış buluyor ve partinin çoğunluğu hükümeti destekliyor. Alman İmparatorluğu, 18 aydır ordularının Paris’ten 90 kilometre uzakta olduğunun bilinci ve yeni fetihler hayal eden Alman halkının desteğiyle birlikte neden çoktan yapılan fetihlerden bir çıkar elde edemeyeceğini göremiyor. Kendisini istediği zaman Fransa’ya saldırabilmesi, kolonilerini ve öbür bölgelerini alabilmesi ve direnişinden artık korkmamasını sağlayacak yeni silahları alabilmesi için yeni milyarlarını kullanabileceği barış koşullarını dikte edecek kudrette buluyor. Şu noktada barıştan bahsetmek, tam anlamıyla Alman devletinin, Bülow’un ve ajanlarının oyununa alet olmak olur. Bize gelince, biz kesinlikle bazı yoldaşlarımızın Almanya’nın kaderini yönetenlerin barışçıl eğilimlerine dair sahip olduğu illüzyonları paylaşmayı reddediyoruz. Biz tehlikenin direk yüzüne bakmayı tercih ediyoruz ve bu tehlikeyi engellemek için ne yapabileceğimizi araştırıyoruz. Tehlikeyi görmezden gelmek, onu arttırmak demektir. Alman saldırısının yalnızca kurtuluşa dair ümitlerimize karşı bir tehdit olmakla kalmayıp, bütün insan evrimine karşı da bir tehdit olduğunun fazlasıyla farkındayız. Bundan ötürüdür ki bizler, anarşistler, anti-militaristler, savaş düşmanları, barışın ve kardeşliğin tutkulu savunucuları olarak direnişten yanayız ve bu yüzdendir ki kendimizi, kendi kaderimizi, halkın geri kalanından ayırmak zorunda hissetmedik. Bu halkın müdafaasını kendi ellerine alıp ilgilenmesini görmeyi tercih ettiğimiz gerçeği üstünde durmanın, gerekli olmadığı kanısındayız. Bunun imkânsız olmasıyla beraber, değiştirilemeyecek olanın acısını çekmek dışında yapılabilecek bir şey yoktu. Ve savaşanlarla birlikte iddia ediyoruz ki, Alman halkı en mantıklı kavramlar olan hak ve adalete geri dönerek Pangermanist politik hâkimiyetin projelerinin enstrümanı olmayı reddetmediği sürece, barış söz konusu bile olamaz. Şüphesiz, savaşa, cinayetlere rağmen, bizler enternasyonalist olduğumuzu ve halkların birleşimi ile sınırların yok olmasını istediğimizi unutmuyoruz. Ama biz halkların (Alman halkı dâhil) uzlaşmasını istediğimizden ötürüdür ki, özgürlüğe dair tüm ümitlerimizin mahvoluşunu temsil edecek bir saldırgana karşı direnmeleri gerektiğini düşünüyoruz. 45 yıl boyunca Avrupa’yı uçsuz bucaksız ve sağlamlaştırılmış bir kamp haline getiren bir parti kendi koşullarını dikte edebiliyorken, barıştan bahsetmek bizlerin yapabileceği en büyük hata olur. Direnmek ve onun planlarını alaşağı etmek, aklı yerinde olan Alman halkına yolu açmak ve bu partiden kurtulmasını sağlamak için gerekli olanları tedarik etmektir. Alman yoldaşlarımız bilsinler ki, bu iki taraf için de avantajlı olan tek sonuçtur ve bizler kendileriyle işbirliği yapmak için hazırız. 28 Şubat 1916 Olaylardan sonra yayımlanan bu bildiri, Fransa ve yabancı basında yayınlanacağından dolayı ancak on beş yoldaşımız bu bildiriyi onaylamıştır: Christian Cornelissen, Henri Fuss, Jean Grave, Jacques Guérin, Pierre Kropotkine, A. Laisant. F. Le Lève (Lorient), Charles Malato, Jules Moineau (Liège), A. Orfila, Hussein Dey (Cezayir), M. Pierrot, Paul Reclus, Richard (Cezayir), Tchikawa (Japonya), W. Tcherkesoff.
Çeviri: Furkan Çelik & İrem Taştan
Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 20. sayısında yayımlanmıştır.
The post Anarşist Teori ve Pratik Tartışmaları(1) : “Onaltılar Manifestosu” – Pyotr Alekseyevich Kropotkin appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>