The post Mülkiyet Hırsızlıktır – Gökhan Soysal appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>“Şayet ‘Kölelik nedir?’ sorusuna ‘kölelik cinayettir’ deseydim, ne kastettiğim anlaşılırdı. Bir insandan düşünme yetisini, iradesini, şahsiyetini almak kudretinin hayat memat meselesi olduğunu ve bir insanı köleleştirmenin onu öldürmek olduğunu göstermek için uzun söze gerek olmayacaktı. Öyleyse ‘Mülkiyet nedir?’ sorusuna, niçin ‘hırsızlıktır’ diye cevap veremeyeyim; ne de olsa ikinci soru ilkinin şekil değiştirmiş halinden ibaret değil mi?”
Proudhon, o ünlü “Mülkiyet, hırsızlıktır” cevabını sona bırakmak yerine daha kitabın başında vermektedir. Mülkiyet üzerine o döneme kadar yazılmış en derinlikli çalışmasıyla Proudhon, “Genel kabul gören ve siyasal inanç sistemimizi özetlemek gibi tartışılmaz bir meziyete sahip bir ilkeyi yıkmak, davayı kazanmaya yetmez; onun zıddı olan olguyu tesis etmek ve bu ilkeden çıkacak sistemi formüle etmek de gerekir” diyerek “derhal uygulanabilir bir sistem” olarak tarif ettiği kendi önerisine de yer vermektedir. Proudhon, kitap boyunca mülkiyeti birçok yönden inceleyerek mülkiyetin birinci sonucunun (hırsızlık) yanı sıra ikinci sonucunu da dillendirmektedir: “Mülkiyet, despotluktur”. Ve 1840 yılında yayınlanan bu kitabın çok önemli bir başka özelliği de Proudhon’un “hangi hükümet sistemini tercih ettiğine” yönelik soruya verdiği cevaptır: “hiçbirisine, Ben anarşistim”.
Hakkında bilgi verilen kaynaklarda siyasi kimliğinden bahsetmeden Fransız ekonomisti olarak adlandırılsa da Proudhon “Mülkiyet Nedir?” kitabında olduğu gibi birçok kitabında hayatın her alanına ilişkin söyledikleriyle bir ekonomistten fazlası olarak belirmektedir. Özellikle içinde bulunduğu zaman diliminde entelektüel tartışmaların odak noktasını oluşturan siyasal iktisatçıların tartışmalarından da bu yönüyle ayrılmaktadır. “Mülkiyet Nedir?” kitabında sadece mülkiyetten veya zilyetlikten bahsedilmemekte; emek, adalet, toplum, ahlak ve birçok başat konu, enine boyuna tartışılmaktadır.
Proudhon konuya yaptığı girişle okuyucuyu şaşırtarak verdiği örneklerle akıllarda kalan soru işaretlerini silmektedir. Bu yüzden okuyucunun ön yargıyla değil Proudhon’un söylediklerini değerlendirerek hareket etmesi gerekmektedir.
Mülkiyeti savunanların yazdıklarını da alıntılayarak savunma noktalarını açığa çıkartan Proudhon, kitap boyunca mülkiyeti savunmak için getirilen her akıl yürütmenin (eşitlik, ihraz hakkı, emek…) mülkiyetin yadsınmasına götüreceğini ve mülkiyetin olanaksızlığını belirtmekte ve bunu da birçok örnekle kanıtlamaktadır. Mülkiyeti savunanların dahi başvurmak zorunda kaldığı temel kavram adalettir. Adaletin önemini şöyle tarif etmektedir Proudhon: “İnsanların arasında olup biten her şey hak hukuk namınadır, içine adaletin karışmadığı hiçbir şey yoktur. Adalet hiç de yasanın hizmeti değildir. Tersine yasa, insanların çıkar ilişkileri içinde bulunduğu her durumda hak olanın ilanından ve tatbikinden öte bir şey olmamıştır asla.”
Hırsızlığın ve despotizmin koruyuculuğunu üstlenmiş olan yasalar, yüzyıllardan beri yoksulluğun temel nedeni olan mülkiyeti korumaktadır. Sistem, günümüzde de gözleri bağlı adalet tanrıçalarının süslediği sarayların içine adaleti tıkarak işlemektedir. Mülkiyetin neden olduğu yoksulluk, “adalet”in şu anki görünümüdür.
Toplumun adalete olan açlığının yine toplum tarafından giderilebilmesi için öncelikle mülkiyetin kaldırılması gerekir ve bunu derhal yapmak gerekir. Mülkiyetin savunmanın devrimi reddetmek olduğunu vurgulayan Proudhon, bu kitapta onun için mülkiyetin zıddı bir olgu olan zilyetliği tartışmaya açmaktadır. Formülün ne olduğu tabi tartışılabilir ama tartışılmayacak olan şey mülkiyetin bir an önce kaldırılmaya başlanması gerektiğidir. Proudhon’un söyledikleri, gerçeklerden uzakta aranacak birtakım hayaller değil, bir an önce uygulanmaya başlarken dikkat edilmesi gereken şeyler olmaktadır.
Evet, mülkiyet hırsızlıktır. Sistem hırsızların sistemidir. Herkese ait olan şeyleri ve insanların iradelerini çalmak üzerinden yükselen sistem, kendisine yönelik saldırıya da polisiyle, hukuk mekanizmasıyla ve hapishaneleriyle karşılık vermektedir.
Sistem, mülkiyete saldıranları “hırsız” diye yaftalayarak insanı toplumdan soyutlamaktan başka bir amacı olmayan hapishanelerine atmaya çalışmaktadır. Ancak özgürlük, ne süslü sarayların içerisinde kaybolabilecek bir şeydir ne de hapse atılabilir. Aslında kendileri hırsız olan mülkiyet savunucuları, kendi kutsallıklarına karşı yöneltilen her adalet talebini yasalarıyla yönetmelikleriyle hapishanelerde boğmaya çalışabilir. Çalışacaktır. Tarihten hiç almadığı bir ders varsa, o ders, ezilenlerin dayanışması ve direnişi karşısında tankıyla, tüfeğiyle, hapishanesiyle de olsa hiçbir biçimde duramayacağıdır.
Gökhan Soysal
Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 42. sayısında yayınlanmıştır.
The post Mülkiyet Hırsızlıktır – Gökhan Soysal appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post “Osmanlı Döneminde Bulgaristan’daki Anarşistler” – Zlatko F. appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>Bu topraklarda devlet gücü iyice yerleştikten sonra, ezilenlerin mücadelesi çoğunlukla dini tarikatlar biçiminde olmuştur. Bunların en güçlüsü olan Bogomilizm; yasaları, vergileri, devleti ve dini otoriteyi reddetmesiyle anarşist düşünceye yakın düşer.
Osmanlı İmparatorluğu döneminde ise, ezilenlerin toplumsal mücadelesi hajduk (haydut) gruplar biçimini almıştır. Bunların çoğu, eşkıya olsalar da, yoksul halkla iyi ilişkilenmiş ve takdir edilmişlerdir.
Hajduklar, adalet ve özgürlük savaşçıları olarak o kadar ün kazanmışlardır ki, Bulgar “rönesansı” döneminde (19. yüzyılın ikinci yarısında), milliyetçi hareketin eğitimli özgürlük savaşçıları için bir model ve örnek olmuşlardır. Bütün baskıların öyle ya da böyle İmparatorluk eliyle gerçekleştirildiği bu zamanlarda, İmparatorluğu yok etmekle, Bulgar halkı adına bağımsız bir ulusal devlet kurmak arasındaki farkı anlayan çok insan yoktu. Yine de özgürlük savaşçılarının hareketi içinde Balkan Halkının Federasyonu için, hatta devletsiz bir toplum kurulması için, güçlü bir eğilim vardı.
Bulgaristan’daki devrimcilerin ve uluslararası örgütlü anarşizmin ilk teması 1869 Nisanında oldu. “Genç Bulgaristan” örgütünden iki temsilci, Cenevre’de Mikhail Bakunin ve Sergey Neçhaev’le buluştular. Aynı yıl Bakunin, dergisinde “Bulgar Devrimi İçin Bir Taslak” yazdı; Neçhaev de “Kolokol” dergisinde, Türk ve Romanya devletlerine karşı Bulgar özgürlük davasını desteklediğini belirtti; Romanya’da bulunan Bulgaristanlı devrimcilerle ve özellikle, Neçhaev’in “Devrimcinin El Kitabı”nı dağıttığı için birkaç ay boyunca tutsak edilen Hristo Botev’le kalıcı bir ilişki kurdu. Nikolay Meledin ve Nikolai Sudzilovsky gibi Rusya’da bulunan başka anarşistler de Bulgaristan’daki devrimcilere yabancı değildir, ama bunlar resmi Bulgar tarihinde geniş ölçüde görmezden gelinir.
Bağımsız Bulgar krallığının (1880’lerde) kurulmasının hemen ardından, ideolojik olarak modern anarşizme çok yakın olan “Pauperlikers” adında özgür bir toplumsal hareket ortaya çıkmıştır. Çoğunlukla güncel metinlerin Bulgarcaya çevirilerini yapmışlardır. Hareket, 15 yıl içinde kapitalist toplum ve yerel Marksist parti liderlerinin cadı kazanında erimiştir.
Birinci Dünya Savaşı öncesinde Bulgaristan halkı için en popüler politik mesele Osmanlı İmparatorluğu sınırlarında kalanların kurtarılmasıdır. Bu yüzden (1890’ların sonunda) oluşan ilk anarşist çevreler daha çok bu meseleye yoğunlaşmışlardır.
Bugün, bunların en bilineni “Tayfalar”dır. Cenevre’de Bulgarca anarşist metinler yayınlayıp dağıtan küçük bir öğrenci grubu olan “Cenevre Atölyesi”nden başlamış; Bulgaristan’a dönmeleriyle birlikte daha geniş bir grup oluşturarak kendilerine “Gemiciler” adını vermişlerdir. Grubun faaliyetlerinin çoğu Osmanlı İmparatorluğu’na karşı olmuştur. En büyük eylemleri II. Abdülhamit’e karşı suikast girişimi, İstanbul’daki Osmanlı Bankası’nı bombalama girişimi ve başarıya ulaşan, Selanik’teki Osmanlı Bankası’nın bombalanmasıdır (1 Mayıs 1903). Bu eylemler, İmparatorluğun içindeki Batı kapitaline yöneliktir, yani İmparatorluğun kendisine.
“Gemiciler”in fedakar ve yürekli eylemleri, özellikle Bulgaristan’da, örgütlü özgürlük hareketleri üzerinde anarşist düşüncenin etkili olmasını sağladı. Fakat aynı yılın sonunda gerçekleşen Ilinden-Preobrazhenie Ayaklanması’nı hazırlayan süreçte yer alan başka yüzlerce anarşist vardır. Ayaklanma ile birlikte bir toplumsal devrimin yaşandığı Stranca’da halkı örgütleyen Mihail Gerdzhikov, önemli bir anarşist ve (örgütün öncülü) FAKB’nin kurucularındandır. Ayaklanmayı örgütleyenlerin, katılanların, ünlü şarkılarda anılanların çoğu iyi bilinen anarşistlerdir ama bunlar sonradan, insanların kendi tarihinin bilgisi tümüyle devlet propagandası egemenliğine girmeye başladığında, rahatça unutulmuştur.
Balkan Savaşları’ndan sonra Bulgaristan sınırları dışındaki Bulgaristan halkının özgürleştirilmesi davası tamamen devlet propagandasına ve devlet-güdümündeki hareketlere dönüşmüştür. Anarşist hareket de faaliyetlerini sınırların içindeki mücadeleye ve Bulgaristan devletine karşı yönlendirmiştir. Bu yıllar, gittikçe yayılan devlete karşı harekete geçmenin birçok insana doğal geldiği, hareketin en güçlü yıllarıdır. Fakat bu başka bir hikaye.
Zlatko F.
Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 24. sayısında yayımlanmıştır.
The post “Osmanlı Döneminde Bulgaristan’daki Anarşistler” – Zlatko F. appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post “Kadının Fıtratında Eşitlik Var ” – Zeynep Kocaman appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>Pandora’nın Kutusu
Yunan mitolojisinde tanrılar dışındaki ölümlü ilk kadın, ismi “Tanrıların armağanı” anlamına gelen Pandora’dır. Tanrı erkek Zeus, Pandora’ya yeryüzüne inerken “Asla açmayacaksın!” dediği bir kutu verir. Fakat Pandora kutunun içinde ne olduğunu merak eder, kutuyu açar. Kutunun açılmasıyla tüm yeryüzüne hastalıklar, savaşlar ve felaketler yayılır. Pandora “Açmayacaksın!” denilen kutuyu açarak hem merakına yenilmiş, hem de tanrı erkeğe itaatsizlik etmiştir.
Günümüzdeyse “Pandora’nın kutusu”, “olumsuz ve kötü şeyleri içinde saklayan” anlamında bir deyim olarak kullanılır.
Lilith’in İsyanı
Mitolojide kadın ve erkek arasındaki cinsiyet çatışmasını tetikleyen ilk etken, kadının erkeğe itaatsizliği olmuştur. Yunan mitolojisindeki Pandora gibi bir başka kadın, Lilith de karşımıza itaatsizliğiyle çıkar. Pandora her ne kadar tanrı erkeğe itaatsizlik etmişse de, cinsiyetler arası çatışmanın en net ve belirgin izlerini, Lilith mitinde görebiliriz. Çünkü Lilith’in itaatsizliğinin çıkış noktası, kadın ve erkek arasındaki eşitlik istemidir.
Lilith, erkeğin kendisinden itaat etmesini istemesine karşı çıkmıştır. Cinsel birleşme sırasında Lilith’in sırtı yere, toprağa değmektedir; Adem’inkiyse gökyüzüne. Simgesel olarak; yeryüzü anaerkil, gökyüzü ataerkildir. Yer, yani toprak ile gökyüzü iki uç noktadır. Toprak, doğurganlık ve üretkenlik çağrışımlarıyla kadını imgelerken; diğer yandan ölüm, cehennem, lanetlenme ve kötülük gibi olumsuz çağrışımları da içinde barındırır. Gökyüzüyse tanrısal olanı, temizliği ve saflığı çağrıştırmaktadır. Bu büyük bir farklılıktır ve Lilith bunu kabul etmez. Lilith, yalnız cinsel birleşmelerinde Adem’in hep üstte olmasına itiraz etmekle kalmaz; onun gibi her alanda söz sahibi olma isteğini de dile getirir, savunur. Adem ise Lilith’in bu isteklerini kabul etmez. Bunun üzerine Lilith, Adem’i terk ederek birlikte yaşadıkları cennetten kaçar. Lilith’in isyanı, kadın ile erkek arasındaki cinsiyet çatışmasının başlangıcı olarak görülmüştür. Birlikte yaşamalarının zor olacağına karar verip Adem’den ayrılan Lilith, Tanrı’nın söylenmemesi gereken adını anarak hep imrendiği göğe doğru yükselir. Artık Lilith, dışlanmışların arasındadır.
Lilith’in isyanı, beraberinde ölümü doğurur, cehenneme dönüşür, kötülükleri çağırır. Eski Ahit’teki şeytanlardan birinin, çocuk hırsızı Lilith olduğu söylenir. İnanışa göre Lilith hamile, doğum yapmış kadınlara ve bebeklerine zarar vermektedir. Yahudi mitolojisinde de Lilith önemli bir rol oynar. Çocukları geceleri boğarak öldürdüğü, ancak çocuklar uyurken ona tebessüm ederlerse, o zaman onlarla oynadığı söylenir. Çeşitli kültürlerde, yeni doğan çocukların kötü kalpli Lilith’e karşı korunması için muskalar kullanılır.
Günümüzde Anadolu’da da benzeri bir inanç hala sürmektedir. Alkarası, albastı, alanası ya da değişik yörelerde başkaca isimlerle karşımıza çıkan bu kadın canavarın, doğum yapmış kadınlara ve bebeklerine zarar vereceğine inanılır.
Ataerkil kültürün Lilith’i bir canavar haline getirmesiyle, kadınlara yüklenilen olumsuzluklar bitmemiştir. Bu olumsuzluklardan Havva da nasibini almıştır. Üç büyük dinde de, Havva yasak meyve olan elmayı, Adem’i kandırarak yedirmiştir. Havva’ya elmayı veren bir yılandır ve bu yılanın ise Lilith olduğu söylenir. Havva, Tevrat’a göre, her ne kadar Adem’in cennetten kovulmasına neden olsa da; itaatkâr ve uysal bir kadındır. Lilith ise baştan çıkarıcı, fettan ve şeytandır. Başlangıçta kadın ile erkeği topraktan yaratan tanrı, Adem’in Lilith onu terk ettikten sonra yalvarması ve yalnız kalmak istemediğini söylemesi üzerine, erkeğin gereksiz bir organından kadını yaratır. Yani yeni yaratılan kadın, Lilith gibi eşitlik istemeyecektir.
Lilith, mitolojide bu şekilde biçimlendirilirken, yazınlarda da benzer şekillerde yer bulur. Goethe’nin Faust adlı kitabında “Walpurgin Gecesi” adlı bölümde, Faust ile Mephisto arasında geçen konuşmada, Faust’un “Bu kim?” sorusuna Mephisto “Lilith” diye cevap verir ve devam eder; “Adem’in ilk eşi o, sakın kendini ondan, onun güzel saçlarından, süsünden ve ışıltısından. Çünkü ağına düşürürse genç bir erkeği, asla bırakmaz bir daha geri.” Bu cevabıyla Mephisto, Lilith’in diğer bir özelliği olan, erkekleri güzelliğiyle etkisi altına almasına göndermede bulunur. Lilith, güzel ve arzulu bir kadın olarak söz konusu edilir ve geceleri ziyaret ettiği erkeklere şeytani zevkler yaşatır. Lilith, fantastik roman yazarlarının kitaplarında kullanmaktan hoşlandıkları bir figürdür. Sanat alanında da “femma fatale” (fevkalade tehlikeli olan anlamında) figürüyle karşımıza çıkar.
Lamia’nın Kaçışı
Yunan mitolojisindeki isyankar bir başka kadınsa Lamia’dır. Lamia, mitolojide Tanrı Zeus’un eşi Hera tarafından lanetlenmiş ve şeytani bir canavara dönüştürülmüştür. Zeus’la yaşadığı yasak ilişkiden olan çocukları, Hera tarafından hunharca öldürtülünce, yaşadıklarına dayanamayarak deliren ve kaçan; sonrasında da bir mağarada tek başına yaşamaya başlayan Lamia’nın, bu mağarada geceleri kaçırdığı çocukları yediği söylenir. Aynı zamanda uykusuzluk hastalığına yakalanan Lamia, kaçırdığı çocukların kanlarını emerek bir vampire dönüşmüştür. İlk çağlarda, Yunanlı anneler yaramaz çocuklarını “Lamia canavarı gelecek!” diye korkuturlarmış.
Bu anlatıda, bir erkek için savaşan iki kadın yoktur; aslında güçlü olan erkeğin, her iki kadını kendine itaatkar kılma isteği vardır. Ancak Lamia, Hera gibi Zeus’un isteklerine itaat etmemiştir ve bu yüzden kaçarak lanetlenmiştir. Lilith ve Lamia çeşitli kültürlerde, erkekleri korkutan ve güçlerini çoğunlukla yaptıkları kötülüklerden alan kadınlar olarak varlıklarını sürdürürler.
Medea’nın İntikamı
Medea mitini ilk anlatanın, üçüncü yüzyılda yaşamış bir erkek olan Rodos’lu Apollonios olduğu söylenir. Ama anlatının bilinen birkaç değişik versiyonu vardır. Medea, Iolkos Kralı’nın oğlu Iason’u görünce, ona bir anda aşık oluverir. Aşık olmayı kendi seçmemiştir, onu Iason’a aşık eden, aslında Tanrıça Hera’dır. Hatta Hera’nın Eros’a, okunu Medea’nın kalbine saplamasını emrettiğinden söz edilir.
Medea, ailesindeki diğer kadınlar gibi; simyacı, otacı ve bir büyücüdür. Medea, aşık olduğu erkeğe tahtı ele geçirmesi için yardım eder. Karşılığında istediği tek şey ise, onu Yunanistan’a, ailesinin yanına götürmesidir. Iason, planlandığı gibi Medea’nın yardımıyla tahta çıkar ve birlikte Yunanistan’a dönerler. Iason’un amcası Korinthlilerin kralı Pelias, -hak etse dahi- tahtını Iason’a vermek istemeyince Medea, Pelias’ın kızlarına babalarını gençleştireceği sözünü vererek onların yardımını alır ve Pelias’ı öldürür. Böylece Iason, belirli bir süre için de olsa, tahta geçmeyi başarır. Daha sonra, Pelias’ı öldürdükleri için Iason ve Medea çocuklarıyla birlikte sürgün edilir ve Korinth’e yerleşirler. Iason, kralın kızı Glauke’ye aşık olur ve Medea’ya onunla evlenmek istediğini, çocukları da yanına alacağını söyler. Bir başka kadın yüzünden terk edildiğini düşünen Medea, Glauke’ye zehirli bir gelinlik hediye eder. Glauke gelinliği giyince yanarak ölür. Bu kez Medea bu olaydan dolayı sürgün edilir, yedi kızını ve yedi oğlunu ise koruması için Hera’ya bırakır. Korinthliler kralları ile prenseslerinin öcünü almak için Hera’nın tapınağına gelip Medea’nın bütün çocuklarını öldürürler.
Yazar Eleonora Pfeifer, Yunan mitolojisinde özellikle kadınların bu hallere sokulmasının tarihsel nedenleri üzerinde durmuş ve şöyle yazmıştır:
“Antik dönemde açıkça dile getirilen, ama bize derslerde asla anlatılmayan bir kadın düşmanlığı olduğu gerçeğini bilmek gerekir. Antik dönem, yalnız erkeklerin söz sahibi olduğu ilk toplumsal durumları ortaya koymuştur. Bu dönemin öncesinde, özellikle çocuk doğurdukları için özel bir ayrıcalığın, kadınlara karşı saygının olduğu biliyoruz. Ataerkilliğin başlamasıyla, ideolojik nedenlerden dolayı, dişil olan her şey aşağılanıp ayaklar altına alındı. O zamanlar ortaya çıkan felsefeye göre kadınlar, tam bir insan sayılmazdı. Aristo: ‘Kadın, gelişiminin ilk basamaklarında kalmış eksik bir erkektir. Erkek doğasına uygun olarak daha yücedir; kadın ise daha aşağıdır…’ Antik Yunan’da erkeğin erkeğe duyduğu aşk, erkeğin kadına duyduğu aşktan resmen daha yücedir. Eski anlatılarda geçen, ‘gökyüzünde oturan tanrıçalar’ın yerini erkek Tanrılar aldı. Anlatılarda o kadar korkunç kişilik özellikleri taşıyan kadınlar görüyoruz ki, kadınlar şeytanlaştırıldılar.”
Medea’yı intikama sürükleyen anlatıda, çılgın bir kadının öfkesinin zavallı kurbanı olan bir erkek anlatılır. Aslında gerçek kurban, en başından beri Medea’dır. Çünkü sevdiği erkek için yaşadığı yerden, ailesinden kopmuş, onu yüceltmek ve başarıya ulaştırmak için her şeyi yapmıştır. Ama ataerkil kültür, yarattığı bu fedakar kadına, sonunda ihanete uğradığı için girdiği bunalım sonucu korkunç bir çılgınlık yakıştırmış; onu yalnızca bir katile değil, dahası kendi çocuklarını öldüren bir canavara dönüştürmüştür.
Sonuç
Bahsedilen üç mitolojik figür de, ilk başta eş, sevgili ve erkeğin isteklerini yerine getiren kadınlar olarak ortaya çıkmakta ve erkeğe itaat ettikleri süre boyunca herhangi bir sorun yaşamamaktadır. Ancak Lilith’te olduğu gibi erkekle eşitlik isteminde bulunup tanrı tarafından cezalandırılınca, Lamia gibi Zeus’un yasak aşkı olduğu ve ondan çocuklar doğurduğu için Zeus’un eşi Tanrıça Hera tarafından cezalandırılınca, mitolojide adeta kıskançlığın ve intikamın trajik figürü olarak anlatılan Medea gibi eşi Iason’a karşı bütün özverisine rağmen çocuklarıyla birlikte terk edilip cezalandırılınca, bu üç kadın figürü de birer canavara dönüştürülmüştür.
Antik Yunan’ın Medea’ya kazandırdığı olumsuz özellikler sonucunda günümüzdeki boşanmalar da Medea’nın ruhsal durumuyla özdeşleştirilerek, bir tarafın diğerine karşı çocuğu kışkırtıcı bir şekilde kullanması “Medea Kompleksi” olarak ifade edilir.
Anlatılarda şeytan, büyücü, canavar olarak geçen kadınların her birinin öyküsü, bir eşitlik ve özgürlük öyküsüdür aslında. Yaratılış mitlerinin hemen hepsinde kadınların yaratılışıyla ilgili kısımlar, farklı kültürlerde olsa bile birbiriyle bağlantılıdır. Çünkü dini kitaplar ve kültürlerde kadının var oluş nedeni “erkek” olarak anlatılır. “Evrende ilk önce kaos vardı” diye başlayan sözde, kadınların söz konusu edilen tanrı ve tanrıçalar arasındaki cinsiyete dayalı eşitsizliğe karşı çıkmaları, aslında kadının yüzyıllardır süren toplumsal yapıdaki kabul görme savaşımının ön hazırlıkları gibidir. Kadına biçilen roller -tanrıça da olsa- genellikle ataerkil yapının kadınlara benimsettiği pasiflik, doğurganlık ve ev içi roller olarak karşımıza çıkar. Buna itaat etmeyenlerse bir şekilde cezalandırılır. Tıpkı Lilith’in Adem’e karşı çıkarak eşitlik istemesi ve tanrıya başkaldırdığı için baştan çıkartıcı dişi şeytan, cadı olarak, erkeklere karşı cinselliğini kullanarak kendi istediği şeyleri yaptıran femme fatale bir kadın olması gibi.
Antik dönemden modern çağa kadar kadın ile erkek arasındaki ilişki, hep erkekler lehine düzenlenmiş; erkek egemenliği, gerek anlatılara kültürün verdiği biçimle, formunu değiştirerek yaşamlarını sürdüren simgelerle, gerekse bu tür figürlere dinsel görünüm katarak desteklenmiştir. Ataerkil sistem, tüm dinlerde kadını ikincil konuma yerleştirilerek kadınlar üzerinde tarih boyunca sürecek bir baskı kurmayı başarmıştır.
Zeynep Kocaman
Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 23. sayısında yayımlanmıştır.
The post “Kadının Fıtratında Eşitlik Var ” – Zeynep Kocaman appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>