The post “Kadınlar Direnin Örgütlenin, Dayanışmayı Büyütün” -Zeynep Kocaman appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>Öyle bir Harun ki kanunla düzelmez bu düzen. Öyle bir erkek ki her bucak, kadından öte çoraklık yok. Öyle bir keskin ki bıçak, kana susar, kan kusturur. Öyle bir yaşamak ki vakitsizce ölmenin adı kader olmuş. Öyle bir mücadele ki direnerek özgürleşmekten başka hiçbir yol yok.
Peki, tüm bu yaşadıklarımıza karşı nasıl mücadele etmeliyiz? Kadın cinayetlerini durduracak acil önlemde 5’te 1’in mücadelesi…
Devlet, kadın cinayetleriyle ilgili sözde önlemler aldığını, katliamlara son verme adına sözde çalışmalar yürüttüğünü iddia ederken, şiddet gören kadınları da “sığınma evi”, “yakın ev koruması”, “uzaklaştırma” gibi göstermelik uygulamalarla “koruyabileceğini” vaat ediyor.
Toplumun her alanında şiddet gören kadına başvurabileceği tek çözüm olarak “devlet” işaret ediliyor. Meclisteki kimi duyarlı vekiller kadın katillerinin “adil” yargılanması, anayasal haklar gibi konularda peşi sıra tasarılar hazırlayadururken, diğer yandan kimi kadın örgütleri yargıdan “devlet koruması” talep ededururken, kadınlar devlet-meclis-yargı üçgeninde adı “koruma” olan bir politikayla her geçen gün katlediliyor.
Peki, neden devlet-meclis-yargı kadını koruyamıyor?
Diyelim ki devlet üzerine düşeni yapmış olsaydı… 6284 Sayılı Ailenin Korunması Hakkındaki Kanun’da yer alan bütün maddeler uygulansaydı ya da yeni maddeler eklenseydi; mesela dini nikâhla evlenmiş ya da evli olmayan ya da boşanmış kadınlar için koruma kararı alınabileceği belirtilseydi; İçişleri Bakanlığı yasaya uymayan veya şiddet mağdurlarına kötü davranan polisler, savcılar ve hâkimlerin şikâyet edilebileceği bir mekanizma oluştursaydı, koruma kararı sistemi kapsamlı olarak izlenebilseydi ve sistemin nasıl kullanıldığına dair kamuya açık veriler oluşturulsaydı… Cumhurbaşkanı, başbakan ve meclisteki bütün parti liderleri kadına yönelik şiddeti kınasaydı, üstüne bir de Kadın Bakanlığı kurulsaydı, cinsiyet ve cinsel yönelim eşitsizliğini esas alan yeni bir anayasa yapılsaydı, ceza kanununda caydırıcı cezalarla birlikte 6284 etkin bir şekilde uygulansaydı… Hatta daha fazla sığınma evi açılsaydı, kadın katillerine daha ağır cezalar verilseydi…
Ne olurdu? Devlet üzerine düşeni yapmış olur, kadınlar erkekler tarafından öldürülmezler miydi? Kadına yönelik toplumsal tahakküm sürdürülmez miydi?
Bu sorulara cevaben “evet” diyenlerin 5’te 1’in mücadelesine kattığı değer şudur ki; kadını özgürleştirmekten çok topluma geçici makyaj yapıp, mücadeleyi özünden kopartarak erkek devletin himayesindeki erkek egemenliğini yaşatmak. Yaşadığımız sadece bu coğrafyanın değil ataerkil coğrafyaların ortak sorunudur. “Modern” Avrupa’nın kadın politikasında “modernleşme” heveslisi her coğrafyayı kadın cinayetleri hakkında “korumasına” alarak kendi çıkmazlarının üstünü örttüğü ve Ortadoğu’nun “modern” kapısı olan Türkiye’nin kadın politikasındaki “tek başvurucu, tek çözümcü” olarak kendini işaret ettiği görülmektedir. Her konuda olduğu gibi bu konuda da geliştirilen uluslararası stratejiler devletlere ödül olarak sunulur, karşılığında hizmet olarak geri alınır. 1 Ağustos’ta Türkiye ile birlikte 11 Avrupa ülkesinde yürürlüğe giren ve AKP’nin kadınlara bir nefes niyetine sunduğu Avrupa Konseyi Sözleşmesi de böyle bir ödüldür.
Avrupa’nın Türkiye’ye kadın “koruması”: İstanbul Sözleşmesi
Türkiye, ilk imzacısı olmakla övündüğü “İstanbul Sözleşmesi” olarak bilinen, kadına yönelik şiddet, aile içi şiddetin önlenmesi ve bunlarla mücadeleye ilişkin Avrupa Konseyi sözleşmesiyle kadın cinayetleri konusundaki kötü karizmasını toparlamak için makyaj yapmayı sürdürecek. Şöyle ki, bu sözleşmeyle yapılacak makyajın yansıması, 11 yıllık iktidarı boyunca sürdürdüğü, aslen süründürdüğü, kadın politikasını rayına koymuş bir AKP, “sağ”duyulu vekillerini dahi hizaya sokmuş bir meclis, yargıda önlem-koruma-kovuşturma-destek mekanizmaları hakkındaki düzenlemelerin kusursuzca tasarlandığı, sosyal sorumluluklarını fonlar alarak yerine getirmiş liberal sivil toplumcu organizasyonlar olacak. Böylelikle kadının geleceği, yaratılmak istenen “Yeni Türkiye vizyonu”nda yapılan makyajın etkisiyle bir süreliğine parlak görünecek, ancak bize göre kadının ışığı bu vizyonda da kısa sürede sönecek ve yalancılar katliamlar karşısında kör olacaklar. Çünkü bahsi geçen sözleşmedeki açmazlar bunu açıkça belirtiyor.
Bazı kadın örgütlerinin özellikle yasal süreçler hakkında sözleşmeyi AİHM benzeri uluslararası bir başvuru mekanizması olarak görmesi, bu açmazlardan sadece biri. Etki alanları farklı da olsa Birleşmiş Milletler’in CEDAW’ı da benzer bir mekanizma olmasına karşın hiçbir şekilde uygulanmadı ve uygulanmıyor. Özellikle LGBTİ bireylere yönelik gerçekleştirilen nefret cinayetlerini ele aldığımızda her türlü ayrımcılığın, katliamlarla artarak sürdüğü gerçeğini yadsıyamayız.
Yine AİHM’nin karalarının uygulanmasında da durum farksız değil. Örneğin zorunluğu askerliği reddeden vicdani retçilere yönelik usulsüz uygulamalar, AİHM kararlarına rağmen sürüyor. Yine sözleşmenin maddelerinden biri olan “şiddet gören kadınlara mülteci statüsünün verilmesi” konusu da bir muamma. Türkiye’nin taraflarından olduğu Cenevre Protokolü’ne göre mültecilerle ilgili bir “coğrafya kısıtlaması” var ki mülteci statüsü sadece Avrupa’dan gelen göçmelere verilebiliyor. Demek ki; sözleşmeye göre yoksulluktan kaçıp Türkiye’ye sığınan Gürcistanlı göçmen kadın yaşamak adına sürüklendiği fuhuş batağından çıkartılıp kaçak olduğu anlaşıldığında sınır dışı edilerek tekrar yoksulluğun ortasına, ülkesine gönderilecek. Bu durum bir o kadar ironik değil mi? Üstelik sözleşmede yer alan psikolojik şiddetin dahi cezalandırılması maddesi buradaki göçmen kadına yönelik işletilmiyor çünkü sözleşmede kastedilen psikolojik şiddet aynı şey değil! Bu da bir o kadar ironik değil mi?
Yine sözleşmeye göre sözde namus üzerinden işlenen cinayetlerle ilgili yasal süreçte katillere “haksız tahrik indirimi” şeklinde uygulanan cezai durumlar gibi herhangi bir şiddet eylemi de mazeret kabul edilmeyecek. Psikolojik şiddet dâhil, kadına yönelik şiddete yardım yataklık eden herkes sözleşme kapsamında cezaya tabi tutulacak. Buradaki açmaz şu ki, kadının beyanı dışında uygulanan şiddetin herhangi bir denetim mekanizması tarafından belgelenememesi. Yani kanıt yoksa ceza da yok.
Devlet her zaman her koşulda kadına yönelik şiddete karşı hep kör, sağır ve dilsiz oldu, olmaya devam ediyor. Bu yüzden bahsi geçen sözleşmedeki açmazlara da şaşırmamamız gerek. Çünkü tek etkili çözüm olarak devlet-meclis-yargı üçgenini işaret eden ve bu alana sıkışan kadın da, kadın mücadelesi de içinden çıkılmaz bir açmazda. Çünkü en nihayetinde şiddeti önleyebilmek şiddeti üreten ve sürdüren mekanizmaların dışında bir mücadeleyle mümkün kılınabilinir. Yoksa mücadele ne kadar ironik kalır değil mi?
Kadın mücadelesi derken…
Erkekler geçtiğimiz Ağustos ayında, 14 ilde, 22 kadını katletti. Kadınlardan biri öldürülmeden hemen önce polise şikâyetçi olmuştu. Bir erkek ise denetimli serbestlikle cezaevinden çıktıktan sonra eşini öldürdü. Bir kadın boşanmak istediği için, biri cinsel ilişkiyi reddettiği için, biri aile kararıyla öldürüldü ve ve ve daha nicesi…
Biz her şeye rağmen mücadele ederek ve her yerde filizlenerek kök salan bir dayanışmayla durdurabiliriz yaşanan tüm cinayetleri. Bir kadın onu 43 yerinden tornavidayla bıçaklayarak katletmeye çalışan eski eşi tarafından rahatsız edildiğinde, ona sahip çıkan mahalleli; eşi tarafından kan revan çoluk çocuk sokağa atılan kadının, ona dayanışmayla açılan kapısındaki anne-baba-kardeş; tecavüze uğrayan bir kadını en temiz duygularla sevebilen bir sevgili; işe giderken bindiği otobüste tacize uğrayan kadının sessiz çığlığını yükseltecek ses; dokuzuncu katın camını silerken canı pahasına yere çakılan ev işçisinin yaşamını elinden alanlara duyulan öfke; daha 12’sinde gelin edilen çocuğun hayallerini çalmayan bir gelecek; eşi yüzüne kezzap döktüğünde “güzelliği” eriyen kadına güzel bakabilen gözler; yoksulluğun çaresizliğinde yoksunlaşan kadının sermayesine umudu katanlar; cinsel yöneliminden ötürü kadına nefretle değil sevgiyle kucak açanlar; kadınlar, kadınlar ve kadınlar ancak direnerek, örgütlenerek ve dayanışmayı büyüterek yıkacaklar bu düzeni.
Ne bu erkek katil devlet, ne bu erkek katil yasa, ne bu erkek katil meclis değil bir tek kadınlar, kadınlar ve kadınlar değiştirebilir bu soyu erkek düzeni. Ve böylesine birer birer katledilirken bizler, üzüntümüzle değil, adliye saraylarında öfkemiz ve dayanışmayla erkek egemen düzenin boğazında düğümleneceğiz.
Nefes kestikçe, nefes alacağımız gün özgürleşeceğiz!
The post “Kadınlar Direnin Örgütlenin, Dayanışmayı Büyütün” -Zeynep Kocaman appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post “Medya Kadını Katletmeye Programlı” – Özlem Arkun appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>Kadın dediğin saçını süpürge eder, siler süpürür temizler. Evin “ekonomisi” ondan sorulur, hiçbir şeyi ziyan etmez, kavanozdan abajur, klozet kapağından çerçeve yapar. Ne de olsa onun evi, bu dünyadaki biricik yeridir.
Kadın dediğin o evde ne olursa olsun sineye çeker; eridir, beyidir, ne de olsa “o ne yapsa yeridir”, kadınının başının tacıdır (Öyle olmalıdır).
Kadın dediğin rekabet etmelidir, kendini hep başka kadınlarla kıyaslayıp onlardan daha iyi anne, daha iyi eş, daha iyi aşçı… olmalıdır. (Daha iyi olmadığı zamanlarda ise sonuçlarına katlanmalıdır.)
Kadın dediğin… narin zayıf kırılgan…
Kadın dediğin 34 beden…
***
Programlanan kadınlığımızın tarifi zor değil. Her birimize ayrı ayrı zamanlarda öğütlenenlerin kimi kez klişeleşmiş tarifi bu; şimdilerde TV kanallarının yeni sezonuyla, neredeyse her kanalda yeniden karşımıza çıkan…
Kadın programlarında yemek tarifleri, çocuk bakımı, temizlik tüyoları, sağlık, estetik ya da astrolojiye ilişkin tartışmalar ya da benzer konularda uzmanlar ya da playback şarkıcıları görmeye alışkındık; ne de olsa “saçı uzun aklı kıt olan”a uygun olan program formatı buydu. Diğer taraftan; kadınlardan beklenen de kendilerine gösterilen bu kadına benzemeleriydi.
Gelgelelim bu sezonda iki farklı kadın programında karşılaştıklarımız, kadınlardan beklenenler listesinin bunlarla sınırlı olmadığını ortaya koydu.
Hasret Kara’yı 43 yerinden tornavidalayarak öldürmeye çalışan kocasının “Songül Karlı ile Yeniden” programına telefonla bağlandıktan sonra, “çok kibar konuşan ve haysiyetli bir adam olarak” konuk edilmesi, bunun hemen birkaç gün sonrasında ise Seda Sayan’ın iki karısını öldüren Sefer Çalınak’ı konuk edip “böyle güler yüzlü katil gördünüz mü” şeklinde güzellemeler dizmesi, çizmeyi aştı. Hâlihazırda neresinden tutsak elimizde kalan bu programların, konuk listelerine katilleri de eklemeleriyle, kadından bekledikleri bir nitelik daha görünür oldu: Kadın dediğin, kocasının ellerinde ölmeliydi.
Bu programlarda kendileri savunma fırsatı bulan bu katillerin söylediği ortak bir şey vardı: “Ben yaptım ama sorun bir niye yaptım?”. Hasret’i öldürmeye çalışan kocasını programına konuk ederken Hasret’i hiç dinlemeyen Songül Karlı, cinayetin bir gerekçesi olabilir gibi “karınızı niye öldürdünüz” diye soran Seda Sayan, bu kadınların öldürülmeye çalışılmasını ya da öldürülmesini meşrulaştırırken, başka kadın cinayetlerinin de önünü açtı.
Kadınların ölümü bile kabullenmelerini isteyen bu programlar televizyonda dönedursun, bu kadınlık algısının niye yaratılmak istendiğini de unutmamak lazım. Kadınların yaşadıkları sorunların çözümünü programlarda değil, sokakta örgütlenerek aramasından korkanlar her zaman bu türlü programlara başvuracaklardır.
Özlem Arkun
Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 21. Sayısında yayımlanmıştır.
The post “Medya Kadını Katletmeye Programlı” – Özlem Arkun appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>