The post Bakunin Marks Tartışmalarının Tarihsel Kökeni: I. ENTERNASYONAL – İlyas Seyrek appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>“Marks kendisini dinleyen işçilere, işçi örgütlerinin en önemli görevinin, yasal propaganda ve seçimlerle siyasi iktidarın kazanılması olduğunu söyledi. Böylece ezilenlerin ekonomik kurtuluşunu siyasi bir hareketin arkasında bıraktı. Enternasyonal’in ilkelerini ihlal ederek işçi sınıfıyla burjuvazi arasında var olan cehennem çatlağını doldurarak yok etti. ” M.Bakunin
Avrupa’da giderek büyüyen ulus devletler, yıkılmamaya ve güçlerini artırmaya çalışan imparatorluklar birbirleriyle yarışıyor; ekonomik iktidar sahipleri ve tümden kapitalist sistem, gelişebilmek uğruna vahşiliğini gerek Kıta Avrupası’nda gerek dünyanın pek çok coğrafyasındaki sömürgelerinde işçilerin, halkların üzerinde gösteriyordu. Endüstrinin ve sömürgeciliğin temelini oluşturduğu yeni ekonomik, siyasi ve toplumsal sistem sömürü, açlık, yoksulluk ve her türlü baskıyı ezilenlere reva görüyordu. Siyasi ve ekonomik iktidarların birbirleriyle mücadele ettiği veya çıkarları uğruna bir araya geldiği zamanlarda halklar zarar görüyor, sömürülüyor, katlediliyordu. Tam da böylesi bir ortamda ezilenlerin birlikte mücadelesinin gerekliliği anlaşılmaya başlamıştı.
İşte bu birliğin, Enternasyonal’in kurulması fikri, İngiliz ve Fransız işçilerinin deneyimlerini paylaşma ve birbirleriyle dayanışma amacıyla 1864’te hayata geçti.
Enternasyonal’in amacı öncelikle işçiler arasında dayanışmayı sağlamak ve işçi sınıfını kapitalizme karşı devletlerin sınırlarının ötesinde birleştirmekti. Bakunin’e göre kapitalizme karşı yürütülecek ekonomik bir mücadele için uluslararası dayanışmanın örgütlenmesi gerekliydi.
Bakunin için Enternasyonal, kapitalist girişimlerin ve devlet kurumlarının yerini alacak olan işçi, köylülerin endüstriyel ve tarımsal federasyonlarının embriyosuydu ve Enternasyonal’in yerel seksiyonları, sendika bölümleri kendi içlerinde eski dünyanın yerini alacak yeni toplumun canlı tohumlarını taşıyordu. Enternasyonal sadece fikirleri değil, geleceğin gerçeklerini de kurmaktaydı.
Neden ve Nasıl Kuruldu?
Politik, toplumsal ve ekonomik adaletsizliklerin giderek iç içe geçerek ve büyüyerek yoğunlaştığı 18. ve 19. yüzyıl, toplumsal uyumun giderek bozulduğunu öngören ve bu uyumun tekrar oluşturulmasını isteyen pek çok düşünce biçimini yarattı. Ortaya çıkış kökeni insani, vicdani, bilimsel, dini, ulusal veya politik olan birçok düşünce biçimi kendisini sosyalizm çatısı altında toplayarak ezilenlerin yaşamının ve toplumsal sistemin dönüştürülmesi için harekete geçti. İşte Enternasyonal kendisini demokrat, devrimci veya ulusalcı addeden pek çok kesimi içinde barındırarak, toplumsal uyumu bozan sisteme bir tepki olarak, düzenin değişiminin gerekliliğini dile getirdi.
1862 yılında Londra Uluslararası Fuarı’nı gezmeye gelen Fransız işçilerinin, İngiliz sendikacılarıyla ve onlara katılmış kimi İngiliz radikalleri ile karşılaşmaları sonucu, 1863-1864 yılları arasında Rus çarına karşı ayaklanan Polonyalılara destek olmak istemeleri üzerine ortak bir toplantının düzenlenmesi kararlaştırıldı. 28 Eylül 1864’te Londra’da Saint Martin Salonu’nda yaklaşık iki bin kişinin katılımıyla yapılan toplantıda genellikle Polonya halkıyla dayanışma ve işçilerin birliği konulu pek çok konuşmanın ardından Uluslararası İşçi Birliği’ni kurma kararı alındı. Birliğin kurulması önergesinde dört Fransız’ın etkisi vardı. Üçü -Tolain, Limousin ve Fribourgaz- ortodoks Proudhonculardı; dördüncüsü, otoriter sosyalizmi reddederek Bakunin’ine yakın kolektivist görüşleri savunan Eugene Varlin’di.
Adı seçkin konuklar listesinde olan ve konuşma dahi yapmayan Karl Marks haliyle kuruluşta hiç de aktif bir rol oynamadı. Hatta Marks bir mektubunda, bu toplantı sonrası “dut yemiş bülbül gibi duruyordum orada” yazmıştı.
Enternasyonal’in tüzüğü Marks’ın katılmadığı oturumlarda kaleme alındı. Daha sonraki dönemlerde Marks’ın Enternasyonal’e etkisi, Enternasyonal’in programında yaptığı değişikliklerle açığa çıkmıştı.
Anarşizm İçin Önemi: Saflar Netleşiyor!
Birinci Enternasyonal’in tarihi, sosyalizm denen büyük çatının altında mücadele eden düşünce ve hareketlerin farklılıklarının netleşmesinin de tarihidir. Enternasyonal; işçilerin, ezilenlerin ortak düşmana karşı dayanışmasının ve ortak hareketinin bir aracı olduğu kadar onların gerçek kurtuluşlarının, özgürlüklerinin hangi yol ve yöntemlerle kazanılacağının belirlenmesi; sömürü, baskı, zulüm ve katliamların ilelebet sona ermesinin tam ve gerçek yolunu gösterebilecek tartışmaların ortaya çıktığı bir araç da olmuştur.
Bunun için Enternasyonal’de öyle bir tartışma vardır ki, bu tartışma günümüzde de sürmekte olan dünya devrimci hareketlerinin içerisindeki en canlı ve en büyük ayrışmayı oluşturmaktadır: Anarşizm ve marksizm.
Devletsiz, özgür federasyonlarla toplumu örgütlemeyi savunan bir sosyalist hareketi yani anarşizmi savunanlarla politik köleliğin kaynağını oluşturan merkezi, hiyerarşik bir örgütlenmeyi yani devletli sosyalist hareketi savunanların tartışması anarşizmin bugün ortaya koyduğu ilkelerin doğruluğunu kanıtlayan, bu ilkeleri netleştiren ve sistematikleştiren bir deneyimdi. Sosyalizmin özgürlükçü ve otoriter kavranışları arasındaki uzlaşmaz fark ortaya çıktı, bu mücadelede içlerinden Bakunin’in ön plana çıktığı kesim gitgide kendisini tarihsel devrimci anarşist hareketin çekirdeğine dönüştürdü.
Kongreler ve Tartışmalar
Enternasyonal’in ilk genel toplantısı olan Cenevre Kongresi’nden önce Londra’da bir ara konferans yapıldı; bu konferansta çeşitli ülkelerdeki işçi sınıfı hareketlerine ilişkin raporlar sunuldu; Polonya sorunu ve Rus otokrasisinin Avrupa üzerindeki kötü etkisi gibi konularda birkaç karar alındı.
Cenevre Kongresi
1866 yılında yapılan bu kongrede özgürlükçü sosyalistler ve otoriterler arasındaki karşı karşıya gelişler başlıyordu. Kongrede Fransız işçilerinin, sadece kol işçilerinin Enternasyonel’e ya da en azından Genel Kurul’a üye olması yönündeki önerisi İngiliz sendikacılar ve entelektüeller tarafından reddedildi. Devletin bir araç olarak kullanılabileceği kararlaştırıldı. Proudhoncu karşılıkçılar bunun karşısında olarak işçi kooperatiflerinin geliştirilmesinin işçilerin özgürlük mücadelesinin temel bir parçası olarak kabul edilmesi ve karşılıklı bir kredi bankasının kurulması kararının kabul edilmesi konusunda kongreyi ikna etmeyi başardılar.
Lozan Kongresi
1867’de İsviçre’nin Lozan şehrinde Enternasyonal’in üçüncü kongresi gerçekleştirildi. İşçilerin politikaya dahil olup olmaması, sosyal hayatta kadınların rolü, sürekli orduların kaldırılması, kooperatiflerin nasıl hayat bulacağı kongrede tartışılan konulardandı. Lozan Kongresi Bakunin ve Marks çatışmasına zemin hazırlayan kongrelerden biriydi.
Bu kongrede Proudhoncular etkiliydi ve alınan son kararlarda kendi etkisini tam olarak sağlayamayan Marks bu durumdan rahatsızdı ama aynı zamanda Engels’i Enternasyonal’in yakında ellerine geçeceğine ikna etmeye de çalışıyordu. “Devrim olduğu zaman ki belki de tahmin ettiğimizden önce olacaktır, biz [Marks ve Engels] bu devasa MAKİNE’yi (Enternasyonal’i) ellerimizde tutacağız”.
Brüksel Kongresi
1868’de Brüksel’de gerçekleşen kongrede kooperatiflerden grevlere, çalışma sürelerinin kısaltılması gerekliliğinden toprak mülkiyetine pek çok konu konuşuldu. Alınan en önemli kararlardan biri madenlerin, ulaşımın ve toprağın kolektifleştirilmesi konusunda idi. Maden, ulaşım ve toprakta özel mülkiyet yerine kolektifleştirme ve ortak mülkiyet kabul edilse de, bu kolektifleştirmenin nasıl gerçekleştirileceği konusu netleşmedi.
Kongre’de Proudhocuların tartıştırıp kabul ettirdiği meselelerden biri olan kooperatifler yine gündeme geldi. İşçi sınıfının yaşadığı ekonomik adaletsizliklerle mücadelesinde dayanışmanın en önemli pratik araçlarından biri olan kooperatiflerin kullanılması savunuldu.
Ayrıca Avrupa Devletleri arasında savaş çıktığı takdirde işçilerin takınacağı tutum kongrede en çok konuşulan ve tartışılan konu idi. Kongre çıkacak böylesi bir savaşın halkları boyunduruk altına alacağını ve kardeşi kardeşe düşüreceğini açıklayarak işçileri savaşları çıkaranlara karşı mücadele etmeye çağırdı. Somut olarak da çıkacak bir savaşı etkisiz hale getirmek için genel grev bir yöntem olarak savunuldu. Marks’ın “Belçika salaklığı” olarak tanımladığı bu öneri daha sonra anarşist hareketlerin temel ilkesi haline gelecekti.
Basel Kongresi
Enternasyonal’in dördüncü genel kongresi Basel’de gerçekleşti. Basel Kongresi devrimci sendikal örgütlenmeleri ve kolektif mülkiyeti savunan, kalabalık bir biçimde işçi sınıfı en geniş düzeyde temsil eden kongreydi.
Proudhocuların güçsüzleştiği, Bakunin’in Enternasyonal’e katılmasıyla kolektivist hareketlerin güç kazandığı bir dönemde, Eylül 1869’daki Basel Kongresi’nde marksistler ile Bakuninci kolektivistler ilk kez karşı karşıya geldi. Bu kongre Enternasyonal içindeki güç dengesinde bir değişikliğe işaret ediyordu.
Bakuninciler Basel Kongresi’ne katılan yetmiş beş delege içinde görece küçük bir grup oluşturuyorlardı. Bakunin kongrede “günümüz toplumundaki bazı bireylerin büyük birikimler elde etmişlerse bunun harcadıkları emekleri değil, ayrıcalıklarıyla, yani yasal hale gelmiş adaletsizlikleriyle” elde edildiğini savundu. Ona göre devlet her türlü sömürü, ayrıcalık ve adaletsizliğin yasal hale getirilip korunabilmesinin bir aracı demekti ve bu sebeple ortadan kaldırılmalıydı.
Bakuninci kolektivistler, Brüksel Kongresi’nde alınan toprağın kolektif mülkiyeti kararının nasıl gerçekleşeceği konusu netleşmediği için miras hakkının kaldırılmasına yönelik bir öneri sundu. Sadece toprakta, madende ve ulaşım araçlarında özel mülkiyetin yasaklandığını bildirmekle sorunun çözülemeyeceğini iddia eden Bakuninciler, miras hakkının bireylerin maddi ve manevi gelişimini engellediğini ve kimileri için imtiyazlar yarattığını düşünerek kaldırılmasını istedi.
Marksistlerin, miras hakkının kolektif mülkiyete geçildiğinde ve üretim biçimi değiştiğinde kendiliğinden ortadan kalkacağı öngörüsüne karşı kolektivistler mirasın sadece mülkiyetle ilişkili olmadığını savundu. Çünkü, kolektivistler kapitalizmin ortadan kaldırılmasının otomatik olarak devletin ve diğer iktidar ilişkilerinin ortadan kaldırılmasıyla sonuçlanmayacağına, devletin ve bu ilişkilerin de ayrıca ortadan kaldırılması gerektiğine inanıyorlardı, çünkü “siyasi devlet ve hukuki aile” bireysel mülkiyetin garantisi ve sürdürücüsüydü.
Bakunin miras hakkının kaldırılmasını, herkesin özgürce erişebileceği bütüncül bir öğrenim/bilgiye erişim ihtiyacına da açıkça bağlayarak, “miras hakkı kaldırılır kaldırılmaz toplum her iki cinsiyetten tüm çocukların fiziksel, ahlaki ve entelektüel gelişimi için sorumluluk sahibi olacaktır” dedi.
Ayrıca marksistler pratikte mülkiyet sahiplerinin mülkiyetlerine el konulamaması durumunda, bu mülkiyet sahiplerinin miras haklarının kaldırılmasına muhalefet edeceklerini iddia ederek -bu hakkı tümden kaldırmak yerine onlardan bir aşama olarak miras/emlak vergisi almayı önerdi. Anarşistler ise miras ya da emlak vergisinin miras hakkını doğrudan kaldırmaktan daha az muhalefet yaratacağı inancına katılmayarak kendi önerilerini savunmaya devam etti.
Sayılardan çok kişiliğinin ve hatipliğinin gücüyle Bakunin tartışmalara ve konferansa ağırılığını koydu ve marksistlerin etkisini azaltmayı başardı.
Enternasyonal’e Paris Komünü Arası
Enternasyonal’in yıllık kongresi Paris Komünü’nün patlak vermesi nedeniyle 1870’te yapılmadı. Çünkü pek çok devrimci, ezilenlerin mücadelesinin nasıl örgütlenmesi gerektiğine dair tartışmaları bir kenara bırakıp başlayan bir toplumsal dönüşümün, komünün savunulmasına ve inşasına ağırlık vermişti. Enternasyonal üyeleri ve toplamında birlik, komünü sahiplendi ve mücadelesini selamladı.
Genel Konsey ve Marks her ne kadar komünü selamlamak zorunda kaldıysa ve marksistler Paris Komünü’ne “tarihteki ilk proleterya diktatörlüğü” yakıştırmasını yapmışsa da Marks’ın komün’den aylar önce yaşanan Fransa ve Prusya Savaşı’na dair Engels’e yazdığı bir mektupta Fransız devrimci hareketine hakaretler yağdırdığı ortaya çıktı: “Fransızların büyük bir yenilgiye, köteğe ihtiyaçları var. Eğer Prusyalılar zafer kazanırlarsa, devlet gücünün merkezileşmesi Alman işçi sınıfının merkezileşmesi açısından yararlı olacaktır; dahası, Alman üstünlüğü Batı Avrupa işçi hareketinin ağırlık merkezini Fransa’dan Almanya’ya kaydıracaktır. Ve Alman işçi sınıfının kuramda ve örgütlenmede Fransızlardan üstün olduğunu görmek için hareketin 1866 ile bugünkü durumunun karşılaştırmasını yapmak yeterli olacaktır. Almanya’nın dünya sahnesinde Fransızlara hâkim olması aynı zamanda bizim kuramımızın Proudhon ve benzerlerininkine hâkim olması anlamına gelecektir”.
İşte böylesi veriler marksistlerin Komün’deki yeri ve önemini tartışmaya açmaktadır. Ayrıca yine marksistler Komün yaşam bulurken de işçi mücadelesi içerisinde entrikalar çevirmeye devam ettiler.
1871’de Genel Konsey tarafından Londra’da özel bir konferans organize edildi. Toplantıya sadece 23 kişi katıldı ve 17’si halihazırda Genel Kurul üyesiydi. Anarşistlerin ancak küçük bir azınlığı toplantıda hazır bulundu ve Genel Konsey’in kararları neredeyse oybirliğiyle kabul edildi. Kararların çoğu açık bir şekilde Bakunin ve taraftarlarına yönelikti. İşçilerin politik partiler kurması kışkırtıcı bir şekilde olumlandı. Böylece işçi sınıfı mücadelesi büyük bir hedef şaşırtmayla devletli politik arenaya sıkıştırılmaya çalışıyordu. İşçilerin kendi güncel ihtiyaçları ve sorunlarını konuşması değil iktidar olmak için çaba sarf etmeleri salık verilmeye başlanmıştı.
Sonvillier Kongresi ve Genelgesi
İsviçreli Bakuninci anarşistler de Londra konferansı kararlarını eleştirmek üzere hemen Jura’da küçük bir kent olan Sonvillier’de özel bir konferans düzenlediler. Bu konferansın esas sonucu, Enternasyonal içinde merkezileşmeye son verilmesini ve Enternasyonal’in “özerk grupların özgür bir federasyonu” olarak yeniden oluşturulmasını talep eden ünlü Sonvillier Genelgesi’ydi. Genelge’de anarşist geleneğin en önemli iktidar çözümlemeleri güncel bir olay üzerinden ele alınıyordu: “Binlerce tecrübeden ortaya çıkan tartışılmaz bir gerçek varsa eğer o da iktidarın, kendisine iktidar verilenler üzerinde baştan çıkarıcı bir etkiye sahip olduğudur. Komşuları üzerinde iktidar sahibi bir kimsenin ahlaki bir kişi olarak kalması kesinlikle imkansızdır. Genel Konsey de bu kaçınılmaz kanuna bir istisna teşkil etmedi… Otoriteryen bir örgütlenmeden eşitlikçi ve özgür bir toplumun çıkmasını nasıl bekleyebilirsiniz? Bu imkansız. Enternasyonal, gelecekteki insan toplumunun embriyosu olarak, burada ve şimdi özgürlük ve federasyon ilkelerimizi içtenlikle yansıtmalı ve otorite ile diktatörlüğe meyilli bir ilkeden sakınmalıdır”.
Sonvillier’de yayınlanan bu genelgede Enternasyonal içinde otoriterlerle özgürlükçüler arasındaki temel çatışma, örgütsel bir düzeyde açık bir şekilde tanımlandı ve ayrıca genelge yalnızca İtalya ve İspanya’da değil, Belçika’daki özgürlükçü sosyalistler arasında da destek kazandı.
İşçi Sınıfı Mücadelesine Bir İhanet: Lahey Kongresi
Sonvillier Genelgesi’nin etkisi sürüyorken Genel Konsey bir sonraki buluşmanın toplantı yeri olarak başka bir kuzey şehri olan Lahey’i seçerek yine Latin temsilcilere güçlük çıkardı. Bakunin, hakkında yakalama kararı olduğu için Almanya ve Fransa’dan geçemeyerek kongreye katılamadı.
Lahey Kongresi Eylül 1872’de yapıldı. Kongre’ye Marks şahsen katıldı ve toplantıyı tıka basa taraftarlarıyla doldurmak için elinden geleni yaptı. Marksist çoğunluğu oluşturan delegelerin en az beşi var olmayan hareketleri ya da hemen hemen var olmayan hareketleri temsil ediyordu. Ancak Marks yine de yalnızca İsviçreli ve İspanyalı Bakunincilerden, Hollandalı ve Belçikalı liberter sosyalistlerden değil, aynı zamanda Bakunin’i başka hiçbir konuda desteklememekle birlikte Enternasyonal içindeki aşırı merkezileşme eğiliminden rahatsız olan ve Genel Konsey’in yetkilerinin frenlenmesi gerektiğini kabul eden İngiliz sendikacılardan da gelen etkili bir muhalefetle karşı karşıya kaldı.
Genel Konsey’in artan etkisini her fırsatta eleştiren Bakuninci kolektivistler konseyin yetkilerini bu kongrede de dile getirdi. Genel Konsey’in bir haberleşme bürosu ve istatistiki bilgi merkezinden öte bir şey olmamasını öneriyorlardı. Bu önerinin karşısında olarak ve ayrıca tek sesliliği yaratmak için marksistler Genel Konsey’in yetkilerini genişletme önerisinde bulundular. Enternasyonal’in kurucu değerlerine ve ilkelerine ihanet edercesine bölüm, seksiyon, federal konsey, komite ve federasyonlarını bir sonraki kongreye kadar geçici olarak uzaklaştırdılar. Bu karar Enternasyonal içinde apaçık bir darbe idi ve işçi mücadelesine yönelik benzer darbeler iktidar için mücadele edenler tarafından tarih sahnesinde sıkça tekrarlandı.
“Marks’ın Bakuninci İttifak Örgütü’nün gizli bir şekilde etkinliklerini sürdürdüğü şeklindeki iddialarını araştırmak için bir komite görevlendirildi. Komite kanıtlanamamış muğlak raporlarla Bakunin ve İsviçreli taraftarları James Guillaume ve Adhernar Schwitzguebel’in ihraç edilmesini sağladı.
Daha sonra Bakunin, 1872 yılında yazdığı Enternasyonel ve Marks makalesinde Lahey Kongresi’nin ihraç kararıyla ilgili olarak şu sözleri söyledi: “sahte bir kongrede oylama gerçekleştirildi ve böylece temsili sistem ve evrensel oy hakkıyla ilgili o ünlü gerçeklik bir kez daha kanıtlanmış oldu: herkesin özgür seçimi adına herkesin köleliği ilan edildi”.
Bakunin mizaç, kültür ve toplumsal/ekonomik gelişimleri farklı olan toplulukların Marks tarafından tek elden çıkan bir program içine sokulmak istenmesini despotik buldu ve işte bu saldırıların Enternasyonal’i yıktığını ilan etti.
Marks’ın, Genel Konsey’i Londra’dan, en iyi durumda bile tehlikeli müttefikler olarak gördüğü Bakunincilerden ve Blanquistlerden uzak tutulabileceği New York’a taşıma önerisi acele kabul edildi. Ayrıca sonraları Marks’ın başkalarının eline geçmesin diye Enternasyonal’i öldürdüğü anlaşıldı, çünkü New York’ta Genel Konsey zayıfladı ve ardından yok oldu.
Yukarıda da bahsedildiği gibi Enternasyonal, anarşistlerin kendi ideolojilerinin haklılıklarını yaşadıkları ve bu sebeple tek başına “sosyalizm” denen muğlak çatı bir kavram yerine kendilerine ayrıca anarşist demeye başladıkları bir dönemi yarattı.
Bakunin’in de ifade ettiği gibi Enternasyonal’in umut veren büyümesi baltalandı, birlik sonunda koca bir enkaza dönüştü. Fakat buna rağmen Lahey’den dönen anarşistler, işçi sınıfının ortak mücadelesinden alıkonulamayacaklarını ve mücadeleden vazgeçmeyeceklerini gösterdiler. Birkaç gün süren tartışmalardan sonra hepsi Jura’daki Saint-Imier’e gittiler; orada İsviçreli ve Fransız delegelerle birlikte Enternasyonal’in anti merkeziyetçi kanadının bir kongresini yaptılar. Lahey Kongresi’nde alınan kararları reddeden ve Enternasyonal’in özgür bir federasyonlar birliği olduğu ilan eden kongre, işçi sınıfının özgürlük mücadelesinin hız kesmeden süreceğinin işaretini veriyordu.
İlyas Seyrek
Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 52. sayısında yayınlanmıştır.
The post Bakunin Marks Tartışmalarının Tarihsel Kökeni: I. ENTERNASYONAL – İlyas Seyrek appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post Nuriye ve Semih Yalnız Değilsiniz – Pelin Derici appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>
Ankara’da Yüksel Caddesi’nde elinde dövizi, gözlerindeki kararlılığıyla direnişe başlarken tek başınaydı Nuriye Gülmen. Coğrafyayı kana bulamış iktidarın ilan ettiği OHAL’in ardından yayınlanan KHK’lardan biri ile işine son verilmişti. Nuriye’nin kararlılığı ve hazırladığı “açığa alındım, işimi geri istiyorum” yazılı dövizi binlerce insanın dahil olacağı dayanışmayla büyüyen bir direnişin başlatıcısı oldu.
“FETÖ” iddiasıyla açılan soruşturma gerekçe gösterilerek açığa alındığı sırada Konya Selçuk Üniversitesi’nde bir akademisyendi Nuriye Gülmen; işine geri dönmek istedi ve gerçekleştireceği eylemin daha fazla ses getirmesi için Ankara’ya geldi. O andan sonra artık Yüksel Caddesi yeni adresi, çantası da -kendi deyimiyle- eviydi.
9 Kasım’da İnsan Hakları Anıtı önünde gerçekleştirdiği ilk oturma eyleminde polisler Nuriye daha açıklamasını bitirmeden gelmiş, onu gözaltına almıştı. “Ben açığa alınmış bir akademisyenim…” sözleriyle başlattığı direniş de o günden sonra büyüdü. Her gün yılmadan usanmadan, kar, soğuk, yağmur, çamur dinlemeden Yüksel Caddesi’ne gelerek gerçekleştirdiği oturma eylemlerinin ilk başlarında her gün gözaltına alınıyor, ertesi gün tekrar orada oluyordu Nuriye; kararlıydı. Gerek caddedeki esnaflar gerek caddeden geçenler onunla dayanışmaya başladı. Desteğe gelenlerin sayısı gün geçtikçe arttı. Yeni direnişçiler de eklendi Nuriye’nin başlattığı Yüksel Caddesi Direnişi’ne: Semih Özakça, Acun Karadağ, Veli Saçılık, Esra Özakça ve Mehmet Dersulu. Teker teker her birinin kararlılığı büyüttü her birinin inancını.
Dayanışmaya destekler ve direnişin kazanımına yönelik inançlar büyürken Nuriye ve Semih, Mart ayında direniş 100 günü aşmışken gerek devlet gerekse medyası tarafından görmezden gelinmelere karşı açlık eylemlerine başlayarak direnişleri için daha hareketli bir dönemin başlangıç adımını atmış oldular. Bu günden sonra görmeyeni duymayanı kalmadı direnişin. Açlık eylemleri sürdükçe dayanışmacılar arttığı gibi devletin dikkati de üzerlerine çevrildi.
Ezilenlerin dayanışmasından ve birlikteliğinden korkan devlet de Mayıs’ın son haftasında açlık eylemlerinin 75. gününde evlerine düzenlenen operasyon sonucu Nuriye ve Semih’i gözaltına aldı. Açlık grevi eylemleri sebebiyle ciddi sağlık problemleri yaşamaya başladıkları bir dönemde Nuriye ve Semih’e yapılan gözaltı ve iki gün sonra verilen tutuklama kararları devletin Nuriye ve Semih’in direnişlerini kırma amaçlarıyla gerçekleştirdiği saldırılardı.
Devlet, Yüksel Caddesi Direnişi’nin simgesi olan ve açlık grevine başlayan Nuriye ve Semih’i tutukladığı gibi caddede İnsan Hakları Anıtı önünde eylemlerine devam eden direnişçilere yönelik saldırılarını da arttırdı. Sayısız gözaltı ve şiddet uygulayan polis çareyi çaresizce anıtın etrafını kapamakta aradı.
Devletin polisi Yüksel Caddesi’nde copuyla, kalkanıyla saldırdı, gözaltına aldı. Bu saldırılara karşı da özgürlük ve adalet isteyen herkes dayanışma açıklamaları ve eylemleri gerçekleştirmeye başladı. Direniş Yüksel Caddesi’nden taşarak, İstanbul’da İstiklal Caddesi’ne ve Kadıköy’e, İzmir’de Alsancak’a ve pek çok şehirde pek çok alana yayıldı. Nuriye ve Semih’in başlattığı direniş şimdi her yerde.
Devletin direnişe, dayanışmaya karşı saldırıları kolluk kuvvetleriyle bitmedi. Devrimcilere ve kürtlere yönelik nefreti ve düşmanlığıyla bilinen içişleri bakanı Süleyman Soylu karalayıcı söylemlerle; devletin medyası ise yine karalayıcı söylem ve çirkin ithamlarla Nuriye ve Semih’e saldırdı. Bakanı, medyası, yandaşı emeği ve özgürlüğü için direnenleri teröristlikle suçlasa da asıl terörist; özgürlük mücadelesi veren halkları katledenler; daha çok güç ve daha çok kazanç için işçileri sömürenler yani Nuriye ve Semih’e terörist diyenlerin ta kendisi değil miydi?
Devlet tarafından Nuriye ve Semih’in yemek yedikleri yalanları da uyduruldu bu süreçte. Devlete göre 120 günü aşkın açlık eyleminde olan Nuriye ve Semih aç değildiler. Peki aç olan kimdi? Açıkça söylemek gerekirse asıl aç olanlar, bedenleri aç kalan Nuriye ve Semih değil; gözü aç olanlar, daha fazla güce, servete, iktidara aç olan ezenler, asıl aç olan, ezilenlerin ekmek, adalet ve özgürlük mücadelelerine karşı rahatsız olanlar, onlara saldıranlardır.
Şimdi dışarıda, gerçekten aç olanlara, teröristlere karşı Nuriye ve Semih’in mücadelesini sürdürenler olarak hep birlikte sesleniyoruz: “Nuriye ve Semih Yalnız Değilsiniz!”
The post Nuriye ve Semih Yalnız Değilsiniz – Pelin Derici appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post Devrimci Anarşist Faaliyet’in Referandum Üzerine Birinci Bildirisi: “REFERANDUMA DAİR” appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>Anarşistler ilkesel olarak oy kullanmaz ve seçimlere katılmazlar
Bir oy ile politikleşmek; parti ya da başkan seçimlerinde bir oyluk kampanyaların parçası olarak politikleşmek. Türkiye’de yapılan son seçimlerde seçmenin %87’si seçimlere katılmıştır. Seçimlere katılanların sayısı 49 milyon, katılmayanların sayısı ise yaklaşık 9 milyondur. Sistem değişikliği için önümüzde yapılacak olan referanduma katılım da benzer sayılarda olacaktır.
Seçmen için seçimlere katılmak ne demektir?
Seçimli sistemlerin tümünde, çoğunluk olan iktidar olur. Demokraside, çoğunluğun iktidarı demokratiktir. Çoğunluk olan iktidardır, azınlık olan ise iktidar olamamıştır. Çoğunluğun ve azınlığın ilişkisi, seçimler sürecince iki ayrı yöntemin tartışması şeklinde sürmüştür. Tartışmadıkları tek şey ise seçimlerdir. Seçimler bir grubun toplumu “ben-biz yönetmek istiyoruz” sözüyle başlayan, diğer grubun ise “hayır ben-biz yönetmek istiyoruz” sözüyle karşılık bulduğu bir iddiadır. Seçimler, iddianın taraflarının anlaşarak başlattığı seçmen sayma sürecidir ve seçmenler olmadan gerçekleşemez. Hangi tarafın seçmeni diğerinden çoksa, toplumun yönetimi de o tarafta olacaktır. Seçmen, bu iddialaşmada sadece sayısal bir değerdir. Bu sayısal değer gündelik yaşamında birçok sorunu çözmeye çalışarak yaşayan vatandaş için önemsenecek bir değer değildir. İddialaşmanın tarafları seçimlerdeki katılımı arttırmak için, vatandaşı, sayılan seçmen sıfatından çıkarıp iddianın içine sokmak isterler. Böylece iddiaya katılım artacaktır. Katılımın artması, bir sayı olan seçmenin, öncelikle iddiayı ve sonrasında ise seçimleri ve daha da sonrasında seçimlerin sonucunda oluşacak iktidarı içselleştirmesini sağlayacaktır. Seçmen kazansa da kaybetse de seçimin sonucunu ve seçilmiş tarafın iktidarını kabullenecektir. Vatandaşın bu kabullenmesi, seçimlerde iddialaşan her grubun kazanımıdır. Seçimi kazanan hükümetini sürdürdükçe, kaybeden de muhalefetini sürdürecek ve her iki taraf da bir dahaki seçimleri bekleyeceklerdir.
Seçmen sorumluluğu ne demektir?
Vatandaşın toplumun yönetimine katılması demektir. Atacağı bir oyla toplumun sosyal, ekonomik ve siyasal yönetimine katıldığını sanan seçmen, sorumluluk safsatasıyla yaratılan bu sistemle anlaşacaktır. Anlaşma basittir; kullandığın oy kazansın ya da kaybetsin sen kazanana, yani haklı iktidara, yönetilme hakkını sunmalısın. Bu, kullanacağın bir oyla onaylayacağın anlaşmanın sorumluluğudur.
Seçmenlerin bir oy ile eşitlenmesi ne demektir?
Seçimler sınıflar arası çatışmada bir yanılgı yaratır. Seçimler 1400 lira maaş verilen bir işçiyle 14.000 lira maaş verilen bir mühendisi ve hatta bu işçi ve mühendisin “bir” üretiminden 140.000 lira kazanan patronu bir oy ile eşitleme yanılgısını yaratmaktadır. Aylarca süren ve bir günde biten bu yanılgının ardından toplumsal yönetimde hiçleşen ezilenler, seçilmiş tüm yönetimlerin sömürüsünü yaşarlar.
AKP’nin senelerdir süren genel yönetimi süresince de yeni yasalarla işletilen taşeronluk sisteminin, CHP yerel yönetimlerinde de işlediği aşikardır. Yaklaşık 20 senedir yapılan tüm seçimlerde en yüksek oyu alan bu iki partinin sınıfsal çelişkideki pozisyonları benzerdir. Aralarından birinin hükümet ve diğerinin muhalefet olması, sınıfsal çatışmayı olumlu ya da olumsuz etkilemeyecektir. 140.000 lira kazanan patronun toplumsal yönetime etkisi her daim daha fazla olacak, kapital sahibi olarak yönetime sahip olanlarla sürekli ilişkileri sürecektir. Emeğine 1400 lira verilen işçinin ise yönetime etkisi olmayacaktır. Bir oy ile başlayan ve biten yanılgının bir anlık “bu toplumda ben de varım” mutluluğu ise gündelik yaşamın sosyal ve ekonomik gerçekliğiyle sonlanacaktır.
Kalifiye seçmen olmak ne demektir?
Toplumda çoğunluk kesime ait olmak demektir. Seçimlere giren her grup için toplumun çoğunluğunu oluşturan kesim, seçimin sonucunu belirleyecek olan kitledir. Kitlenin özellikleri, seçim propagandalarının eksenini de belirler. AKP de CHP de, toplumda çoğunluğu oluşturan Türk, Sünni, milliyetçi-ulusalcı gibi toplumda genel geçer değeri olan kesimleri kazanmayı amaçlar. Kalifiye seçmenin dışında kalan seçmen ise, kitle sayısına oranla daha az oy demektir. Bu, kalifiye olmayan seçmenin, seçim propagandalarında ikincil önemde kalması anlamındadır. Böylece vatandaşın sosyal ve ekonomik kimliği, onun seçmenlik derecesini belirlemiş olur.
Seçimlerde iktidara muhalefet olmak ne demektir?
Seçimlerde iktidara muhalefet olmak, geçmiş seçimlerde seçilmemişsin ve gelecek seçimler için umutlusun demektir.
Seçimli sistemlerin tümünde seçime en az iki grubun katılımı gereklidir. Kazanan ve kaybedenin belli olacağı seçim gününe kadar iki grup birbirlerine muhaliflerdir. Kazananın iktidar olması paralelinde kaybeden ise muhalefet olacaktır.
Parlamenter sistemde parlamento içerisinde AKP’nin tüm kararlarına karşı koyan CHP, AKP’nin yaptığı yönetim uygulamalarını, devletin işleyişine ve toplumun yaşamına olumsuz olan etkilerini gündeme getirir. Muhalefetin parlamento içindeki bu misyonu iktidara zıt bir propaganda yapmasını da sağlar. Muhalefetin seçmenle kurduğu salt ilişki artık budur; çünkü seçmenle bir oy için başlattığı anlaşma, seçimleri kaybetmesiyle sonlanmıştır.
Parlamento dışındaki muhalefet ise, muhalefetinin varoluşunu seçimleri kazanan iktidara karşı koymaya dayandırmaz; parlamento dışı muhalefetin dayanağı emperyalizm-kapitalizm karşıtlığıdır. Söz konusu muhalefet, Marksist Leninist sınıf çerçevesinde sınıfsal çatışmanın tarafıdır. Sınıfsal çatışmanın burjuvazi karşısında işçi sınıfının iktidarıyla sonlanacağı devrim için mücadele ederler. Mücadele stratejileri içinde seçimlerde parlamenter muhalefetle pratik bir taraflaşmadan yanadırlar. Bir strateji olarak seçimi savunan devrimci muhalefet, seçim süresince toplumu örgütleme olanağını vurgular. Vatandaşın seçim süreçlerinde bir oy ile yaşayacağı politikleşmeden faydalanabileceğini savunur. Marksist Leninist toplamında bilimsel sosyalist örgütlenmeler, yorum farkları dışında, stratejik olarak seçimlerin kullanılmasını savunur.
HDP Kürt halkının parlamentodaki temsiliyetinin ötesinde devrimci muhalefetin de toparlandığı bir kuruma dönüşmüştür. HDP 1 Kasım genel seçimlerine kadar katıldığı seçimlerde seçmen sayısını sürekli olarak arttırmıştır. Artık parlamentoya bir parti olarak katılma şartı olan %10 seçmen sayısına ulaşabilmekte ve parlamentoda bir parti olarak bulunabilmektedir. Kendi birincil seçmeni olan bölge halkından aldığı oy sabitleşmiştir. Metropollerden alacağı oylarla %10-11 arası iniş çıkışlar yaşamaktadır. Yalnız 1 Kasım ile beraber başlayan TC’nin Kürt Hareketi ile iç ve dış politikalarında karşı karşıya kalması süreci, seçilerek parlamentoya giren HDP’nin yasal-yasa dışı yöntemlerle parlamentodan çıkarılmasıyla sonuçlanmıştır. Seçilmişlerin dokunulmazlıklarına rağmen birer birer yargılanıyor ve tutuklanıyor olması, kural koyucunun yani devletin kendi kurallarını değiştirebilme serbestliğinin göstergesidir. Bir başka gösterge ise genel seçimlerin yanı sıra yerel seçimlerde seçilerek belediye başkanlığını kazanan HDP’li belediyelere kayyum atanmasıdır. Devlet iç ve dış stratejileri paralelinde seçimleri ve seçilmişleri hiçleştirerek, temsili demokrasilerin bir yönetilme yanılgısı olduğunu ispatlamaktadır.
7 Haziran seçimlerinde hepimizin bir parçası olduğu bütünlüklü bir isyan sürecinin, sokak eylemlerinin, yavaş yavaş sandığa sıkıştırıldığını gördük. CHP’den Vatan Partisi’ne varoluşsal olarak olağan karşılayacağımız bu sıkışmanın anlaşılmaz ve karmaşık tarafı, HDP’nin topluma yaptığı sokak değil sandık telkiniydi. Sokak eylemlilikleri toplumsal bir şekilde sürerken seçim kampanyaları içinde erimekte, Kobanê’nin kurtuluşu bile kampanyaya sıkışmaktaydı. Her gün sokağa bir kampanyanın parçası olarak değil kendini gerçekleştirmek için çıkanlar, sokaktan önce sandığın binalarına sonra evlerinin bulunduğu apartmanlara girdiler. HDP, bir oyla bir gün değil, bir direnişle her gün politikleşenlerden “Haydi AKP diktatörlüğüne son” diyerek oy kullanmasını istedi. Seçim kampanyaları, kullanılan oylar ve değişmeyen sistem, değişmeyen devlet diktatörlüğünde birer birer umutsuzluğa dönüştü. “Bu düzen böyle gelmiş böyle gider” söylevi dillerden dillere yayılır olmadı mı? Umudu sokaktan sandığa sıkıştırılanlar ve umudu oy kullanmak sananlar, şimdi, bu yanılgıyı bir başka seçimle tekrarlamak istiyorlar. Oy, umut değil seçmenin politikleşme yanılgısı; seçimler ise adalet ve özgürlük için umut değil, toplumun yönetilme yanılgısıdır.
Seçimler iktidarın ya sürmesi ya sonlanması demektir. Her iktidar toplumun tümünün onayını almak ister, bu onay seçimlere katılarak verilir.
Art arda seçimleri kazanan AKP’nin sürekli çatırdama senaryolarıyla geçirdiği bir iktidar döneminde, zamansız bir referandum seçim sürecindeyiz. Bu zamansız seçimler yani standart periyotta olmayan seçimler, AKP’nin sevdiği seçimlerdir. İktidar olmanın çoğunluk olmanın serbestliğiyle kurgulandığı; iktidarın kurallarını kendinin koyduğu ve beğenmediği kuralı kaldırdığı bir seçim sürecinin daha içindeyiz. Bu referandum, AKP’nin üçüncü referandumu ve AKP bunu da kazanırsa, toplumun şekillendirmesinde önemli bir pozisyonda kazanmış olacaktır. AKP’nin seçim stratejilerinde en önemli ayrıntı kendi seçmen sayısını artırmasını istemesinin yanı sıra seçime katılan seçmen sayısına da artırmak istemesidir. İktidar kendisine muhalif olanların duygu ve düşüncelerini önemsemiyormuş gibi davransa da gerçekte önemser; çünkü iktidarın en çekindiği şeylerden birisi toplumsal onayı alamamaktır. İktidar zaten kendisi için oy kullanan seçmenin onayını almıştır. Muhalif olan seçmenin onayını alması için muhalif seçmenin seçime katılması yeterlidir. Muhalif seçmenin seçime katılmış ve kaybetmiş olması, seçim sonuçlarının meşruluğunu sağlayacaktır. Çünkü meşru olmayan bir iktidar, iktidar olamaz. Kendi iktidarı için en çekineceği şey seçimlere katılımın düşük olması demektir. Direk ya da dolaylı boykot AKP’nin gerçek korkusudur. Bunun için AKP katılımı artırmayı genel gerilimi artırmaya endekslemiştir. Kendi propagandasını yaparken provakatif söz ve eylemlerle muhalefeti gererek, seçmenler arası cepheleşmeyi artırır. Cepheleşme artıkça seçime katılım da artacaktır.
Seçimlere katılmamak tarafsızlık mı demektir?
Yönetme ve yönetilme ilişkisini reddeden anarşistlerin, toplumun yönetimi için yapılan seçimleri de reddetmesi gerekmektir. Bu bir tarafsızlık değil, yöneten ve yönetilenin olmadığı bir dünya için mücadeleye taraflaşmak demektir. Seçimin özgür irade yanılgısı yarattığı aşikardır. Özgür iradesiyle toplumsal yönetime yakınlaştığını ve etki ettiğini düşünen birey, bu yanılgı ile gündelik gerçeklerden uzaklaşacaktır. Bireyin yaşadığı adaletsizliklere, tutsaklıklara, yoksulluğa ve yoksunluklara uzaklaşarak daha itaatkarlaşması kaçınılmazdır. Bireyin yadsındığı toplum anlayışının yarattığı adil ve özgür olmayan bu dünya düzeninde, toplumun yönetiminin seçimle belirlenmediği toplum yoktur. Seçmene sunulan seçenekler bellidir ve seçmenin seçimi ne olursa olsun değişmeyen belli başlı gerçekler vardır:
1) Emeğini ve zamanını satarak yaşamak zorunda olanların, yani ezilenlerin, yönetime etkisi yoktur.
2) Ezilenler için seçim sonrası yönetimlerin uygulamalarında fark yoktur.
3) Kapital sahiplerinin yönetim sahipleriyle çıkar birlikleri vardır.
4) Her toplumda kronikleşmiş iktidar ve muhalefet potansiyeli olan aileler, aşiretler, ideolojik partiler, mezhepler ve etnisiteler vardır. TC’de bu Türk Kürt, Sünni, Alevi, laik, muhafazakar gibi şekillenmiştir.
5) İktidar, devlet-şirket ilişkisinin düzenlenmesinden sorumludur. Bu sorumluluğunu yürütme, yargı ve kolluk kuvvetleri gibi organlarını kullanarak yapar. Bu, ezen ezilen ilişkisinin istenilen sabit şeklinin sürekli savunulması sorumluluğudur. TC’de ve diğer dünya devletlerinin hangisinde seçimleri kazanan iktidarın ezilen sınıfı ezen sınıftan kolladığı deneyimlenmiştir? Seçilmiş muhafazakar, liberal ve hatta sosyalist hiçbir iktidar, ezilenler sınıfının çıkarlarını gözetmemiştir.
Anarşistler seçimlerde oy kullanarak -kullandıkları oy kazansa da kaybetse de- seçimi kazananın iktidarını onaylamayı savunamazlar. Anarşistler, Marksist Leninist bilimsel sosyalistler gibi seçimler süresince seçim kampanyalarına katılarak toplumun örgütlenmesini bir stratejiye dönüştürmezler. Seçimlere katılan taraflar, halkın adalet ve özgürlük taleplerinin tümünün seçim söylevlerinde kapsandığı ve seçimi kazanmaları sonrasında bunun karşılanacağı yanılgısını yaratırlar. Bir yanıyla kapsamlı talep anlamı taşıyan seçim kampanyasının bireysel ya da örgütsel destekçisi-dayanışmacısı olmak, bu yanılgının yayılması sağlamaktır. Seçim sürecini faydalanacak bir fırsata çevirmeyi istemek seçim sisteminin yani bu yanılgının propagandasını yapmak istemektir. Anarşistler, toplumu oluşturan bireyleri oy kullanmama sorumluluğuna çağırmalıdırlar. Bu çağrı, bireyin kendi iradesini, ayrıca adil ve özgür bir dünya isteğini bir partinin ya da başkanın iradesine bırakmama sorumluğudur. Böylesi bir sorumluluk bir güne değil her güne yayılacak bir politikleşmenin başlangıcıdır.
Devrimci Anarşist Faaliyet’in Referanduma Dair Yayınlanan Birinci Bildirisi
Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 36. sayısında yayınlanmıştır.
The post Devrimci Anarşist Faaliyet’in Referandum Üzerine Birinci Bildirisi: “REFERANDUMA DAİR” appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post ”Patronların Korkulu Rüyası Molly Maguires”– Gürşat Özdamar appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>Bir yanda, hiçbir güvenlik önleminin olmadığı, her an bir yerlerden büyük taşların yağdığı, kömür taşıyan asansörlerin halatlarının koptuğu, çamur içinde yüzülen bir madende saatlerce çalışarak hayatlarını kazanmaya çalışan işçiler. Diğer yanda bu sefaletin asıl kaynağı olan ve bundan beslenmeyi sürdüren patronlar.
Gözünüzün önüne Soma ya da Kozlu mu geldi? Evet, oradaki koşullar da buna çok benzer ama bu yazıda asıl olarak, 1800’lü yıllarda Pennsylvania’daki kömür madenlerinde çalışan göçmen işçilerin ve özellikle İrlandalıların mücadelelerinin anlatıldığı, Arthur H. Lewis’in romanından Martin Ritt tarafından filme alınan The Molly Maguires’ten söz etmek istiyoruz.
Vizyona girdiği yıllarda beklediği ilgiyi bulamasa da, yıllar sonra büyük bir festivalin klasik kategorisinde tekrar gösterime girdiğinde dikkatleri üzerine çeken ve Türkçe’ye “İhanet” olarak çevrilen The Molly Maguires filminde, kömür madenlerinde kötü koşullarda çalışmak zorunda bırakılan madencilerin örgütü olan Molly Maguires ve bu örgütü engellemek üzere görevlendirilen gizli bir ajanın hikayesi konu ediliyor.
Ajan McParlan’ın Görevi Buydu: Molly Maguires’i Bitirmek!
Filmlerinde sosyal statülerin insan ilişkilerine olan etkisine değinen, özellikle ırkçılık ve işçi sendikalarını konu edindiği eserleriyle tanınan yönetmenin 1970 yılında çektiği bu film, 14 dakika 51 saniye süren ve sadece müzik ile görüntüden oluşan destansı bir sahneyle açılıyor.
1873-79 yılları arasında patlak veren ekonomik krizle, işçilerin yaşam koşulları “yaşanmaz hale” gelir. İşçiler, giderek kötüleşen bu koşullar sebebiyle, öncesinde İrlandalı toprak ağalarına karşı verdikleri mücadeleyi, bu kez de göç ettikleri bu topraklarda patronlara ve devlete karşı vermeye başlar. Grevlerle başlayan mücadeleden sonuç alamayınca ise başka bir yol denemeye karar verirler: Sabotaj! Adeta bir harabeye dönüşmüş maden ocağını, raylara yerleştirdikleri patlayıcılarla kullanılamaz getirirler.
Örgütledikleri sabotaj eylemine karşı işçiler arasındaki dayanışmayı bozmaya çalışan patronlarsa polise başvurur ve işçilerin arasına sızıp bilgi alacak bir “ajan” görevlendirmeye karar verir. Film boyunca Ajan McParlan’ın çeşitli repliklerinden, onun, sistem içinde yükselme arzusunun yanı sıra göçmen nefretiyle bezenmiş ırkçılığı da sezilir. Ancak birbirleriyle özel iletişim yöntemleri geliştirmiş ve sıkı yoldaşlık ilişkileri kurmuş bu örgütlenmenin bir parçası olmak çok zordur.
Pennsylvania’ya bağlı Lackawanna, Luzerne, Columbia, Schuylkill, Carbon ve Norhumberland gibi kentlerde örgütlü olan Molly Maguires, patronlar için ciddi bir tehlikedir ve İrlanda kökenli örgütlerin çoğunda olduğu gibi çalışmalarını gizli yürütür. Bu sebeple, sendika çalışmalarında açık faaliyet yürüten işçiler hedef haline gelir ve işçilerin katledilmeleriyle sonuçlanan saldırılar söz konusu olur.
Maden ocağında kömür tozundan kapkara olmuş sıkılı bir yumruğun, silahlarını işçilere doğrultmuş polislerin bulunduğu yerin tam ortasından deldiği afişiyle akıllara kazınan filmin belki de en vurucu sahnesi, sonunda yer alıyor. Film, göstermelik bir yargılama sürecinin ardından idama mahkum edilen Jack Kehoe’nin, onun hücresini ziyaret eden McParlan’a söylediği “Asla özgür olamayacaksın!” cümlesiyle sonlanıyor.
Ezen ezilen ilişkisine ve bu ilişkinin iktidarlı tarafındaki çelişkileri üzerine yoğunlaşan bu film, çekilmesinin üzerinden yıllar geçtikten sonra dahi aynı etkiyi uyandırabilecek güçlü bir mesaja sahip. 1800’lü yılları anlatan filmde gösterilen çalışma koşullarına Soma’da ve Kozlu’da yaşananlardan aşina oluşumuz, kapitalizmin zamandan bağımsız olarak her yere nüfuz ettiğini gösteriyor. Ama ezilenler, Zonguldak’ta gerçekleşen ve yakın zamanda kazanımla sonuçlanan direnişte de olduğu gibi özörgütlülükleriyle, patronların korkulu rüyası olmayı sürdürüyorlar, sürdürecekler.
Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 34. sayısında yayınlanmıştır
The post ”Patronların Korkulu Rüyası Molly Maguires”– Gürşat Özdamar appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post Anarşist Yayınlar Dizisi (4) : Çin’de Anarşist Yayınlar – Zeynel Çuhadar appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>
Anarşizmin, bir düşünce ve hareket olarak kendini var ettiği dünyanın bütün topraklarındaki yayıncılık faaliyetlerini bölge bölge incelediğimiz ve söz konusu topraklardaki mücadelenin tarihi paralelinde bir anarşist yayınlar külliyatı çıkardığımız yazı dizimizin dördüncü bölümüne geldik. Geçtiğimiz aylarda yayınladığımız diğer dosyalarda örgütlendikleri topraklardaki halkların özgürlük mücadelesinde edindikleri rolle görece diğer coğrafyalara göre daha belirgin gelenekleri incelemiştik. Bu sayıda ise iktidarların sansürlediği, görmezden geldiği, üzerini örttüğü ama uzun yıllar Çin’deki ezilenlerin sözü ve eylemi olan anarşizmin yayıncılık tarihini inceledik.
Dört yıl süren ve yüz binlerce insanın yaşamını yitirdiği birinci dünya savaşından sonra devrimle yıkılan Çarlık Rusyası İmparatorluğu’nun yerine yeni bir güç geçti. Bu yeni iktidarın adı Bolşevik Partiydi. Partinin ideolojisi olan Bolşevizm, dünya devrimci hareketinde ve özelde Çin devrimci hareketinde bir kırılma yarattı. İşçilerin özgürlük mücadelesinin söylemleriyle hareket eden bu iktidarı daha önce teorik düzlemden öte ayrılıklar yaşamamış anarşist hareket de ezilenlerin tiranlarını yıkmasının verdiği coşkuyla selamlamıştı. Ancak Çin devrimci hareketindeki kırılma yaşanmadan önce, kökeni Uzak Doğu uygarlıklarının doğuşuna varan kadim düşüncelere kadar uzanan ve yirminci yüzyılın başlarında örgütlü bir hareket olmuş anarşizmin etkisi büyük oranda hissediliyordu. Öyle ki Çin’de “toplumsal devrim” denilince akla anarşistler geliyordu.
Sonradan Çin Komünist Partisi’nin kurucusu olarak tanınacak Mao Zedong dahi anarşist Yeni Halkın Araştırmaları Derneği’nin çalışmalarına dahil olmuştu.
1920’li yıllara kadar anarşistler ve az sayıdaki marksist, sosyalist gruplar birbirlerinin aynı mücadeleyi veren fakat farklı araçlar kullanan devrimciler olarak aynı safta görüyorlardı.
Çin anarşizmine kaynaklık eden iki temel eğilim vardı. Bir grup anarşist Shūsui Kōtoku’nun Japonya’da verdiği anarşist devrim mücadelesinden etkilenerek onun anarşizm ile doğu halklarının kadim kültürleri arasında köprü kuran görüşlerini benimsiyorken diğer grup Paris’te geliştirdikleri düşünceleri doğrultusunda kurulan bu bağlantıya itiraz ediyor, bunun geleneğin üstesinden gelmesi gerektiğine inandıkları anarşizme katkı sağlamayacak bir düşünce olduğuna inanıyorlardı.
TAOİZMİN ETKİSİ
Dünyanın dört bir yanında devletler tarafından yeri geldiğinde yalan, hile, illüzyon gibi “ılımlı” yeri geldiğinde ise şimdilerde yaşadığımız topraklarda tekrardan deneyimlediğimiz gibi organize bir şiddet dalgasıyla baskılanan halkların özgür yaşam arzuları, farklı coğrafyalarda farklı isimler/akımlar çerçevesinde haykırıldı. Uzak doğu topraklarında ise doğayla uyum içerisindeki, devletsiz özgür bir dünya tasvirine ilk olarak Taoizm düşüncesinde rastlarız. Taoistler evreni sürekli bir akış olarak tasvir etmişler ve en erdemli yaşama şeklinin bu ilkeler doğrultusunda süren bir yaşam olduğuna inanmışlardı. Buna karşılık Konfüçyüsçüler ve Legalistler ise güçlü, merkezi bir devlet iktidarını ve bürokrasiyi savunmuşlardı.
İşte bu akımların ortaya çıkışının üzerinden yıllar geçtikten sonra yaşadıkları topraklarda verdikleri mücadelede kendi kültürlerinden izler bulan anarşistler, Tien-i Pao adlı gazete etrafında birleşmişlerdi. 1907 yılında yayın hayatına başlayan gazete, Japonya’da 12 anarşist yoldaşıyla birlikte devlet terörüyle katledilen Shūsui Kōtoku’dan etkilenmiş bir grup genç anarşist tarafından kurulmuştu. Tien-i Pao’da yayınlanan yazılar köylü isyanları geleneğine ve vaktiyle kurulan özyönetim topluluklarına göndermeler yapıyordu. Malatesta’nın “Anarşi” kitabını Çince’ye çeviren Chang Chi de bu grubun bir parçasıydı.
Buna karşılık kendilerine Paris grubu adını veren Hsin Shih-Chi (Yeni Yüzyıl) dergisi etrafında birleşen anarşistler, anarşizmi Çin’i modernleştirecek ve geleneğin üstesinden gelmesine yardımcı olacak bir düşünce olarak görüyorlardı. Yoğunluklu olarak Mihail Bakunin ile Pyotr Kropotkin’in düşüncelerinden etkilenmişlerdi. Li Shih-tseng, Chang Ching-Chiang, Wu Chin-hui isimli anarşistlerin yazar kadrosunda yer aldığı Hsin Shih-Chi de Tien-i Pao gibi 1907 yılında yayın hayatına başladı. Üç yıl boyunca aralıksız yayınlandı. Özellikle Paris grubundaki anarşistlerin yakın ilişkide olduğu Kropotkin ve onun merkeziyetçiliğe karşı, federalist düşünceleri Çin devrimci hareketinde derin izler bıraktı.
Çin’de anarşizmin erken dönem tartışmalarının etkisinde hareket gitgide büyümeye ve toplumsallaşmaya devam etti. 1900’lü yılların ilk çeyreğiyle birlikte Hsin Shih-Chi’yi okuyarak anarşist harekete katılan Liu Szufu (Shin-fu), Hui-Ming Lu(Halkın Sesi) isimli gazeteyi yayınlamaya başladı. 1919 yılında Emma Goldman’ın bir makalesinden derinden etkilenerek anarşizmi benimsediğini açıklayan ünlü edebiyatçı Ba Jin’in (Pa Chin) yazıları, Halkın Çanı isimli dergide anarşist teori ve pratik hakkında yazıları yayınlandı. Yine bunların yanında hararetli tartışmaların ve kurulmaya başlanan Çince anarşist külliyatın devamı olarak farklı yayınlar raflarda yerini almaya başladı. 1930’lı yılların sonlarında yayınlanan ve Çin radikal siyasetindeki kırılmadan önceki son büyük anarşist yayın organı olma özelliğindeki Jingzhe ve Fukien’deki öğrenciler tarafından çıkarılan Tzu Chin’den de burada bahsetme gerekliliği hissetmekteyiz.
Uzun yıllar sosyalist iktidarlar tarafından baskılanan devlet karşıtı düşünceler irili ufaklı bir çok yayın organıyla ve deneyimlenen yaşam pratikleriyle hala yaşamaya devam ediyor.
Zeynel Çuhadar
Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 29. sayısında yayımlanmıştır.
The post Anarşist Yayınlar Dizisi (4) : Çin’de Anarşist Yayınlar – Zeynel Çuhadar appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post ” Seçim Zorbalıktır ” – Hüseyin Civan appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>Devletin oluşumuna ilişkin kuramlar oluşturulurken, bireyin varlığına ilişkin öngörü ve düşüncelerden de yola çıkılmıştır. Bunların en bilinenlerinden biri Thomas Hobbes’un devletli ilişki biçimini yücelttiği düşünceleridir. Ona göre insanın doğasında kötülük vardır. Devamlı olarak çıkarı peşinde koşan bir varlıktır. Tüm insanları bu özelliğe sahip bireyler olarak düşündüğümüzde, hepsi bireysel çıkarlarını tatmin etmek için sürekli olarak birbiriyle çatışacaktır. Bireylerin birbirine karşı güvensizliğine dayalı böyle bir ortamda kaygıya dayalı bir yaşam hüküm sürecektir. Hobbes işte bu şekilde tasvir ettiği durumu, doğa durumu olarak adlandırır. Bu güvensizlik durumunun aşılması daha üst bir otoritenin oluşması ile ilgilidir. Tüm haklarını devlete devreden insan, ancak devlet aracılığıyla güvende olacaktır.
Geçtiğimiz günlerde, Diyarbakır’da, 17 yaşındaki bir liseli, okuldan eve dönerken elleri kirli ve terli olduğu gerekçesiyle tutuklanarak Diyarbakır D Tipi Cezaevi’ne gönderildi. “Güvensizlik ve kaygı ortamında”, devletin vatandaşa yönelik bu tarz müdaheleleri tabiki “güvenlik” nedeniyle.
Bugün, devlet varlığının doğası gereği üst otorite olma konumunu kaygısızca kullanmaktadır. Ve tabi yine aynı gereklilikle, bu zora dayalı otoritesi, ezilenlere yönelmektedir. Seçim arefesinde yaşanan, Ankara Katliamı aynı sürecin bir parçasıdır. Devlet, haklı bir gerekçeye ihtiyaç hissetmeden “zor kullanma hakkını” kullanmaktadır. İstisnai haller (vatandaşın güvenliği, terör tehlikesi…) yaratarak gerçekleştirdiği katliamlar artık neden ya da meşruiyet aramaksızın gerçekleşmektedir. Seçimler gibi, devlet iktidarının meşruiyetinin merkezinde olduğu iddia edilen bir süreç dahi, ezilenlere yönelik şiddet sarmalının ortasında vuku bulmaktadır.
Seçim Zorbalıktır!
Seçim gündemine ilişkin Meydan Gazetesi’nin 27. sayısında yaptığımız seçim değerlendirmesinde, seçimlerin kalem kalem hangi araçları kullandığını yazmaya çalışmıştık. Yalancılık, sihirbazlık, hipnoz, illüzyon yaratmak, kandırmaca, hile, manipülasyon ve sürü psikolojisi üzerine kurulan bir seçim pratiğinin hiçbir açıdan bireyin iradesini yansıtamayacağından bahsetmiştik. 1 Kasım’daki seçimler giderek yaklaşırken, seçimler ile ilgili gözden kaçırılmış bir özelliğin bir özeleştirisini vermek gerek. Seçim yukarıda da hatırlattığımız araçların yanı sıra, başlı başına bir zorbalık biçimidir. İçinden geçtiğimiz süreçte yaşanmakta olan devlet zorbalığı da aslında seçim süreçlerinin en önemli özelliklerinden biri olarak son derece somut ve ne yazık ki son derece kanlı bir biçimde karşımızdadır.
Zorbalık yöntemi, her ne kadar genel seçimlerde demokrasi kılıfıyla özenle kapatılmaya çalışılsa da, özellikle yerel seçimlerde kendini belirgin kılmaktadır. Yerel düzeyde ekonomik ve siyasi iktidarı ele geçirme çabası, adayların ya da grupların birbirlerini yok etmesine kadar gitmektedir. Burada bahsedilen gruplar sadece siyasi partiler düzeyinde değil, devletin en ufak yerel organizasyonundan (örneğin muhtarlık) payına düşeni almaya çalışan mafyavari yapılanmalara kadar uzanmaktadır.
Yerel seçimlerde açıktan işleyen zorbalık yönetimini bir kenara bırakırsak, özellikle genel seçimlerdeki demokrasicilik oyunu ile kamufle edilen zorbalık, 7 Haziran seçimlerinden bu yana 1 Kasım’a uzanan süreçte kendini belirgin kılmaya devam etmektedir.
Haziran seçimlerinden istediği meşruiyeti alamayan AKP hükümeti, 7 Haziran’dan önce ağzına pelesenk ettiği “seçilmiş irade” olma durumunu unutup, demokrasicilik oyunu ile kendi yarattıkları konum ve duruma tezat oluşturacak şekilde, 7 Haziran seçimleri yapılmamış gibi davrandı. Seçim illüzyonu ile edilen sözde meşruluğu edinmeden, bizzat AKP hükümetinin kendisi seçimleri manasız kıldı. Yani kendi kurdukları mantıkla “180 derece” ters bir durum yaratmış oldular.
Suruç Bombalaması ile zorbalığa dayanan, meşruluğunu da bu zorbalıktan alan yeni bir politika izlenmeye başlandı. 22 Temmuz’dan bu yana, sokağa çıkma yasaklarından katliamlara varıncaya, devlet zorbalık yöntemiyle, “terörle savaş” adı altında mevcut siyasi pozisyonunu korumaya çalışıyor. 7 Haziran öncesi Tayyip Erdoğan’ın ısrarla her fırsatta dile getirdiği, muhtarları bile bu konumundan dolayı kutsadığı “seçilmiş” olma durumu şimdilerde unutulan bir özellik haline geldi. Aslında devlet tüm araçlarıyla bu konumu vatandaşa unutturma konusunda kararlı. Yakın bir süre öncesinde, “atanmışların” yani valilerin emriyle görevinden alınan “seçilmiş” belediye başkanları durumun düzeyini ve 7 Haziran öncesindeki demokrasicilik oyununu anlamak açısından önemli bir örnek.
İki seçim arasında yaşanan bombalamalarla beraber, devletin katlettiği insan sayısı altı yüzün üstünde. Suruç’ta 33 ve Ankara’da 106 kişi dolaylı ya da doğrudan devlet eliyle katledildi. Sadece Cizre’de yaşanan bir haftanın üstünde süren OHALvari uygulamada katledilenlerin sayısı 22. Bunların arasında 35 günlük bebek de 60’lı yaşlarında insanlar da var. Peki bu durumu nasıl anlamak gerek?
Despotizm, totaliterizm, diktatörlük…
Mevcut hükümetin elinde bulundurduğu siyasal iktidar, farklı zamanlarda farklı isimlerle adlandırıldı. Diktatörlükten faşizme, totaliterizmden monarşiye, padişahlıktan başkanlığa farklı siyasal yönetim ve sistemlerle ilişkilendirildi. Zorbalıktan yola çıktığımızı düşündüğümüzde, bu kavramlaştırmanın da bir siyasal sisteme denk düştüğünü eklemek gerek. Uymak zorunda olunan ne bir anayasa ne de bir hukuk sistemi olan, sadece devlet başındaki kişi ya da grubun istek ve kaprislerine dayanan bu siyasal sistem despotluk olarak tanımlanır. Kelime, Yunanca’da efendi anlamına gelip, hane içinde köle ve hizmetçilere sahip olanlar için de kullanılmıştır. Keza fiili başkan Tayyip Erdoğan’ın, Bizans’tan Prusya’ya farklı tarihlerde farklı coğrafyalarda despot unvanına sahip yöneticilerin uygulamalarına taş çıkaran bir yönetim sergilediğini kabul etmek gerekir.
Öte yandan bu tarz benzetmelerle belki de gözden kaçırdığımız bir durumu dile getirmek gerek. Yazının başlangıcında da vurgulamaya çalıştığımız, bu tartışmanın bir biçim değil öz tartışması olduğudur; devletli sistemin falanca biçiminin diğer biçimlerinden daha az demokratik ya da demokratik olduğunu vurgulayarak bir kıyaslama yapmak değildir. Altı çizilen nokta devletin varoluşunda bu tarz bir öze sahip olduğudur. Daha önce yayınlamış olduğumuz sayılardaki farklı yazılarda, devlet zorbalığının açık bir şekilde ortaya çıktığı “istisnai hallerin” aslında anarşist bir perspektiften yola çıkılarak ortaya koyduğumuz bir yorumdur.
Yaratılmaya Çalışılan Korku
1 Kasım Seçimleri yaklaşırken, devlet, savaşı bir yandan meşru ve demokratik iktidarını kazanmak yani “seçilmiş” iktidar olabilmek için bir seçim propagandası olarak kullanmakta; öte yandan olası “seçilmiş” mertebeyi kazanamama ihtimalini de gözden kaçırmayarak, siyasi iktidarını cebren devam ettirmek için bir yöntem olarak kullanmaktadır.
Seçim propagandası olarak, özellikle Kürdistan coğrafyasındaki uygulamalar sadece katliamlar, operasyonlar, baskı ve şiddet aracılığıyla yıpratma amaçlı olarak kullanılmamakta; teknik açıdan da iktidarını riske sokacak herhangi durumu ortadan kaldırmaya yönelik girişimler olarak da, oy sandıklarının taşınmasından, ilçe bazında seçimlerin iptaline varıncaya sürmektedir.
Mevcut hükümetin aslında geçici olduğu, iktidardaki parti dışındaki tüm partiler tarafından ısrarla vurgulanmakta. Tabi bu sıfat, hükümetin hareket kapasitesinden herhangi bir şey azaltmıyor. Zorbalık uygulamalarıyla, seçim propagandası dışında hedeflenenler, 1 Kasım sonrasını öngörmek açısından önem taşıyor. 7 Haziran seçimleri sonrasındaki gibi, “istisnai” durumlar yaratılarak, devlet iktidarının kendi düzenini sağlamak için zor kullanması normal bir hale getirilmeye çalışılıyor. İki seçim arasındaki süreçte kendi hukuku ve yasalarını askıya alan iktidar, meşruluğunu dayandırdığı demokrasicilik oyununu da askıya almıştır. İşte böyle süreçlerde devlet özüne geri döner; varlığını borçlu olduğu zor kullanımını kendi düzenini kabul ettirmekte kullanır. Bu kabul tamamıyla zor aracılığıyla oluşturulan korkuya dayanır.
Cumhurbaşkanı’ndan geçici hükümetine, kolluk kuvvetlerinden medyasına zorbalık üstüne kurulu bu iç ve dış politika stratejisinin gizlediği bir şey var. İktidar konumunda elde edilmiş ekonomik ve siyasi çıkarların gelecekte yitirileceği korkusu… Bu korku, devleti tüm kurumlarını ve araçlarını kullanarak her şeye saldırmaya itiyor. Anarşist bir yoldaşın söylediği gibi “tarih sahnesinden ayrılmadan önce kendi dünyalarını yıkma”larının korkusu bu. Çünkü korkuları gerçekleştiğinde kendilerini neyin beklediğini biliyorlar. Yine aynı anarşist yoldaşın söylediği gibi, “Faşizmi sonsuza kadar yok etmeye hazırız, hatta cumhuriyetçi hükümete rağmen.”
The post ” Seçim Zorbalıktır ” – Hüseyin Civan appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post ” Global Barış Global Sermaye ” – İlyas Seyrek appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>Dünyanın pek çok yerinde savaşlar ve katliamlar, devletlerin büyük çıkar çatışmaları üzerinden devam ediyor. Savaş, biz ezilenler için yıkım olurken, gelişmiş silah endüstrisi, savaş teknolojisi ve savaş sonrası inşaat sektörüyle birlikte devletler ve tabii ki şirketler için büyük bir fırsat, büyük bir rant, büyük bir ekonomik kaynak oluşturuyor. Ekonomiyi beslemek anlamında savaş, devletler ve şirketler için çoğu zaman vazgeçilemez bir yöntem.
Ancak devletler ve şirketler savaş yöntemini her zaman doğrudan kullanmıyorlar. Bazen barış da, rant ve sömürü için yöntemsel anlamda oldukça “kullanışlı” olabiliyor.
Küresel Barış Endeksi, Ranta Endeksli
Avustralya, Sidney merkezli Ekonomi ve Barış Enstitüsü… Enstitü’nün en önemli çalışması olan Küresel Barış Endeksi; Economist dergisi ve derginin istihbarat birimi tarafından derlenen veriler kullanılarak, barış enstitüleri ve düşünce kuruluşlarında görev alan ekonomistlerin yer aldığı uluslararası bir panelde hazırlanıyor.
Enstitünün hazırladığı tüm raporlar ve yapılan araştırmalardan derlenen veriler, devletler, şirketler, Birleşmiş Milletler, OECD ve Dünya Bankası gibi kurumların yanı sıra, onlara sahada asistanlık hizmeti veren küresel sivil toplum kuruluşları ve politika enstitüleri (think-tankler) tarafından kullanılıyor.
Enstitü, her yıl periyodik olarak yayınladığı ve “huzurlu ülkeler sıralaması” olarak da adlandırılan raporunu, geçtiğimiz haziran ayı sonunda açıkladı. Barış, ekonomi, siyasi istikrar gibi kriterler göz önünde bulundurularak hazırlanan raporda TC devleti, 36 Avrupa devleti arasında sonuncu sırada yer alırken, dünya sıralamasında 162 ülke arasında kendine ancak 135. sırada yer bulabildi. İlk üç sırada ise İzlanda, Danimarka ve Avusturya yer aldı. Barış Endeksi çalışması, dünyadaki çatışma ve savaş bölgelerinin ayrıntılı bir haritasını çıkartırken, bu coğrafyalarda ortaya çıkan durumların detaylı raporlarını hazırlıyor.
Peki Bu Ne Anlama Geliyor?
Daha önce de belirtmiştik, Barış Endeksi’ni hazırlayan enstitü uzmanları Economist Dergisi ekibinden ve bu dergi, kapitalist şirketlerin en önem verdiği, verilerine güvendiği dergilerden biri. Yapılan çalışmaların, hazırlanan raporların şirketlerin çıkarına hizmet vermeyeceğini düşünmek gerçekçi değil.
Savaş kadar barışı da kendi çıkarlarına kullanmakta kararlı olan küresel sermaye güçlerine “barış dönemlerinde” bu desteği sağlayan en önemli kurumlardan birisi Ekonomi ve Barış Enstitüsü.
Hazırladığı “Küresel Barış Endeksi” çalışmasıyla dünyadaki çatışma ve savaş bölgelerinin ayrıntılı bir haritasını ve bu coğrafyalarda ortaya çıkan durumların raporlarını üreten Enstitü, kapitalistlere ve devletlere yatırım yapabilecekleri alanları belirterek sermayelerini artırmalarına yol açıyor.
Savaş ve çatışma bölgeleriyle ilgili tüm bu çalışmalar, gerek savaş sırasında o bölgede gerçekleşen büyük rantın hissedarlarını azaltacak şekilde, riski sevmeyen patronları oradan uzaklaştırarak, gerekse bölgenin savaş sonrası ihtiyaçlarını belirterek, gerçekleşecek olan bu daha büyük ve kapsamlı sömürüye ve sermaye akışına rehber oluyor.
Enstitü ayrıca, savaşların olmadığı coğrafyalarda da analizler yapıyor ve buralardaki ekonomik durum ile kapasiteleri saptayıp sermayedarlara yapabilecekleri yatırımlar hakkında seçenekler sunuyor.
Yayımlanan raporlarda ekonomik istikrarsızlıklara bolca dikkat çekilirken, devletlerin içeride yaşadığı çatışmalara ve siyasi istikrarsızlığa da neden olarak ekonomik krizler gösteriliyor. Bununla beraber, savaş ve çatışmaların da yine barış ekonomisine zarar verdiğini, barışı gerçekleştirmenin ekonomik açıdan istikrarı yakalamakla geleceğini söyleyerek bir tuzak kuruluyor. Böylelikle ezilen halkların paylaşma ve dayanışma içinde bir arada yaşamaları için olmazsa olmazlardan biri olan “barış” kavramı, söz konusu Enstitü tarafından, şirketlerin ve devletlerin sömürülerini artırmaları için onlara bir araç olarak sunuluyor.
Kapitalist Barış
Enstitünün şimdiye kadar yaptığı çalışmalarda kullandığı bir barış tanımı var. Pozitif ve negatif olmak üzere iki ayrı bağlamda ele alınıyor barış. Çalışmaya göre “negatif barış”, şiddetin olmadığı bir atmosferi tanımlamak için kullanılıyor. “Pozitif barış”ın ifade ettiğiyse, şiddet varlığının ve korkusunun toplumdaki durumundan çok daha fazlası. Pozitif barış, sadece siyasal olanla ilgili değil, aynı zamanda toplumun sosyo-ekonomik durumuyla da ilintili. Pozitif barış durumunun oluşması için toplumun ekonomik açıdan da iyi bir konumda bulunması şart koşuluyor.
Küresel Barış Endeksi ile enstitü, özellikle Pozitif Barış tanımının üzerinde duruyor. Barışçıl toplumları destekleyen ve ayakta tutan davranışları, yapıları ve organizasyonların desteklenmesi noktasının altını çiziyor.
Pozitif Barış tanımının kerameti burada ortaya çıkıyor. Sosyo-ekonomik durumun iyi olması için gerekli koşullar kapitalist dengelerle kuruluyken, bu dengenin, yani kapitalizmin o coğrafyalarda daha iyi işlemesi için desteklenmesi gereken kuruluşlar olarak kapitalist şirketler ve bu şirketlerle ilintili STK’lar ön plana çıkartılıyor.
Çalışma, işte bu barış tanımıyla birlikte hiç şüphesiz, şiddetin yanı sıra sistemin devamı için gerekli olan, kapitalist ekonominin çarklarını risk olmadan çalıştıracak bir barıştan bahsediyor. Yaptığı saptama ve analizlerle de kendince tasarlayıp çizdiği bu barış portresinin vücut bulması için şirketlere ve devletlere yol göstericiliğinde bulunuyor.
Bir yandan şirketlere sağladığı verilerle sermaye akışına uygun coğrafya arayan Ekonomi ve Barış Enstitüsü; öte yandan barış terimini yeniden anlamlandırıyor. Devletin ve şirketlerin barışının rant ve sömürü olduğu ortada. Kapitalizmin barış hali ve savaş hali…
The post ” Global Barış Global Sermaye ” – İlyas Seyrek appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post “Her Ezilen İçin Güçlü Bir Tokat Olmak” – Cem İleri appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>Küçükçekmece’de bir inşaatta çalışıyorum. Ağrı’dan geldiğim ilk günden beri bu bölgede farklı şantiyelerde çalıştım. Geçtiğimiz hafta bir mesai sonrası, yine Ağrı’dan gelmiş işçi arkadaşlarla beraber şantiyeden çıktık. Bekar evimiz desek de aslında evli ve bekar işçi arkadaşlarla kaldığımız, tek odalı malikanemizin yolunu tuttuk. Derken, işe başladığımızdan beri her gün kullandığımız yolda, bir anda durdurulduk. Daha ne olduğunu anlamadan kimliklerimize bakılarak önce ıssız bir yere, ardından Sefaköy Polis Merkezi’ne getirildik. İlk durdurulduğumuz anda şok yaşamış olsak da polis merkezine gidene kadar anladık her şeyi. Devletin Kürdistan’da halkla savaşının İstanbul Esenyurt’ta bir kaç kişilik hedefiydik. Etrafımızı çevirdiği anda ite kaka bizi aracına bindiren, yol boyunca küfürler, hakaretler ve türlü aşağılamalarla darp eden, Giyadîn’de (Ağrı-Diyadin) Orhan’ın, Emrah’ın Cizre’de Baran’ın, Emin’in Esenler’de Fırat’ın katilleri bize “devletin gücünü göstermek” istiyor! Daha önce Gever’de(Yüksekova) yere yatırdığı elleri kelepçeli işçilere “gücünü gösteren” devletin, bu sefer de biz üç kürt inşaat işçisine “devletin gücünü” göstermek isteyen altı kişilik bir sivil polis grubu. Gördük! Ezilenin karşısında faşizmi gördük; zenginlerin gücünü gördük fakirlere; patronların gücünü gördük işçilere… Hem de en yalın haliyle, yumrukla hakaretle, tükürükle, silahla. Sonra, götürdükleri karakolda açlıkla… Düşünmeye başladık, devlet ve onun paralı, parasız katilleri hemen anlıyorlar; tanıyorlar bizleri. Konuşmamızdan, ten rengimizden, artık nasıl oluyorsa işçi olduğumuzu belli eden kıyafetlerimizden tanıyorlar. Anlıyorlar, dövüyorlar, öldürüyorlar. Üstüne bir de işçiliğini sorguluyorlar. Tabi devletler sadece Kürdistan’da Kürt olduğun için öldürmüyor. Aynı zamanda işçi olmak, büyük bir tehdit yaratıyor güçlü devletimize! Biz ‘üç işçi Kürt’ değil de ‘üç patron Kürt’ olsaydık böyle bir şekilde durdurulmazdık. Hem zaten o yoldan yürüyerek değil de en kötü ihtimalle özel aracımızla geçiyor olurduk. Çantalarımızda Dicle’nin Yakarışı ile Anarşist işçiler Sacco ve Vanzetti’yi anlatan romanlar yerine başarı hikayelerinin anlatıldığı kişisel gelişim kitapları olurdu. Belki o zaman değerlerimize küfürler savurmazdı katiller! Devletler korkuyor bizden; biz ezilenlerden. Bir araya geldiğimizde mahşer gününü yaşatacağız çünkü onlara! Hem yolda hem kimsenin olmadığı bir tenhada hem de karakolda bunu gördük gözlerinin içinde katillerin! Saatlerce tuttular herhangi bir sebep göstermeden…
Serbest bıraktılar bizi! Gecenin bir yarısında, nerde olduğumuzu neye maruz kaldığımızı çok da düşünemeden, kafamızda “Acaba Kürdistan ne durumda? Bugün devletin gücü kaç kişiyi katletti? Katledilenler arasında tanıdıklarım, akrabam yada arkadaşım var mı?” gibi sorularla tekrar eve doğru yürüdük. Sonraki gün erken saatlerde şantiyede olmak üzere… Suriyeli göçmenle, Amerika’daki İtalyan göçmenle, TC’deki Kürt işçilerle yani dünyanın her yerinden tüm ezilenlerle beraber bize atılan tokadın daha güçlüsünü atmak üzere. Asıl onlar ezilenlerin gücünü görecekler!
Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 28. sayısında yayımlanmıştır.
The post “Her Ezilen İçin Güçlü Bir Tokat Olmak” – Cem İleri appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post ” Göçmen Hayatlar ” – Özgür Oktay appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>Savaşın yaşamı doğrudan yok ettiği bölgeleri terk etmek zorunda kalan göçmenler, refah umuduyla gitmeye çalıştıkları Avrupa devletlerin sınırlarında hayatta kalma mücadelesi veriyor. Avrupa devletleri ise bir yandan, savaşla hiç ilgileri yokmuşçasına, BM Mülteciler Yüksek Komiserliği gibi kurumlarla kurtarıcı rolüne bürünürken, diğer yanda Frontex gibi sınır polisi kurumlarıyla göçmen gemilerini batırarak katliam yapıyorlar.
Bu katliamların toplumda yarattığı huzursuzluk, kısmen Avrupa’da son dönemde yükselen ırkçılıkla, kısmen de kapitalizmin beyaz kölelerini daha fazla hırpalamaması için emek gücüne katılan ucuz göçmen emeği ile yatıştırılıyor.
Ana akım medyadaki haber ve yorumlar da kullandığı tanımla hangi işlevi gördüğünü belli ediyor. Son zamanlarda açıkça ırkçı olmayan bazı kesimlerin kullandığı göçer (migrant) terimi de, aslında genel olarak göç eden hayvan ve insan topluluklarını niteliyor. Diğer tarafın kullandığı kelime ise “mülteci”.
Avrupa’nın ahlaki mirasını aldığı Kilise ve Antik Yunan tapınaklarında bir uygulama olan iltica, devletlerin baskısından kaçan suçluların ve kölelerin “sığınması” anlamına geliyor. Yunan tapınakları kölelerin başka sahiplere satılmasını sağlarken, kilise ise bu kaçakları kendi kölesi olarak kullanmış.
Avrupa’da Yükselen Faşizm Avrupa’da göçmenlere yapılan faşist saldırılardan Romenler’in sınır dışı edilmesine gittikçe yükselen ırkçılık, artan “göçmen sorunu” ile tepe noktasına ulaştı. Nisan ayında Fransa’nın Sosyalist Partili Cumhurbaşkanı François Hollande’ın, Akdeniz’de göçmen kaçakçılığı için kullanılan botların tespit edilerek askeri kuvvetler tarafından imhası için BM Güvenlik Konseyi’ne verdiği teklif, Avrupa Konseyi’nin ilk taslağında yer alırken muhalif kesimlerden gelen tepkilerinden sonra geri çekildi. Ancak fiili durum teklif edilenden çok da farklı değil. Avrupa Komisyonunda konuşulan Akıllı Sınırlar Paketi ise fişlemenin artmasına, vize ihlalinin kolayca saptanmasına ve polise verilen kaynakların artmasına yol açacak. AB Devletleri, göçmenlere “kaçak girişi cezalandırma” gerekçesiyle baskı uygularken, “insan kaçakçığını engellemesi” dolaylı söylemiyle, doğrudan yaşamına saldırıyor.
Avrupa kapitalizmi ezilenleri en çok uzaktan sömürmeyi sever. Ancak bu sömürüyü mümkün kılan savaşın kaçınılmaz sonucu olarak yüz binlerce göçmen kapısına dayanmakta diretiyor. Kapitalizmin mülteci / göçmen yasaları ise, her zaman yaptığı gibi ezilenlerin direnişini kendi karına çevirmeye yarıyor. Göçmenler “yasadışı” olarak sınırlardan geçiyorlar ama hem an sınır dışı edilme tehlikesi altında, tüm işçi haklarından mahrum, düşük ücretlerle çalışmak zorunda kalıyorlar.
The post ” Göçmen Hayatlar ” – Özgür Oktay appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post 7 Haziran Genel Seçimlerine İlişkin DAF’ın Bildirisi :Demokrasi ve Meşruluk appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>“Demokratik devlet terimsel olarak bir çelişkidir. Çünkü devlet asıl olarak tahakküm, otorite ve iktidar ile ilgilidir, zorunlu olarak toplumsal refahın ve egemenliğin eşitsizliğine dayanır.”
Michael Bakunin
Sadece seçim sürecinde değil, tüm siyasal süreçlerde, partilerin yoğunluklu olarak yaptığı ajitasyon demokrasi üzerinedir. En muhafazakarından en liberaline, demokrasi üzerindeki bu ajitasyon ortaklığı, seçimlerin ve temsili demokrasinin meşruiyet ihtiyacından kaynaklanır. Bu ortaklık, temsili demokrasinin, gerçek bir demokrasi olduğu yanılsamasını oluşturma çabasıdır. Yani seçimler, bu yanılsama içerisinde yapılmaya çalışılıyor. Seçimler üzerinden olabilecek bir galibiyet ya da yenilgi, bu yanılsamayla meşrulaştırılıyor. Öncelikle, hiçbir kesim tarafından sorgulanmayan bu yanılgıyı düşünmek gerekir.
Aslında “demokrasi” terimi ve bu terimin ifade ettiği toplumsal modelin neye tekabül ettiğine ilişkin muğlaklık aşikardır. Terimin içi boştur. Öyle ya da böyle tüm siyasal tartışmaların meşrulaştırıcısıdır. Her şey “demokrasi” için yapılır, her icraat “daha demokratik” olma vaadiyle desteklenir. Belki de son zamanlarda karşılaştığımız en büyük vaat ve icraat ise, ABD’nin “Demokrasi götürmek” için Irak’ı işgal etmesidir.
Bu muğlaklık, temsili demokrasinin dokunulmazlığını garanti altına alıyor. “Demokrasi için bir oy at” mottosuyla yapılan seçimler bütününde bu dokunulmazlıktan yararlanmaktadır. Özünde bir oy eşitliğine dayanan seçimler, aslında toplumsal refahın ve egemenliğin eşitsizliğini yaratan bir iktidar hilesidir.
Bu hile içerisinde seçimler, tabii ki demokrasinin olmazsa olmaz koşulu olarak sunulur. Seçimler dışındaki her şey ya ütopik ya da despotiktir!
Demokrasi ve kapitalizm arasındaki ilişki, kavramı bu muğlaklığa zorlayan bir başka nedendir. Zira kapitalizmin siyaset üzerindeki ve küreselleşmeyle birlikte ortaya çıkan yeni iktidarların hükümetler üzerindeki belirleyiciliği giderek artmaktadır.
Bütün bu muğlaklığıyla demokrasinin parlamenter biçimi, mevcut siyasi ve toplumsal yapının iyileştirilmesine yani “iyi devlet”e odaklanmıştır. Bu siyaset tarzı, müzakereci ve reformcudur.
Ancak devrimci siyasetin hedeflemesi gereken, mevcut toplumsal yapının iyileştirilmesi değil, onun yıkılması ve yeni bir toplumsal yapının inşa edilmesidir. Özgürlüğü ilke edinecek devrimci bir siyaset tarzında, herhangi bir temsiliyete yer yoktur. Devrimciler, parlamenter demokrasiye özgü temsil alanı içerisinde yer almamalı; seçim, siyasi partiler, piyasa, medya ve şiddet aygıtlarının birlikteliği ile işleyen mekanizmaya katılmamalıdırlar. Öyle ya da böyle bu mekanizmanın içerisinde yer almak, onu meşrulaştırmak ve yeniden üretmektir. Parlamenter demokrasiyle amaçlanan da, her şeye rağmen bu mekanizmanın devamlılığını sağlamaktır.
Oy hakkı, yurttaş olan her bireyin kendisiyle ilgili alabileceği kararları ve bu kararların uygulanma şeklini, yani kendi iradesini temsilcilere teslim etmesinin önünü açan bir ilkedir. Halkın siyasete katılımının yegane aracı olarak görülen oy hakkının evrimine bir göz atmak, bu işleyişin neyi gizlediğini anlamak açısından önem taşımaktadır.
Siyasete soylular dışındaki kesimlerin katılımı, Antik Yunan’dan Magna Carta’ya bir dizi siyasal süreçte de kendini göstermiştir. Ancak eşitlik, özgürlük ve adalet gibi kavramlar, 1789’dan sonra seçim meseleleriyle ilişkilendirilmeye başlanmıştır.
Antik Yunan’da şehir devletlerinde siyasete katılım “yurttaş”larca gerçekleştirilmekteydi. Ancak burada yurttaş kavramı, toplum içerisindeki herkesi değil, sadece reşit ve soylu erkekleri kapsamaktaydı. Kadın, köle ve yabancılar yurttaş olarak görülmüyordu.
Roma İmparatorluğu’ndan önceki cumhuriyet döneminde, senatoya yalnızca Cicero’nun “yönetime doğuştan yatkınlıkları olanlar” diye adlandırdığı soylular girebiliyordu, yönetilmeye yatkın olan ezilenler değil…
1215’te İngiltere’de, Magna Carta ile toprak ağaları siyasette söz sahibi olmaya ve politika yürütme hakkına sahip oldu. Bu yeni durum ezilenler lehine bir kazanım olarak, yani soyluların sahip olduğu siyaset hakkının dağıtılması olarak anlatıldı. Ancak değişen tek şey, siyasi iktidarın toprak ağaları ve aristokrasi arasında pay edilmesiydi.
İki yüzyıllık süreç boyunca siyasi ve ekonomik kazanımlarını arttıran ticaret burjuvazisi ise, 1688’de İngiliz Devrimi’nden sonra, avam kamarası aracılığıyla siyasi iktidara ortak olmuştur.
Gelişen ticaret, sanayi ve teknolojiyle zenginleşen burjuva girdiği iktidar mücadelesini, liberal demokrasi ile süslemiştir. “Evrensel oy hakkı” düşüncesi tam da böyle bir sürecin sonunda burjuvazinin gündemine girmiş, 1789 Fransız Devrimi’nin sonucunda evrensel oy hakkı tartışmaları başlamıştır.
1791 yılında özel mülkiyet sahibi olan kişilere oy kullanma hakkı veren bir anayasa kabul edildi. Bu anayasada yer almasına rağmen oy kullanma hakkı, ancak 1848 Devrimleri sonrasında kabul görmeye başladı.
Bu tarihsel süreç karşısında, oy hakkının ezilenler için mücadeleler sonucu elde edilmiş olduğu kabulünü tekrar düşünmek gerekiyor. Ezilenler, bu toplumsal hareketliliklerde tabi ki yer almışlardır. Ancak, ezilenlerin bu süreçlerdeki talebi ne siyasal iktidar, ne de oy hakkı olmuştur. Buna rağmen burjuvazi, siyasal iktidarı ele geçirdikten sonra özgürlük, adalet ve eşitlik sağlayacağı vaadinde bulunmuş, iktidara yerleştikten sonra ise bu iktidarını paylaşmayacağını her fırsatta göstermiştir. 1848 Devrimleri süreciyle oluşan devrim süreci, burjuvaziyi korkutmuş olacak ki, 1791 yılında sadece özel mülkiyet sahiplerine ayrıcalık olarak tanınan oy hakkının çapı genişletilmiş ve genel oy hakkı kabul edilmiştir. Esasen burjuvazi, bu siyasi hamlesiyle ezilenlerin isyanını oy sandıklarıyla manipüle etmeye ve bu şekilde pasifize etmeye çalışmıştır. Bu hamlesini ezilenlerin lehine “ilerici” ve “demokratik” bir gelişme olarak nitelendirmiştir.
Bütün bu “ilerici” hamlelere rağmen, 1871’de Paris halkının monarşiye karşı öz-örgütlülüğüyle yarattığı Paris Komünü, ne oy hakkı ne de temsil sistemiyle ilgisi olmayan bir başkaldırının sonucuydu.
Avrupa, Liberal demokrasinin “bahşettiği” genel oy hakkıyla genel olarak 20. Yüzyılın ortalarında tanıştı. Unutulmaması gereken, kazanım diye gösterilen burjuva aldatmacalarına rağmen halkın Paris Komünü’ne benzer deneyimlere giriştiği ve ezilenlerin gerçek kazanımlarının ancak bu tür başkaldırılar soncunda elde edildiği gerçeğidir.
İlerici ya da demokratik kazanımlar diye ifade edilen genel oy hakkının, ezilenlerin mücadeleleriyle ilişkisinin anlaşılması, bu ikisinin özdeşmiş gibi algılanmaması gerektiğini göstermektedir.
Devlet ve demokrasi arasındaki ilişkiyi biraz daha gözler önüne sermek için, Bakunin’in devlet üzerine düşüncelerine bir göz atmakta fayda vardır.
Bakunin öncelikle devleti baskıcı sınıf ya da seçkinlerin faydasına toplumu denetleyen toplum karşıtı bir aygıt olarak tanımlar. Temelde şiddet üzerine inşa edilmiş olan devlet, politik baskı aracılığıyla bu eşitsizliğin devamını sağlamakla ilgilenen bir kurumdur. Sürekli bir bürokrasinin varlığına dayanır. Ki bu, yönetenler yönetilenler ikililiğini ortaya çıkarır.
Devletin toplumsal refahın oluşturulması için gerekli olduğu iddiası devletin bir tahakküm mekanizması olduğu gerçeğini gizlemekte kullanılan bir maskedir. Bu mekanizma içerisinde yapılacak yönetici seçimleri, bu gerçeklikten uzak düşünülemez. Birkaç yılda bir halktan, kimin yöneteceğini belirlemek üzere oy kullanmaları istenir. Oy kullanan insanların bir şekilde sistemin çalışmasının kontrolünü elinde bulundurduğu illüzyonu sayesinde sistem meşruiyet kazanır.
Bakunin, aslında parlamenter demokrasiyi iki şekilde ele alır. Birincisi parlementarizmin burjuva demokrasisi anlamına geldiği, bir diğeride iktidarın kaçınılmaz olarak iktidarı elinde bulunduranları yozlaştırdığı üzerinedir.
Parlamenter demokrasi daha dünya üzerinde ender olarak var olduğu bir zamanda Bakunin gibi yoldaşlar bu meselenin yaratacağı yanılsama üzerinde durmuş ve toplumun farklı kesimleri arasında eşitlik hissi uyandıracağına ilişkin uyarılarda bulunmuşlardır. Parlamenter demokrasilerde yaygın olarak karşılaşılan asıl aldatmaca “halkın kendini yönettiği” aldatmacasıdır. Parlamenter demokrasi kaynağını bir kurgudan alır. Halkın oylarıyla seçilerek iş başına getirilen yasal ve idari yapılar, halk iradesinin temsiliyetine odaklanır. Böylece siyasal işleyişte halkın doğrudan katılımının engellenmesi özgürlüğümüzün reddedilmesi anlamına gelir. Toplumsal işleyişte adalet ve özgürlük ancak, bireylerin karar alma süreçlerindeki doğrudan katılımı ve kontrolü ile sağlanabilir. Bütün bunlar göz önünde bulundurulduğunda, parlamenter demokrasinin işlediği farklı coğrafyalarda gerçek bir halk denetiminin olmadığı ve olamayacağını görebiliriz.
Parlamenter demokrasi, devrimci eylemin belirleyici gücünü göz ardı etmeye çalışır. Bu ikisinin yan yana gelmesi olanaksızdır. Çünkü devrimci eylem parlamenter demokrasi yönetilen toplumsal yapıyı yıkmayı hedeflerken parlamenter demokrasi ise kendini devamlı olarak “bu tip” tehditlerden korumaya çalışır.
19.yüzyılın başlarında tesis edilen “oy hakkı” aracılığıyla halka özgürlük sağlayacaklarını vaat edenler, halkı aristokrasinin iktidarını devirmeye yönelttiler. Ancak sonrasında iktidarın büyüsüne kapılmaktan kendilerini alamadılar.
Bu büyü ile beraber, güce kavuşup kendilerini toplumun üstünde görmeye başlayan siyasi iktidar pozisyonundakilerin, dünyaya bakış tarzları da değişir. “Yönetim işiyle ilgilenen bir işçiler parlamentosu olsa bile sömürücü ve tahakkümcü hale gelir, kararlı aristokratların, otorite ilkesinin tapıcıları meclisine dönüşür.” Dahası yöneticiler, ezilenlerce seçilseler bile yönetici olmadan önce seçmenlere verdikleri her türlü sözü seçildiklerinde unutur, siyasi iktidarın sanal gerçekliğinde kaybolup giderler.
Demokratik düşüncelerinden ve amaçlarından bağımsız olarak, tüm yöneticiler iktidarlı konumlarından elde ettikleri üstünlükle, aynen bir kralın tebaasına yaptığı gibi halka üstten bakar. Parlamenter demokraside yöneticilerin konumlarında ve bakış açılarında değişiklikler meydana gelmiştir. “Kurumlaşmış konumlar ve bu konumlarla gelen ayrıcalıklar, herhangi bir bireyin nefretinden veya kötü niyetinden çok daha güçlü motivasyon oluşturur.”
Siyasi iktidar egemenlikten ve hegemonyadan başka bir anlama gelmez. Bu ikisinin olduğu yerde yöneticilerin iktidarına zorla boyun eğen halk vardır. Yönetici olanların varlığı devam ettikçe bu zulümden rahatsızlık da devam edecektir. Yöneticiler de daha baskıcı tedbirlerle halka boyun eğdirmeyi sürdüreceklerdir. Siyasi iktidarın doğası budur. Politik kurumlar ne kadar eşitlikçi olursa olsunlar, yöneten hep siyasi, ekonomik ve sosyal iktidarlar arasındaki denge olacak ve kanunlar bu dengeye göre yapılacaktır.
Eğri oturup doğru konuşalım. Toplumsal muhalefetin parçası olan kesimlerin meclisteki çoğunluğu elde edip rejimi değiştirmek gibi bir hedefi olamaz. Kötünün iyisini hedefleyenler, fark etmeden devletli sistemin aldatmacasına dahil olurlar ve bu andan itibaren bir aldatmacanın içinde olduklarını algılayamazlar. Toplumsal muhalefet, bu seçim aldatmacasının dışında varlığını sürdürmesi gerektiğinin farkında olmalıdır. Çünkü bu seçimde kazanmak yoktur. Kazandığını zannetme vardır. Her seçimde yükselen oylar, başarı olarak görülür. Meclisteki sandalye sayısındaki artış “kazanım”dır. Toplumsal muhalefet, yükselen oyları başarı artan sandalye sayısını kazanım olarak görüyorsa bu aldatmacanın kendisine hapsolmuştur, artık kendisine toplumsal demesine de gerek yoktur.
Devletin seçim aldatmacası sanal bir gerçeklik üzerine kuruludur. Bu sanal gerçeklikte kazanım yoktur. Bu aldatmacaya dahil olan herkesin gözüne bir perde iner ve bu körlük içerisinde kazanım elde ettiğini düşünenler yanılırlar. Çünkü bu aldatmacada kazanan ya da kaybeden yoktur. Her zaman aldatmacanın kendisi kazanır. Ekonomik, siyasi ve sosyal baskıya sürekli olarak maruz kalan ezilenler de bir oy atarak bu aldatmacanın içine çekilirler. Atacakları bu oy ile içinde bulundukları ekonomik ve sosyal pozisyonu değiştirebilecekleri yanılgısına itilen ezilenlerde kısmi bir rahatlama amaçlanır. Aldatmacanın kazanımı tam da budur. Ezilenleri ezilen olma durumundan kurtaracak olan aldatmaca içerisinde kime oy verdiği değil bu aldatmacanın dışına çıkmasıdır.
Ancak zaten seçimlere dahil olmanın içerisindeki alt metni de iyi okumak gerek. Seçimlere girmeyi, ehveni şer olarak düşünen mantık, zaten bu aldatmacada dahi yenik başlamıştır. Siyasi, ekonomik ve sosyal iktidarların konumlarının değişmez olduğunu kabullenen bu zihniyet, kendisini bir kaybediş içerisinde gördüğünden varlığını sürdürebilmek için, uygun bir pozisyonda konumlanmaya çalışır.
Kazanım olarak ortaya koyulan hedefler, iktidarlar arasındaki savaşta “bize ne düşerse” mantığıyla şekillenir. Seçimlerin ve oy vermenin tarihinde olduğu gibi, bu mantık aristokrasiyle savaşa tutuşan burjuvazinin kazanımlarını kendi kazanımları gibi görmüş, böylelikle toplumsal devrimden ezilen kesimleri uzaklaştırabilmiştir.
Siyasi iktidarı ele geçirenler ister askeri darbeler aracılığıyla ister parlamento seçimleriyle olsun, yöneten ve yönetilen ayrımını ortadan kaldırmayı hedeflemediklerinden dolayı, hiçbir koşulda ezilenlerin çıkarlarına uygun hareket etmeyeceklerdir. Bu doğrultuda gerçekleştirilecek dönemsel hamleler, ezilenlerin lehine gibi geçici durumlar yaratsa da siyasal iktidarın -kendinde kötü olan- karakteri buna engeldir.
Seçim kazanımları, sokağı düşürüyor. Çok fazla oy demek, çok fazla insanın sokağa çıkması demek değil. Syriza, Yunanistan’da sağcı ANEL ile hükümet kurduktan sonra beklenti çok büyüktü. IMF ile ekonomik ilişkilerden, Avrupa Birliği’yle siyasal ilişkilere kadar herkes tam bir özgürleşme, rest çekme, bu kapitalist güç odaklarından tamamen kurtuluş bekliyordu. Syriza, son on yılda Yunanistan’daki sokak muhalefetinin, genel grevlerin taleplerinin firesiz uygulayıcısı olarak görüldü.
Ancak gerçek bundan çok uzaktı. Kimse Syriza’nın PASOK’laşacağını düşünmezken, önce IMF ve AB ile ilişkiler, “karşıyız ama bir de siyasal gerçekler var” ilkesiyle baştan konuşulmaya başlandı. Öte yandan, Rusya gibi “antikapitalist” devletlerle “kapitalist olmayan” ticaret ve enerji görüşmeleri yapıldı.
İç siyasette herkes, Yunanistan’daki ekonomik krize bir çözüm noktasında Syriza’ya bu kadar bel bağlamışken, Syriza hükümeti de “elinden gelenin en iyisini” yaptığını iddia ediyor. Yunanistan’da sokak muhalefeti Syriza ile beraber farklı bir biçim kazanıyor. Syriza ve parlamenter çözümden medet umanlar, Syriza’ya şimdiden zaman tanımak gerekliliğini vurgulamaya başladı bile.
Ancak bu zaman tanıma sürecinin sınırılarının ne olacağını tahmin etmek çok zor değil. Syriza, Yunanistan’da sokak hareketleriyle, doğrudan eylemlerle, özyönetim ve özörgütlenme pratikleriyle toplumsal devrime odaklanılan bir ortamda, dolaylı ya da doğrudan bir hedef yanıltma rolü üstleniyor. Syriza hükümet olmadan önce sokaklardaki hareketliliğin parçası olan kesimler, Syriza’nın çıkaracağı yasalara, ekonomi ve siyasi politikalarına bel bağlamış durumda.
Tıpkı 1968 yılında Fransa’da oluşan sokak hareketlerinin ve Taksim-Gezi Direnişi’nde yükselen toplumsal muhalefetin, seçim aldatmacasına kanalize edilmek istenmesi gibi.
Son üç yılda AKP, devletin tüm mekanizmalarından aynı anda yararlanma stratejisine yönelik yürüttüğü siyaseti başarıyla sürdürüyor. Ekonomik ve siyasi çıkarları için bu mekanizmaları istediği gibi kullanan AKP’nin başarısı tabi ki biz ezilenlerin aleyhine olacaktır. Aynı zamanda da bu başarı AKP’nin, şiddet tekeli olan devletin tüm mekanizmalarını kullanarak ekonomik, siyasi ve sosyal sömürüyü daha fazla arttırmasını sağlayacaktır.
AKP diğer yandan yeni ve mutlak bir hiyerarşi de tanımlamaktadır. Bu hiyerarşinin en tepesinde bulunan Tayyip Erdoğan, zaten fiili olarak işlettiği başkanlığını kılıfına uygun hale getirmeye çalışmaktadır.
Genel seçim, ya da başka seçimlerin Tayyip Erdoğan’ın mevcut konumunu sarsmayacağı aşikar.
Aslında bu genel seçimlerin de Tayyip Erdoğan’ın siyasetler hiyerarşisindeki konumunu değiştirmeyeceği açıktır. Çünkü yasal dayanağı olsun/olmasın ya da nasılsa sonrasında bu dayanak oluşturulur mantığıyla hareket eden Tayyip Erdoğan’ın pozisyonunu, yasama yürütme erkini seçecek bir seçimin de, yargı erkini seçecek seçimlerin de değiştirmeyeceği aşikardır.
Ekonomiden iç ve dış siyasete birçok alanda hükümet üstü davranarak müdahil olan Tayyip Erdoğan bu pozisyonunu, sağlamlaştırarak bu davranışını sürdürümeye devam ediyor.
Tayyİp Erdoğan “Seçİlmİş Cumhurbaşkanı”
İktidar kurumlarının ısrarlıca vurguladığı bir durum önemlidir. Bu da seçilmiş cumhurbaşkanı olma meselesidir. Seçilmişlik üzerinden kendini meşrulaştıran Tayyip Erdoğan’ın devlet kurumları arasındaki pozisyonu önemli bir yerde durmaktadır.
Tayyip Erdoğan’ın seçilmiş cumhurbaşkanı olduğu vurgusu, devletin sözcüleri tarafından her fırsatta dile getirilerek milli irade vurgusu yapılmakta; iktidarda olanın halkın istediği kişi olduğu iddiasıyla bir mantık kurulmaya çalışılmaktadır. Bu mantığın medya aracılığıyla toplum içerisinde yer ettiği doğrudur.
Ancak seçilmişlik hikayesi parlamenter demokrasinin en belirgin hilelerinden biridir. Seçimlerle “seçilmiş” olma durumunun iktidar yapılanmasına nasıl yardım ettiğini, cumhurbaşkanlarının sözcülerinden her fırsatta duymuyor muyuz? Seçimin yarattığı “meşruiyet”in nelere yol açtığını görmek açısından bu durumu iyi irdelemek gerekiyor.
İradenin Teslimi, Özgürlüğün Yitirilmesi
Anarşizmin üzerinde en fazla durduğu kavramlardan biri de özgürlüktür. Toplumsal adaletsizliğin özünü özgürlüğün yitimine koyan anarşizm, tahayyülünü kurduğu yaşamda en büyük değer olarak özgürlük üzerinden bu tahayyülü somutlaştırmaya çalışır.
Kapitalist ve devletli sistem içerisinde yaşam, tamamıyla bireyin iradesinin teslimine dayanır. Hep daha iyi bilen, daha iyi yapan, daha iyi yönetenler tarafından belirli özgürlükleri ellerinden alınmış bireylere, bu durum normalmiş gibi gösterilir. Bu durumu normalleştirmeye çalışan, bireyin yerine karar verebilme ve bu yetiden güç alarak uygulatabilme iktidarına sahip yönetenlerdir.
Düşündüğünü gerçekleştirebilme durumu, bireyin özgürlüğü ile doğrudan ilintilidir. İrade tesliminde, özgürlük için zorunlu olarak birarada olması gereken bu iki durum, yani düşünme ve düşündüğünü gerçekleştirme birbirinden ayrıştırılır. Düşünme işi, bir başkasına ya da başkalarına bırakılır.
Bu düşünme sürecinin siyasi süreçle ilişkisi, toplumsal organizasyonun nasıl şekilleneceğine ilişkin akıl yürütmeyi kimin yapacağı ile ilgilidir. Temsili sistemde bu akıl yürütme işi, bir coğrafyada yaşayan halkın yerine bir takım uzmanlar yani siyasetçiler aracılığıyla yapılır. Bu toplumsal organizasyonda kolaylık yaratan bir durum gibi gözükse de aslında yaratılan, herkes yerine, herkes için, düşünecek bir azınlığın oluşturulmasıdır.
Parlamento Seçimleri Merkeziyete Yol Açar
Genel seçimler, belli bir coğrafyada yaşayan halkın bir sonraki seçimlere kadar, onların yerine karar alacak, neyin iyi neyin doğru olduğunu söyleyecek, alınan kararlarla hiç de ezilenlerin çıkarına olmayan durumlara yol açacak bir sisteme dayanır.
Seçim sistemi devletin hegemonyasını sürdürdüğü alanda yaşayan halkın, belirli bir süre boyunca yöneticilerini seçmesine dayanır. Gelecek seçimler açısından düşünürsek 80 milyon insanın beş yıllık tasarrufunu hazırlayacak 550 kişilik bir gruptan bahsediyoruz. Hele bu azınlık grubun geleceğinin belirlenmesi yasalar tarafından güvence altına alınmışken… Devletin hegemonya sınırları dahilindeki herkesin ve her şeyin bu azınlık grubu tarafından belirleniyor oluşu merkeziyetçiliğin belirtisidir.
814.578 kilometre karelik bir alanda kimin neye nasıl ihtiyacının olduğunu, bu ihtiyacının nasıl karşılanacağının belirlenmesinin yetkisi de bu azınlık grubunun kararıdır. Hükümet programlarının ve yasa koyucular tarafından ortaya atılan önerilerin dikkatlice incelenebilmesi için gerekli bilgi ve zaman hiçbir zaman halka verilmez. Benzer şekilde bütün devletlerdeki toplumsal düzenlemeler ve planlamalar bu şekilde yapılır. Bu merkezlerden çıkan mutlak kararlarla tüm siyasi ve idari işleyiş sürdürülür. Ya da sürdürülemez.
Aslında çoğu kez sürdürülemez. Çünkü yerele özgü çözümler, merkezi karar mekanizmalarından çıkarılamaz. Merkezin siyasi, ekonomik ya da toplumsal çıkarlarından bağımsız kararlar alınamayacağından, işleyiş de buna göre planlanacaktır. Bu teknik çıkmaz, bugün ulus devleti, yerel yönetimlere daha fazla sorumluluk vererek çözümler bulmaya yöneltmektedir. Devlet varoluşsal olarak merkezi bir yapılanma olduğundan, bu teknik çıkmazın üstesinden gelemez.
Seçime Girmek İktidarı Olumlamaktır
Atılan her oy, boş oylar da dahil olmak üzere, sistemin olumlanması anlamına gelir. Hemfikir olmadığımız bir siyasi pratiğe zorlanarak, bizim irademizi teslim alacak olanları seçmenin bir mantığı yoktur. Bu mantıkla düşünecek olursak oy kullanmak, her zaman daha iyi çobanların olabileceğine inanmaktır.
Şimdiki hükümet nasıl kendi çıkarları doğrultusunda davranıyorsa, bu davranışın boyutlarını yasalarla güvence altına alıyorsa, yetkiyi fütursuzca kullanıyorsa seçimlerle ve atılan her oyla bu potansiyel başka bir çıkar grubunun ellerine teslim edilir. Yani seçimlere katılmak ve oy kullanmak kime oy verdiğinden bağımsız olarak bu işleyişin sürdürülmesini sağlar. Çünkü parlamenter siyasetin doğası gereği, bu durum kişiye ya da gruba özel değişiklik göstermez. Kim daha fazla otoriteye sahipse ya da kim daha çok bu otoriteyi isterse ona hizmet eder.
Doğrudan demokrasi salt bir örgütlülüğün işleyiş tarzı olarak algılanmamalı, aynı zamanda bireyin yaşama biçimi olarak da ele alınmalıdır. Ezen (yöneten), ezilen (yönetilen) ayrımının olmadığı bir yaşamı ve ilişki biçimini yaratmak, şimdiden böylesi bir yaşamı kurmak ve böylesi ilişkileri gerçekleştirmekle mümkündür. Toplumu yönetenlerin, hükümetin daha ötesinde devletin, biz yönetilenler üzerinde aldığı kararları uygulaması ve temsili demokrasi çerçevesinde bizi bu yönetime müdahil oluyormuşuz gibi göstermesi bir demokrasi aldatmacasıdır.
Bu koşullarda doğrudan demokrasi kendini bize zorunlu olarak dayatmaktadır. Yaşamları boyunca toplumsal kararlarda edilgen olan birey, doğrudan demokrasiyle toplumsal kararlarda etken hale gelir. Doğrudan demokrasi, merkeziyetçi olmayan, karar almada herkesin dahil olabileceği ve sonsuz söz hakkına sahip olduğu ikna ilkesini benimseyerek işleyişini sürdüren bir yöntemdir. Doğrudan demokrasi, yönetenlerin temsili demokrasisinin, parlamentonun, politikacıların, seçimlerin ve oy pusulalarının oluşturduğu merkeziyetçi, bireyi edilginleştiren ve bütünüyle iradenin teslimiyetine dayanan aldatmaca karşısında bireyin etkenleştiği kendi iradesini teslim aldığı bir yöntemdir. Böylelikle yöneten ve yönetilen arasındaki muğlaklık kendini netleştirir. Yani temsili demokraside bireyin yönetime katıldığı aldatmacası doğrudan demokrasiyle bireyin yönetimde etken bir özneye dönüşmesiyle açıklanabilir.
Paylaşma ve dayanışmayla dolu özgür ilişkilerin doğrudan demokrasi ile işleyen karar alma süreçlerinin sonsuzluğuna kazanım derken, böylesi önemli bir deneyimi yine temsili demokrasinin muğlaklığına geri çekerek sandıktan birinci parti çıkmaya indirgemek, böylesi bir özgürlüğü hiçleştirmekten başka bir şey değildir.
Bu hiçleştirmenin karşısında yakın zamanda ezilenlerin katılımıyla deneyimlediğimiz Taksim-Gezi İsyanı ve yaşamakta olduğumuz Rojava Devrimi vardır. Bu deneyimlerle birlikte herhangi bir rejimin sonlandırılması herhangi bir hükümetin istifası ile gerçekleşmedi. Ezilenlerin katılımıyla ve kendi irademizle gerçekleşen bu deneyimler karşısında şimdi tekrar irademizi temsili demokrasinin sandığına mı sıkıştıracağız? Paylaşma ve dayanışmanın gücüyle kendi yaşamımız adına karar alabilmenin çabasını sarf etmişken kazanılmış bu günlerden sonra yine biz ezilenler adına kararlar alacak, biz ezilenler adına bu kararları uygulayacak en kötü rejimden, en kötü hükümetten daha az kötüsü yeni bir rejimin ve hükümetin sadece bir oyuna mı indirgeneceğiz! Bu devrim ve isyan süreçlerini görmezden gelerek gücüne güç katmak isteyen ya da bu süreçleri bir iktidar değiş tokuşu nasiplenmesi olarak gören partiler şunu bilmelidirler ki, başlangıcından bugününe sürmekte olan şeyi anlamamışlardır!
Taksim-Gezi İsyanı ve Rojava Devrimi sırasında alışkın olmadığımız yeni bir anlayış örgütlendi. Direniş ve isyan süreci özellikle yaşan siyasi baskıya rağmen sokaklara çıkan, slogan atan ve karşı koymanın coşkusuyla direnen insanlar yarattı. Ancak yaşanan tüm bu süreçlerden sonra yenilenen bu yaşamlar nasıl bir yaşamsal ve siyasi mücadele sürdürecekler, bu sorunun cevabı çok önemliydi. Çünkü gelecek günlerde seçimlerle birlikte göreceğiz ki tüm bu süreçlerin ezilenler açısından en önemli kazanımlarından birisi olan doğrudan demokrasiyi anlayamayan zihniyet, hep bildiği ve uyguladığı yönteme yeniden dönecektir. Devrimin ve isyanın mücadelesini verenler, yaşamdaki çatlakları derinleştirirken; bunu anlayamayan zihniyetse STK’larına gönüllü, partilerine üye, sandıklarına seçmen aramanın peşine düştüler düşecekler. Unutmayalım bu süreçlerin ezilenlere yaşattığı gerçek şudur: Biri ya da birileri bizim adımıza karar vermeden, şimdi, şu anda her şeyi değiştirebilecek gücümüzün olduğu.
Devrimci anarşistler parlamenter demokrasinin seçim sistemini, toplumsal adaletsizliklerin çözümü olarak görmez, çünkü;
-Toplumsal devrimle hedeflenen, bütünüyle gönüllü örgütlenmelerden oluşan devletsiz bir toplumdur. Yani zora dayalı olmayan ve otoritenin olmadığı bir öz-örgütlülüktür.
-Bireysel iradenin temsilciler aracılığıyla teslimiyetine dayanan temsili demokrasi başta olmak üzere, anarşizm demokrasinin birçok biçimini reddeder.
-Temsilcilerin belirlenmesi, bireysel inisiyatifin denetlenmesinin imkansız olduğu bir üst organa devredilmesi anlamına gelir. Bu fiilen bireyin özgürlüğünün yadsınmasıdır.
-Oy hakkı, siyasal ve ekonomik eşitliğe ulaşmak için kullanılamaz. Çünkü bu burjuvazinin diktatörlüğünü destekleyen bir araç olarak kalmaya mahkumdur.
-Seçimler sınırlı bir özgürlük alanıdır ve reformlarla, iktidarların verdiği küçük tavizlerle sınırlıdır.
-Mevcut siyasal hukuksal düzeni içselleştiren, “demokratik haklar” talep ederek radikal taleplerle başkaldırma potansiyelini yitiren muhalefet, sorunlarını uzlaşma yoluyla çözme arayışındadır.
Yukarıda anlatmaya çalıştığımız pratikler ezilenlerin 1930’lu yıllarda, İberya’da CNT-FAI’nin(Ulusal Emek Konfederasyonu-İberya Anarşist Federasyonu) öz-örgütlülüğü ile Katalonya ve Aragon başta olmak üzere, İberya genelinde; Mahnovistlerin Ukrayna’nın Golya-Polye bölgesinde Özgür Topraklar deneyiminde, Güney Amerika’da örgütlenen Zapatist köylülerin, doğrudan demokrasi ve özyönetim örneklerinde olduğu gibi yüzümüzü döndüğümüz, yaratmaya çalıştığımız doğrudan demokrasi deneyimleridir.
Bugün Kürdistan coğrafyasında gerçekleşmekte olan Rojava Devrimi ile oluşturulmak istenen deneyim yukarıdaki anarşist deneyimlerle benzerlikler taşımaktadır. Rojava’da bu süreç halkın doğrudan karar alma süreçlerine dahil olduğu, bölgede ekonomik, siyasi çıkarı bulunan devletlere, şirketlere ve iktidar odaklarına karşı girişilmiş büyük özyönetim deneyimidir.
Devrimci anarşistlerin, devrimci siyasal süreçlerden kastı, bu deneyimlerdir. Bu deneyimlerin hiçbirisinde devletin temsiliyet kurumları yoktur. Halkın doğrudan katılımı vardır ve yine halk alınacak tüm kararların uygulayıcısıdır. Doğrudan demokrasi ve öz-yönetimin uygulandığı bütün bu deneyimler, “yönetici” sınıfın ortaya çıkmasını engellemek amacıyla oluşturulur.
Seçim ismi verilen siyasal sürecin, toplumun siyasi, sosyal ve ekonomik ihtiyaçları için organize edildiği iddiasının gerçek olup olmadığının anlaşılmasında, bu gerçekliğin içindeki siyasal öznelerin kim ya da kimler oldukları ve bu siyasal öznelerin faaliyetlerinde neyi nasıl yaptıklarının anlaşılması önemlidir.
Parlamenter sistem, kendini seçmene göre ayarlayamaz. Günümüz kapitalist sistemi gibi parlamenter sistem de, ihtiyaçların azaldığı bir seyirde değil, tam tersine ihtiyaçların çoğaldığı bir seyirde meşrulaşır. Yani seçmenin ihtiyaçlarına göre değil, seçmen adına sonsuz bir ihtiyaç belirleme yöntemi izleyerek meşrulaşır.
Parlamenter demokrasiye inananlar, biz devrimci anarşistler oy kullanmadığımızda ve “oy kullanmayın” dediğimizde, bireyi önemsizleştirdiğimizi ve edilgenleştirdiğimizi söyleyerek, bizi siyasal etkisizlikle eleştirebilirler. Daha da ötesinde kandırmaca kampanyalarını, çalınan-yakılan oyları, tüm entrikaları anlattığımızda bizi siyasetsizliğin aşırı şüpheciliğiyle suçlarlar. Biz ise aslında herkes tarafından görülen ama her seçim dönemi görülmüyormuş gibi davranılan gerçekleri söylemeyi sürdürürüz.
Devrimci anarşistlerin yaratmaya çalıştığı siyasal gerçeklikle, devletin ve kapitalizmin siyasal gerçekliği zıttır. Dolayısıyla, devrimci anarşistlerin seçimlere katılmaması siyasetsizlik değil, ilkesel bir tavırdır. Oy verip/vermemeyi siyaset karşıtlığına indirgemek parlamenter demokrasiyi olumlayarak devletin kendi adaletsizliklerini gizlemeye yarayan bir yöntemdir.
Örneğin vereceği bir oy ile patronuyla kendini eşitleyen bir işçinin bu geçici politikleşmede kendi geleceğine dair iradi bir eylem içinde olduğunu zannetmesi, kapitalizmin adaletsizliklerinin olağan algılamasıyla sonuçlanabilir. Her yeni seçim döneminde değişen, adaletsizlikler değil; sadece seçilenler olacaktır ve bu hep böyle tekerrür etmiştir, edecektir.
Siyasal olanla yaşamsal olanın ayrıştırılması, devletin ve kapitalizmin istediği bir ayrıştırmadır. Ezilenler bu ayrışma nedeniyle gündelik yaşamın içerisinde karşı karşıya kalınan adaletsizlikleri siyasi bir tavırla karşılamaktan yoksun kalıyor. Çünkü temsili demokraside siyasal olan seçim süreçlerinde herhangi bir partiye oy atmaktır.
Devrimci anarşistler için yaşamsal olan siyasal, siyasal olan yaşamsaldır. Birey, içerisinde bulunduğu topluluğun kendisidir. Alınacak ve uygulanacak kararlarda edilgen değil doğrudan etkendir. Pasif siyasal bir özne değil, aktif siyasal bir öznedir.
Anarşizmin tarihine bakacak olursak birbirinden değerli birçok deneyimde de böyle olmuştur. Anarşistler, siyasal alanda doğrudan demokrasinin işletildiği karar alma süreçlerini, kimi zaman mahalle ya da halk meclisleri, kimi zaman da kooperatifler ve sendikalar içinde deneyimlemiştir. Aynı zamanda yaşamsal olanı da yine bu deneyimlerin içine yedirerek gerçek kılmışlardır. Örneğin CNT sadece siyasal alanda mücadele eden bir sendika değil, üyesi olan işçinin yaşamsal dönüşümüne dair pratikleri olan bir örgütlenmedir. Devrimci anarşistler bugüne değin toplumsal ihtiyaçlar ile alakalı, öz-örgütlülüğe dayalı sosyal, ekonomik ve siyasal birliktelikleri savunmuşlardır.
Seçim çalışmalarına yönelik doğrudan ithamlar (bunlar hırsızdır, bunlar yalancıdır…) basit eleştirilerdir. Gerçek nedenlere odaklanmalıyız. Çünkü bu basit eleştiriler, eleştirinin muhatabını parlamenter sistem olmaktan çıkararak kendisini, siyaset yapanla özdeşleştirmek gibi bir hataya dayandırır. Kaldı ki bu tarz eleştiriler parlamentoda siyaset yapanların işidir.
Seçim süreçlerinde oy kullanmama çağrımızın nedenlerinden biri, devlete karşı mücadele çağrısı yapmaktır. Bu ilkesel olarak devlete karşı olmamızla ilintilidir. Diğer yandan oy kullanmama çağrımızın başka nedenlerinden biri de kapitalizme karşı mücadele çağrısı yapmaktır. Bu da ilkesel olarak kapitalizme karşı olmamızla ilintilidir.
Seçimler, bizi somut olandan uzaklaştırır. Biz ezilenleri belirli bir sürece hapseder. Bu sürecin kendisi tamamıyla bir illüzyondur. Bu illüzyonu layığıyla yerine getiren parlamenter demokrasi, onun uygulayıcıları devletin ve kapitalizmin içindeki çözümlemeleri halkın talepleriymişçesine uygular ve dillendirirler. Ekonomik ve sosyal sömürüyü bu talepler çerçevesinde farklı söylemlerle meşrulaştırırlar. Seçim dönemi boyunca verilmiş tüm bu vaatler bir süreliğine yaratılan bu illüzyonda bir çözüm olarak sunulur. Halbuki devletin ve kapitalizmin seçim dönemleri dışındaki adaletsizlikleri, bu kısa süreli illüzyonda görünmez kılınır. Kapitalizme ve devlete karşı verilen mücadelenin bütünlüklü verilmesi gerektiğini düşünen biz devrimci anarşistler, bu yüzdendir ki ilkesel olarak seçimlere katılmayız ve oy kullanmayız.
Biz devrimin genel seçimlerle geleceğini düşünmüyoruz. Devrime giden yolda seçimleri, “ilerici” ya da “demokratik” bir aşama diye de nitelendirmiyoruz. Devrimden anladığımız, bütünlüklü bir mücadele ile yaratılacak olan toplumsal devrimdir. Yoksa meclistekilerin bir kısmının değişmesi ya da meclisteki hangi koltukta kimin oturacağını belirlemek değildir.
Farklı düşüncelerle anayasayı değiştireceğini ve devletin yapısını düzelteceğini vaat ederek başa gelenlerin bugünkü durumunu düşünelim. Bütün bu koşullarda meclise girip de yasalarla işi düzelteceğini söyleyen muhalefete de hatırlatalım: Siyaset üstü statü, hukuk üstü uygulamalar, askeri ve idari bürokrasi ve tüm benzeri uygulamalar her ne olursa olsun hiçbir iktidar adayının değiştirebileceği bir durum değildir. Çünkü parlamenter siyaset koltuğu kapan her iktidar için bu uygulamaları bir gereksinim olarak dayatır.
Bu değişmez iktidar yapılanmasıyla mücadele, yukarıdan aşağı inen yasalarla değil gücünü ezilenlerden alan toplumsal devrimle olur. Yüzümüzü dönmemiz gereken yer meclis değil ezilenlerin yaşam alanlarıdır. Ezilenlerin örgütlenmesinde de bu anlayış yıkılmadığı sürece yerine konabilecek yeni bir deneyimin üretilmesi mümkün değildir. Yaşadığımız coğrafyada toplumsal devrim iddiasındaki öz-örgütlülüklerin bu düşünceyle yakın ve uzak dönem stratejilerini belirleyip, buna uygun pratikler oluşturması gerekir. Biz devrimci anarşistlerin iddiası budur.
Yerel seçimler sürecinde vurguladığımız gibi, otuz seneyi aşkın bir süredir Kürt halkının özgürlük mücadelesindeki öznenin kim olduğu gerçeğini tekrar ve tekrar hatırlamak gerekir. Hatta Rojava Devrimi süreciyle bir kez daha düşünmek gerekir. Bu siyasal özne, halkın haklı mücadelesidir.
HDP’nin şu an içinde bulunduğu düzlemin arka planını iyi okumalıyız. Kürt halkının haklı mücadelesinde halkın öz örgütlülüğünün etkisi aşikardır. Otuz senelik savaş sürecinde verilen azimli mücadele ve bu mücadelede yaşanan kayıplar, bugünkü toplumsal mücadelenin meşruluğunun kaynağıdır. HDP’nin siyasal meşruluğu, başarılı siyasetçilerinin stratejilerine değil, Kürt Özgürlük Hareketinin tüm coğrafyaya yayılan toplumsal etkisine ve bu meşruluğun ardındaki halkın öz-örgütüne dayanır. Yine bu siyasal meşruluk parlamentoya değil, “terörist” yaftalamalarına rağmen sürdürülen mücadeleye dayanır.
Bugün HDP’nin “ilerici” ya da “demokratik” diye ifade edilen konumun ardında, devlet manipülasyonlarıyla inkar ve imha edilen, katliamlarla yok edilen bir halkın somut mücadelesi vardır. Seçim sonuçlarında oluşacak bir sihirbazlığın karşısında ilk dikilecek olanlar da, dünden bugüne bu şiddet mekanizmasına karşı mücadele eden halkın örgütü olacaktır. O halde kabul etmek gerekir ki; seçim siyasetinin ötesinde ve onun öncülü olan bir siyasal gerçeklik vardır. Bu siyasal gerçeklik, devrimci siyasetin gerçekliğidir. Bu siyasal gerçeklik kendi siyasal alanlarını oluşturur ve bu siyasal alan içerisinde kendini gerçekleştirir; devletin siyaset alanlarında değil.
Bizim kabul ettiğimiz bu siyasal gerçekliğe karşın, devlet mekanizması ve farklı ekonomik ve toplumsal çıkar grupları, kendi gündemleri doğrultusunda sürekli bir “sivilleşme” vurgusu yapmakta, tek muhatap olarak HDP’yi işaret etmektedir. İktidar kendi siyasi gerçekliği içerisinde hareket eden, hareketleri bu siyasal alan çerçevesinde sınırlı olacak bir muhalefet istemekte ve bunu demokrasinin şartı olarak göstermektedir. Üstelik “demokrasi için” öne sürülen bu şartlar, devletin saldırılarının ve katliamlarının sürdüğü bir ortamda dillendirilmektedir. Bu, devletin korkusunun devam ettiğini gösteriyor. Devletin korkusu, kendi siyaset alanının dışında hareket eden ve bu nedenle kontrol edemeyeceği bir toplumsal hareketin varlığına dayanıyor.
Devrimci anarşistlerin seçim süreçlerindeki ilkesel ve pratik tutumları, bu siyaset alanının dışına çıkmakla ilgilidir. Bizler -devrimci bir siyaset tarzını savunan her toplumsal muhalefetin yaptığı gibi- kendi siyasal alanlarımızı ve süreçlerimizi kendimiz yaratırız.
Anarşizmin tarihi boyunca halkların özgürlük mücadelelerindeki rolü, halkların öz-yönetimiyle oluşturduğu öz-örgütlülüklerle kurduğu dayanışma ilişkisinde belirginleşmiştir. Biz devrimci anarşistlerin de, her alanda yan yana olduğumuz Kürt halkı ve halkın öz örgütüyle kurduğumuz dayanışma ilişkisi ortadayken, HDP’ye oy vermek ya da oy vermemek ikilemi üzerinden yapılacak bir değerlendirmenin anlamı yoktur. HDP’ye Oy verme-oy vermeme ikiliği üzerinden şekillenen tartışmaların altı boştur.
İçinde olduğumuz seçim sürecinde, meseleyi sadece oy vermeye indirgeyenler, tam da iktidarların siyaset diliyle konuşmakta ve anarşizmin ideolojisinden habersizce tartışmaktadır. Anarşizmin seçimlere dair ortaya koyduğu; iradenin teslimi, özgürlüğün yitirilmesi, merkeziyet, iktidarı olumlamak, otorite, toplumsal muhalefetin alanının daraltılması ve siyasetin seçime indirgenmesi gibi eleştiriler önemsenmeden; yine anarşizmin orta koyduğu “doğrudan demokrasi” ilkesi ve yakın zamanda Rojava’daki devrim gibi toplumsal hareketliliklerin seçimlerle ilgisizliği göz ardı edilerek anarşistlere yöneltilen eleştirilerin de altı boştur.
Gerçekçi konuşalım, parlamenter demokrasi daha önce de vurgulandığı üzere “iyi devlet”i hedefler. Anarşizmse iyi devleti değil, devletsizliği hedefler. HDP’yi oluşturan muhalif kesimlerin içerisinde “devlet” mekanizmasının kendisiyle sıkıntısı olmayan kesimlerin “iyi devlet” hedefleri olabilir, hatta bu “iyi devlet”i seçimler yoluyla kendilerinin kuracağını savunanlar da olabilir. Bu kesimlerin siyasal perspektifleri ve stratejilerinin, biz anarşistlerin perspektifi ve stratejisiyle benzeşmeyeceği aşikardır. Bu aynı zamanda ideolojik bir ayrımdır.
HDP’nin şimdiki konumundaki bir gerçeklikten bahsetmek zorunludur. Muhalefet, uzun süredir parlamento başarısı görmediğinden bir “kazanım”a odaklanmış durumda ve bu noktada HDP’nin barajı aşması, kazanım olarak görülüyor. Bu “kazanılabilir kazanıma” odaklanmak “gerçekçi” olma gerekliliğiyle savunuluyor. Ancak gözardı edilmemesi gerekir ki, “kazanılabilir kazanıma” odaklanmış bir toplumsal muhalefet, devletin müsaade ettiği alanda top koşturmaya mahkumdur. Toplumsal muhalefetin buraya sürüklenmesi demek; “gerçekçi olmayan” Taksim-Gezi İsyanı’nı ıskalamak, “gerçekçi olmayan” genel grevler yerine iş mahkemelerinde “sınıf mücadelesi” yürütmek, 1 Mayıs’ı devletin bahşettiği alanlarda “kutlamak” demektir. Bizler biliyoruz ki, devletin hukuku adaletsizliğin kurallar haline getirilmiş biçimidir. Bu adaletsizlik mekanizmasının kazanılabilir kıldığıyla yetinmek ve onun hukuk kuralları içerisinde hareket etmek bize bir şey kazandırmaz. Zira, kazanılabilir olan ezilenlerin lehine olsaydı, devlet onu kazanılabilir kılmazdı.
Ezilenlere kazandıracak tek siyaset, meşruluğunu haklılığından alan sokak siyasetidir. Sokak siyasetinin, sokağın meclise siyasetçi göndermesi demek olmadığını söylemeye gerek yok sanırız. Halkın kendi öz örgütlenmeleriyle oluşturduğu siyaseti yaratmasıdır sokak siyaseti. Meşruluğunu sokaklardan; ezilenlerin yaşam alanlarından alan muhalefetin temsiliyet tuzağına düşmemesi önemlidir. Toplumsal muhalefet açısından gerçek kazanım, sandıkta alınan oy sayısıyla ölçülmemelidir. Yunanistan’daki muhalefetin “seçim başarısı” tam da bu gerçeği göstermektedir. Syriza, temsiliyet tuzağına yukarıda da belirttiğimiz gibi düşmüş ve tam da kazandığını sandığı yerde kaybetmiştir. HDP’nin barajı aşmasını kazanım ölçütü alan muhalefet kaçınılmaz olarak Syriza’yla aynı yanılgıya düşecektir.
Bütün bunlar biz devrimci anarşistlerin parlamenter demokrasinin yarattığı durumdansa mevcut hükümetin baskısını ve iktidarını pekiştirdiği bir dikta rejimini tercih ettiğimiz anlamına gelmez. Bizim vurgulamaya çalıştığımız şudur; ekonomik ve siyasi adaletsizlikler üzerinden yükselen bir işleyişte parlamenter demokrasi ve seçimler, ezilenler için bir aldatmaca ve tuzaktan başka bir şey değildir. Demokrasi ve adalet örtüsü altındaki bu sistem, siyasi ve ekonomik iktidar konumunda bulunanların, yani ezenlerin, ezilenler üzerinde kurduğu hegemonyanın, ezilenlerin özgürlüğünü yok etmek için kalıcılaşmasından başka bir şey değildir. Parlamenter demokrasi ve seçimlerin, ekonomik ve siyasi adaletsizliği ortadan kaldırmak için ezilenler tarafından kullanılabileceğini reddediyoruz. Parlamenter demokrasi ve seçimlerin, her koşulda halka düşman olan ekonomik ve siyasi iktidarların açık ya da gizli diktatörlüğünü, fiili olarak destekleyen bir araç olacağını düşünüyoruz.
DEVRİMCİ ANARŞİST FAALİYET
DEVRiMCİ ANARŞiST FAALiYET’in 7 Haziran Genel Seçimlerine ilişkin hazırladığı metin.
Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 27. sayısında yayımlanmıştır.
The post 7 Haziran Genel Seçimlerine İlişkin DAF’ın Bildirisi :Demokrasi ve Meşruluk appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post “Kenan Evren Devlet Devlet Teröristtir” – Gürşat Özdamar appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>12 Eylül 1980 yılında gerçekleştirilen askeri darbenin mimarı olan Kenan Evren, Mayıs ayının başlarında öldü. Darbe sonrası başında bulunduğu cunta konseyi ile birlikte, yönetimi ele geçiren ve coğrafyanın ezilenlerine, devrimcilerine işkence ve katliamlar uygulayan katil Evren, bir süredir hastanede tedavi görüyordu.
Katilin Layığı Devlet Törenidir
Evren’in ölümü sonrası onun şahsında 12 Eylül dönemi uygulamaları tekrar gündeme geldi. Bu tartışmaların yer yer evrildiği nokta ise katil Evren’i 12 Eylül Darbesi ve sonrasında ortaya çıkan siyasal ve toplumsal denklemde, devletin dışında, “devlete rağmen” bir kötülükler kaynağı ( Evren’in cenazesine devlet töreni yapılmasın kampanyaları) olarak kendini gösterirken, bu tartışmaları açanlar ise son tahlilde devleti aklama pozisyonuna düştüler.
Kimi muhalif unsurlar içinde zaman zaman dillendirilen “derin devlet”, ”devletin içine çöreklenmiş güçler” gibi devleti, gerçekleştirdiği katliamlardan, adaletsizliklerden “azade” bir hale sokmaya çalışan bu algı, 12 Eylül darbecilerine karşı devletten yana “tavır alarak” devlet töreni yapılmamasının istenmesi katil ile devleti, birbirinin karşısına koyarak bu ruh ikizlerinden yapay bir şekilde “düşman kardeşler “ yaratma çabası olarak kendini belirginleştiriyor.
Toplumsal Dizayn Projesi Olarak 12 Eylül
Dönemin Genelkurmay Başkanı Kenan Evren başkanlığındaki Milli Güvenlik Konseyi’nce gerçekleştirilen darbe sonrası verilen ilk tepkilerden biri, bir patron örgütlenmesi olan TİSK(Türkiye İşveren Sendikaları Konfederasyonu) başkanı Halit Narin’e aitti. Narin, “kısa ve net” açıklamasında “Şimdiye dek işçiler güldü, şimdi gülme sırası bizde” derken aslında, toplumsal mücadeleler nedeniyle kesintiye uğrayan “kapitalist istikrarın”, söz konusu darbe marifetiyle hayata geçirileceğini “müjdeliyordu.”
12 Eylül öncesinde gelişen mücadele ile birlikte toplumun neredeyse hepsine sirayet eden örgütlenme refleksi, 12 Eylül’ü gerçekleştiren devletin, ortadan kaldırmak istediği şeylerin belki de başında geliyordu. Dönemin patronlarından Halit Narin ve onun gibilerinin “yüzünün gülmesine” vesile olan şey de aslında buydu. Ezilenler 12 Eylül öncesinde olduğu gibi örgütlü olarak çıkmayacaklardı karşılarına ve dolayısıyla kapitalizmin sömürü çarklarını çevirmek daha kolaylaşacaktı. Darbe ile birlikte kurgulanarak hayata geçirilmek istenen örgütsüz, adaletsizlikler karşısında mücadele refleksini yitirmiş bir toplumdu. Kapatılan sendikalar, dernekler ve siyasi partiler, yasaklanan grevler 12 Eylül sonrası devletin, devrimcilere yönelik gerçekleştirdiği katliamların yanı sıra nasıl bir toplum ve sistem için harekete geçtiğini anlatmaya yetiyor.
Devlet 12 Eylül’ün “Mirası”nı Hep Diri Tuttu
12 Eylül dönemiyle özdeşleşen ve yaşı büyütülerek idam edilen Erdal Eren gibi semboller, devletin katliam defterinde sürekli güncellendi. Devlet, 90’larda Küçükarmutlu’da okulunun bahçesinde panzer altında yaşamını yitiren 7 yaşındaki Sevcan Yavuz’la, 2000’lerde 12 yaşındaki Uğur Kaymaz’la, Ceylan Önkol’la, Taksim-Gezi Direnişi’nde Berkin Elvan’la ve son olarak Cizre’de katledilen çocuklarla, 12 Eylül mirasına “sıkı sıkıya” sahip çıktı.
Zaman zaman gündeme gelen 12 Eylül ile yüzleşme, darbeyi mahkum etme vb. söylemlerin ise, bu yaşananlar ışığında asla karşılığını bulamayacağını söylemek daha gerçekçi bir yaklaşım olacaktır. Devlet gerek 12 Eylül’de uygulamaya koyduğu açık faşizm, gerekse de yakın dönemde Kobané Direnişi sonrası başvurduğu “iç güvenlik yasası” gibi yöntemlere yaslanarak fiili anlamda toplumu örgütsüzleştirme amacı doğrultusunda, 12 Eylül mirasını canlı tutmayı bildi. Pratik anlamda ise 12 Eylül’ün, toplumun tüm hücrelerine dek örgütsüzleştirilmesi hedefini de korudu ve geliştirmek için yoğun çaba gösterdi.
En yakın dönemde akıllara gelen ve çeşitli gerekçelerle yasaklanan metal , THY, Şişe-Cam, Darphane grevleri bu “çabanın” pratik adımları olarak karşımıza çıkıyor. Diğer bir taraftan ise neredeyse her gün medyada çıkan “sendikalı oldukları için işten atılan işçiler” haberleri, o dönemin “yüzü gülen” patronu Narin gibi şimdiki patronların da yüzünü güldürmek için, örgütlenen işçilere ve diğer toplumsal kesimlere saldırmaktan geri durulmayacağını gösteriyor.
Gürşat Özdamar
Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 27. sayısında yayımlanmıştır.
The post “Kenan Evren Devlet Devlet Teröristtir” – Gürşat Özdamar appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post “Hukuk Patronların Sokaklar Bizimdir” – Rıfat Güven appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>Korkuyorlar. Gerçekten korkuyorlar. Titriyorlar. Gerçekten titriyorlar. İnmek zorunda kalıyorlar.Yüksek binalarından, koca koca rezidanslarından rahat gösterişli koltuklarından aşağı inmek zorunda kalıyor, halkla, işçilerle ezilenlerle yüzleşmek hesaplaşmak zorunda kalıyorlar. Nereden mi biliyorum? Hem kendimden hem de Bursa da 5 dakikada bir otomobil üretmeyi reddedenlerden biliyorum.
Anlatayım…
Yaklaşık bir buçuk sene boyunca çalıştığım Aynes firmasından 05.05.2015 tarihi itibariyle atıldım. Atılma sebebim,şirketin kendi kayıtlarına ve devletin sigorta kayıtlarına ‘’kasada açık olduğu’’ bahanesi ve disiplin kurulu kararı sonucu ibaresiyle girdi. Göstermelik,hiç görmediğim ve düzmece bir disiplin kurulu kararıyla… 1.5 senelik emeğimin asla karşılığı bile olmayacak kıdem, ihbar tazminatlarım, fazla mesai ücretlerim trilyonluk patronlar tarafından gasp edildi. Hem alacaklarım gasp edildi, hem de işten çıkarılmamın asıl sebebi gizlendi.Ben patronların ‘fedakarlık’ adı altında dayattıkları ücretsiz fazla mesaiye kalmadığım, resmi tatillerde çalışmadığım ve 1 Mayıs’ta işçilerin, ezilenlerin direniş gününde sınıf kardeşlerim ile beraber yürüdüğüm direndiğim için işten çıkarıldım. Beş kuruş vermeden, ne yapacaksın diye sormadan, bir hiç gibi, alay edercesine…Yanlarına kalacak sandılar patronlar, rezidanslarda gri camlardan bakanlar. Camları bile sınıf ayrımının yansıması olanlar… Biz baktığımızda görmüyorduk onları camlardan ama onlar görebiliyorlardı bizi, dahası duyabiliyorlardı.Yarım günde, sadece yarım günde, sadece 5 saatte aşağı indirdik onları. Verilmeyen, gasp edilen alacaklarımı istediğimde beni hukuki yollara yönlendiren Aynes müdürleri, patronları, sokağın, doğrudan eylemin gücünü görünce inmek zorunda kaldılar aşağı. Çünkü yasaları yapanlar onlardı, hukuk onların sokağıydı, ezenlerin; gerçek sokaklarsa bizim, ezilenlerin…
Tüm alacaklarımı ödemek zorunda kaldılar, fakat kesinlikle onlar vermedi lütfetmediler, biz aldık. İş yeri önünde yaptığımız doğrudan eylem ile kazandık.
Ezilenlerin bütünlüklü mücadelesi içerisinde sınıf mücadelesini her daim önemseyen bir anarşist olarak bana ve benim gibilere bu eylemin kazanımı asla sadece maddi değildi. İşçi direnişlerinin metal işçileriyle tekrar yükselmeye başladığı bu dönemlerde, benim direnişim veya doğrudan eylemim, biz işçilere, ezilenlere doğrudan eylemin; ezenler, patronlar karşısında ne kadar etkili bir yöntem olduğunu bir kez daha gösterdi.
Yarım günde, sadece yarım günde, sadece beş saatte indirdik o, gri, tek taraflı camların ardından bakanları. Onlar vermedi, biz aldık. Ve bizlerin ezilenlerin mücadelesi, son gri camlardan bakanları, son patronları aşağı indirene kadar devam edecek.
Hazırlanın sıra sizde!
Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 27. sayısında yayımlanmıştır.
The post “Hukuk Patronların Sokaklar Bizimdir” – Rıfat Güven appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>