The post Konya’da Faşistler Suriyelilere Saldırdı appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>Saldırı boyunca ırkçı hakaretler eden faşistler girdikleri evlerde mobilyaları dışarı fırlattı, iş yerlerinin camlarını kırdı. Saldırı sırasında 1 Suriyeli yaralandı, çok sayıda ev ve iş yeri zarar gördü.
The post Konya’da Faşistler Suriyelilere Saldırdı appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post Faşistler LGBTİ+ Dostu Futbolcuyu ”Protesto” Etti appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>Gece boyu eşcinsel karşıtı sloganlar atan faşistler gökkuşağı bayrağı yaktı ve aynı zamanda milli takımda da oynayan futbolcunun takımdan atılmasını istediler.
Göçmen karşıtlığıyla da bilinen grup ”beyaz” ulusların saflığını koruduklarını iddia ediyor. Olayların ardından Hollanda’da bir televizyon programına çıkan Kashia LGBTİ destekçisi olmaktan gurur duyduğunu açıkladı.
The post Faşistler LGBTİ+ Dostu Futbolcuyu ”Protesto” Etti appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post Kötü Kötüdür – Ece Uzun appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>
Düşünce dünyasında, tarihin belki de en eski sorunlarından birini, kötülük üzerine yürütülen ve halihazırda yürütülmekte olan tartışmalar oluşturuyor. Bir kötünün ya da kötülüğün varlığından bahsedebilir miyiz, bahsedebilirsek bu kötü nedir, kötünün ve kötülüğün kaynağı nerededir gibi felsefi sorulara ilişkin; siyaset, sosyoloji, psikoloji ve hatta biyoloji gibi alanlarda tartışmaların yapıldığını görüyor; farklı ideolojileri, eğilimleri benimsemiş insanlar tarafından bu meseleye dair yapılan yorumları bir süredir okuyor, tartışıyoruz.
Etrafımızı sarıp sarmalayan, günden güne etkisini daha da artıran bu “kötülük” sarmalından çıkmanın yöntemini bulmak, bu tartışmaya başlarken temel amaçlarımızdan biriydi. Bunun yanında, kötünün ve kötülüğün adını koyabilmek, tarifini yapabilmek, karşısında mücadele ettiğimiz bu olguyu anlama ve yorumlama sürecinin de önemli bir parçasını oluşturuyor. Metinler, özgürlük, adalet, etik, erdem gibi kötülük konusuyla dolaylı bir etkileşim içerisine girebilecek, yine farklı alanlarda tartışılan kavramlara dair de yorumlarda bulunabileceğimiz bir zemin yaratıyor.
Bu sayıda başlattığımız “Kötülük Tartışmaları”nın ilk bölümünde felsefi, sosyolojik, psikolojik ve biyolojik bakış açılarıyla ele aldığımız, kötülük sorununa anarşist bir yorum geliştirmeye çalıştığımız metinleri
okuyabileceksiniz.
Platon’un Euthyphron diyaloğunda “Tanrıların olmadığı yerde bile birini öldürmüyorsam, bunun nedeni nedir?” diye sorar Sokrates. Sorunun cevabını diyaloğun devamında verir: “Eve gittiğimde bir katille beraber yaşamak istemem.” Bu cevap, bireysel bir vicdanın veya iradenin göstergesi olarak yorumlanır. Diyalog, kötülüğün tercih edilebilir bir şey olup olmadığına dair ilk arayışlardan biridir.
Platon’un bu sorusundan yüzyıllar sonra kötülüğün kaynağına dair bu tartışma psikolojinin de konusu olmuştur. Tartışmanın bir tarafı bireye diğeri topluma dairdir. İlkinde dış faktörler, kültür, eğitim, gelenek vb. sosyal durumlar bireyi şekillendirir. Diğerinde bastırılmış duyguların bilinçaltına yerleşmesiyle bireyin tercihleri sorgulanır.
Başta verilen örneklerden yola çıkacak olursak, toplumda “kötü” olarak tanımlanan düşünceler ve eylemler, toplumdaki bireylerde olduğundan çok iktidarın kurumsallaştığı alanlarda daha belirgin olarak karşımıza çıkmaktadır.
Mesleki Deformasyon
İktidarın kurumsallaştığı alanlara dair, yazının başlangıcında verilen örneklerdeki mesleklerin hepsi kötüdür. Polis olmanın getirisi, pratik uygulamaları ve ideolojisi ele alındığında, bu mesleği yapan kişinin psikolojisinde büyük tahribata neden olur. Yani, kötü olan bir mesleğe sahip olanın kötü olması kaçınılmazdır. Bu kötülüğün bireyin karakterinde yarattığı deformasyon görmezden gelinemez. Ancak bu örneklerde kötülüğün bireyin karakterinde yarattığı deformasyonun ötesinde, bireyin kötülüğü içselleştirmesi ve ortaya çıkan “kötülüğün” sürdürücüsü olması söz konusudur.
Örneklerden yalnız birini ele alacak olursak; gardiyanlık kötüdür. Mesleğin getirisiyle yasal olarak veya olmayarak “mahkumlara kötü davranmak” gardiyanlığın belirlenen kuralı olabilir. Ancak bir gardiyanın, ona yüklenen kötülük tanımının üzerine çıkarak açlık eyleminin 150. gününde olan iki tutsağa “öldünüz mü lan demesi”, bu kötülüğün içselleştirilmesi, mesleğin yarattığı kötülüğün ötesinde bireyin karakterinde bir kötülüğün var olduğu anlamına gelir.
Toplumun yönlendirmeleri ve dayatmaları bireysel sorumluluk duygusunun ortadan kalktığı anlamına gelmez.
Bireyin tercihlerinde, tercihler doğrultusunda şekillendirdiği eylemlerinde şüphesiz ki toplumun payı büyüktür. Toplumun değer yargıları, iyi-kötü, doğru-yanlış anlayışı bireyin düşüncelerine ve eylemlerine etki etmekte ve bireyi toplumsal olarak etkilemektedir. Ancak bireyin tüm eylemleri yalnız toplumsal etki olarak değerlendirilemeyeceği gibi, yalnız iradi olarak da değerlendirilemez. Bireyin tüm davranışlarında, toplumsal olanın etkisinin ve bireyin iradesine bağlı olanın etkisinin bir oranı vardır.
Kötülüğü öğreten ve örgütleyeni toplumsallık olarak ele aldığımızda, burada devreye giren, bireyin kötülük karşısında gösterdiği dirençtir. “Kötülüğü tercih etmeme” işte bu direncin eylemi olarak karşımıza çıkmaktadır. Eğer, bireyin eylem ve davranışlarının belirleyicisi yalnızca toplum olsaydı, “kötülüğü tercih etmeyen”den söz etmemiz mümkün olamazdı.
Faşist bir toplumda doğmuş/yetişmiş bir bireyin, faşizmin ne olduğunun farkına varması ve bu farkındalıkla “kötü”den yana olmaması, ait olduğu değer ve kültür yargılarının karşısında durması; bu toplumsal kötünün haricinde bireyin tercihlerinin olduğunun büyük bir göstergesidir.
Şayet polis, ona tanımlanan kötülüğün dışında, direnenleri öldüresiye dövüyorsa, karakolda işkence ediyorsa, onlarla dayanışmak için eylem yapanlara hayati zararlarına rağmen yakın mesafeden, üstelik gülerek biber gazı sıkıyorsa ve tüm bunları keyif alarak yapıyorsa bu durum için söylenecek tek şey var:
Kötü, kötüdür!
The post Kötü Kötüdür – Ece Uzun appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post Röportaj: Irkçılar Yıkılıyor, Özgürlük Yaratılıyor appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>Amerika’daki ırkçı grupların giderek artan saldırıları ve örgütlenme çalışmaları karşısında aktif mücadele yürüten Antifa grupları konusunda bilgi almak üzere, daha önce de gazetemizde yazılarını yayımladığımız Anarşist Black Rose Kolektifi üyesi, “Anarşiyi Tercüme Etmek: Occupy Wall Street’te Anarşizm” ve “Antifa: Anti-Faşist Elkitabı” kitaplarının ve halen yazımı sürmekte olan “Anarşist Öğrenme ve Modern Okul: Francisco Ferrer Okuması” kitabının iki yazarından biri olan Mark Bray ile bir röportaj gerçekleştirdik.
Evet. 60’lı ve 70li yıllarda toplumsal ve ırksal adalete yönelik önemli adımlar atılmış olsa da ABD hala kölelik tarihini ya da ırkçılığın sürdüğünü tam olarak kabullenmiyor. Bazı uzmanlar, siyahların bu yüzlerce yıllık kurumun ekonomik, siyasi ve kültürel artçı şoklarını yaşıyor olmalarından yola çıkarak bugün hala “köleliğin emeklilik döneminde” yaşadığımızı savunuyorlar. Kuşkusuz, Konfederasyon anıtlarını yıkma konusundaki çatışmalar bunu göstermektedir. Tabii ki, bu anıtların çoğunun aslında 1960’ların sivil haklar döneminde, Jim Crow’u desteklemek için inşa edildiğini anlamak gerekir.
Black Lives Matter (Siyah Yaşamlar Önemlidir), göçmen hakları hareketi ve yapısal ırkçılığa karşı çıkan diğer toplumsal hareketlerin büyüyor oluşu, toplumun çoğunun bu tarihi mirası reddettiğini gösteriyor.
Anarşizmin ya da anarşist örgütlenmenin bu değişiklikleri teşvik eden toplumsal hareketler üzerindeki etkisi nedir?
Anarşistler, Occupy Wall Street’ten Black Lives Matter’a, Dakota Boru Hattı’na karşı verilen mücadeleden son dönemde yükselen anti-faşizme, yakın tarihte Amerika’daki toplumsal hareketlerde önemli rol oynamışlardır. Belki daha da önemlisi, hiyerarşik olmayan yöntemleri ve doğrudan eylem stratejileri, solun geniş bir kesiminde yaygınlaşarak radikal politikanın buraya nüfuz etmesini sağladı. Bugün bunu, Trump’a ve “yeni-sağa” karşı direnen, ırkçılık karşıtı hareketin genelinde görebiliriz.
Amerika’daki Antifa’nın büyük çoğunluğunu anarşistler ya da benzer düşünen anti-otoriterler oluşturur. Bu, onlarca yıldır böyle. Anarşizm, 1990’larda da Anti-Irkçı Faaliyet’in (ARA) içindeki ana akımı oluşturuyordu.
Trump döneminde bu toplumsal hareketler üzerindeki baskı nasıl arttı?
Trump göreve başladığından beri, yerel yasama organları çok çeşitli anti-protesto yasaları çıkardılar. Bazıları, sürücülerin protestoculara arabalarıyla çarpmalarını bile yasal hale getirdi. Bunun yanı sıra, adalet bakanlığı esas olarak, beyaz üstünlüğünü savunan ve faşist grupları araştırmayı bıraktı ve anti-faşistleri “terörist” olarak sınıflandırmaya başladı. Trump’ın yemin gününde (20 Ocak) Washington’daki çatışmalı yürüyüşünün ardından 230 anti-faşist tutuklandı. Mala zarar verme suçlamalarının dışında, insanlar sadece yürüyüşe katıldığı için bile 75 yıla kadar hapis gibi gülünç suçlamalarla karşı karşıyalar. Aslında herhangi birinin gerçekten o cezayı alma ihtimali çok düşük ancak bunlar Trump yönetiminin gerginliği nasıl tırmandırdığını yansıtıyor.
Trump yönetimi ırkçılık ve faşizmin örgütlenmesini nasıl destekliyor?
Trump’ın seçim kampanyası ve ardından gelen zafer, kış uykusuna yatan aşırı sağı sokağa çıkmak konusunda cesaretlendirdi. Son yıllarda üretilen yeni sağ, klavyenin başından kalkıp, sokakta on yıllardır görmediğimiz bir varlığı oluşturmak için çalışmaya başladı. Trump sinsice, ama çok da belirsiz olmayan bir biçimde beyaz milliyetçi siyaseti yansıtıyordu. Geçmiş yıllarda aşırı sağın çoğunluğunda hükümet karşıtlığı hakimken, Trump ile birlikte, iktidarda, yıllardır dillendiremedikleri düşüncelerini şeyleri söyleyen ve yapan bir liderleri olduğu hissettiler.
Toplumdaki faşist örgütlenmeyle yaratılan ayrılık ne seviyede? Bu ayrılığın iç savaşa dönüşmesi ihtimali var mı?
Hayır, bunun iç savaşa dönüşme ihtimali olduğunu düşünmüyorum. Faşist ve ırkçı politikaların önemi kesinlikle arttı ve (özellikle göçmen, ırk politikaları vb.) mesajları daha geniş bir muhafazakar kesimin görüşlerini etkiliyor, ama hala küçük bir azınlıklar. Ayrıca Amerikalıların büyük çoğunluğu, siyasi değişim için tek meşru çıkış olarak sandığı görüyor.
Geçen haftalarda medyanın dikkati antifa konusuna çevrildi. Ana akım medyada Antifa nasıl yer aldı? Charlottesville’in bu süreçteki etkisi ne oldu?
Charlottesville’den önce medya zamanının çoğunu faşistlerden çok antifayı eleştirmeye ayırıyordu. Çatışmaya bakışları apolitikti, arkasındaki siyaseti ve değerleri analiz etmeden, “şiddete” odaklanıyordu. Beyaz güç mitingi, ırkçılık karşıtı eylemciler tarafından başarıyla engellendikten sonra bir faşistin, arabasıyla ırkçılık karşıtı eylemde yürüyen Heather Heyer’i katlettiği Charlottesville’in ardından Donald Trump, her “iki tarafın” da şiddet kullandığını ve her iki tarafta da “iyi insanlar” olduğunu savundu. Bu açıklamadan sonra kısa bir süre, belki bir hafta, medyanın bu tutumu değişti.
Bu süre içerisinde liberal medya, bir faşist cinayet işlediği halde iki tarafı bir tutması nedeniyle başkanı kıyasıya eleştirdi. Yine de, bu “sempatik” pencere çok hızlı bir şekilde kapandı ve medya yine eskisi gibi faşistlere kıyasla anti-faşistlere saldırmak için daha fazla zaman ayırıyor. Bu tip saldırılar neredeyse her zaman tarihi ya da politik bir anti-faşizm anlayışından yoksun oluyor.
Amerika’dan dayanışmayla!
The post Röportaj: Irkçılar Yıkılıyor, Özgürlük Yaratılıyor appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post Sinema: ” Sıkıyönetim “ appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>“Olağanüstü zamanlarda ve durumlarda ülkede güvenliğin sağlanması için ordunun yardımıyla gerçekleştirilen yönetim, örfi idare.”
TDK, Güncel Türkçe Sözlük
“Görünmeyen Ayaklanma” ya da “Sıkıyönetim” adlarıyla Türkçeye çevrilen “Etat de Siege”, 1972 yılında Fransa’da çekildi. Filmlerinde politik suikastlerden, faşist çeteler ve devletler arasındaki işbirliğinden bahsetmesiyle öne çıkan Costa-Gavras’ın, senarist arkadaşı Franco Solinas ile beraber yazdığı film Gavras’ın “Sıkıyönetim Üçlemesi”nin üçüncü filmi. 1963 yılında, Gregoris Lambrakis’in öldürülmesi üzerine çektiği “Z” (Ölümsüz) ve daha sonra 1952 Prag Mahkemeleri döneminde Çekoslovakya’da yaşanılanları konu eden “L’aveu” (İtiraf)’nün ardından yönetmen, serinin bu son filminde 60’lı yılların sonunda Uruguay devletinin şiddetini artırmasıyla başlayan süreci ve sonrasında yaşanılanları anlatıyor.
Film, Ağustos ayında Uruguay’a postallar, tanklar ve uzun namlulu silahlarla gelen kış mevsiminde geçiyor. Otoyollara, sokaklara, caddelere serilmiş yüzlerce kolluk kuvveti, devletin yetiştirdiği yüzlerce ölüm makinesi bütün bir halkı denetimden geçirmektedir.
Uruguay’da Askeri Darbe
Film boyunca hiç yabancı olmadığımız görüntülerle karşılaşırız. Tek suçu yolu kullanmak olan, didik didik aranan şoförler, okullarına polisi sokmadıkları için saldırılan öğrenciler… Toplumun politiğinden, apolitiğine her bireyi darbenin kanlı çizmeleri altında ezilmektedir.
Devlet nereden, ne oranda saldırırsa saldırsın, direniş her daim varlığını sürdürür. Bir yerde iktidar varsa ona karşı direniş de mutlaka oluyor çünkü. Film ilerliyor… Tupamarolar, gerçekleştirecekleri bir eylem için yolda seyahat eden arabalara el koymaya başlıyor. El koydukları arabaların sahiplerini yoksul mahallelerde bir gezintiye çıkarıyorlar. Hemen sonraki sahnede ise bu sefer bir polis şefi, trafikte durdurduğu araçların birinden içeri kafasını uzatıyor ve konuşuyor; “Polis… Özel bir durum nedeniyle arabanıza el koymak zorundayım.” Film, iki el koymanın arasındaki farkları net olarak gösteriyor.
Tupamaros (Tupamaro Gerillaları)
1936’da Uruguay’da kurulan Ulusal Kurtuluş Örgütü’nün yaygın adı. “Söz ayrıştırır, eylem birleştirir” temel sloganlarıydı. İsimlerini Peru köylü direnişinin simgesi Tupac Amaru II’den alan şehir gerillası örgütü, bankaları ve işyerlerini soyup yoksulların ihtiyacını karşıladığı eylemlerle adını duyurdu. 1975’teki askeri darbeyle birçok üyesi zindanlarda tutsak edildi, 300 kadar Tupamaro bizzat devlet tarafından katledildi. 1985 yılında Uruguay’ın sözde “demokrasi”ye dönmesiyle, yasal bir zeminde, parti olarak siyaset yürütmeye başladılar.
Daha sonra Tupamaro’ların, uzun süre takip edip kaçırdıkları kişinin kim olduğunu öğreniyoruz. Philip Michael Santore… 1970’te Tupamaro gerillalarının rehin aldığı Uluslararası Gelişme Örgütü üyesi, Amerikalı Dan Mitrione’dan esinlenilerek yaratılan bu karakter, dönemin Latin Amerika siyasetinde ABD etkisini anlatan kilit rollerden birini üstleniyor. Uruguay polisine, halka gözdağı vermek için işlenen cinayetlerin inceliklerini, işkence tekniklerini öğreten Santore, cezaevlerinde kurşuna dizilen devrimcilerin, eylem yaptıkları için katledilenlerin faili oluyor.
Devletin şiddetini en sert uyguladığı darbe dönemlerinde, devletin propagandası, tetiğe dayalı parmağın sahipleri masum birer kurban, ateş altında olanlar ise “ülkesinin kalkınmasını istemeyen, vatanına milletine saygısı olmayan düşmanlar” olarak sunuyor. Costa-Gavras ise yalın bir hikaye içerisinde bu propagandanın gerçek dışılığını ortaya koyuyor.
Gürşat Özdamar
[email protected]
Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 28. sayısında yayımlanmıştır.
The post Sinema: ” Sıkıyönetim “ appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post Cumartesi Anneleri Galatasaray Meydanı’ndaydı! appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>1980 Faşist darbesinin baş karakteri Kenan Evren için düzenlenen cenaze töreni sıralarında Cumartesi Anneleri ve yaşam savunucuları Galatasaray Meydanı’nda “Evren’i nasıl bilirdiniz?” diye haykırdı.
12 Eylül faşist darbesini yapan, eski Genelkurmay Başkanı, 7. Cumhurbaşkanı Kenan Evren için cenaze töreni düzenlendiği sıralarda İstanbul’da Galatasaray Meydanı’nda Cumartesi Anneleri ve yaşam savunucuları basın açıklaması yaptı.
Eyleme Cumartesi Anneleri’nin ve yaşam savunucularının yanı sıra Devrimci Anarşist Faaliyet (DAF) ve birçok siyasi kurum, Sivil Toplum Kuruluşları (STK) milletvekilleri ve sanatçılar katılım gösterdi. Eylemde Kenan Evren’in ismi her geçtikçe “yuhlama”, “katil, faşist” sesleri yükseldi.
‘Faşist olarak bilirdik’
Eylem’de 1980 darbesinde gözaltında kaybedilen Hayrettin Eren’in ağabeyi Faruk Eren, 12 Eylül sürecinde binlerce insanın işkenceden geçirildiğini, katledildiğini söyleyerek, “Bunlardan bazıları işkenceden hiç çıkamadı. Biri de ağabeyim Hayrettin Eren’di” dedi. Evren ile ilgili sahte bir yargılama yapıldığını belirten Eren, 12 Eylül darbesinin iktidarda halen sürdüğünü söyledi. Eren, “Nasıl bilirdiniz?” sorusunu, “Faşist katilin teki olarak bilirdik” diyerek yanıtladı.
‘Cani olarak bilirdik’
Ardından devletin darbesiyle katledilen Nurettin Yedigöl’ün kardeşi Muzaffer Yedigöl sözü aldı. Yedigöl, Evren için “35 yıldır çektiğimiz acıların sorumlusu, adını bile anmak istemiyorum bize yaptıklarının bedelini ölüm döşeklerinde can vererek ödedi” diyerek sözüne devam etti, ve “Biz bu dünyada ondan hesap soramadık ama analarımız öbür dünyada ondan hesap soracak” dedi. Yedigöl, “Nasıl bilirdiniz?” sorusuna da şu yanıtı verdi: “İnsanlık suçu işlemiş bir cani olarak bilirdik.”
‘İnsanlık suçlusu olarak bilirdik’
Ardından söz alan 12 Eylül’ün ilk kayıplarından Cemil Kırbayır’ın kardeşi Mikail Kırbayır ise Evren için “Cemil Kırbayır’ın yaşam hakkını elinden aldığı gibi onun mezarını da hapsetmiştir. Bizim mezarına gidip karanfil koyma hakkımızı da elimizden almıştır” dedi. Darbeci Evren’in, Maraş, Çorum ve Sivas katliamlarından da sorumlu olduğunu belirten Kırbayır, buna rağmen Evren’e devlet töreni yapılmasına “Korkumuz insanlık suçu işlemiş olanlara devlet töreninin gelenek halin getirilmesi. Kaygımız budur” sözleriyle isyanını haykırdı.
Açıklama, “Kenan Evren öldü ama fikirleri hala iktidarda. Bu iktidar anlayışı yok olmadığı süre içerisinde Kenan Evren’ler yaşayacak” denilerek eylem sonlandırıldı.
Bu haber Meydan Gazetesi’nin 27. sayısında yayımlanmıştır.
The post Cumartesi Anneleri Galatasaray Meydanı’ndaydı! appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post Batının İslamlaşmasına Karşı Vatansever Avrupalılar “Pegida” – İlyas Seyrek appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>Avrupa’da yükselen sağ denildiğinde ilk akla gelen siyasi yapılardan birisi Yunanistan’daki Altın Şafak Partisi. Nikolaos Michaloliakos’un liderliğindeki parti, sıklıkla ırkçılık ve neo-nazilikle suçlanıyor. Partiyse aşırı sağcı olduğunu kabul ederek, eski diktatör Ioannis Metaxas’ın politikalarını savunduğunu kabul etti. 2012’de aldığı oylarla büyük bir yükselişe geçen parti, son iki seçimdeyse %6’nın üzerindeki oy oranını korumayı başardı. 2013’te Pavlos Fyssas’ın katledilmesinden dolayı doğrudan suçlu bulunan parti üyeleri dışında Michaloliakos da tutuklanmıştı. Altın Şafak, Avrupa’daki sağ partiler ve faşist hareket arasındaki ilişkinin ne olduğunu, ne olabileceğini göstermesi açısından önemli bir örnek.
Ekim ayından bu yana, her hafta gerçekleştirdikleri İslam karşıtı gösterilere 350 kişi olarak başlayan PEGIDA (Batının İslamlaşmasına Karşı Vatansever Avrupalılar), 25 Ocak’ta düzenlediği gösteride 17 bin kişilik kitleye ulaştı. Bunda özellikle 7 Ocak’ta gerçekleşen Charlie Hebdo saldırıları sonrasında Avrupa’da yükselen sağ-kanat hareketlenmenin etkisi büyük.
Ekim 2014’te Almanya’da faşist hareketin ve sağ hareketlerin başşehri olarak anılan Dresden’de, Lutz Bachman’ın öncülüğünde kurulan PEGIDA, Avrupa’daki diğer faşist parti ve hareketler gibi ekonomik kriz ve ardından gelen kemer sıkma politikalarının nedeni olarak göçmenleri görmekte. Avrupa’daki göçmenlere karşı bir dizi önlem alınmasını savunan hareket, aynı Avusturya’daki göçmen politikaları gibi sıkı göçmen karşıtı politikaları savunuyor.
Charlie Hebdo saldırısı sonrasında, İslam ve göçmen karşıtlığı üzerinden taraftar kitlesini arttıran PEGIDA hareketi söylemleri nedeniyle Almanya ve Avrupa genelinde sıkı bir şekilde takip ediliyor. Geçen haftalarda PEGIDA lideri Lutz Bachman, Hitler bıyığı ile çektiği fotoğrafını ‘’O tekrar burada’’ şeklinde bir yazı ile internette paylaşmıştı. Dresden’de, 15 Ocak’ta Eritreli bir göçmenin evinde bıçaklanmış bir şekilde bulunması üzerine PEGİDA taraftarlarının durumu onaylayan yorumlarıyla beraber düşünüldüğünde, bu hareketin her geçen gün radikalleşen tavrı fark edilebilir. PEGIDA özellikle Liepzig, Südthüringen, Kassel, Würzburg, Bonn, Düsseldorf ve Frankfurt’ta yerel çalışmalarını oluşturmuş durumda ve özellikle son haftalarda politik tartışmalara neden oluyor. Almanya İçişleri Bakanı Thomas Maiziere eylemlere katılanları toplumsal kaygılarını dile getirenler olarak dillendirirken; başbakan Angela Merkel, düşüncelerin ifade edilmesi noktasında Almanya’da herkesin özgür olduğunu ancak Almanya’da kimsenin göçmen karşıtı ajitasyon yapamayacağını, yapanların da Almanya’da yerinin olmadığını vurgulayan açıklaması aslında bu politik tartışmanın ulaştığı boyutları gözler önüne seriyor.
Tüm bu tartışmalar Almanya’da devam ederken açık olan şey, PEGIDA’nın hareketlendirdiği kitlenin yabancı düşmanlığı üzerinden bir araya gelen bir kesim olduğu gerçeği. Avrupa’da özellikle son dönem yükselen sağ-kanat hareketlerle beraber yapılmayacak bir değerlendirme, PEGIDA’nın nasıl bir siyasal sürecin sonucunda oluştuğunu görmemizi engelleyecektir. Tabi bir de Ukrayna’dan İtalya’ya Avrupa’da yükselen faşist mobilizasyonu…
2009 yılında gerçekleşen bir kongreyle, içinde Macaristan’dan Jobbik, Fransa’dan Ulusal Cephe, İtalya’dan Tricolour Flame, İsveç’ten Ulusal Demokratlar ve Belçika’dan Ulusal Cephe’nin de olduğu bir birlik kuruldu. Litvanya’dan Belçika’ya Avrupa’nın farklı bölgelerinden aşırı sağ partilerin oluşturduğu birliğe en son Ukrayna’dan Svoboda gözlemci olarak dahil oldu. Svoboda, Ukrayna’da Rusya ile devam etmekte olan gerilimin yaşandığı zamanlarda adından aşırı Ukrayna milliyetçisi söylemleri ve Rus karşıtlığı ile söz ettirmişti.
İlyas Seyrek
Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 24. sayısında yayımlanmıştır.
The post Batının İslamlaşmasına Karşı Vatansever Avrupalılar “Pegida” – İlyas Seyrek appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post İdris Naim Şahin’in Linç Çağrısı Sürüyor appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post İdris Naim Şahin’in Linç Çağrısı Sürüyor appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>