The post Örgütlü Bir Halkı Hiçbir Felaket Yenemez – Gizem Şahin appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>Bu soruyu sorarken herkes oldukça endişeli. Çünkü beklenen büyük depremi bırakalım bir kenara, bu küçük depremlerde bile birçok konuda sıkıntıların olduğunu gördük. Cep telefonlarının saatlerce şebekeye bağlanmaması, bazı binalarda görülen çatlaklar, deprem anında ve sonrasında toplanabilecek alanların olmaması gibi birçok konu var olan endişelerimizi arttırdı.
Deprem Değil Kapitalizm Öldürür
Günlerdir 15 milyon nüfuslu bir şehirde gerçekleşecek olan, en az 7 şiddetinde bir depremden söz ediyoruz. Bu olası depremin gerçekleştiği anda yaratacağı tahribatı tahmin etmeye uğraşıyoruz: Hangi binalar yıkılır? Hangi semtler daha güvenilir? Deprem anında nerede toplanacağız, toplanma alanları nerede?
17 Ağustos 1999 Gölcük Depremi hepimizin hafızasındaki yerini tazeledi bu günlerde. 7.6 şiddetinde yaşadığımız bu depremde 17.480 kişi yaşamını yitirmişti. Bu rakam bir yıl sonra 18.373 olarak düzeltildi.
Bir doğa olayı olan depremlerde, bu kadar yüksek tahribatın, kaybedilen binlerce yaşamın sebebi doğal afet denilip geçilemez. Üzerimizdeki bu tahribatın sebebi gerçekten deprem mi, yoksa rant hırsıyla gözü dönmüş, kentsel dönüşümlerle, devlet projeleriyle 15 milyonun yaşadığı bir şehri bina yığınına çevirmiş, olası bir felakette toplanma alanı ve yollar dahi bırakmamış olan kapitalist sistem mi?
Doğa Verdiğini Alır
Hepimizin bildiği bir gerçek var ki: Doğa verdiğini alır. Neredeyse akan bütün nehirlerin üzerine barajların yapıldığı; “başı boş akan” suların kurutulduğu; yeşilin kalmadığı; ormanların, ağaçların kesilip yerine gökdelenlerin inşa edildiği; yoksul mahallelerimizde yaşayanlarımızın evlerinin yıkılarak yerine 2+1 konutların yapıldığı; yol çalışmalarıyla imkansızı “başarıp” en olmadık yerlerden yeni yolların açıldığı bir şehirde, İstanbul’da bizi öldürecek olan şey deprem değil kapitalizmdir.
Çünkü beklenen “Büyük İstanbul Depremi” gerçekleştiğinde yaşamlarımızı ne 2+1 konutlara ne her yanımızı kaplayan AVM’lere ne de başka bir yere sığdıramayacağız. Ve kuşkusuz böylesi bir depremden sonra, ilk olarak yaşadığımız binalar yıkılmış olacak. Köprüler, yollar, viyadükler enkaza dönüşecek. Yollar çökecek, kalanlarda ise hareket etmek mümkün olmayacak. Patlayan su boruları, çalışmayan doğalgaz vanaları ve daha birçok şeyle baş etmek zorunda kalacağız. Bu anda ne devleti ne de devletin herhangi bir kurumunu yanımızda göremeyeceğiz.
Deprem En Çok Ezilenleri Sarsar
Yaşadığımız deprem, sel ya da başka bir afette sanki ezilenler ile ezenler denkmiş gibi açıklamalar duyarız. Yöneticiler ve patronlar depremin etkisini arttıranlar kendileri değilmiş gibi davranırlar. “Biz de bu felaketten etkilendik, ama takdiri ilahi işte” ya da “kader” derler. Gölcük depreminde dediler, Trabzon’da HES borusu patlayınca dediler, SOMA’da dedier. Ama biz ezilenler, ezenlerle denk değiliz. Çünkü deprem en çok ezilenleri sarsar.
Deprem sonrası başlayan arama-kurtarma çalışmalarının nereden başlayacağı en başından bellidir. 17 Ağustos 1999 Gölcük depreminde, depremzedeler ilk yardımların 3 gün sonra geldiğini söylemişti. Enkaz altında kalanlarımız hayatta kalabilmek için dakikalarla yarıştı. Bu yüzden her türlü dayanışmanın, her çabanın değeri büyük. Fakat akıllarda bazı soruların oluşmasına sebep oluyor böylesi “gecikmeler”. Büyük İstanbul Depremi olduğunda arama-kurtarma ekipleri (ilk) kimleri kurtaracak?
Ezilenleri Dayanışma Yaşatır
Bu sorunun cevabı, geçmişte yaşanan olaylarda saklı. “Bizi kim kurtaracak” diye sorsak da ancak biz, birbirimizin hayatlarını kurtaracak, kendi özörgütlülüğümüzle hayatta kalacağız. Yıkılan evlerimizi beraber inşa edeceğiz, çünkü ilk kurtarılacak bölgeler bizim mahallelerimize çok uzak olacak, biliyoruz. Sadece deprem değil herhangi bir felakette “umursanmayan”lardan olacağız, bunu da biliyoruz.
Depremin etkisini azaltabilmek için kendi irademizle kendi ihtiyaçlarımız doğrultusunda sağlam, sağlıklı, doğayla uyumlu yaşam alanlarını oluşturmamız gerekiyor. Bunun için şimdi nasıl mücadele ediyorsak, bugün içinde yaşadığımız dönemde depremin etkisini en aza indirgeyecek yöntemleri de düşünmemiz ve yaratmamız gerekiyor. Biz yardım etmeyecek, dayanışmayı büyüterek birbirimize el uzatacağız. Çünkü ihtiyacımız olan şey yardım değil, dayanışmadır. Aslında bunun örneğini 2005 yılında ABD’nin New Orleans eyaletinde meydana gelen Katrina Kasırgası’nda deneyimledik.
Katrina Kasırgası, 2000’e yakın insanın yaşamını yitirmesine yol açmış, 1 milyondan fazla insanın evini yıkmıştı. Afetten birkaç gün sonra eski Kara Panter üyesi Robert Hillary King ve Anarşist Scott Crow, Ortak Taban Kolektifi’ni (Common Ground Collective) kurarak, devletin umursamadığı yoksul mahallelere temel destek götürmüştü. Kolektif, otonomi ve yerel faaliyet ilkeleri ile öz-örgütlü bir yapıda kurulmuştu. Kurulmasının başında sadece yemek ve su gibi ihtiyaçların dağıtımını yapan kolektif, gelen 4 sıhhıyeci ile birlikte Algiers’de bir acil ve ilk yardım kliniği kurdu.
1 Mart’a gelindiğinde kıtanın birçok yerinden gelen 23 bin kişi kolektifte gönüllüydü. Kolektifin felsefesi en başından beri “yardım değil dayanışma” oldu. “Ortak Taban Kolektifi” zamanla internet erişimi sağlayan “Ortak Taban Teknoloji Kolektifi”, “New Orleans Kadın Sığınma Evi” ve “Ortak Taban Kliniği” gibi birçok bağımsız kolektife bölünerek çoğaldı. Bir yıl içinde 7 klinik ve 100 mahalle bahçesi yapıldı. Enkaz temizleme, çatı onarma gibi hizmetleri ücretsiz sunan kolektif, yeri geldiğinde kentsel dönüşüm gibi sosyal, ekonomik ve ırkçı saldırıları da önledi.
2012’de Sandy Kasırgası’ndan etkilenenler için kurulan Occupy Sandy ise Occupy hareketinin bir yan çalışması olup, Ortak Taban Kolektifi’nden insanların da katıldığı ve aynı ilkeler etrafında ve özörgütlü yapıya sahip. Öncekine göre daha hazırlıklı ve örgütlü oldukları için daha da başarılı çalışmalar yapmışlardır.
Yardım Değil Dayanışma Yaşatır
Bu felaketler sonrasında devlet, nüfusun çoğu siyah olan afet bölgelerine destek götürmekten çok kanun düzenini sağlamakla uğraşmıştır. Felaketten 10 yıl sonra bile yıkılan evlerin ancak %10’u yeniden yapılmıştır. Tek bir merkezden yönetilen ve bürokratik bir kurum olarak devlet, bu tür durumlarda aciz ve hantal kalmaktadır. Gönüllülük ve dayanışma üzerine kurulu ve özörgütlü işleyen yapıların başardıkları kamuoyunun dikkatini çekmiş, hatta ABD’nin AFAD’ı FETA bile, daha sonradan bu inisiyatiflerle görüşmeler yapmaya çalışmıştır.
Amerika’daki bu deneyim ve esas aldıkları “yardım değil dayanışma” ilkesi, bizlere bunun mümkün olabileceğini göstermiş oldu. Doğal olarak bu deneyimleri, paylaşma ve dayanışmayı bizler kendi sokağımızda, yan komşumuzda ve mahallelerimizde yıllardır “iyi günde, kötü günde” belirli sorunlar ve konular üzerinden deneyimlemekteyiz. Ancak daha geniş deneyimi yaratmak için afeti beklememek gerekir. Şimdi şu anda özörgütlü deneyimi yaratmak, önceki örneklerin gösterdiği gibi afet zamanında daha hazırlıklı olmamızı sağlayacaktır. Katrina Kasırgası’nın ardından kazanılan deneyimle kendi deneyimlerimizi yaratabiliriz.
Yardımla değil, dayanışmayla…
Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 51.sayısında yayınlanmıştır.
The post Örgütlü Bir Halkı Hiçbir Felaket Yenemez – Gizem Şahin appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post ” Devletin Afeti HESseli ” – Furkan Çelik appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>Felaket ve doğal afet gibi vakalarla katliam arasında ince bir çizgi vardır. Bir vakanın, çizginin hangi yanında olduğunu belirleyen şey ise çoğu zaman, vakada bir “niyet” olup olmadığı ya da yaşanan vakanın “bir el” tarafından hazırlanıp hazırlanmadığıdır. Fakat adı katliam ile neredeyse özdeşleşmiş olan devlet, yaptığı katliamları felaket, doğal afet ya da fıtrat olarak göstermek hususunda oldukça yüzsüzdür. Devlet, altına imzasını attığı tüm katliamlarda, tıpkı Soma’da, Ermenek’te ve 17 Ağustos depreminde olduğu gibi, “niyeti”ni ve katliamı yapan “bir el”ini doğa gibi görünmeyen güçlerin arkasına saklar.
Soma’da 301 kişi yaşamını yitirirken, 17 Ağustos depreminde ölenlerin sayısı muammadır, binlerle ifade edilir. Bugün Artvin’de 8 kişi yaşamını yitirmiş, 3 kişi kaybolmuştur ve 17 kişi yaralıdır. Devlet erkanına ve medyaya göre, bu katliamlar “Soma’da Felaket”tir, “17 Ağustos Doğal Afet”idir ve “Artvin’de Sel baskını” vardır.
Orman ve Su işleri Bakanı Veysel Eroğlu “Suyu kontrol etmek lazım. Doğu Karadeniz’de ve Orta Karadeniz’deki yağışlarda yıllık yüzde 20 artış bekleniyor. Artış bir yana, 3-4 ay 48 saat durmadan yağacak yağmurlar söz konusudur. Bu da sel felaketi demektir. Biz HES’leri suyun enerjisini kırmak, taşkınları önlemek için yapıyoruz.” diyerek kendince HES’lerin önemini vurgulamıştır. Fakat HES projelerinin zorunlu bir parçası olan “dere ıslah çalışmaları”, yaşanan katliamın başlıca sorumlusudur. Çünkü bir derenin ıslahı demek, derenin yatağının değiştirilip daha da daraltılması demektir. Bu da yoğun yağışların olduğu dönemlerde artık yapılaşmaya açılmış eski dere yatağının sel suları altında kalması demektir! Görüldüğü gibi, Artvin’de bulunan 4 tane HES, selin önüne geçememiştir ve yine aynı bölgede yapımına başlanan ve yapımı planlanan 100 tane HES projesi de önüne geçemeyecektir! Kaldı ki, neredeyse Karadeniz’deki tüm derelerde HES’ler mevcut iken “suyu dizginlemek” gibi bir durum söz konusu değildir. Ayrıca, HES’lerden kurtulan sular Karadeniz Sahil Yolunu aşıp denize ulaşamadığından pek çok sel, taşkın ve heyelan yaşanıyor. HES’lerin küçük barajlar olduğunu unutmamak gerek. Bu kadar çok yağış alan bölgede, su kanallarının dolup da barajların taşmasında şaşılacak bir şey yoktur!
Üstelik tüm bunlara rağmen devlet, halkı “izinsiz yapılaşma” ile suçlamaktadır. Fakat bugün ıslah edilen dere yataklarının yapılaşmasını bizzat kendisi üstlenmiştir. Bugün Rize’de ıslah edilen dere yataklarında, birçok HES, Sanayi sitesi, okul ve hastane bulunmaktadır. Bu son yağışlarda da söz konusu yapıların selden etkilendiği görülmüştür.
Karadeniz tarih boyunca, hep çok yağış alan bir coğrafya olarak anılagelmiştir. Fakat her nedense böylesine büyük çaplı “doğal afet”ler, burada yaşama geçirilmeye başlanan talan projelerinden sonra belirginleşmiştir. Karadeniz’in en büyük talan projelerinden biri de 2009’da başlanan ve halen devam eden, Sinop’tan Sarp’a uzanan Karadeniz Sahil Yolu Projesidir. Yetkililerin söylediği gibi adeta herkese huzur getirmiştir(!) Bu öyle bir huzurdur ki, 2009’da Giresun’daki yoğun yağış sele sebep olmuş, bu yağışta biriken sel sularının tahliye olmasına ise sahil yolu engel olmuştur. 2010 Ağustos‘ta ise Rize Gündoğdu’daki yoğun sağanak yağış nedeniyle biriken yağmur suları Karadeniz Sahil Yolunu aşamamış, heyelana neden olmuş ve 12 kişi yaşamını yitirmiştir. Daha da eskiye gidecek olursak, Trabzon Sürmene’deki sel ve heyelanda 50, 2001’de Rize’de 10, 2002’de Rize Taşlıdere’de 34 kişi benzer nedenlerle yaşamını yitirmiştir.
Son zamanlarda HES’lere ve Karadeniz Sahil Yolu’na, madenler, taş ocakları ve Yeşil Yol Projesi de eklenmektedir. Fakat şu bilinmelidir ki, bahsi geçen tüm talan projeleri bize “katliam” olarak geri dönecektir. Rahat koltuklarında oturanlar, plazaların tepelerinden yaşam alanlarımızın talan edilme emrini verenler, yaşadığımız topraklardaki doğal varlıkları sömürerek zenginleşirken; onların neden olduğu tahribatlar yüzünden sel sularında boğulanlar, göçük altında kalanlar yine bizler oluyoruz. Onlar yaşamı son kırıntısına kadar tüketirken, biz de tükeniyoruz.
Bu tükeniş böyle devam ederken, insanlar katlediliyorken, dereler hapsedilmeye, topraklar susuz bırakılırken, biz yaşam savunucularına düşen şey ise, yerellere birlikte bu projelerin önüne geçmek, en açık tabirle, bize bu katliamları yaşatanların “felaket”i olmaktır.
The post ” Devletin Afeti HESseli ” – Furkan Çelik appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post “Bir Distopya Filmi: Snowpiercer” – Gürşat Özdamar appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>“Ayakkabılar başa takılır mı? Hayır, takılmaz! Şapka başa, ayakkabı ayağa takılır. İşte sizler ayakkabısınız ve bizler ise şapkalarız. Sizler hep ayaklarda kalacakken bizler hep başa takılacağız.”
Bu sözler, küresel ısınmayı önlemek amacıyla gerçekleştirilen CW7 isimli bir deneyin olumsuzlukla sonuçlanması üzerine, dünyanın buzul çağına dönmesini konu edinen Snowpiercer isimli filmden. Snowpiercer, dondurucu soğuk ve metrelerce kar altında ilerleyen bir trenin ismi. Wilford isimli bir şirket geliştirdiği bu trenle, içindekileri dış dünyanın dondurucu soğuğundan koruyabiliyor; ancak trenin hiç durmaması, sonsuz bir biçimde ilerlemesi gerekiyor.
Buraya kadar alışılmış bir bilim kurgu ya da fantastik bir öykü beklenirken, filmin Güney Kore’li yönetmeni Joon-ho Bon’un Le Transperceneige adlı Fransız çizgi romanından uyarladığı bu filmde, bir çok metafor kullanılmış. Sadece kıyamet sonrasının değil; günümüz dünyasının da atmosferini taşıması, filmin etkisini oldukça kuvvetlendirmiş.
Trendekiler sınıfsal konumlarına göre yerleştirilmiş. En arka vagonda en alttakiler, ezilenler var. Ezilenler arasında yer alan Curtis, durumu değiştirmeyi düşünmekte; bunun için de en öndeki lokomotife, trenin yönetildiği yere ulaşmayı hedeflemektedir; “Geçmişteki devrimler, lokomotifi ele geçiremediğimiz için başarısız oldu. Bu sefer lokomotifi ele geçireceğiz.”
Oysa bu hiç de kolay değildir. Wilford’un silahlı elemanları böylesi bir kalkışmaya, doğal olarak(!) izin vermemelerinin yanı sıra, kendilerine trendeki nüfusun belli bir oranda tutulması gerektiği emredildiğinde, bu oranı sağlamak üzere silahlarını ateşleyerek insan sayısını azaltmaktan çekinmiyorlardır. Ezilenlerin küçük yaştaki çocuklarının yine bu silahlı elemanlarca kaçırılarak götürülmelerinin, filmin en vurucu sahnelerinden biri olduğunu, “kıyamet” ya da “felaket” sonrası bu trenin nasıl çalıştığı ile ilgili de merakının giderildiği müthiş sonla anlıyoruz.
Aslında yalnızca son sahnede değil, film boyunca günümüze ait metaforlar ya da birebir aktarmalar, “felaket”in aslında şimdiki dünyada yaşanmakta olduğunu gözler önüne seriyor.
Ön taraftakiler, herhangi bir kısıtlama olmadan ziyafet sofraları kurarken; en arka vagondakiler, “kaynak sıkıntısı” olduğu söylenerek kendilerine dağıtılan protein çubukları ile “besleniyorlar”. Vagonlardan biri okul olarak “hizmet veriyor”; ama çocuklar ön vagonlarda kalanların çocuklarından oluşunca, öğrendiklerinin “dip vagondakiler tembel ve kendi boklarını yiyorlar” olması hiç de şaşırtıcı değil.
İşte Curtis, “sürekli baskı gören, berbat koşullarda yaşayan ve aşağılanan” bir vagondan çıkıp, tüm bu olumsuzlukları değiştirme hayalleri kuruyor; fırsatını bulunca da yola koyuluyor. Başlarda her şeyin sistemin bir kabahati olduğuna, lokomotife ulaşırsa tüm bunları çözeceğine inanıyor.
Curtis’in önündeki tek engel Wilford da değil. Curtis’in çok güvendiği, hatta bilge gibi gördüğü Gilliam da, onun lokomotife varmasını engellemeye çalışıyor. Ona herkesten daha ileriye ulaştığını, artık durması gerektiğini söylüyor.
İlerledikçe, hem vagonlar arası sınıfsal farklar daha da belirgin resmediliyor, hem de vagonlara hapsedilme durumu.
Sonunda, iki kapıdan birini seçmesi gerekecektir Curtis’in. İlki, bu trenden dışarısına; karlar altındaki dünyaya açılan kapıdır. Bunu seçmesi halinde, bu sistemin dışına atmış olacaktır kendini. Diğeri, lokomotife açılan bir kapıdır.
Curtis, lokomotife giden kapıyı seçer; trenin merkezine varmak ister. Burada Wilford’un Curtis’e önerisi, kendisi yerine lokomotifin başına geçmesi olacaktır.
Bu öylesine “mükemmel” tasarlanmış bir trendir ki… En küçük ayrıntısına dek düşünülmüştür. Ama “en küçük” parçasında eksik olan! İşte Wilford bu eksikliği lokomotifin altına yerleştirdiği çocuklarla gidermiştir bugüne dek.
Şimdi Curtis’in, trendeki konumunu seçmekte zorlandığı bir an gelmiştir. Kendi varlığını trende sürdürmesi başkalarının ölümüne bağlı olacak, bu hep böyle gidecektir. Wilford’un seçim diye sunduğu şey, aslında yaşamın yok edilmesinden başka bir şey değildir.
Zaten Wilford bugüne dek, trendeki ekosistemi korumak adına, nüfus artışını dengelemek için isyanları teşvik etmiş, Gilliam’la bir olup Curtis’in ayaklanmasına da bu anlamda yardımcı olmuştur.
Curtis’in kararı, treni ele geçirmek değil; treni ortadan kaldırmak olacaktır. İşte bu, Wilford’la Gilliam’ın akıllarına getirmediği bir seçimdir.
Bu seçim, bir çocuğu yaşam boyu köle yapmak değil; birlikte, dondurucu soğukta da olsa, yeni bir başlangıç yapmayı hayal etmek ve bunu gerçekleştirmek için dışarıya açılan kapıyı patlatmaktır.
Yönetmen Joon-ho Bon filmi burada bitirmek yerine; bir yanda trenden kurtulan iki küçük çocuğu, diğer yanda da dünyada gerçekten de soyları tükenmekte olan bir kutup ayısını göstererek bir gönderme yapmayı seçmiş. Bu göndermedeki anlam biraz da izleyenin yorumuna kalmış. İzleyin, bakalım sizin yorumunuz ne olacak?
The post “Bir Distopya Filmi: Snowpiercer” – Gürşat Özdamar appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>