The post Darwinistler Tartışıyor: Reformcu Filozof ve Anarşist Coğrafyacı appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>Kropotkin Kitaplarına Duyulan Genel İlgi ve İhtiyaç
Hem toplumsal mücadelelerde devletsiz, özgürlükçü düşüncelerin yaygınlaşması hem de yaşadığımız coğrafyadaki düşünce hayatında hala yeni denilebilecek bir yeri olmasıyla anarşizm üzerine yazılan kitaplar, pek çok yayıncının yayın programında daha fazla yer ayırdığı konu başlıklarından biri haline geldi. Son yıllarda genel olarak anarşizm çevirilerine ve özellikle de Kropotkin kitaplarına yönelik, farklı yayın çevrelerinde duyulmaya başlayan ilgi biz anarşistler için sevindirici bir gelişme olarak takip ediliyor. Bu ilginin ise yalnızca yukarıdaki iki faktörle açıklanamayacak başka kaynakları olduğu açık.
Bilimsel araştırmalarla, özellikle de sosyal bilimlerle uğraşan pek çoğumuzun fark ettiği gibi başta “postmodernizmin yetersizliği” karşısısında duyulan yeni bir paradigma ihtiyacının sonucu olarak anarşist klasiklere geri dönülürken Kropotkin kitapları temkinli ve öngörülü çözümlemeleri, bütüncül mantığıyla bir adım öne çıkıyor. Bir yandan güncel tartışmalara dair zihin açıcı olması, diğer yandan da “kent çalışmaları, kültür tartışmaları, insan ahlakının kökeni” gibi özel araştırmalara yönelik doğrudan katkısıyla, politik mücadelelere ilgi duymayan kişilere bile felsefe, bilim ve siyasetin ne kadar iç içe olduğunu tekrar hatırlatıyor.
Elimizdeki kitap ise işbu ilgilerin bir sonucu olarak Sel Yayınları etiketiyle yayınlandı. Alev Er’in çevirmenliğini yaptığı bu kısa kitap, kadın hareketine yaptığı katkılarıyla ve Darwin’in ilk çevirmenlerinden olmasıyla öne çıkan antropolog Clémence Royer ve Kropotkin arasında geçen kurgu bir diyalog olarak yazılmış. Fransız psikolog Michel Huteau’nun kaleme aldığı kitap, ilgi çekici iki figürü bir araya getirmesiyle enteresan bir fikri hayata geçiriyor ve bunun altından başarıyla kalkıyor gibi görünse de çevrilmemiş pek çok klasiğin kenarda duruyor olduğu düşünüldüğünde insan “Neden bu kitap?” demeden de edemiyor. En basitinden kitabın referanslarında geçen ve Kropotkin’in hapishane anılarını birinci ağızdan anlatan “Fransız ve Rus Zindanlarında” isimli kitap hala yerli okuyucuya ulaşmış değil. Ya da Kropotkin’in gazetemizde çevirdiğimiz yazıları dışında suç ve cezalandırma sistemine ilişkin hala çevrilecek pek çok çalışmasının olması bu kitabın da başlıklarından birisini oluşturan hapishaneler konusuna ilişkin Kropotkin’i anlamayı güçleştiren faktörlerden birisi olarak karşımızda duruyor.
Peki Bu, Kitabı Değersizleştiriyor Mu?
Tabii ki henüz çevrilecek olan çok şeyin olması ve özel konu başlıklarına ilişkin konuları anlamak için daha iyi bir okumaya ihtiyaç duyulması basılan bir kitabı olumsuzlamaya yetmez. Söz konusu eleştirimiz daha öncelerinde Proudhon’un “Sefaletin Felsefesi” bilinmiyorken “Felsefenin Sefaleti”ni çevirmek gibi bir durumdan daha fazlası değil… Hatta belki çok daha azı bile denebilir.
Huteau’nun kaleme aldığı kitap çok büyük bir iddia taşımıyor. Bir sosyal darwinist olan Royer ve Karşılıklı Yardımlaşma düşüncesinin teorisyenlerinden Kropotkin’in kendi eserlerinde yazdıkları bölümlere bağlı kalınarak oluşturulmuş hayali bir sohbet kurgulanmaya çalışılmış. Devrim ve reform, sömürü ve eşitsizlik, kadın mücadelesi, ahlak gibi pek çok konu başlığı etrafında -en azından iyi bir Kropotkin okuru olarak- bir çelişki ya da akıl dışılık görmediğimi belirtmek isterim. Kropotkin’i iyi tanıyanlar için keyifli ve belki de başkalarıyla tartışırken açığa çıkan kimi sohbetlerin onun ağzından cevap verilseydi nasıl olacağını görmek açısından da hayli ilgi çekici bir okuma olacak. Kropotkin’i tanımayanlar için belki ilk elden başka kitaplara yönelinse daha çok fayda alınabileceğini söyleyebilirsek de Kropotkin eserlerine ilgi duyulması bağlamında ilgiyi artıracağını düşünüyorum.
Clémence Royer’i ise bu kitap sayesinde tanımış olmak, yazarın ilgi alanlarıyla ilgilensin ya da ilgilenmesin herkes için farklı açılardan besleyici olabilir. Darwin ve insanlık tarihinin gelişimi hakkında -sonrasında ırkçılar tarafından ilham alınan- talihsiz pek çok fikre kaynaklık etse de Royer, tıpkı Gustav Kossina örneğinde olduğu gibi günahları anılarak tekrar değerlendirilebilecek bir tarihsel şahsiyet gibi görünüyor.
Kropotkin’in Hapishane Yaşamı ve Bu Kitabın Geçtiği Ortam
Kropotkin’in kaldığı hapishaneler arasında onun üzerinde bıraktığı olumlu izlenimlere dayanarak seçildiği hissedilen Clervaux Hapishanesi yılları, peşinen söylemek gerekir ki Kropotkin’in genel hapishane yaşantısı içinde çok istisnai bir örnek olarak karşımıza çıkıyor. Bu sayede Royer ve Kropotkin arasındaki görüşmeye daha gerçekçi bir zemin kazandırabilen yazarın yazdıklarına ek olarak belki Clervaux Hapishanesi ve Kropotkin’in hapishaneler üzerine düşüncelerine kısaca değinmek faydalı olabilir.
Kropotkin’in 1883 ve 86 yılları arasında üç yılını geçirdiği hapishane yılları özellikle Herbert Spencer, Albert Einstein, Victor Hugo gibi bilim ve sanat camiasından pek çok ismin dayanışma için devlete karşı başlattığı politik baskının bir sonucu olarak, kitaplara ve yazı yazmaya epey vakit ayırabildiği bir süreç olmuştu. Beraber kaldığı yoldaşlarıyla kozmografi, geometri, fizik çalışabildiği ve dil dersleri yaptığı zamanların yanında Kropotkin bu hapishanede kitap ciltleme zanaatını da öğrenmişti.
Hapishanenin bulunduğu kasabaya yerleşen eşiyle de sıkça görüşmesine izin verildiği bu hapishane dahi Kropotkin’in suç ve ceza sistemi hakkındaki düşüncelerini değiştirmedi. Sıtmanın çok yaygın olduğu hapishaneye ilişkin Kropotkin “hiçbir suçu olmayan insanların hükümlülerden çok daha ağır bir şekilde cezalandırıldıkları yer” diyerek ceza sisteminin nasıl politik baskının bir aracına çevrildiğini anlatıyordu.
Hapishane yöneticilerinden biriyle olan diyaloğunu anlatan Kropotkin, ona kendi hapishanelerinin iyi olarak gösterildiğini söylediğinde “Saçma! Ben kesinlikle böyle bir yalana katılamam.” dediğini anlatıyor. Tutsakların yaşantısını kütleştirmesi ve onların sosyalliklerini ellerinden almasıyla bir “suç üniversitesi”ne dönüşen hapishanelere ilişkin Huteau’nun kitabında da önemli kısımlar bulunuyor.
Sonuç olarak bu kitabın, anarşizm üzerine yapılacak okumalara katkı sağlayabileceğini söyleyebiliriz. “Kropotkin -belki de en çok karşısına aldığı- sosyal darwinistlerle tartışsaydı nasıl konuşurdu?” sorusuna cevap aramasıyla yalnızca eski bir tartışmanın fantazyasını değil aynı zamanda yazdıklarının bugün hala neden güncel olduğunu anlamamız açısından da önemini açığa çıkaran kitap, ilk etapta Kropotkin okurlarına hitap ediyor. Öte yandan kitabın öyle ya da böyle gerçek eserlere dayansa da bir kurgu olduğunu ve hem Royer hem de Kropotkin’i daha yakından tanıyabilmek, düşüncelerini anlayabilmek için kendi eserlerine yoğunlaşmak gerektiğini akılda tutmak gerekiyor.
İlyas Seyrek
Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 54. sayısında yayımlanmıştır.
The post Darwinistler Tartışıyor: Reformcu Filozof ve Anarşist Coğrafyacı appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post Felsefe, Edebiyat, Kahve, Müzik, Sinema, Gazoz: ALTERNATiF’i Düşünmek, Eylemek appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>
Kartal’da yeni bir mekan açılmış bazı ihtiyaçları karşılamak için. İlk etkinliğini Mart ayında gerçekleştiren bu mekan, dayanışmanın içimizi ısıttığı, bilginin paylaşarak çoğaldığı bir dünyayı ütopya listelerinden çıkartan gönüllülerin işlettiği, patronsuz ve sisteme Alternatif bir mekan olarak yerini yavaş yavaş edinmekte.
İhtiyaçlardan bahsetmiştik, bunlar bencillik kültürünün öbek öbek önümüze serildiği şu zamanlarda özgürce düşünüp bu düşüncelerimizi paylaşabildiğimiz bir alana olan ihtiyaç.
Düşünceye önem veren insanların buluştuğu bir mekan olan Alternatif, farklı ya da aynı düşünmüş insanların yazdığı eserlerin bulunduğu mütevazı bir kitaplığa da sahip. Amacına uygun bir şekilde “Düşünce Kitaplığı” ismini alan bu kitaplık, içerisinde Tolstoy’dan Derrida’ya düşünce alanının farklı dallarından insanların kitaplarını barındırıyor.
Alternatif gönüllüleri, yakın zamanda düşüncelerin senaryolarda ve kurgularda cisim bulduğu filmlere dair gösterimler ve etkinlikler de düzenleme aşamasında olduklarını söylüyorlar.
Saatlerce süren didaktik ilişkidense herkesin katılım sağladığı ve söz sahibi olduğu aktarımlar, özgür bilgi paylaşımına kapı aralıyor. Düşünce Kitaplığı’nda bulunan bir romanın ya da gösterimlerde izlenilen bir filmin ana ve hatta kıyıda köşede kalmış yan kahramanlarının da farklı perspektiflerle aktarıldığı sunumlar, düşünülen üzerine daha fazla düşünülmesini sağlıyor. Sadece Tyler Durden mıydı Fight Club’ı Fight Club yapan, yoksa testis kanseri olan anaç Bob muydu Fight Club’ın gerçek ruhu? Alternatif’te, alternatifin de alternatifi konuşuluyor.
Düşünmek, her zaman okuyarak ya da sayfalar arasında vakit geçirerek yapılması gereken bir eylem değil. Hep beraber karar kıldığımız oyunları oynamak da bizleri aynı düşüncede buluşturabilir; özgürlük…
Çocuk, Oyun, Sokak konulu fotoğraf sergisiyle her yaştan ve her halktan çocuğun özgürce oynayabildiği anları duvarlarına işliyor ve aynı özgürlüğün yansıtıldığı filmleri gösteriyor Alternatif.
Sadece “büyük”lerin düşünme alanı olmak istemeyen Alternatif, kapılarını ve masalarını çocuklara da açmış ve daha şimdiden onlar için pek çok etkinlik yaptı bile.
“Şimdiki Çocuklar” adını verdikleri etkinliklerle oyunun ve eğlencenin sadece “küçük” işi olmadığını göstermek için “Uçurtma Şenliği” nde “büyük”leri küçüklerle beraber oynatıyor Alternatif. Tam tersinin de olabileceğini göstermek için ise, gerçekleştirdiği “Çocuklar İçin Film Atölyesi”nde “küçük”lerin büyük işlerinde büyüklerden de yaratıcı olabileceğini gösteriyor.
Edebiyat ve film karakterlerinin yanı sıra sistemin alternatifi olabilecek modelleri de düşünen Alternatif, geçtiğimiz haftalarda gerçekleştirdiği bir aktarımla, Alternatif eğitim üzerine düşündürdü. Eylem Korkmaz’ın gerçekleştirdiği aktarımda eğitimin ne olduğu sorgulandı ve sistemin dayattığının dışında ne gibi metotların uygulandığı ve uygulanabileceği tartışıldı.
Alternatif’in düşünce üretilen masaları, edebiyat, felsefe, psikoloji, arkeoloji… çalışmalarının yanı sıra isteyenler için bir şeyler yiyip içebilecekleri bir işleve de sahip. Bunun için de mekanda küçük bir kafe mevcut.
Kartal Alternatif’i sadece bir kafe ya da kültür merkezi olarak tanımlamak yetersiz kalır. Bilginin özgürce geliştiği, genciyle yaşlısıyla ortak üretimin ve paylaşımın gerçekleşebildiği bir “mekan” orası. Kartal Alternatif, her geçen gün dayanışmayla örülen ağını özgür düşünceye aç olan herkese uzatmaya hazır.
Kartal Alternatif’e Ulaşmak İçin:
Akdeniz Caddesi No: 12/A Atalar/Kartal | 0551 130 31 31 | fb/krtlalternatif | twitter/krtlalternatif | instagram/kartalalternatif |
Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 45. sayısında yayınlanmıştır.
The post Felsefe, Edebiyat, Kahve, Müzik, Sinema, Gazoz: ALTERNATiF’i Düşünmek, Eylemek appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post Michel Foucault’un Yarım Kalan Kitabı “Tenin İtirafları” Yayımlandı appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>Edebiyat Haber’de yer alan habere göre, Foucault ölümünden sonra yazdıklarının yayımlanmasını istememişti. Bu yüzden Fransa’nın köklü yayınevi Gallimard tarafından okura sunulan kitap tartışmalara konu oldu.
Kitabın yayımlanmasına 2013’te yazarın arşivinin satılmasından sonra karar verildiği öğrenildi.
Yeni kitabın Foucault çalışmalarında köklü bir değişikliğe yol açmayacağı belirtilse de kitap akademi çevrelerinde heyecan uyandırdı.
The post Michel Foucault’un Yarım Kalan Kitabı “Tenin İtirafları” Yayımlandı appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post Anarşist Tarihçi Tutuklandı appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>Riabov, 10 Ekim günü Moskova’ya seyahat ederken yeniden gözaltına alındı ve ”vandalizm” suçlamasıyla 6 gün hapis cezasına çarptırıldı.
Riabov, bu süre zarfında açlık eylemi yapacağını duyurdu.
Kaynak:Insurrection News
The post Anarşist Tarihçi Tutuklandı appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post Kötü İktidardır – Hüseyin Civan appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>Felsefi önermeleri net bir şekilde ortaya koyabilmek; bu budur diyebilmek hiçbir zaman kolay olmamıştır. Genellikle doğru ya da yanlış olarak kabul gören önermeler dahi, doğru değil mi, yanlış değil mi sorgulamasından kaçınamaz. Bu felsefenin bir gerekliliğidir. Ortaya konulan önermenin doğruluğunu ya da yanlışlığını etraflıca tartışır. Sadece bilimsel verilere uygun ya da uygun değil demek, felsefe için tarihin hiçbir döneminde yeterli olmamıştır ve olmayacaktır. Bu düşünce ve düşünmenin kendisiyle ilgilidir. Daha önce ele alınan bağlamlardan farklı bağlamlar zaman içerisinde belirginleşebilir. Bu da bazen aynı meseleleri, aynı kavramları, aynı önermeleri hiç bitmeyen bir şekilde felsefi düşünce ve düşünmenin konusu yapmaktadır.
Felsefe düşünce tarihi boyunca bu şekilde ele alınan kavramlardan birisi de kötülüktür.
Neden Kötülüğü Tekrar Sorguluyoruz?
Kötülüğün kaynağını bulmaya yönelik sorgulama, içerisinde onunla mücadele etme ve böylelikle onu ortadan kaldırma isteğini de taşır. Özellikle aydınlanma etkisiyle, metafizik nedenlendirmelerden ziyade daha maddi temelde nedenlerle açıklanmaya çalışılan kavram, bu isteğin mümkün olduğundan hareket eder. Yani kötülük, bilimsel bir şekilde açıklanabilirse, onu oluşturan etmenler yok edilebilir. Ancak bu tarz düşünme sadece bireye odaklanır. Bu anlayış kötülüğü suçla eşitler, yok etmenin yolu iyi bir ceza sistemi yaratmaktır. Bugün suç ve ceza sisteminin, kötülüğün engellenmesinde işe yaradığının düşünülmesi bir yana, tam tersi bir etkiye sahip olduğu açıktır. Öte yandan, “eylemi” suç diye niteleyenin de ceza verme yetkisine sahip olanın da varlığı tartışılmadan kötülüğü bu basitlikte ele almak açık bir indirgemeciliktir. Ve tabi ki bunu yapmak birilerinin işine gelir!
Kötülüğe yönelik farklı felsefi yaklaşımlar, hep deneyimlenmiş bir kötülükten yola çıkar. “Kötü olan eylem” i eyleyen ve bu eylemden muzdarip olan… Dolayısıyla mesele (kendi eylemi üzerine düşünebilen) birey, eylemlerini gerçekleştirmesindeki iradesi ve eylemlerinin sorumluluğu üzerinden şekillenir.
Bu tarz örneklendirmelerin farklılığı, kötülüğü ele alırken sadece kötülüğü eyleyen ve bundan etkilenen ikiliğinden çıkarmaya yardımcı olmuş, meselenin daha geniş bir perspektiften ele alınmasını sağlamıştır. Ancak yine de bu daha geniş perspektif, toplumsal olan ile eşitlenmiş, kötülük ve buna kaynaklık eden nedenler etraflıca konuşulmadan bir oldu bittiye getirilmiştir. Ya da bu (ortaya çıkan kötü durumun toplumsal ve psikolojik değerlendirmeleriyle sağlanan) daha geniş perspektif kötülüğün kurumsallaşmış hallerini soyut bir biçimde ele almaya meyletmiştir.
Kötülük Probleminin Siyasallaştırılması
Kötülük probleminin siyaset ile ilişkilendirilmesindeki en büyük örneklerden birisi II. Dünya Savaşı olmuş; bu süreçte yapılan katliam benzeri toplu kötülük örneklerine referanslı birçok yazı kaleme alınmıştır. II. Dünya Savaşı’ndaki “Rasyonalize edilmiş katliamlar”, kötülük meselesinin sadece dinsel kökenlerinden kurtarılmasının yetmeyeceğini açık bir şekilde göstermiştir. Bu durumu açık bir şekilde ifade eden birçok düşünür, böylelikle kötülük problemini başka toplumsal durumlarla ilişkilendirmeye çalışmıştır.
Ancak burada bir başlangıç noktası sorunu vardır. Keza insanlık, II. Dünya Savaşı öncesinde de katliamlar yaşamıştır. II. Dünya Savaşı’nda yaşanan “büyük kötülükler” rasyonel bir şekilde nedenlendirilerek felsefi düşünmenin bir konusu yapılıyorken; bundan önceki “büyük kötülükleri” metafizik motivasyonlarla nedenlendirip, başka boyutlarla ele almamak bir çelişkidir. Dinsel ya da rasyonel nedenlendirmeler, açığa çıkan bu toplu kötülük durumlarını açıklamada güdük kalıyorsa; bunlar arasında bağ kurabilmek, durumu açıklayabilmek için başka bir dayanak noktasına ihtiyaç vardır.
Kropotkin ve Anarşist Ahlak
“Büyük kötülükler”in henüz toplumsal ve psikolojik ilişkilendirmelerle ele alınmadığı; ortada ne eleştirel teoricilerin ne postyapısalcıların olduğu; kötülüğe ilişkin örneklendirmelerin ne Arendt’in Nazi Subayı Eichmann örneğine ne de Foucault’nun Riviere örneğine referans verilerek yapıldığı bir dönemde; 19. yüzyılın sonlarında Pyotr Kropotkin Anarşist Ahlak’ı kaleme alıyordu. Ve sanıldığının aksine metafizik nedenlendirmelerle ya da dogmatik ilkelerle ahlaka konu olan kavramları değerlendirmiyordu.
Daha önce bahsettiğimiz gibi kötülüğe ilişkin yazılanlar deneyimlenmiş kötülük örneklerinden yararlanırlar. Anarşist Ahlak’ta bu örnek, dönemin en ünlü seri katillerinden Karındeşen Jack’tir.
İşlenen cinayetler üç ayrı çerçevede ele alınır. İlki Jack ve katlettiği kişi arasındadır. İlk değerlendirme doğrudan iki birey arasındaki eyleme odaklanır. Bir birey diğerinin yaşamına son vermiştir. Eylemde bulunanın davranışı diğer bireyin varlığını ortadan kaldırmaya yöneliktir.
İkincisi, Jack’i cinayetlere yönelten nedenlerdir. Bunda içinde yetiştiği kültürden okuduğu kitaplara, düşüncesini şekillendiren “dış etmenler” vardır. Bu noktada birey ve içinde bulunduğu nesnellik ve deneyimleri söz konusudur. Şüphesiz bu çerçeve önemlidir. Çünkü bireyin içerisinde yaşadığı sistem söz konusudur.
Ama tam da bu aşamada bir üçüncü çerçeve belirir. Bu üçüncü çerçeve yine “dış etmenler” ile ilişkilidir. Üçüncü çerçevede Kropotkin, “Jack ve bütün Jacklerin katlettiğinin on katından da fazla sayıda kadın, erkek ve çocuğu soğukkanlılıkla katletmiş bir yargıç” sorunsalını ortaya koyar.
Bireyin düşüncesini şekillendirebilen, hareketlerini belirleyebilen “dış etmenler”, Kropotkin’in Anarşist Ahlak’ında nesnel bir veri ya da kaçınılmaz bir gerçeklik değildir. Öte yandan birbirinden bağımsız da değildir. Sistematik bir şekilde işleyen kötülük söz konusudur üçüncü aşamada. Bu ilişkisellik “dış etmenler”in politik bir çözümlemesiyle anlaşılabilir.
Kötü Olan İktidardır, İktidarlıdır
Daha önce vurguladığımız gibi, bu alt başlıkta olduğu gibi iddialarda bulunmak o kadar kolay değildir. Anarşizm nasıl mevcut düzene ilişkin bir eleştiri, özgür bir toplumu gerçekleştirmek için bir ideoloji ve hareket, bu topluma ulaşmak için bir yöntem ve örgütlenme biçimiyse aynı zamanda felsefi bir bakış açısıdır. Ve bu bakış açısının temelinde iktidar ve iktidarlı olanı incelemek önemli yer tutar.
Kötülüğü sadece birey, iradesi ve sorumluluğu üzerinden ele almak bir alanı görünmez kılacaktır. O da bireyin içerisinde bulunduğu nesnel gerçekliktir. Ancak burada gözden kaçan, nesnel gerçekliğin içindeki iktidarın ya da kötülüğün kurumsallaşmış halleridir. Önemli olan, nesnel veri gibi kabul edilen kurumsallaşmış iktidara/kötülüğe odaklanmaktır. Kropotkin’in yapmaya çalıştığı, kötülük meselesinde, bireyin eylemlerini gerçekleştirdiği, eylemlerini gerçekleştirirken etkilendiği, eylemleriyle etkilediği, onun dışındaki dünyada doğal gibi anlaşılan, ancak hiç de öyle olmayan iktidar ve iktidar ilişkilerine odaklanmaktır.
Hobbesçu Varsayım
Ahlak felsefesinin konusu gibi görünen kötülük meselesi, aslında siyaset felsefesi açısından da önemlidir. Bir doğal durumda kaçınılmaz olarak ortaya çıkan Hobbesçu evrensel savaş düşüncesi, insanın özünde kötülük olduğu varsayımına dayanır. Seçimlerinde özgür olan bireyler, kötülüğe meyilli olduklarından ve böyle bir durumda birbirlerine kötülük yapacaklarından dolayı bu özgürlüğü kısıtlayacak bir kuruma ihtiyaçları vardır. Bu devlettir. “Kötü insan” oldukça devlete ihtiyaç vardır. Devlet toplumsal çatışma temelinde kurulduğu için, ontolojik olarak kötülüğe ihtiyaç duyar. Hem de bu kötülüğün ebedi olması lazımdır ki, devlet de varlığını sürdürebilsin. İnsan doğasına kötülük yüklenmesinin sebebi işte budur.
Sözde özünde kötü olanı kontrol altında alan bu kurumsallaşma, yine sözde meşruluğunu bireylerin “varlılığını” devam ettirebilme kaygısıyla kazanır. Ancak ne pahasına? Özgürlük! İktidar ve kurumsallaşmış bir iktidar biçimi olarak devlet “özgürlük” yiyen canavarlardır.
Anarşist felsefe, iktidarı, ister bireyler arasındaki ilişkilerde ortaya çıkmış olsun, isterse de kurumsallaşmış biçimleri olan devlet ve kapitalizm olsun; özgürlüğün tezatı olarak ele alır. İktidar ve iktidarın biçimlerinden kurtulmadan özgürlüğün gerçekleşebileceğini düşünmez.
Burada özgürlük meselesine ilişkin bir ayrımı ortaya koymak, hem “kötüyü eyleme özgürlüğü” gibi bir çelişkiyi fark etmeye olanak sağlayacaktır hem de kötüyü ısrarlıca insan doğasına yıkmaya çalışan bir iktidar fikrinin de altını boşaltacaktır. Bu ayrım özgürlüğün toplumsallığı fikridir.
Özgürlüğün Toplumsallığı
Bakunin’in “insanın sadece özgür insanlar arasında özgür olacağı” önermesi tam da bu duruma odaklanır. Bir kişinin bile özgür olmadığı bir toplumda iktidar ilişkileri devam ediyordur ve bu yüzden, doğrudan ya da dolaylı bu iktidar ilişkisinin sürdürülmesi sağlanıyordur. İşte, özgürlüğün tam da bu kolektif niteliği, onu önümüze “bireyin her istediğini yapma serbestliği” olarak değil de “kolektif bir sorumluluk” olarak çıkarır. Dolayısıyla, Hobbesçu doğal durumda birbirini öldürmeye odaklanan insanlar fikri, özgür olmayan insanları zorunlu kılar.
Bunun nedeni açıktır; özgürlüğün olduğu bir durumda iktidarın varlığı anlamını yitirir. Özgürlük gerçekleşmeden kötü ve kurumsallaşmış kötülükten kurtulunamaz.
Kötülük probleminde, Kropotkin’in üzerinde durduğu işte tam bu meseledir. İktidar ve iktidar ilişkilerinin var olduğu toplumda, dolayısıyla özgürlüğün olmadığı bir toplumda kötülük zorunludur. Ancak burada Kropotkin’in bireyi ve bireyin toplumsal olan ile ilişkisini es geçmeden üstünde durduğu mesele, iktidar kurumları meselesidir. Yöneticiler ve halk, mülk sahipleri ve mülksüzler gibi zorunlu olarak dayatılan ikiliğe dayalı siyasi ve ekonomik sistemler yok edilmediği takdirde “kötülüğün sürdürüleceği”ni savunur. Bu, tabi ki bir öncelik sonralık ilişkisi değildir. Bireyler arasındaki iktidarlı ilişkilerin değişmesi için mücadeleyi, kurumsallaşmış kötülüklerden kurtulma mücadelesiyle eş zamanlı kılar.
Kötü, kötülük gibi kavramlar tartışılırken; varlığının sebebini bu kötülükten alan kurumsallaşmaların es geçilmemesi; bu kavramların özgürlükle ilişkisinin açıkça ortaya konması; ve meselenin sadece psikolojik, toplumsal açılardan değil de siyasal bir perspektifle ele alınması, kötülüğün kaynağını sorgulamakta bize iyi bir çerçeve sağlayacaktır. Tabi anarşist bir bakış açısıyla bu üçünün ilişkisi kurulduğu sürece…
Hüseyin Civan
[email protected]
Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 40. sayısında yayınlanmıştır.
The post Kötü İktidardır – Hüseyin Civan appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post ” SANAL GERÇEK ” – Ece Uzun appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>Her geçen gün oynayıcı sayısı binlere, on binlere hatta milyonlara ulaşan oyunlar… Sims, Second Life, Dota 2 ve nicesi. Matrix filminin sahnelerinden öte hayatımıza giren bilgisayar oyunları, gerçek yaşantının dışında duyuları harekete geçirmeyi, bireylerin kendilerine yepyeni bir yaşantısının kapılarını açmayı amaçlıyor.
İkinci Hayat mı, Gerçeklerden Kaçış mı?
Second Life, Snow Crash adlı bilim kurgu romanından esinlenerek geliştirilmiş bir simülasyon ortamıdır. Oyunun en önemli kuralı ise, sınırlarının olmaması. Kullanıcının yapacakları ise kendi hayal dünyası ve bu hayal dünyasının sınırlarını zorlaması üzerine kurulu.
Gerçek yaşantısından tamamen farklı olarak kurgulayabileceği bu dünyada birey, kendine bir avatar yaratır. Yarattığı bu karakter ile arkadaş edinebilir, sosyalleşebilir. Oyunun diğer kullanıcıları ile (oyundaki avatarlar ile) iletişime geçebilir, iş kurabilir, para kazanabilirler. Oyunda kullanılan para birimi ise Linden doları. 262 Linden doları 1 dolara denk düşer. Ayrıca kullanıcılar oyunda kazandıkları parayı gündelik yaşantılarında kullanabilir, hatta bu sayede “zenginleşebilir”.
Başlangıçta ABD, İngiltere Brezilya gibi devletlerde kullanıcı sayısı milyonları aşan oyunun; şimdi ise dünya genelinde yaklaşık on milyon kullanıcısı bulunmaktadır. Bir oyun kullanıcısı “Eğer akıl sağlığınız yerinde değilse, her anlamda bir yetişkin değilseniz, bu oyun sizi çok çabuk etkisi altına alır ve gerçeklik iskemlenizi altınızdan çeker.” diyerek tanımlıyor Second Life’ı.
Bir oyundan ziyade sanal gerçeklik olarak tanımlanan bu simülasyon sistemleri sayısı milyonları aşarken sanal gerçek ve “gerçeklik” kavramları, sorgulamak gereken bir durum olarak karşımıza çıkıyor.
Sanal Gerçeklik Nedir?
Sanal gerçeklik, gerçek dünyaya özgü bir durumun bilgisayarlar tarafından yaratılmış üç boyutlu simülasyonudur. Kullanıcı, yaratılan bu simülasyon ortamını üzerine giydiği çeşitli aygıtlarla duyusal olarak da algılar. Ve bu aygıtlar sayesinde simülasyon ortamını denetler. Bu sistemin tümü, sanal gerçeklik (virtual reality) olarak tanımlanır.
“Gerçeğin yeniden inşası” olarak tanımlanan bu sistemler yoğunluklu olarak 90’lı yıllarda kullanılmaya ve geliştirilmeye başlanmıştır. Simülasyon sistemlerinin gelişiminden önce, 1940’ta ilk denemeleri başlayan yapay zeka, II. Dünya Savaşı sırasında Nazilerin Enigma makinesinin algoritmasını çözmek amacıyla kullanılmaya ve geliştirilmeye başlanmış, 70’li yıllarda Microsoft, Apple, IBM gibi büyük şirketler, bu sistemleri geliştirmeye devam etmiştir.
2000’li yıllara gelindiğinde özellikle bilgisayar oyunlarında rastladığımız sanal gerçeklik “ikinci dünyanın vaadi” olarak bireylere sunulurken, yaşamın her alanında kullanımının artması üzerine çalışmalar sürdürülmektedir. Özellikle eğitimde kullanılması, “yeni dünya”nın ayak seslerine kulak vermek adına kritik bir noktada durmaktadır.
Eski Dünya, Yeni Dünya
Medya felsefesine ilişkin teorileri ve sosyolojik tespitleriyle nam salan Jean Baudrillard simülasyon sistemlerine farklı açıdan bakabilmek adına önem taşıyor. Simülasyonların sadece bilgisayarlar tarafından yaratılmadığını söylerken, bugün televizyonlarda sürekli reklamlarını gördüğümüz Disneyland’den yola çıkarak simülasyonlara dair teorilerini ortaya koyuyor. Ona göre; korsanlar, canavarlar gibi gerçek dünyada olmayan şeylerden oluşan bu büyük oyun, aslında sistem içerisindeki görevini başarıyla yerine getirmektedir. İnsanları Disneyland’e çeken şey, Amerika’nın minyatürleştirilmiş şekline benziyor oluşudur. Disneyland’de otomobil otoparka park ediliyor ve birey kendini bin bir çeşit oyuncağın karşısında buluyor. Bu oyuncakların verdiği hazzın yanı sıra dışarıdaki hayatın aksine, içeride büyük bir sıcaklık, sevecenlik ve gülümseyen suratlar olmasıdır. İçerdeki kalabalıkla otopark ise büyük tezatlık içerisindedir. İçerideki binlerce çeşit oyuncak; insanları nehir gibi oradan oraya sürüklerken, dışarı çıkan insan yalnızlığına, gerçek yaşamdaki oyuncağına, yani otomobiline dönmektedir.
Öncede halüsinasyon olarak tanımlanan sanrı, sanal gerçekliğin “gerçekliğini” yoğunluklu olarak açıklayabilmek adına oldukça etkili bir kavram. Sanrı “dış gerçekliğe ilişkin hatalı bir çıkarımın gerçekte varlığını iddia etme ve aksini kabul etmeme durumu” olarak tanımlanır. Sanal gerçekliğin bireyler ve toplumlar üzerindeki etki alanı da gerçekte var olmayan durumları varmış gibi göstermek, hissettirmek ve yeni bir gerçeklik yaratmak üzerine kuruludur. Sanal gerçeklik yalın gerçekliğe ne kadar yakınlaşırsa o kadar başarılı sayılır. Gerçekleştirilmek istenen düşler, durumlar mevcut olan gerçekliğe sığmaz. Bu yüzden hep mükemmele ulaşma, mükemmeli hayal etme güdüsü taşır. Ve bitmek bilmeyen bir döngü oluşmuş olur.
Bireylere “ikinci bir hayat” vadeden sanal gerçekliğin yaptığı; bireyleri mevcut gerçeklerden uzaklaştırmak, mevcut gerçekleri görmezden gelecek hale getirmektir. Sistemin yarattığı dünyada, sistem içerisinde görmek istediklerini gören birey; gittikçe mevcut gerçeklikten uzaklaşmakta, kopmakta ve yalnızlaşmaktadır. Böylelikle de sistem kendini koruma altına almakta ve bireylerin düş dünyasına saldırarak yaşayamadıkları gerçekliğin bir tesellisini sunmaktadır.
Bireyin kendini kaptırdığı bu yeni dünya; var olan dünyadan, yani eski dünyadan kurtuluş değil, sistemin sağladığı seçenekleri takiben yapılan sahte bir kaçıştır.
Ece Uzun
Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 27. sayısında yayımlanmıştır.
The post ” SANAL GERÇEK ” – Ece Uzun appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>