The post Başur’da Referandum – Hüseyin Civan appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>
Coğrafyamızda, geçtiğimiz Nisan ayında yaşadığımız ve toplumu “evet” ile “hayır” arasında seçeneklere kutuplaştırarak oy vermeye çağıran referandum sandığı, bu kez farklı bir amaçla, Başur Kürdistan halkının önüne konuluyor.. Söz konusu referandumun sorusu ise, bağımsız olup olmamaya “evet” ya da “hayır” şeklinde olacak.
Ancak, Güney Kürdistan’da yönetimdeki KDP tarafından 25 Eylül’de gerçekleştirileceği açıklanan devlet olma referandumu öncesi bölgesel ve küresel güç merkezleri arasında, farklı düzeylerde gerilim yaşanıyor. Gerilim yaşanan bu güç merkezleri arasında başta, Bağdat hükümeti geliyor. Barzani yönetiminin ilişkilerinin iyi olduğu Washington ve Ankara ise referandumu “zamansız” buluyor. KDP’nin hakim olduğu Hewler ve siyasi rakipleri KYB ile Goran’ın etkin olduğu Süleymaniye ve Tahran da referanduma muhalefet şerhi koyan güç merkezlerinden.
Diğer taraftan petrol yataklarının bulunduğu Kerkük gibi tartışmalı bölgelere sandık kurulacak olması, referandum öncesi Hewler- Bağdat arasındaki gerginliği artırıyor.
Barzani yönetimi bir yandan da referandumu, Kürtler dışındaki etnik gruplarda “sempatik” kılacak adımlar atıyor. Adı şimdiden belirlendiği söylenen devlette isim -Federal Kürdistan Cumhuriyeti-, bayrak, ulusal marş konusunda verilebilecek tavizler yer alıyor.
2003’teki ABD işgali sonrası Irak’ta şekillenen konjonktürde ortaya çıkan, -bilinen adıyla- Irak Kürdistan Bölgesel Yönetimi’nin uzun süredir yaşadığı iç sorunlar, referandum gündemiyle şimdilik sümen altı edilmiş görünüyor.
1991’deki 1.Körfez Savaşı’yla temelleri atılan bu devletsi yapıda Başur Kürtleri, ilerleyen yıllarda bölgesel yönetimin politikalarıyla, bölgesel-küresel devletler arasında “diplomasi kartı” olarak görüldüler. 2003 ABD işgali sonrası Başur, komşu olduğu devletlerle ticari, siyasi ilişkiler geliştirdi. Bu ilişkiler ve sahip olduğu enerji kaynakları ile fiilen bir devlet yapısına bürünen Barzani yönetimi, küçük bir bölgesel güç haline geldi. Bu ilişkiler çerçevesinde, Bağdat merkezli hükümetten gitgide uzaklaşan Barzani yönetimi, Başur Kürdistan özelinde de, Goran ve KYB gibi muhaliflerin bulunduğu Süleymaniye’den ziyade Hewler’de gücünü yoğunlaştırdı. 2015’ten beri meclisi kapatan ve görev süresi dolmasına karşın fiilen başkanlığını sürdüren Mesud Barzani, dikkatlerin IŞİD ile mücadeleye odaklandığı bu süreci “bağımsızlaşma” yolunda yeni bir fırsat olarak görüyor.
2014’te Musul’un IŞİD tarafından işgaliyle oluşan fiili durumda, bir yandan iç sorunlar yaşayan Barzani tarafından Başur Kürtlerinin “gönlünü okşayacak” bir vaat olarak ortaya atılan “bağımsızlık” vurgusuyla güçlendirilen devlet fikri, küresel sermaye çevrelerince de “cesur bir adım” olarak değerlendirildi. Geçtiğimiz aylarda, açıkladığı “en zenginler listelerinden” tanıdığımız Forbes dergisinde Ellen R. Wald’un yazdığı makalede referandumun, Ortadoğu haritasını, petrol piyasası üzerinden küresel kapitalist şirketler lehine çevireceği belirtildi.
Eğer bir engelleme-erteleme olmaz, referandum 25 Eylül’de yapılırsa, 26 Eylül sabahı neler yaşanacak? İsrail dışında resmen hiçbir devletin tanıyacağını taahhüt etmediği bu “bağımsızlığa” giden yolda, sadece bir “referandum sonucu” açıklanmış olacak. Referandumun sonuçları %70’leri aşan güçlü bir orana ulaşırsa, Bağdat ve Washington’la pazarlık kapısını tamamen kapatmayan Barzani, petrol pazarında daha bağımsız bir ekonomi politikası izlemek için otonomisini genişletme yolları arayacak.
Referandum öncesine ve sonrasına dair devletleşmiş ve devletleşmeye çalışan özneler arasında bu senaryolar konuşulurken, Başur halkları ise ağırlaşan ekonomi ve savaşlar arasında yaşam mücadelesine devam edecek.
The post Başur’da Referandum – Hüseyin Civan appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post “Savaş Ekonomisi” – Özgür Oktay appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>
Her ne kadar bugünün savaşları, eskisi gibi büyük güçlerin doğrudan savaşlarından, uzak coğrafyalardaki aracılı savaşlara dönüşmüş olsa da, savaş ve devlet ekonomisi arasındaki ilişki çok değişmedi. Ekonomistler, rakamlara bakarak savaşların devlet ekonomisini krizden kurtardığını savunurken; halklar için savaş, yaşamlarının yok edilmesi, savaş ekonomisi ise daha çok sömürü, karne ve yokluk demektir.
Büyük Buhran
Ekonomik kriz-savaş ikilisinin en büyük örneği, 1930 Büyük Buhranı’yla başlayan krizin ardından gelen 2. Dünya Savaşı’dır. Savaş ekonomisine geçilmesiyle birlikte birçok ülkede işsizlik oranı azalmış, işsizlerin bir kısmı askere alınırken, parası olanlar savaş senetleri alarak “milli” ekonomiye katkıda bulunmuşlardır. Savaştan kaçan göçmenler ve kadınlarsa yeni ucuz işçiler olarak kapitalizmi kurtaran savaş ekonomisini sırtlamışlardır.
2. Dünya Savaşı sonrasında ABD’li büyük şirketler, Alman endüstrisinin üretim araçlarının bir bölümünü ve büyük miktarda patenti gasp etmiş, kapitalin büyük şirketlerde yoğunlaşması sonucunda sömürü giderek daha da artmıştır. Savaşta büyük yıkıma uğrayan Almanya ve Japonya gibi ülkelerin halkları ise, zorunlu olarak “mucizeler” yaratmıştır.
ABD, savaş döneminde oluşturulan Savaş Üretim Kurulu’nu 1945’te kapatsa da, 26 büyük şirketle kurulan ilişkiler ağı, ya da askeri-endüstriyel kompleks büyümeye devam etmiş, 1958’e kadar devletin askeri harcamaları sürekli artmıştır. ABD, bu dönemdeki askeri harcamaları hem “Komünizm Tehlikesi” hem de “ekonomiyi canlandırma” gerekçesiyle sürdürürken, FBI ve CIA gibi özgürlükleri yok eden yapıları derinleşip genişletmiştir. Savaşla birlikte yükselen milliyetçilik, devletin radikal işçi hareketlerini ezmesine olanak sağlamıştır.
1971 Nixon Şoku ve 1973 Petrol Krizi
2. Dünya Savaşı biterken altın rezervlerinin üçte ikisini kontrol eden ABD, bütün uluslararası para birimlerinin altına endekslendiği eski sistemin yerine, bütün para birimlerini hem altına hem dolara endekslendiği Bretton Woods sistemini, 1944’te Batı Bloğu’na kabul ettirmiştir. Ekonomisi sürekli büyüyen ABD, Vietnam Savaşı sonrasında bir anda patlayan para arzını altınla karşılayamadığı için doların değeri düşmüştür. 1971’de başkan Nixon, Bretton Woods sistemini tek taraflı olarak terk ettiğini açıklamış, diğer ülkelerin ellerindeki doların değeri bir anda düşmüştür. Batı Bloğu’nda oluşan bu kriz, büyük buhrandan sonraki ilk büyük krizdir.
Bu krize girmek istemeyen Petrol İhraç Eden Ülkeler Örgütü (OPEC), 1971’de petrol fiyatlarını altına endeksleyeceğini açıklamış, hemen ardından 1973’te Mısır ve Suriye, diğer Arap ülkelerinin desteğini de alarak, Batı Şeria ve Gazze’yi 1967’de işgal eden İsrail’e saldırmış ve Ramazan Savaşı başlamıştır. OPEC’in Arap üyeleri, bu savaşta İsrail’e yardım eden ABD, İngiltere, vb. ülkelere petrol ambargosu koyunca, Batı Bloğu’nda da petrol krizi başlamıştır.
Kapıdaki Kriz
Son 10 yılın Türkiye ekonomisi, dış borcun sürekli arttığı, inşaat temelli bir büyüme ekonomisidir. Şehrin her yerini birbirine bağlayan yollar, daha çok emekçiyi kapitalizmin sömürüsüne ulaştırırken, AVM’ler de iç tüketimi artırarak ekonomiyi büyütür. Ancak yapılan inşaatların çoğu devlet ekonomisi açısından ölü yatırımdır, dış borçları ödemeye yaramaz; bunu kapitalistlerin kendi ekonomistlerinden de duyabilirsiniz. Örneğin kriz uzmanı ve Forbes yazarı Jesse Colombo, TL’de geçtiğimiz ay yaşanan değer kaybını bir yıl önceden haber vermiştir ve bunu bu “kırılgan ekonomi”ye bağlamıştır. Bu ekonomi, küresel ekonomik bir kriz ya da bölgesel siyasi bir kriz karşısında borç bulamama tehlikesiyle karşı karşıyadır. Böylesi bir durumda ekonomi derin bir krize girer.
Ancak TL’de yaşanan değer kaybı gibi birçok olumsuzluğa rağmen öngörülen krizler sürekli teğet geçmektedir. Bunun nedeni devletin krize karşı uyguladığı iki ana stratejidir: Savaş ekonomisi ve yaşamı yok eden enerji yatırımları. Devlet hem savaşa hazırlık için, hem de ciddi yerel direnişle karşılaşan enerji yatırımlarını güvenceye almak için askeri gücünü ve yatırımlarını artırmaktadır.
Devlet, uzun zamandır Ortadoğu’da aktif bir silahlı bir güç olmaya çalışmaktadır. Bu hem ekonomik krize çözüm, hem daha fazla siyasi güç demektir. Küresel güçlerin pis işleri her zaman iyi para eder. Ortadoğu’da silahlı güç olmak, aynı zamanda Ortadoğu petrolünden pay almak demektir. Savaş demek, yıkım demektir; yıkımsa inşaat sektörünün yeniden canlanması anlamına gelir.
Devletin desteklediği IŞİD güçleri Kobanê’den kovulduktan sonra devletin yaptığı açıklamalarda TOKİ’den bahsetmesi, giremediği yerlere bile kapitalist sömürüyü taşımayı hayal ettiğini gösteriyor.
Türkiye silah endüstrisi 2013’te 19,1 milyar dolarla dünyada 14. sıradadır. Dünya genelinde gerileyen savaş harcamaları, T.C’de 10 yılda %13 artmıştır. (Kaynak: SIPRI) Devlet, askeri yatırımlarını kullanmak için sürekli fırsat kollamaktadır. Afganistan’a asker göndermek gibi ısınma turlarının ardından, küresel bir aktör olma çabasıyla Esad’a karşı savaş çağrısı yapmış, küresel destek alamayınca başarısız olmuştur.
Dün okyanus ötesinden 2. Dünya Savaşı’na giren ABD’nin stratejisi neyse, o zamandan beri silahlanan, T.C’den Arap Emirliklerine, İsrail’den Esad rejimine kadar tüm Ortadoğu devletlerinin stratejisi de odur. Kapitalizm krizleri, krizler savaşları ve savaşlar da katliamlardan ve sefaletten sonra daha fazla sömürüyü getirmektedir.
Özgür Oktay
Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 26. sayısında yayımlanmıştır.
The post “Savaş Ekonomisi” – Özgür Oktay appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>