The post Barselona, Bavyera, Pireneler Faşizmle Mücadelede Anarşistler appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>1930’ların ortasında Avrupa’nın orta yerindeki iki ülkede gittikçe güçlenen faşist iktidarlar tüm dünya için açık bir tehditken İberya Yarımadası’nda gerçekleştirilen devrim de “faşizme karşı direniş” temeliyle 18 Temmuz 1936’da doğmuş oldu. Dünya Savaşı’nın hemen öncesinde Franco’nun piyadeleri, Mussolini’nin kara gömleklileri ve Hitler’in savaş uçaklarına karşı verilen mücadele, faşizme karşı direnişin de ipuçlarını verecekti. Bir yandan on yıllardır ilmek ilmek ördükleri yeni dünyayı yaratırken bir yandan da bütün dünya halklarına yol gösterircesine faşizme karşı mücadele edenler, kuşkusuz dünya savaşında da yerlerini aldılar.
On yıllar boyunca İberya Yarımadası’nın dört bir yanında özgürlük için dövüşen anarşistlerin kavgası, 1936’da Barselona barikatlarından Aragon siperlerine ulaştıktan sonra sınırın ötesinde de durmayacaktı. İberya Devrimi’nin hiçbir zaman unutulmayan militanı Durruti’nin adını taşıyan taburun anarşist milisleri; Zaragoza kıyılarından, Madrid savunmasından sonra Pireneler’e tırmanacak, Nazi ordularına karşı Norveç’ten Kuzey Afrika’ya kadar çarpışıp faşizme karşı Hitler’in Bavyera’daki Kartal Yuvası’na kadar mücadele edecekti.
Doğu Pireneler
İspanya’da faşistlerin ilerleyişi, onbinlerce göçmenin yanı sıra bir o kadar antifaşist direnişçinin Fransa sınırına dayanmasına neden oldu. Fransa’daki bazı gazeteler “İsyan Ordusu Fransa’da Yeniden mi Örgütlenecek?”, “Sınırlarımızı FAI ve POUM’un Silahlı Gruplarına Kapatın!” diye yazmaya başlamıştı bile. Göçmen akını nedeniyle Doğu Pireneler Bölgesi’nin nüfusu iki katından fazla arttı. O tarihlerde Fransa’da bulunan Durruti Taburu’nun bir üyesi olan Antonio Herrero yaşananları “Göçmenlerin en tehlikelileri olarak görüldük.” diye anlatırken Fransa’da düzenin savunucuları, anarşistlerin Fransa’ya toplumsal devrim getireceğinden açıkça korkuyordu. Bu Doğu Pireneler, 1965 yılına kadar varlığını sürdürecek olan Maki gerillalarının da konumlandığı bölge olacaktı.
Göçmenler Argeles-Sur-Mer, St. Cyprien ve Barcares sahillerinde kazıklar ve dikenli tellerle kapatılmış toplama kamplarında tutuldular. Bunların içinde “suçlu” veya “radikal” olarak tanımlananlar, Collioure Kalesi ve Le Vernet’teki hapishane kamplarına götürüldü. Burada göçmen anarşistler ağır çalışma şartları altında kamplarda tutuluyorlardı.
Hitler’in Yıldırım Savaşı ve Vichy Hükümeti
2. Dünya Savaşı başladığında, tamamına yakını endüstri işçilerinden veya köylülerden oluşan onbinlerce göçmen Fransa’da kamplarda tutuluyordu. Üstüne üstlük bu göçmenler faşizme karşı mücadelede de oldukça deneyimliydiler. Dolayısıyla Fransa, Nisan 1939’dan itibaren göçmenlere kampı terk etme hakkı tanıdı. Ancak kamptan ayrılmak isteyenler ya işçi şirketlerine girip çalışacak ya da Fransız Ordusu’na bağlı Yabancı Lejyonu’na katılacaktı. Durruti Taburu’nun da içinde bulunduğu 15000 kişi faşizme karşı direnişe cephede devam etmeyi seçti.
İspanyollar Hitler’in Yıldırım Savaşı’nın en sert cephelerine gönderildiler. Paris’in işgal edilmesinden sonra şehirdeki direniş hareketini örgütlemenin yanı sıra anarşistler Norveç buzullarından Kuzey Afrika çöllerine kadar her cephede çarpıştılar. Binlercesi yaşamını yitirdi veya Nazi toplama kamplarına esir düştüler.
14 Haziran 1940’ta Nazi ordularının Paris’e girmesinin ardından Fransa bölgelere ayrıldı. Fransa’nın kuzeyi Naziler tarafından işgal edildi. Orta-Güney Fransa ile Akdeniz kıyılarını içine alan ve İspanyolların da ağırlıklı olarak bulunduğu bölge General Petain’a bağlı Vichy hükümeti tarafından yönetiliyordu. Vichy hükümetinin Nazilerle bir arada uyum içinde yaşama temelinde başlayan politikaları, işgalcilerle iş birliğine kadar vardı.
Ağustos 1940’ta tüm sendikalar kapatıldı. Vichy hükümeti çoğunlukla üst ve orta sınıf, küçük sanayiciler ve finansörler, yerel patronlar ve toprak sahipleri ve yüksek statülü meslekler tarafından desteklendi. Bu tür destekçiler, yönetimin her kademesine hızlıca yerleştirildi. Köylülerin ve işçilerin gündelik yaşamı ve aile ilişkileri, ahlaki yaşam ve toplumsal değerler tümüyle katolik kilisesinin itaatkar modeliyle idealize edildi. Gençlik kampları ve kolorduları kuruldu. Ve elbette anarşistlerin fişlendiği listeler hazırlanarak bir kısmı hızlıca tutuklandı.
Vichy rejimi Naziler için zorunlu çalıştırma, direnişçilerin tutuklanması ve Yahudilerin sınır dışı edilmesinde aktif olarak çalıştı. SS ve Gestapo, Fransız Yahudi karşıtları ve faşistlerle hızlı bir şekilde temas kurarak Yahudiler ve devrimciler hakkında bilgi topladılar. Hitler Fransız milliyetçiliğine neden olacak herhangi bir şey istemediği için, faşizm hiçbir zaman tek bir faşist parti modeli ortaya çıkarmadan yerleştirilmeye çalışıldı.
Faşizme Karşı Kentlerde Direniş
Fransa’da direniş hareketi, aşağıdan yukarıya köklerinden büyüdü. İlk olarak neredeyse bireylerin ve küçük grupların gizli girişimleriyle başladı. İşgal altındaki Paris’te, Nazilerin “Öldürülen Her Alman Askeri İçin 10 Fransız Öldürülecek!” şeklindeki sloganının tersi sokaklara yazılıyor, Nazi askerlerini yanıltmak için sokak tabelaları tersine çevriliyordu. Gizli kitapçıklar ve gazeteler çıkaracak gizli gruplar oluşturuluyor, bu yayınlar el altından direnişçiler arasında dolaştırılıyordu. Bu propaganda, bireysel direniş eylemlerini örgütlü bir direniş hareketine dönüştürecek bir dayanışmayı yaratacaktı.
Bu küçük gruplar, yavaş yavaş daha geniş sabotaj ve silahlı mücadele hareketlerine ve Nazilere ilişkin istihbarat toplayan daha yaygın ağlara dönüştü. Kuzey’de Gestapo’dan şiddetli bir baskı görülürken Güney’de direniş daha hızlı büyüdü. Bu kısmen coğrafi faktörlerden ve kısmen de bölgenin Kasım 1942’den önce doğrudan Nazi kontrolü altında olmamasından kaynaklanıyordu. Ancak bir başka hayati faktör daha vardı: Anarşistler. İşgalin yaygınlık kazanamadığı ve direnişin en aktif olduğu bu bölgeler İspanya’dan gelen göç dalgasıyla anarşistlerin en yaygın olarak bulunduğu yerlerdi.
Daha çok Fransa’nın güneyinde aktif olan anarşistler, bazıları Fransız birliklerinde var olsalar da daha çok yerel direniş gruplarıyla kendi örgütlenmelerini yarattılar. Fransa’daki direniş grupları 1943 yılında Ulusal Direniş Konseyi (CNR) adı altında birleşti. Bu koordinasyon örgütü içerisinde CNT/FAI’li anarşistler, POUM ve UGT ile birlikte Alianza Democratica Espanola’yı (AGE) kurdular.
Birçoğu ileri derecede tecrübeli antifaşistler olan bu geniş göçmen grubunun varlığı direniş hareketinin ana eksenini belirleyecek, Fransız direniş gruplarını silahlı mücadeleye iten bu grup olacaktı. Direniş, Fransa’daki İspanyol göçmenlerin doğal haliydi. Onların, Fransız ordusuna sadakat gibi bir dertleri yoktu. Barselona’daki barikatların arkasında başlayan faşizme karşı direnişte Hitler’in ve Mussolini’nin birliklerine karşı zaten mücadele etmişlerdi, şimdi aynısını Fransa’da da yapacaklardı.
Toulouse bölgesindeki Fransız Direnişi’nden Serge Ravanel’in de kabul ettiği gibi: “İspanya Devrimi sırasında yoldaşlarımız bizim sahip olmadığımız bilgileri edindiler; bombaları nasıl yapacaklarını biliyorlardı. Nasıl pusu kuracaklarını biliyorlardı; gerilla savaşı hakkında derin bir bilgiye sahiptiler.” Bu uzmanlığa ek olarak anarşistlerin cesaretleri savaşta emsalsizdi ve mücadeleden asla kaçmadılar.
Göçmenlerin zorla çalıştırıldığı bazı fabrikalarda, Nazi ordularının kullanacağı silahlar üretiliyordu. İspanyolların çalıştırılmaya başlandığı her fabrikada bozuk araç sayısı hızlıca artmaya başladı. Bu “ufak arıza”lar gün geçtikçe yerini daha büyük sabotaj eylemlerine bıraktı. Hızla ilerleyen hareket, endüstriyel tesislerin dinamitlenmesine, Nazilerin askeri geçit törenlerine, kışlalara el bombası saldırılarına ve bireysel suikastlere dönüşüyordu. İspanyol anarşistler yapımına daha önceden başlanmışsa da bir Nazi kolordusu tarafından kullanılan Kartal Barajı’na (Barage de l’Aigle) sabotaj eylemi düzenledi. Yolları ve tünelleri havaya uçuran grup, sonunda barajın adını taşıyan 150-200 kişilik bir silahlı direniş taburuna dönüştü.
Faşizme Karşı Gerilla Savaşı: Makiler
Savaşın başından beri Pireneler’de bulunan anarşistlerin oluşturduğu gerilla grubu Makiler, direniş hareketinin en önemli parçalarından biriydi.
1942’ye gelindiğinde direniş daha geniş bir örgütlülük alanı kazanmıştı. SS’in Paris’te kontrolü giderek arttırmasıyla Nazi fabrikaları için işçi talep eden kararnameler yayınlanmaya başlamıştı. Fransa’daki Yahudiler toplama kamplarına götürülüyor, Vichy hükümetinin kontrolündeki alanlar da parça parça işgal ediliyordu. Nazi işgalinin yayılması direnişi de büyütecekti.
Haziran 1942’de Nazi fabrikalarında Fransız işçilerin zorla çalıştırılmasını içeren bir kararname yayımlandı. Zorla çalıştırılmaya karşı çıkarak şehirde kaçak konumuna düşen binlerce Fransız için tek sığınak dağlardı. Bu şekilde binlerce kaçak işçi Makilere katıldı.
Makilerin gittikçe güçlenmesiyle birlikte şehirdeki direniş hareketiyle aralarında görüş ayrılıkları başladı. Şehirdeki milis grupları çeşitli sabotaj eylemlerinin yanı sıra müttefik ordularının Nazilere yönelik gerçekleştireceği çıkarmalara paralel olarak bölgesel ayaklanmalar çıkarmayı savunurken, Makiler 20-30 kişilik gerilla gruplarıyla Nazilere doğrudan zarar vermek için planlanmış saldırılar yapıyordu.
Güneydeki direniş hareketi birkaç bölgede halkı harekete geçirerek topyekün ayaklanma girişiminde bulundu. Ancak halk o bölgelerde Nazilere karşı silah ve sayı olarak güçsüzdü. Anarşistler, hafif silahlı birliklerin topçu, zırhlı ve hava desteği olmadan topyekün savaşa giremeyeceği konusunda tecrübeli oldukları için onları uyardılar ancak bu eylemlere katıldılar.
Normandiya Çıkarması öncesindeki 18 ayda, Makiler Nazilerin altyapısına büyük zarar verdi ve Nazi birliklerini Fransa topraklarında sıkıştırdı. Gerillalar demiryollarını, sanayi bölgelerini, güç istasyonlarını müttefiklerin hava gücünden çok daha kolay etkisiz hale getiriyordu ve istihbarat ağları belirleyici öneme sahipti. Haziran 1943 ile Mayıs 1944 arasında yaklaşık 2.000 lokomotif imha edildi. Yalnızca Ekim 1943’te demiryollarında 3.000’den fazla saldırı kaydedildi, 427’si ağır hasara yol açtı ve 132 tren raydan çıktı.
Kuzey’de gerillaların sayısı daha azken Nisan ve Eylül 1943 arasında, 278’i demiryollarına ve diğer altyapılara karşı gerçekleşen saldırılarda 950 Nazi öldürüldü ve 1.890’ı yaralandı. Normandiya’da anarşistler elektrik trafolarını, bir tren istasyonunu, şalt sahasını ve bir hava sahasının bir kısmını havaya uçurdu. Paris’teki anarşistler, Hitler’in “Büyük Parisi”nin komutanı General von Schaumberg’e ve zorla çalıştırmadan sorumlu General von Ritter’e suikast düzenledi.
Direnişin Zaferi
Müttefikler Fransa’nın güneyine hiçbir zaman girmedi. Fransa’nın güneyi tümüyle direnişçiler tarafından özgürleştirildi. Rhone’un batısındaki ve Loire nehirlerinin güneyindeki tüm alan Makilerin direnişiyle Nazilerden arındırıldı. Makiler, Haziran ve Ağustos 1944 arasında, bölgedeki Nazi karargahını ele geçirmeden önce defalarca Nazi konvoylarına saldırdılar ve birçok köyü kurtardılar.
Anarşist Libertad Taburu güneyde Cahors ve birçok kasabayı günler süren çatışmalar sonucunda özgürleştirdi. Şehirdeki direniş hareketiyle birlikte gerçekleştirilen -Toulouse’un özgürleştirildiği- saldırılara Makiler de katıldı.
Naziler, Marsilya’nın düşüşünün ardından Gardarea’dan çekilmeye çalışırlarken 32 İspanyol ve 4 Fransız’dan oluşan bir Maki grubu, 22 Ağustos 1944’te La Madeiline’de 60 kamyon, 6 tank, onlarca ağır silah ve 1300 askerden oluşan bir Nazi taburunu pusuya düşürdü. Makinalı tüfeklerle çevredeki tepelere konumlanan Maki gerillaları ilk saldırıdan sonra çevredeki tüm bağlantı yolu ve köprüleri havaya uçurarak bütün taburu sıkıştırdı. Bir tabura karşı 36 anarşist gerillanın savaşı 2 gün sürdü, 3 Maki yaralandı, 110 Nazi öldürüldü. Taburun komutanı Nazi subayı intihar ederken 200’ü yaralı halde bütün tabur teslim oldu.
21 Ağustos 1944’te Paris’te başlayan ayaklanmaya 4000’i aşkın Maki gerillası katıldı. Paris sokaklarına kurulan barikatların ardındaki silahlı anarşist gerillaların fotoğrafları, tıpkı 1936 Barselonası’nı andırıyordu. Sokak çatışmaları sürerken Normandiya sahillerine çıkan müttefik birlikleri de kente girmeye başladı. İlk gelen grupların önünde yürüyen tankların isimleri dikkat çekiyordu: “Guadalajara”, “Teruel”, “Madrid” ve “Ebro”. 3200 İspanyol’dan oluşan bu grubun çoğu, 1939’da esir kamplarından Fransız ordusuna giren ve Kuzey Afrika’da savaşmaya giden Durruti Taburu savaşçılarından başkası değildi.
Durruti Taburu’nun Barselona’da başlayan faşizme karşı direnişi Norveç’ten Kuzey Afrika’ya kadar uzanmış, şimdiyse Paris’teydi ve Paris’te de durmadılar. Paris’ten sonra Strasbourg’un Nazilerden temizlenmesine de katılan grup, Hitler’in Kartal Yuvası Berchtesgaden’in ele geçirildiği operasyona katılacak, Nazilerin Bavyera kayaklıklarının ardında kurduğu kaleyi de ayaklarının altına alacaktı.
Sonuç
Tıpkı Barselona’da olduğu gibi Doğu Pireneler’de de anarşistlerin direnişten anladığı yalnızca silahlı mücadele değildi. Tıpkı Barselona’da olduğu gibi Doğu Pireneler’de de gündelik yaşamı örgütlemek ve toplumsal yaşamı yeniden yaratmak için yerel örgütlenmeler kurdular. Fakat anarşistleri tehdit olarak görenler sadece Falanjistler olmadığı gibi sadece Naziler de değildi. Savaştan sonra De Gaulle ve müttefiklerinin Fransa’nın güneyini devrimci güçlerin kontrol ettiğini görmeye niyetleri yoktu. Makiler her zaman için bir tehdit oluşturuyordu çünkü bir gerilla ordusu her zaman için devrimci bir orduydu.
De Gaulle, 6.000 anarşist gerillanın “Pireneler’in ötesinden getirdikleri devrimci ruhla aşılanmış” olan Toulouse’da “devrim”den korkuyordu. Amerika’ya Fransa’nın düzenli bir ulusal ordusunun bulunduğunu, Müttefik işgaline gerek olmadığını göstermek ve iktidarını sorunsuz bir şekilde yeniden tesis etmek için bu silahlı grupları ortadan kaldırmak zorundaydı. Bu korkuyla başa çıkmak için Makilere, Atlantik limanlarındaki Nazi garnizonlarına saldırı için normal Fransız kuvvetlerine katılma veya silahsızlanma seçeneği sunuldu.
Binlerce İspanyol, faşizme karşı mücadelede yaşamını yitirmişti. Nazilerin 1945’te teslim olmasıyla İspanyollar, anlaşılabilir bir şekilde, Müttefiklerin dikkatlerini Franco’ya çevireceğine, Hitler ve Mussolini desteği olmadan onun hızla ezileceğine inanıyorlardı. Aslında birçoğu başından beri, on yıllardır uğruna savaştıkları devrim için tekrar İspanya’ya dönme beklentisiyle mücadele ediyordu. İspanya’da antifaşist gerilla faaliyeti savaş boyunca devam etti. Bu arada Cezayir ve Fransa’daki sürgünler Amerikan depolarından “ödünç alınan” silahları stoklamış, İspanya’ya dönüş için hazırlanıyorlardı. Aynı şekilde, Fransız 2. Zırhlı Tümeni ile birlikte Bavyera’ya kadar mücadeleye devam eden Durruti Taburu’nun üyeleri de cepheden kaçırdıkları silahları İspanya’ya götürmenin yollarını arıyordu.
1945’te Franco yalnız kalmıştı. İngiltere, Rusya ve ABD tarafından kınandı; Birleşmiş Milletler’den dışlandı. İngiliz İşçi Partisi hükümeti 1945’teki seçimlerinden önce, “Franco sorununa” hızlı bir çözüm sözü vermişti. Ancak ne yazık ki tarih, devletlere güvenilmeyeceğini bir kez daha kanıtladı. İşçi Partisi hükümeti verdiği sözlere rağmen bunun tamamen İspanya halkının iç meselesi olduğunu ve “o ülkede iç savaşa izin vermek veya bunu teşvik etmek” istemediklerini savundu. Ekonomik abluka ve uluslararası izolasyon, Franco’yu aylar içinde bitirirdi ancak devlet devleti korudu. Resmi tarih anlatısına göre Franco’ya dokunulmamasını 2. Dünya Savaşı’na resmi olarak girmemiş olmasına bağlayanlar olsa da dünyanın yeni demokrat Nazileri için asıl sorun Franco değil 1936’nın İberyası’ydı. Franco’yu buna tabii ki tercih ettiler. İlerleyen yıllarda Franco’nun kademeli meşrulaşması gerçekleşti ve Franco’nun Falanjist İspanyası 1955’te Birleşmiş Milletler tarafından tam olarak tanınarak pek de yeni olmayan dünya düzeninin masasında yerini aldı.
Makiler mi? Makiler son gerillaya kadar faşizmle mücadeleye devam ettiler. 1944 ve 1950 yılları arasında Franco’nun İspanyası’nda yaklaşık 15.000 gerilla ülkenin yarısını mücadele alanına çevirdi. Birçok falanjiste yönelik gerçekleştirilen saldırılar, yer altında devrimci mücadeleyi sürdüren gruplarla kurulan irtibat ve bir gerilla grubu için şaşırtıcı şekilde güçlü olan istihbarat faaliyetleri Franco’ya yönelik havadan bombalayarak suikast girişimine kadar ilerledi. Faşizme karşı direniş Barselona ve Bask bölgelerinde 250 bin kişiye varan grevlerle devam etti. Gerillalar, Franco’nun etkileyici polis ve askeri aygıtına karşı tek başlarına direnmek zorunda kaldılar. 1950’li yıllarda kırdaki gerilla mücadelesi seyrelmeye başlarken Barselona, Madrid, Valencia ve diğer şehirlerde şehir gerillası mücadelesi on yıllarca devam etti. Makiler, son gerilla Jose Castro Veiga Mart 1965’te Galiçya’da çarpışarak ölene kadar mücadeleyi sürdürdüler.
Şamil Parlak
Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 54. sayısında yayımlanmıştır.
The post Barselona, Bavyera, Pireneler Faşizmle Mücadelede Anarşistler appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post Devrimi Yaşayan ve Yaratan Özgür Kadınlar – Özlem Arkun appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>İberya*, 1868’den 1936’ya kadar taş üstüne taş konarak hazırlanan bir devrim süreci yaşadı. İberya’daki anarşistler şöyle diyordu, “Devrim yoktan var olmayacak, devrim güçlü ve sağlam bir zemine ihtiyaç duyar, bunu yaratmanız gerekir.” İberya’nın anarşizmle tanıştığı 1868’den itibaren, anarşistler ilmek ilmek bir geleneği ördüler. Eşek üzerinde köy köy gezen anarşistler, gittikleri her yerde baskıya karşı halkın örgütlülüğünün kazanacağını anlattılar.
Toplumsal devrim sürecine giden 70 yıllık süreçte İberya’daki anarşistler kolektivizm ve komünizm eğilimlerini başarılı bir şekilde birleştirerek anarko-sendikalizmi yükseltmiş, toplumsal devrimci anarşizm adına tarihsel bir iş başarmışlardı. Bununla birlikte toplumsal dönüşüm iddiasını hem endüstriyel ve kırsal alanlardaki işçiler arasında da yaymışlardı. 1936 Temmuz’una gelindiğinde CNT’nin üye sayısı 1 milyonu aşmıştı ve hemen hemen tüm sektörlerde CNT’li işçilerin etkilerinden bahsedebilirdi. Bununla birlikte anarşistler, anarşizmin toplumsallaşması için sadece işçi mücadelesinin yeterli olmadığını biliyorlar ve her alanda toplumun tüm kesimlerine yönelik çalışmalar yürütüyorlardı.
Bu dönemde bir taraftan gençler ve yetişkinler için eğitim programları geliştirildi, kültür merkezleri açıldı, ülke çapında geniş tabanlı bir gençlik örgütlenmesi yürütüldü; diğer taraftan da kültür, politika ve sosyal meseleler üzerine anarşist bir perspektif geliştiren dergiler, gazeteler yayınlandı. Bu programların çeşitliliği, anarşist hareketin tarım işçilerinden ev kadınlarına, ev işçilerinden çocuklara kadar birçok kesim tarafından anlaşılmasına ve sahiplenilmesine fırsat verdi. Biz bu yazıda İberya’nın anarşist kadınlarına ve onların mücadele pratiklerine yoğunlaşacağız.
Özgür Kadınlar Buluşuyor
Toplumsal devrime doğru giden yolu, kadınlar da yıllardır arşınlıyordu. Özellikle tekstil sektöründe çalışan kadınlar hem direnişlerde hem sendikal faaliyetlerde aktif bir şekilde yer alıyorlardı. Katalonya’nın bazı endüstriyel bölgelerinde, diktatörlüğün son yıllarında bile kadın çalışması yürüten gruplar vardı. 1928’de, Terrassa’da CNT’li kadınlar, FAI’nin kültür merkezinde bir araya gelerek kendi sorunları üzerine tartışmaya ve eşit ücret, ücretli annelik izni gibi konuları sendika toplantılarında gündem etmeye başlamışlardı. Her ne kadar kadınların bütünlüklü gelişimini desteklemek adına kaynakları sınırlı olsa da, 1936 Temmuzu geldiğinde Terrassa’lı kadınlar devrime hazırlardı ve daha savaşın ilk günlerinde bir klinik ve bir hemşirelik okulu kurdular.
Barselona’da CNT’ye bağlı Kadın Kültür Grubu (Grupo Cultural Femenino) 1934 yılı sonlarına doğru Asturias İsyanı sonrasında kuruldu. Soledad Estorach’ın da içinde yer aldığı bu grup, kadınların sendika ve devrimci mücadele içerisinde daha aktif bir rol oynamasının önünü açtı.
Madrid’te Mercedes Comaposada ve Lucia Sanchez Saornil de benzer çalışmalar yapmışlardı. Sanchez, başından beri kadınların CNT içinde daha da aktifleşmesi için Barcelona’da yoğun çalışmalar yürütüyordu. Daha sonra Madrid’te Mercedes’le tanıştı ve birlikte, CNT içindeki sendikalarda ve sendika dışında örgütlenen kadın gruplarına bildiriler gönderiyorlar, kadınların hangi meseleler üzerinde yoğunlaşmak ve konuşmak istediklerine dair fikir alışverişinde bulunuyorlardı. Daha sonra bu ekibe Amparo Poch ve Gascon’un da dahil olmasıyla çıkaracakları Mujeres Libres (Özgür Kadınlar) dergisinin altyapısını oluşturmuş oldular.
Mercedes ve Lucia birçok grupla iletişim halinde olmalarına rağmen 1936 yılına kadar Barselona’daki Kadın Kültür Grubu ile bir araya gelmemişti. Onlarında bir araya gelmesiyle Mujeres Libres Federasyonu artık gerçek anlamıyla kurulmuştu.
Özgür kadınları bir araya getiren fikirler neydi?
Barselona ve Madrid’teki kadınların buluşmasının ardından kadınların özgürlük mücadelesi de ivme kazandı. Bu ivme hareket içerisinde bir kesim tarafından son derece olumlu karşılanırken, bir kesim ise hareketin “ayrılıkçılığa” neden olacağına ve bu grubun “feminizme” düşme tehlikesine dikkat çekerek bu hareketi eleştiriyorlardı. Fakat kadınlar bunu reddettiler. Mujeres Libres militanlarından Suceso Portales ise “Biz feminist değiliz ve hiç bir zaman olmadık.” diyordu. “ Biz erkeklere karşı savaşmıyorduk… Birlikte çalışmak ve birlikte mücadele etmek zorundayız, yoksa toplumsal devrimi asla başaramayız. Fakat biz bir kadın örgütlenmesine ihtiyaç duyduk çünkü kendimiz için mücadele etmeliydik.” Kadınların özgürleşmesinin “yok sayılarak köleleştirme, üretici olarak köleleştirme ve kadın olarak köleleştirme üçgenine” meydan okuyarak mümkün olacağını söylüyorlardı. Mujeres Libres, kadının özgürlüğünün, ancak kapitalizme ve devlete karşı verilen bütünlüklü bir mücadele ile anarşizmle mümkün olacağını savunuyordu.
Mujeres Libres’in kuruluşu, kadınların devrim sürecinde anarko-sendikalist hareket ve toplum içerisindeki yerlerine sahip çıkmaları adına önemli bir adım olmuştur. Oluşan bu birliktelik kadınlar arasında güçlü bir topluluk duygusu yaratmış ve bu birlikteliğin kendisi özgürleştirici bir nitelik kazanmıştır. Bireyin özgürleşmesi, topluluktaki diğer bireylerle güçlü bağlar kurmasının bir sonucudur ve oluşan bu topluluk duygusu, bu duyguyu paylaştıkları yıllar boyunca onları dönüştürmüş ve özgürleştirmiştir. Birlikte geçirilen zaman, yapılan planlar ve yeniden şekillendirilen toplumsal alanlarla; bir arada başardıkları her şey kendi potansiyellerine dair daha geniş bir farkındalık kazanmalarını sağlamıştır. Bunlar onların sadece hatıraları değil kendi bireysel dönüşümlerinin de gerçekliğidir. Bu, devrim sürecinden sonra, sürgün yıllarında ve sonrasındaki baskı dönemlerinde de onları güçlü ve bir arada tutan duygunun kaynağıdır.
Özgür kadınlar neler yaptılar?
Mujeres Libres, kadınların sadece mücadele ederek özgürleşebileceğini söylerken iki kavramı öne çıkartıyordu. Kendini gerçekleştime (capacitacion) ve örgütlenme (captacion). Bunlardan birinin eksik kalmasının, kadının özgürleşmesinin önüne geçeceğini savunuyor ve çalışmalarını her ikisinide sağlayabilecek şekilde tasarlıyor ve gerçekleştiriyordu; buda geniş ve çok yönlü bir yaklaşımı gerekli kılıyordu.
Kadınların kendini gerçekleştirmesinin yollarından biri bireysel gelişimdi. Kadınların okuma yazma bilmesini, cinsel sağlık, annelik ve çocuk gelişimi gibi konularda donanımlı olması gerektiğini söylüyor ve bu amaçla okullar açıyor, farkındalık yaratma grupları oluşturuyordu. Bu okullardan en bilineni Casal de la Dona Treballadora 1937’de Barselona’da açıldı. Bu okulda, okuma yazma ve temel bilimlerin dışında Dünya Tarihi, Fransızca, İngilizce, Rusça gibi dersler de veriliyordu. Ayrıca okulda meslek eğitimine yönelik daktilo, hemşirelik, terzilik, elektrik, tarım eğitimi ve sendikal örgütlenme, sosyoloji gibi konularda da dersler vardı. Buradaki derslere her gün 600-800 kadın katılıyordu.
Mujeres Libres bu enstitülerin tek başına amaca ulaşmaya yetmeyeceğini biliyordu ve kadınlar sosyal ve duygusal dönüşümünü sağlayabilmek için yöntemlerini sürekli çoğaltıyordu.
Henüz devrim sürecinden önce başlattıkları günlük çocuk bakım hizmeti, devrim sürecinde de geliştiriyorlardı. 1934’te Barselona’da çocuklu işçi kadınların mücadele alanlarında daha aktif yer alabilmesi için, gereken zamanlarda onların çocuklarına bakarak bir çözüm geliştirmeye başlamışlardı. O günleri anlatırken Soledad’ın gözleri parlıyordu; “Kadınların evlerine gittiğimizde onlara propaganda yapardık. Özgürlükçü komünizmden ve başka konulardan bahsederdik. Zavallı kadınlar toplantıdan çıktıktan sonra bir de bizim nutuklarımızı dinlerlerdi. Bazen kocaları da evde olur, bizim tartışmalarımıza katılırdı.” Sonrasında Mujeres Libres ilk kongresinde “çocuk bakımının bütün topluluğun bir sorumluluğu olduğunu” savunarak, tüm fabrikalarda ve atölyelerde emzirme ve çocuk bakımı için odalar kurmaya çağırdı ve bunların kurulmasında aktif olarak çalıştı.
Mujeres Libres’in işçi seksiyonu, fabrikalara düzenli olarak ziyaretler yapıyordu. O ziyaretleri şöyle anlatıyordu; “Oradaki işi bazen on beş yirmi dakikalığına bazen bir saatliğine durduruyor ve işçilerle konuşuyorduk. Bu elbette işçi komitesiyle görüşerek yapıyor ve sendikanın desteğini alıyorduk… Bu dersleri çok tekstilden metalurjiye, aydınlatmadan ağaç işçiliğine kadar çok farklı alanlarda tekrarladık. Bazı günler neredeyse elli fabrikaya gidiyorduk” Bu kolektiflere yapılan gezilerin hem kendini gerçekleştirmeye hem de örgütlenmeye denk düşen iki amacı vardı. Hem kadınlarla işyerindeki sorumlulukları hakkında toplumsal dönüşüm hakkında konuşuyor ve onları örgütlenmeye çağırıyorlar; hem de Mujeres Libres’in tüm işçi komitelerinde ve bütün fabrikalarda temsil edilmesinin önünü açıyorlardı.
İberya’da anarşist kadınlar toplumun her alanında propagandalarını yaygınlaştırmayı çok önemsiyorlardı. Bu amaçla 1936 yılında federasyonla aynı ismi taşıyan Mujeres Libres dergisini çıkarmaya başladılar. Dergide politik konulardan çocuk bakımına, güncel tartışmalardan film eleştirilerine, sağlıktan modaya, özgür aşktan seks işçiliğine kadar çok geniş bir yelpazede yazılar yazılıyor, tüm bu konular anarşist bir perspektiften bakılarak tartışılıyordu. Bu yayınların dağıtımını da organize ediyorlar, İberya’nın her yerine ulaşmasını sağlıyorlardı. Devrim sürecinde Barselona Ramblas’ta bir kulübe kurmuşlar ve yayınlarını buradan da dağıtmışlardı. Bu kulübeyi aynı zamanda halka açık sergiler ve yapılan başka etkinlikler için de kullanmışlardı.
Ülke çapında kültür ve propaganda grupları oluştururken, Barselona’da bir grup da düzenli radyo yayınını üstlenmişti. Başka bir grup ise basılı yayınların ve radyo yayınının ulaşmadığı yerlere, köylere giderek sözlü propaganda yapıyorlardı. Mercedes’ten aldığı derslerin ardından, güçlü bir hitabet yeteneğine sahip olan Pepita Carpena gezici propaganda turlarını üstlendi. Gezici kütüphaneler kurarak İberya’nın köylerini kasabalarını arşınladılar.
Mujeres Libres bunların yanında Barselona’da yataklı bir doğum hastanesi kurdu. Casa de Maternidad adındaki doğumevinde, doğum ve doğum sonrası bakımın yanında anne sağlığı, doğum kontrolü, cinsellik ve bebek bakımı hakkında bilgilerde veriliyordu.
İberya’nın tamamında kolektifleştirmelerde, kooperatiflerin kurulmasında aktif olarak yer alan Mujeres Libres’li kadınlar toplumun ihtiyaç duyduğu her alanda çalışmalar yaptılar. Devrimin ilk günlerinden başlayarak herkes için yiyecek sağladılar, aşevleri açtılar. Çocuk gelişimine dair fikirlerini geliştirerek eğitime anarşist bir bakış getirdiler. Cinsellik üzerine bilgilendirme çalışmaları yaptılar ve seks işçilerinin özgürleşmesi için bir rehabilitasyon merkezleri kurdular. Mültecilerin yaşamsal ihtiyaçlarını karşılamak için programlar oluşturdular. Tüm bu faaliyetlerin yanında, kadınlar Franco ordusuna karşı cephede antifaşist mücadeleye de katıldılar.
İberya’da yeşeren bu devrim, ortaya konan pratiklerle, bugün hala hem anarşist mücadeleye hem de kadın mücadelesine ışık tutmaktadır. Kadınların kendilerini ilgilendiren kararları kendilerinin alması ve böylece tarihte aktif bir özne olmaları, bugün hem dünya çapında hem de yaşadığımız topraklardaki kadın mücadelesi için önemini kaybetmemiştir. Çünkü İberya’daki anarşistlerin söylediği gibi “Devrim yoktan var olmayacak,”, Çünkü devrimi ancak, bahanelere sığınmadan, yaşamlarını eline almak için elini taşın altına koyanlarla, kendi hayatlarının ve birbirlerinin sorumluluğunu almaktan kaçınmayanlarla, bitmez tükenmez enerji ve çabayla yaratabiliriz.
*1936 Devrimi tüm İberya Yarımadası’nda etkili oldu.
Özlem Arkun
The post Devrimi Yaşayan ve Yaratan Özgür Kadınlar – Özlem Arkun appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post Anarşistlerin Ekonomi Tartışmaları (24): “Sivil Toplum Vebası: Orta Sınıf Ve Orta Sınıf Memnuniyetsizleri” appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>İspanya’da 2008 küresel finansal kriziyle birlikte başlayan ekonomik kriz halen sürmektedir. Anarşist Ekonomi Tartışmaları başlıklı yazı dizimizin bu bölümünde, Miguel Amorós’un, ekonomik krizi ve kemer sıkma politikalarına karşı gelişen toplumsal hareketleri analiz ettiği, 30 Nisan 2015’te Murcia şehrindeki Cafetería Ítaca’daki konuşmasını aktarıyoruz. Bu metnin özellikle ekonomik krizi, krizin etkilediği sınıfları, sınıfların (özellikle orta sınıfların) ortaya koydukları siyasi yapıları ve ezilenlerin mücadelesinin tüm bunlarla ilişkilerini anlamak açısından önemli olduğunu düşünüyoruz. Miguel Amorós, kriz sonrasında ortaya çıkan, Syriza ve Podemos tarzı partilerin ekonomik alt yapısını ortaya koyuyor ve toplumsal mücadelenin nasıl manipüle edildiğini deneyimlerden yola çıkarak oldukça iyi yansıtıyor.
Miguel Amorós: Valencia’lı anarşist militan, tarihçi ve teorisyen, 1968’den itibaren Kara Bayrak, Özgür Dünya, Barikat, Kontrol Edilemeyenler, Özyönetimi ve Toplumsal Devrimi Savunan İşçiler gibi birçok anarşist grubun kuruluşunda yer aldı. Bir süre tutsaklıktan sonra sürgün gittiği Fransa’da işçi mücadelesinin ve endüstri karşıtı hareketlerin içinde yer aldı. Franco sonrası geçiş döneminde işçilerin öz örgütlülüğünü savundu. Özellikle 1936 İspanya Devrimi ile ilgili biyografi kitapları ile bilinen Miguel Amorós, aynı zamanda kalkınma karşıtı ve özgürlükçü dergi Argelaga’nın editörlüğünü yapmaktadır.
Ekonomi ve politikanın yakından ilişkili olduğu temel bir gerçektir. Bu ilişkinin mantıksal sonucu olarak, fiili politikaların temelde ekonomik olması gerekir: pazar ekonomisinin de bir pazar politikası vardır. Dünya pazarlarını yöneten güçler, hem iç hem dış politikalara ilişkin devlet üzerinde fiili baskı uygular. Bu baskı, ülke düzeyinde olduğu gibi yerel düzeyde de aynı şekilde uygulanır. Bu baskıyı uygulayabilmelerini sağlayan şey şudur: ekonomik büyüme, kapitalizmin politik istikrarı için gerek ve yeter şarttır. Kapitalizmdeki parti sistemi, ekonomik gelişme hızıyla uyumlu olarak serpilir. Gelişme vites artırdığında politika genelde iki-partili sistem biçimini alır. Gelişme durakladığında politik panorama, sanki bir homeostatik mekanizmaya bağlanmışçasına çeşitlenir.
Kökeni emeğin sömürülmesine dayanan, toplumsal bir ilişki olan kapital, insanın tüm eylemlerini ve her alanını gasp etti: kültür, bilim, sanat, günlük hayat, dinlence, politika… Toplumun köşe bucak nesi varsa metalaştırılmış olması, hayatın kendisinin, her yönüyle ticari standartlara göre işlemesi demektir, başka bir deyişle, hayatın her yönü kapitalizmin mantığıyla yönetiliyor demektir. Bu özelliklere sahip bir pazar toplumunda, kelimenin klasik anlamıyla sınıf (çatışma halindeki ayrı dünyalar) yoktur. Birbirinden farksız ve uysal bir kitlenin içinde, sermaye sınıfının -burjuvazinin- sınırının nerede başladığı belirsizdir. İdeolojisi ise genele yayılmıştır ve sınıf farklarına rağmen bütün davranışlar buna göre düzenlenir. Sınıflar arasındaki sınırların bulanık olması, bu özel durumda, toplumsal eşitsizliğin azalması nedeniyle değildir; Tam tersine, toplumsal eşitsizlik daha da artmasına karşın paradoksal bir şekilde algılardaki netliği azalır ve bunun sonucunda gerçek mücadelecilik seyrekleşir. Burjuva yaşam tarzı, burjuva olmayan sınıflara sızdı ve radikal değişim arzusunu sulandırıyor. Ücretli çalışanlar başka bir yaşam şekli ya da başka tür bir toplum istemiyorlar, ya da istedikleri en fazla, var olan toplumun içinde daha iyi bir pozisyon yani daha fazla alım gücü. Şiddetli çatışma hali, uç bölgelere taşındı: artık en büyük çelişkilerin temelinde sömürü değil, dışlama var. Tarihsel ve toplumsal dramın oyuncuları artık pazarda sömürülenler değil, kovulanlar ya da pazardan ayrılmayı seçenler: “sistemin” dışında konumlanan ve genelde ona zarar verecek şekilde hareket edenler.
Kitle toplumu standart ama son derece hiyerarşik bir toplumdur. Onun hakim tepelerindeki kadrolar, bir mülk ve rant sahipleri sınıfı değil, tam bir idareciler sınıfı oluşturan üst düzey yöneticilerdir. Yani güç, kişinin sahip olduklarından değil kişinin görevinden gelir. Karar süreci, toplumsal hiyerarşinin en yüksek kademelerinde yoğunlaşırken; baskılar, genelde güvencesiz iş ve dışlanma yoluyla, toplumsal hiyerarşinin en alt kısmını ezer. Ara kademeler ne ezilmenin acısını hissederler, ne de bununla ilgilenirler, sadece kabullenirler. Fakat ekonomik kriz dönemlerinde ezici güçler toplumsal terazide yükselirken onları aşağı çeker. Daha sonra, orta sınıflar denilen bu tabakalar, parti sisteminin temelini oluşturan duyarsızlıklarından uyanırlar, toplumsal hareketleri kirletirler ve yeni ittifaklar ve partiler biçiminde politik girişimlerde bulunurlar. Amaçları hiç kuşkusuz, proletaryanın kurtuluşu, ya da özgür üreticilerden oluşan özgür bir toplum değildir. Çok daha yavan hedefleri vardır, çünkü elde etmek istedikleri şey sadece orta sınıfı kurtarmaktır, yani onu proletaryalaşmaktan kurtarmak.
Kapitalizmin coğrafi ve toplumsal genişlemesi, üretim sürecinin örgütlenmesiyle ilişkili ücretli emek sektörlerinin genişlemesine, ekonomide üçüncü sektörün gelişmesine ve toplumsal yaşamın profesyonelleşmesine ve devletçi bürokratikleşmeye yol açar: memurlar, danışmanlar, uzmanlar, teknisyenler, beyaz yakalı idari kadrolar, gazeteciler, serbest meslek sahipleri, vb. Statüleri, üretim araçlarının sahipliğinden değil, akademik eğitimlerinden gelir. Klasik sosyal demokrasi, bu yeni “orta sınıfları”, ılımlı reformcu politikaları mümkün kılan bir denge unsuru olarak algıladı ve tabii ki bu sınıfların daha da gelişmesi, küreselleşme sürecinin çok zorlukla karşılaşmadan en yüksek düzeyine erişmesine izin verdi. öğrenci sayısının katlanarak artması bu sınıfların gelişiminin anlamlı bir göstergesiyken; üniversite mezunları arasındaki işsizlik eğitimlerinin değer kaybettiğini ortaya koydu ve birdenbire proletaryalaştıklarını gösterdi. Buna verdikleri cevap, tabii ki, doğalarına tamamen yabancı olan, anti-kapitalist bir karakter değil, geçmişteki sosyal demokrat reformculuğa ateşli bir bağlılıkla birlikte politik sahnenin ılımlı bir revizyonu oldu.
Orta sınıf, modern bilinçsizliğin tam ortasında dururken, bu haliyle, kendi özel durumuna kafa yormuyor; kendi gözünde, durumu evrensel. Her şeyi, krizin etkisiyle numarası artan gözlüğünden görüyor. Onun anlayışında herkes orta sınıf ve herkes kendini ifade etmek için düşünürlerinin (Negri, Gramsci, Foucault, Deleuze, Derrida, Baudrillard, Mouffe, vb.) onlara sağladığı prefabrik dili kullanmak zorunda. Politikası ise, herkes vatandaştır, yani bir seçmen toplumunun üyesidir ve herkes coşkuyla, seçimlere ve seçmen katılımını mobilize eden teknik mekanizmaya katılmalıdır: bir yanda post-modern ideolojik az gelişmişlik, diğer yanda teknolojik-donanımlı parlamenter az gelişmişlik. Dünya görüşü, taraftarlarının toplumsal çelişkileri sınıf mücadelesi olarak görmesini engeller; onlara göre, böylesi çelişkiler varlıkların hatalı dağıtılmasından kaynaklanır; bu sorunun çözümü devletin elindedir ve bu yüzden orta sınıfı en iyi temsil eden siyasi oluşumların politik hegemonyasına bağlıdır. Orta sınıf politik kimliğini kapitalizme karşı değil, “kast”a, yani devleti babasının çiftliği yapan siyasi oligarşiye karşı yeniden oluşturur. Diğer çürümüş kesimler, bankerler, emlak müteahhitleri ve sendika liderleri ikinci seviyeye düşer. Orta sınıfın özelliği korkak olmasıdır; onu hareket ettiren korkudur; kendinden emin ve sakin olmasının yanı sıra, hırs ve gösteriş özellikleri de bulunur. Sınıf coşkusu parlamentarizm içinde tamamen tükenir; vermeyi düşündüğü tek kavga seçim kavgasıdır çünkü planlarında, korkularının kaynağı olan iktidarla karşılıklı cepheleşmeye yer yoktur ve ilk önceliği 2008 öncesi statüsünü geri kazanmaktır.
İşçi sınıfı toplumları sermaye tarafından yok edildiğinde, “vatandaşlık” kavramı yedek bir kimlik sunar. Vatandaş, oy hakkına sahip bir varlıktır ve görünüşte düşmanları ne sermaye ne de devlettir. Onun düşmanları, çaresizlikle kuşatılmış orta sınıfın devlet kurumlarına doğru yürüyüşünün önünde duran en büyük engel olan eski çoğunluk partileridir. Fakat küresel pazarın kötü davrandığı orta sınıfın ideolojisi olan sivil toplum ideolojisi, sadece Stalinist işçiciliğin bir çeşidi olmanın ötesinde; burjuva radikalizminin post-modern çeşididir ve bu yüzden toplumsal gerilemenin öncü koludur. Toplumsal imajı yararına bile olsa, modası geçmiş kabul ettiği anti-kapitalizm içinde yer almaz, onun yerine az çok popülist türde bir sosyal liberalizmi benimser. Çünkü her ne kadar, dışlanma riski olan ama otonom hareket edemeyecek kadar yönlerini şaşırmış kitleleri ve sivil toplumun ekonomi ve devletin dışında yeniden örgütlenmesini dayatamayacak kadar zayıf toplumsal hareketleri desteklemek onların yararına olsa da, sivil toplum ideolojisinin özü, orta sınıfların düşüşü ve orta sınıfın gerçek arzularıdır. Bu anlamda, IU, MC ve IC1 ile başarısızlığa uğrayan neo-Stalinizm’inin halefi ve mirasçısı olan sivil toplum ideolojisi; kendine özgü bazı otoriter antikalıkları koruyup kimlik oluşturmak için şu ya da bu sembolü kullanmasına karşın yok olmayan aşağılık komplekslerine ve liderlik arzularının hüsrana uğramasına rağmen devam etmekte. Sivil toplum programı, bir sonradan görme programıdır: son derece esnektir, ilkelerin önemi yoktur; stratejisi bilinçli bir şekilde çıkarcıdır, çünkü neredeyse bütün işsiz siyasi maceracıları kullansa da, saflarını dolduranlar genelde siyaset sahnesinde yeni, sadece kısa vadeli hedefleri olan kariyer sahipleridir.
Sivil toplum programlarının hiçbirinde, yaşamın araçlarının toplumsallaşması, öz-yönetimin genelleşmesi, siyasi uzmanlaşmanın engellenmesi, mahalle meclisleri, komünal sahiplik ya da bölge nüfusunun dengeli dağılımı çağrıları yok. Sivil toplum partileri ve ittifakları basitçe, kemikleşmiş tabanını genişletecek şekilde, “zenginliğin” yeniden dağıtılması çağrısı yapıyor, yani güvencesiz işçiliğin önüne geçmek ve işsiz üniversite mezunlarının büyük kısmının iş gücüne katmak için belli kurumlara bütçeden pay ayrılması konusunda ajitasyon yapıyor; bu niyetler hiçbir şekilde geçmişle bağını koparma tehdidi içermiyor. Siyaset arenasına düşman olarak bile girmiyorlar; [Ç.N. faşist diktatör Franco’nun ölümünden 3 yıl sonra yapılan referandumla kabul edilen] 1978 anayasasını değiştirmek konusundaki söylemleri samimi değil. Daha ringe ayak basmadılar ama bolca gerçekçilik ve ılımlılık gösteriyorlar, küfür ettikleri “kast”a köprüler kuruyor, partilerinin bazılarıyla anlaşma bile yapıyorlar. Örgütler olarak birleşip medyada yeterince etki sahibi oldukları zaman, bir sonraki adımda, var olan sistemi eskisinden daha net ve etkili şekilde yönetecekleri gerçeğinin farkındalar. İstikrarı bozacak hiçbir önlemi onaylamıyorlar çünkü sivil toplum hareketinin liderleri, devlet gemisinde dümene geçtikleri zaman ekonominin daha düzgün gelişeceğini göstermek istiyorlar. Kendilerini ekonominin kurtuluşu için umut olarak sunmak zorundalar ve bu yüzden projeleri, ilerlemeyi üretkenlik olarak tanımlıyor, yani kalkınmacı. Bu yüzden, vergi sistemindeki reformlar ya da çevresel kaynakların yoğun sömürüsü yoluyla elde edilecek bile olsa, istihdam yaratacak, gelir dağılımını yeniden düzenleyecek, ihracatı artıracak olan endüstriyel ve teknolojik büyümeyi savunuyorlar. Bu öneriler söylenebilecek en hafif şey, yaratılacak olan işlerin toplumsal olarak faydasız olacağı ve gerçek ihtiyaçları karşılamayacağı. Politik gerçekçiliklerini tamamlayan ekonomik gerçekçiliğin buyruğu altındalar: politikanın dışında hiçbir şey ve pazar dışında hiçbir şey — her şey pazar için.
Ulusalcı türleri dâhil, sivil toplum hareketinin görece yükselmesi, ekonomik krizin şiddetlendiğini gösteriyor. Ancak bu yükseliş, toplumsal ayrışmayı derinleştirerek örgütlü protesto hareketine yol açmak şöyle dursun, ezenleri saklayıp örtbas ederek yalancı bir muhalefetin ortaya çıkıp gelişmesini sağladı. Bu muhalefet, tahakküm sistemini sorgulamak bir yana, onu destekleyip güçlendiriyor: yarı yolda durdurulan bir kriz. Yine de, toplumun ezilmesi ve yabancılaşmayı çok şiddetli ve uzun vadede politik meseleler olarak kamufle edemeyip toplumsal meseleler olarak ortaya çıkacaklar. Toplumsal meselelerin patlaması, gerçek toplumsal mücadelenin geri dönüşüne bağlıdır. Medyaya ve politikaya yabancı olan bu mücadele, yerinden yurdundan en çok koparılan kesimlerin içinden doğan inisiyatiflerle doludur. Bu kesimler, kendilerini orta sınıfın gemisine bağlayan ipleri kesmeye ve doğayla ilgili burjuva ön yargılarını bir kenara bırakmaya karar verdiklerinde kaybedecek pek bir şeyi olmayanlardır. Fakat bugün, potansiyel olarak sistem karşıtı kesimler tükenmiş ve otonom olarak örgütlenemiyor gibi görünüyor. Bu yüzden sivil toplum hareketi alt kademelerde at koşturuyor ve mevcut kurumların kapısını tıklatarak girmek için izin istiyor.
1) IU: Izquierda Unida—Birleşik Sol — kuruluşu 1986.
MC: Movimiento Comunista—Komünist Hareket—kuruluşu 1971.
IC: Iniciativa per Catalunya—Catalonia İçin İnisiyatif—kuruluşu 1987.
Yazar tarafından sağlanan ingilizce çeviri: https://libcom.org/library/civil-society-plague-middle-class-its-discontents-%E2%80%93-miguel-amor%C3%B3s
Miguel Amorós
Çeviri: Özgür Oktay
Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 36. sayısında yayınlanmıştır.
The post Anarşistlerin Ekonomi Tartışmaları (24): “Sivil Toplum Vebası: Orta Sınıf Ve Orta Sınıf Memnuniyetsizleri” appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post “Korku Egemenliği Terör Devleti” – Merve Demir appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>Devletin varlığını sürdürmesi için, toplumun geniş kesimlerinde itaati zorlaması ya da bunu yapabileceğine inandırması gerekir. Ancak özgürlük için direnenler ve mücadele edenler, devletin bu çabasını boşa çıkarırlar. Direniş ve özgürlük insanların aklına bir kere düşmeyegörsün; devletin bu direnişi gösterenleri katletmesi bunu unutturmaz. Bir kere toplumsal meşruluğunu yitiren devlet, varlığını sürdürebilmek için çok daha büyük bir korku yaratmaya çalışır. Böyle dönemlerde, kendi hukukunu dahi yok sayıp “olağanüstü hal”lerle gündelik yaşamı terörize etmesi, devletin ana politikası olur. Dolayısıyla terörün ne, teröristin kim olduğunu biraz daha ayrıntılı irdelemek gerekiyor.
Devletin Terörist Dedikleri
1793’te yani Fransız Devrimi’nin hemen sonrasında ilan edilen Convention adlı bildiri ile terör kelimesi ilk siyasal anlamına kavuşur: “Komplo kuran tüm kişileri dehşete düşürmenin zamanı geldi. Kanun adamları, terörü başlatın.” Aslında bu ilk kullanım, devlet ve terör arasındaki doğrudan ilişkiyi anlamak açısından önemli.
Devletin “terör” iddiasıyla toplumu baskı altına alıp sindirmek istemesinin, kendisine karşı mücadele edenleri terörist ilan edip katletmesinin çokça örneği var.
Sene 1886… 8 saatlik iş günü için, ABD’deki işçiler, greve giderler. Günlerden 1 Mayıstır. Ayın dördünde devletin ve şirketlerin greve giden işçilere yönelik uyguladığı baskıyı ve şiddeti protesto etmek isteyen işçiler bu kez Haymarket Meydanı’na giderler. Günlerden katliamdır. Çünkü Meydanda düzenlenen mitinge polis saldırır, çok sayıda işçi yaşamını yitirir. Olaydan sonra “terörist” yaftalamasıyla birçok işçi tutuklanır ve idam edilir. Devlet aslında emeği için mücadele eden, hizaya sokamadığı işçileri katlederek en çok da ayakta kalanları ve mücadeleye tutunanları korkutarak yıldırmaya çalışmak istemiştir. Ancak yılgınlık değil, direniş örgütlenir. Böylece 1 Mayıs’lar devlet terörüne karşı her yerde direniş olmuştur.
İki İtalyan işçi olan Sacco ve Vanzetti, örgütlü mücadele eden anarşistlerdi. Haymarket işçilerinin yaşadıklarına benzer şekilde, devlet, bu iki işçiyi de, “haklı bir gerekçe sunarak” terörist ilan etti ve ardından katletti.
Devletin bu sıfatı en çok yakıştırdıklarından biri, anarşizmin en ateşli savunucularından, tüm yaşamını devlete karşı mücadeleye adamış Emma Goldman’dı. Sadece Goldman değil Errico Malatesta, Mihail Bakunin ve daha birçok anarşist devlet tarafından terörist olarak yaftalanmış, dört duvar arasına kapatılarak mücadeleden yalıtılmaya çalışılmıştı.
Anarşist hareketin tarihinde terörist diye yaftalananlar sadece bireyler değildi. İşçi örgütlenmelerinden sendikalara, kooperatiflerden federasyonlara kadar farklı birçok anarşist yapı da bu yaftalamadan kurtulamamıştır. Faşist Franco döneminde CNT’den Arjantin’deki anarşist sendika FORA’ya, 19. Yüzyılda ABD’de IWW’den Bakunin’in örgütlediği İşçi Kardeşliklerine kadar öz-örgütlenmelerin büyük çoğunluğu devlet ve kapitalizmin işlerliğinin dışında bir toplumsal işleyişe giriştiklerinden dolayı terörist oldukları iddiasıyla baskılara maruz kalmışlardır.
Devletlerin terör yaftalamalarına maruz kalanlar, muhakkak ki sadece anarşistler olmamıştır. İberya’da Bask halkının özgürlük mücadelesini veren ETA’dan, Kuzey İrlanda halkının özgürlük mücadelesini veren IRA’ya, 1960’larda kadın mücadelesini veren örgütlerden siyahların mücadelesini veren örgütlenmelere kadar, mücadele eden tüm kesimler, devlet tarafından tehdit olarak görülmeye başladığı an terörist diye yaftalamış, sürgün edilmiş, hapsedilmiş ve katledilmiştir.
Birkaç ay öncesinde İspanya‘da anarşistlere yönelik girişilmiş Pandora ve Pinata operasyonlarıyla da aynı senaryo oynanmaya çalışılmıştır. Devlet “terör operasyonları” aracılığıyla sadece anarşistleri tutuklamamıştır. Aynı zamanda mücadele eden insanları kriminalize etmek ve toplumda bir korku havası estirmek istemiştir.
Terör Operasyonları
Özellikle toplumsal mücadelenin yükselişe geçtiği, devlet iktidarının kendini yalnızca şiddet kullanarak yeniden üretebildiği bir atmosferde, devletlerin en çok başvurduğu strateji, terör operasyonlarıdır. Yukarıda da belirtildiği gibi operasyonların hedefi toplumda bir korku durumu yaratarak, bireyleri devletin belirlediği ve sınırlarını çizdiği siyasal alanın içinde kalmalarını sağlamaktır. Yani basitçe, devlet vatandaşlarından kendisine biat etmesini beklerken, belirlediği alanın dışına çıkanları “ibretlik olsun” diye cezalandırır.
Operasyon süreçlerinde, kolluk güçleriyle diyalog halinde çalışan medyanın da desteğiyle, operasyon gerçekleştirilen organizasyon ve bireyler hedef alınır. Operasyonlarla terör diye yaftalanan, iktidar sahiplerinin çıkarına olmayan eylemlerdir. Terörist dedikleri, aynı iktidar sahiplerinin tahakkümüne karşı direnen ve bu tahakkümü ortadan kaldırmak için mücadele edenlerdir.
Bir yandan Kürt siyasetine yönelik terör operasyonları cadı avı niteliğinde sürerken, diğer yandan Kürdistan’da askeri operasyonlar ve sokağa çıkma yasakları, 90’ları aratmadı. Sabaha karşı yapılan ev baskınlarının ve gözaltıların, devrimcileri ve halkı yıldırmaya yönelik hamleler olduğu aşikardı. Bu koşullarda sokaklar daha kızgınlaştı ve çatışmalar arttı. Bu eksende devletin koyduğu yasaklara bir de kent giriş-çıkışların kapatılması ve basının çatışma bölgelerine girişlerinin engellenmesi eklendi. 144 toplantı ve gösteriye asker-polis saldırısı yaşandı. Son 40 günde 2 bin 544 kişi gözaltına alınırken, 338 kişi tutuklandı. Yapılan çatışmalarda 24 kişi yaralandı. 7 gün içinde 45 kişi yaşamını yitirdi. Yapılan operasyonlar sonucunda devlet Bağcılar’da Günay Özarslan adında bir devrimciyi infaz etti. Şırnak’ta 7 yaşında Baran Çağlı, Diyarbakır’da 11 yaşındaki Beytullah Aydın, Ağrı Diyadin’de 15 yaşındaki Orhan Aslan, 16 yaşındaki Emrah Aydemir, Mardin’ de 16 yaşındaki Mazlum Turan devlet tarafından katledildi. Asker Silopi’de evleri basıp 3 genci yataklarında infaz etti.
Gözaltına alınanlar, kaybedilenler, işkenceye uğrayanlar, sabaha karşı yapılan ev baskınları, gösteri ve toplantılara saldırı, sokağa çıkma yasağı, kent giriş çıkış yasakları, köy boşaltmalar, kasten başlatılan orman yangınları, askeri operasyonlar, saldırılarda, operasyonlarda yaralananlar, katledilenler, infaz edilenler, infaz edilenlerin cansız bedenlerine yönelik şiddet ve bu şiddetin teşhiri…
Bütün bunlardan sonra tekrar düşünelim terör kelimesinin anlamını. Ve teröristin kim olduğunu…
Merve Demir
Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 28. sayısında yayımlanmıştır.
The post “Korku Egemenliği Terör Devleti” – Merve Demir appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post Anarşistlerin Ekonomi Tartışmaları 8 : ” İspanya Devriminde Endüstriyel Kolektifleştirme-I” – Deirdre Hogan appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>Meydan Gazetesi’nin Anarşist Ekonomi Tartışmaları yazı dizisine, “Anarşistlerin Seçim Tartışmaları’yla birlikte iki sayılık bir ara vermiştik. Bu sayımızda, Deirdre Hogan’ın “İspanya Devriminde Endüstriyel Kolektifleştirme” yazısının ilk bölümüyle devam ediyoruz. İspanya Devrimi anarşist hareketin en büyük deneyimlerinden biri olarak sadece anarşist tarihteki önemli yerini korumuyor, aynı zamanda ‘36 İberya’sında yarattığı ekonomik yöntem ve örgütlenmelerle, toplumsal devrimin nasıl somutlaşacağına yönelik şimdiki anarşist harekete iyi bir perspektif de oluşturuyor. Deirdre Hogan’ın theanarchistlibrary.org ve libcom.org gibi anarşist sitelerde yayınlanmış yazısını; coğrafyanın dört bir yanında direnişlerin artan bir seyirde izlediği, işçi direnişlerinin işgallere dönüştüğü, özörgütlülüklerin yaşam bulmaya başladığı içinde bulunduğumuz zaman ve coğrafyada, toplumsal devrimi, yaşamsal ve ekonomik bir bakış açısıyla da konuşabilmek adına sizlerle paylaşıyoruz.
Anarşizmin toplumsallaştığı alanlar yoğunluklu olarak kırsal bölgeler olsa da, şehirler ve merkezi yerleşim yerleri de bu devrimden etkilenmiştir. O zamanlar İspanya’da 24 milyon olan nüfusun 2 milyonu endüstride çalışıyordu. Bu 2 milyonluk kesimin %70’i de bir bölgede, Katalonya’da yoğunlaşmıştı. Faşist saldırının olduğu bir zamanda, işçiler 3000 işletmenin kontrolünü ele geçirmişti. Bunlar arasında toplu taşıma araçları, nakliye, elektrik ve enerji şirketleri, gaz ve su işletmeleri, mühendislik ve otomobil tesisleri, madenler, çimento fabrikaları, tekstil atölyeleri ve kağıt fabrikaları, elektrik ve kimya şirketleri, cam şişe fabrikaları, parfüm üretim alanları, gıda tesisleri ve bira fabrikaları vardı.
Kolektifleştirmenin yaşandığı ilk alanlar, endüstriyel alanlardı. Ordunun ayaklandığı akşam, CNT genel grev çağrısı yaptı. Çatışmanın ilk evresi sona erdiğinde, sonraki önemli adımın üretimin devamını garanti altına almak olduğu açıktı. Franco taraftarı birçok burjuva, isyancı ordu güçlerinin yenilgisinden sonra kaçtı. Onların sahip olduğu birçok fabrika ve işletme ele geçirildi ve işçiler tarafından işletilmeye başlandı. Burjuvazinin diğer bölümleri fabrikalarını işletmeye çok istekli olmadı ve Franco’nun amaçları için fabrikalarını Franco’ya hibe ederek kapattı. Fabrika ve işletmelerin kapatılması, düşmanın elini güçlendiren yüksek işsizlik ve sefalet yarattı. “İşçiler içgüdüsel olarak bu durumu anlayarak tüm işletmeleri harekete geçirdi ve kontrol komitelerini kurdu. Kontrol komitelerinin amacı üretim sürecini korumak ve her bir işletme sahibinin finansal durumunu takip etmekti. Birçok örnekte yönetim hızla kontrol komitelerinden, fabrika sahibinin işçilerle birlikte çalışıp aynı ücreti aldığı öz-yönetim komitelerine geçti. Bu yöntemle, Katalonya’daki birçok fabrika ve işletme, buralarda çalışan işçilerin eline geçmiş oldu.” (1)
Gecikmeden, cephenin ihtiyacını karşılamak üzere bir savaş endüstrisinin kurulması, malzemelerin ve milislerin cepheye nakledilebilmesi için ulaşım sisteminin tekrardan harekete geçirilmesi son derece önemliydi. Dolayısıyla ilk kolektifleştirmeler, anarşist militanların durumdan faydalanarak devrimci hedefleri yükseltmesiyle birlikte faşizme karşı zafer kazanmak için gereken fabrikalar ve kamu hizmetlerinde gerçekleştirildi.
CNT’nin Rolü
Bu toplumsal devrimi anlamanın en iyi yolu, İspanya’daki işçi örgütlerinin ve mücadelelerin görece uzun tarihsel bağlamında düşünmektir. Kolektifleştirmenin en büyük yürütücüsü olarak CNT; 1910’dan beri vardı ve 1936’ya gelindiğinde üye sayısı 1,5 milyonu geçmişti. Anarşist sendikalist hareket, İspanya’da 1870’den bu yana vardı ve ilk kuruluşundan nihai amacını (kısmen) gerçekleştirebildiği toplumsal devrime uzanan süreçte, yoğun toplumsal mücadeleyle -”grevler ve genel grevler, sabotajlar, kitlesel gösteriler, mitinglerle; grev kırıcılara, cezaevlerine, davalara, ayaklanmalara, lokavtlara, suikastlere karşı mücadeleyle”(2)- iç içe geçmiş bir tarihi vardı.
Anarşist düşünceler 1936’da daha da yayılmaya başladı. Anarşist yayınların o dönemdeki dolaşımı buna ilişkin bize fikir verebilir; biri Barselona, diğer Madrid’de olmak üzere, iki anarşist günlük gazete vardı. İkisi de CNT’nın yayın organıydı ve her biri 30 bin ve 50 bin arası değişen miktarlarda basılıyordu. Periyodik çıkan 10 yayın ve birçok anarşist dergiyle beraber 70 bin adet yayın dolaşımdaydı. Tüm anarşist gazetelerde, bildirilerde ve kitaplarda, sendikalarda ve örgüt toplantılarında olduğu gibi, sürekli ve sistematik olarak toplumsal devrim tartışılıyordu. Böylece, İspanya işçi sınıfının radikal karakteri, mücadele ve çatışma yoluyla politikleşirken; anarşist düşüncelerin etkisi, devrim koşullarında anarşistlerin kitlesel halk desteğini alabildiğini gösterdi.
CNT, özünde güçlü bir demokratik geleneğe sahipti. Ücretler ve çalışma koşulları gibi yerel ve acil konulardaki bütün kararları, düzenli olarak toplanan yerel üyeler alıyordu. İşçiler arasında karşılıklı yardımlaşma ve dayanışma güçleniyor, mücadeleleri kazanmanın tek yolu olarak görülüyordu. İşçiler CNT’de yeteneklerini ya da çalışma alanlarını ayırmadan örgütlediler. Başka bir ifadeyle işçiler bir sektörde her bir iş için farklı sendikalar kurmaktansa, her sektör için bir bölümü olan genel bir sendikada örgütlendiler. Sendikaların içinden çıkan ve onların şekillendirdiği devrimci kolektiflerin yapısı, hem sendikaların endüstriyel doğasından, hem de demokratik gelenekten büyük ölçüde etkilendi.
CNT’nin devrime gücünü veren bir diğer önemli özelliği ise doğrudan eylem yöntemini kullanmasıydı. “CNT her zaman, tartışmaları çözmek için ‘işçilerin kendi yaptıkları doğrudan eylem’i savunmuştu. Bu politika, sendikada ve üyelerinde katılımı ve kendine-güveni teşvik etmişti- “bir şeyin çözümlenmesini istiyorsak, bunu kendimiz yapmalıyız” düşüncesi hakimdi. [3] Son olarak CNT’nin yerel özerkliğe dayanan federal yapısı, sağlam ama oldukça merkezsiz bir örgütlenme yaratmış, aynı zamanda özgüven ve inisiyatiflerin önünü açmıştı ki bu değerler devrimin başarısına büyük katkı sağladılar.
Gaston Leval, demiryollarının kolektifleştirilmesinde CNT’yle UGT’nin rollerini karşılaştırırken devrim koşullarında doğrudan demokrasi ve özgüvenin öneminin altını çiziyor. Demiryolu endüstrisini son derece örgütlü, etkin ve sorumlu bir şekilde yeniden harekete geçiren devrimcileri anlatırken şunları yazıyor: “Bunların hepsi sadece sendikanın ve CNT militanlarının insiyatifi sayesinde başarıldı. İdari yönetime hakim olan UGT’liler pasif kaldı, yukarıdan emir gelmesine alıştıkları için, beklediler. Ne bir emir ne de karşı emir gelmediğinde, yoldaşlarımız hızla ilerlemeye devam etti, sadece hepsini birlikte sürükleyen güçlü dalgayı takip ettiler”[4]
Bu mücadele ve örgütlenme tarihi ve anarko-sendikalizmin birleştirici yapısı, CNT militanlarına zamanı geldiğinde toplumu anarşist çizgiler içinde yeniden ve sağlam bir şekilde şekillendirmek için gerekli insiyatif ve öz örgütlenme deneyimini verdi. “Şunu açıkça söyleyebiliriz ki, yaşanan bu toplumsal devrim CNT’nin üst organlarının aldığı kararlarla çıkmadı… Aniden ve doğalında gerçekleşti… “halk” devrimci vizyon sayesinde esinlenip birden mucizeler yaratacak kabiliyete ulaştığı için değil, tekrar söylemekte yarar var, halkın arasında, aktif olan, güçlü olan ve 1. Enternasyonal ve Bakunin’in zamanında başlayıp yıllardır devam eden mücadeleyi sürdüren büyük bir azınlık vardı.” [5]
Anarşist Demokrasi, Kolektiflerde İşbaşında
Kolektifler, işçilerin çalışma yerlerinde öz yönetim kurmasına dayanıyordu. Augustin Souchy: “İspanya İç Savaşı sırasında kurulan kolektifler işçilerin özel mülkiyet olmadan kurdukları ekonomik birliklerdi. Kolektif tesisleri burada çalışanların yönetmesi, tesisleri onların özel mülkiyeti yapmıyordu. Kolektifin içindeki bireyler, bulundukları fabrika ya da atölyeleri satamıyor ya da kiralayamıyordu, sorumlu hak sahibi CNT, yani Ulusal Emek Konfederasyonu’ydu. Ancak CNT’nin bile istediğini yapma yapma hakkı yoktu. İşçiler her şeyi konferanslar ve kongrelerde kendileri kararlaştırır ve onaylardı.” [6]
CNT’nin demokrasi geleneğini sürdüren endüstriyel kolektifler, aşağıdan yukarıya yetki verecek şekilde düzenlenmişti. Temel karar organı işçi meclisiydi, ve onlar da fabrikaların günlük işleyişinden sorumlu olacak idari komite temsilcilerini seçiyorlardı. Seçilen bu idari komiteler, toplantı kararlarını uygulamaktan, fabrikadan rapor vermekten işçi meclisine karşı sorumluydu. İdari komiteler ayrıca gözlemlerini genel idare komitesine bildirmekteydi.
Genelde her endüstri, endüstrinin içindeki iş dallarından ve işçilerden delegelerin olduğu merkezi idari komiteye sahipti. Örneğin Alcoy’daki tekstil endüstrisinde 5 temel iş dalı vardı: Dokuma, iplik yapma, örme, tarama ve işleme. Kendilerini endüstri genelindeki komitede temsil etmesi için bu alanlarda uzmanlaşmış işçiler kendi aralarından bir temsilci seçerdi. Teknik uzmanlar da içeren bu komitenin rolü işçiler birliğinden alınan direktiflere uygun bir şekilde üretimi sağlamak, çalışmalar üzerine rapor ve istatistikler derlemek ve son olarak finans ve koordinasyon meseleleriyle ilgilenmekti. Gaston Leval’in dediği gibi : “Hem işgücü dağılımı hem de birleşik endüstiriyel yapı için genel yönetim değişmeden kalıyor.” [7]
Her aşamada Sendika İşçileri Genel Meclisi en yüksek karar mekanizmasıydı. “Önemli kararlar, yüksek katılımlı ve sık sık yapılan genel meclis toplantılarında alınırdı… eğer bir idari yetkili, birliğin yetkilendirmediği bir şey yaptıysa, bir sonraki toplantıda görevinden alınması muhtemeldi.”[8] Raporlar birçok komite tarafından incelenir ve tartışılırdı ve çoğunluk yararlı olduğu kanaatine varırsa yürürlülüğe konurdu. “Burada gördüğümüz idari bir diktatörlük değil, tam tersi, meclisin çalışmaları doğrultusunda her uzmanlığın görevini yaptığı işlevsel bir demokrasi.” [9]
Deirdre Hogan
Çeviri: Esen Küçüktütüncü
Dipnotlar aynı yazının 2. Kısmı yayımlandıktan sonra konacaktır.
Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 18. Sayısında yayımlanmıştır.
The post Anarşistlerin Ekonomi Tartışmaları 8 : ” İspanya Devriminde Endüstriyel Kolektifleştirme-I” – Deirdre Hogan appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post 1934’ten 2012’ye Asturias Madencileri: “Onlar işçiydiler, devrimciydiler ve anarşisttiler” appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>Birinci Enternasyonal’in anti-otoriter İspanya kanadıyla anarşizm, İspanya topraklarında dillenmeye başlamıştı. Eşek üzerinde gezenler olarak bilinen gezgin anarşistler, İberya Yarım Adası’nı köy köy dolaşıp Bakunin’in Enternasyonal’de ortaya çıkarttığı “devletsiz özgür toplum” fikirlerini işçi ve köylülerle paylaşmışlardı.
İspanya’da sınıf hareketleri, 1920’li yıllarda yükselişe geçmişti. İspanya Devrimi’nin temelleri bu yıllardaki fabrika grevleriyle atılmaya başlanmıştı. 1920’den 1930’a kadar işçi sınıfının sayısı, iki kat artarak iki buçuk milyona ulaşmıştı. Aynı doğrultuda, İspanya burjuvazisi de tarım topraklarının %90’ına sahip olmuştu. Ezilen sınıfın yükselen kavgasıyla 1934 Asturias Ayaklanması’nda, Asturias madencileri ellerindeki silahlar bittiğinde maden ocaklarındaki dinamitleriyle ortaya koydukları direniş, 2012’ye kadar uzanan bir gelenek oluşturacaktı.
İspanya’da sağ milliyetçi partiler, monarşinin ve kilisenin desteğiyle gittikçe güçleniyordu. Servetlerini arttırmak isteyen kilise ve monarşi, topladıkları vergilerle işçi ve köylülerin öfkelerini üzerlerine topluyorlardı.
1933’te yapılan seçimlerle parlamentoda çok yüksek bir oy alan CEDA(İspanya Özerk Sağ Konfederasyonu) tek başına hükümete geçme şansı yakalamıştı. CEDA hükümete gelmeden, parlamentoda işçilerin ücretlerinin düşürülmesi yasayla onaylanırken, hükümeti destekleyerek İspanya, zenginlerinin ve kilisenin yanında olduğunu açıkça ortaya koymuştu.
CEDA’nın hükümete tek başına geçmesi üzerine UGT(Genel İşçi Birliği Sendikası), İspanya genelinde genel grev çağrısında bulundu. Genel grev için Alianza Obrera(İşçi İttifakı) birliği oluşturuldu. PSOE’nin(İspanyol Sosyalist İşçi Partisi) de içinde bulunduğu bu ittifakın amacı, toplumsal bir devrimden çok uzakta durmaktaydı. Sadece hükümete geçecek olan CEDA’yı engelleyerek, hükümetin cumhuriyetçi saflardan oluşmasını istiyordu. UGT kendisinin kontrolünde olmayan bölgelerdeki direnişlere hiçbir şekilde destek olmama tavrını devamlı sürdürdü. Alianza Obrera Birliği, UGT’nin zayıf olduğu bölgelerdeki işçi hareketlerini kontrol etmek için oluşturulmuştu. Bu kontrol mekanizmasıyla UGT, toplumsal ve ekonomik bir sınıf kavgası vermeyecek, demokratik ‘özgürlük’ rejimi cumhuriyet fikri için mücadele edecekti.
Anarşist bir sendika olan CNT (Ulusal Emek Konfederasyonu), toplumsal devrimden uzak olan Alianza Obrera’ya katılmasa da Asturias Ayaklanması’nda en ön saflarda savaşacaktı. UGT genel grev kararı aldıktan sonra, bunu hükümete bildirerek grevi yasallaştırması için hükümete bir gün süre verdi. UGT’nin Parlamento’yla yakın temas halinde olan tutumu belki de Asturias başarısızlığının temel nedeni olacaktı. Genel grevi bir gün önceden haber alan hükümet tüm grev öncülerini bir gün öncesinden tutukladı. Ordu Barcelona’da güçlü olan CNT’nin binalarına baskınlar yaptı. Asturias grevi CNT ve UGT’nin fikir çatışmalarına rağmen başlamıştı. 4 Ekim akşamı Asturias madencileri özerk bölgenin başkenti Oviedo’ya doğru yürüyüşe geçmişlerdi. Milliyetçi İspanya Ordusu, birlikler halinde gelen madencilere silahlarıyla saldırdı. Madenciler ellerindeki az sayıdaki silahla Aller ve Nalon nehirleri etrafındaki bütün sivil ve askeri muhafızların binalarını ablukaya alıp ele geçirmişlerdi. Bu hezimet sonrasında ertesi gün İspanyol milliyetçilerinin paramiliter yapılanması “silahlı escamotlar”, merkezlerdeki CNT binalarına saldırılar düzenlemeye başlamışlardı.
Asturias ayaklanması hızlı büyümüştü. Özellikle La Felguera’da madenciler, İspanya Ordusu’yla çetin bir savaş veriyordu. CNT bu sırada da ele geçirdikleri kasabalarda halk meclisleri ve devrim komiteleri oluşturuyordu. Günlük yaşamsal ihtiyaçlarını işçiler kendi oluşturdukları komitelerle karşılıyordu. Bir yandan savaş sürüyor, bir yandan da devrim gündelik yaşamlara yayılıyordu.
UGT ise yoğun olduğu bölgelerde hiyerarşik komiteler kurarak kararlar alıyor ve kararları işçilere dayatıyordu. UGT’li sendika bürokratları oluşturdukları komitelerdeanarşistleri dışlamaya çalışırken UGT’li işçiler anarşist işçilerle büyük bir dayanışma halindeydiler.
7 Ekim günü ordu güçlü bir donanma ile Aviles ve Gijon liman şehirlerine yaklaşıyordu. CNT’li delegeler silah yardımı almak için UGT’nin güçlü olduğu Madrid’e giderek silah depolarından silah istemişti. UGT Madrid’te gizli bir devrim komitesi oluşturmuş ve bu komiteye CNT’yi sokmamıştı. Komiteden silah isteyen CNT’li delegelere de silah verilmemişti.
Depolarca silahları olmasına rağmen hiçbir şekilde Asturias’lı anarşist madencilere silah gördermeyen UGT’nin bu tutumu ileride korkunç sonuçlar doğuracaktı.
Yetersiz sayıdaki silahla İspanya Ordusu’na direnen anarşistler Aviles ve Gijon’u kaybetmişlerdi. Ertesi gün de 2 liman kasabası daha kaybedilecekti. Bu liman kasabalarının düşmesi Asturias’ın kaderini değiştirecekti. İspanya Ordusu Asturias’a yaptığı askeri sevkiyatı gemilerle bu limanlardan yapacaktı.
Asturias madencileri silah yetersizliğine rağmen görkemli bir direniş sergiliyorlardı. Maden ocaklarından kamulaştırdıkları dinamitleri kendi yaptıkları mancınıklarla atarak İspanyol Ordusu’na karşılık veriyorlardı. Az sayıdaki silahında bir süre sonra mermileri tükenmiş ve Asturiaslı madencilerin ellerinde sadece dinamitleri kalmıştı. Bu dinamitleri arada metrelerin kaldığı çatışmalarda faşistlerin üzerine yakın mesafeden elle atarak kendilerini savunuyorlardı.
CNT – Ulusal Emek Konfederasyonu. İspanya’da en çok üyesi bulunan sendikadır.
FAI – İberya Anarşist Federasyonu.
Asturias madencileri bu denli büyük bir direniş gösterirken, sosyalist sendika UGT ılımlı ve reformist bir koalisyon oluşturarak hükümete gelme düşüncesiyle hareket ediyordu. Genel grev direnişinin barışçıl olmasını istiyor, bu yüzden ellerinde bulunan depolar dolusu silahları İspanya Ordusu’na karşı direnen Asturias madencilerine ulaştırmıyordu.
Asturias madencilerinin görkemli direnişinin ardından merkezlerde CNT’ye büyük baskı uygulandı. CNT’nin sendika büroları kapatıldı, sendika delegeleri tutuklandı. Anarşist günlük gazete Solidaridad Obrera’nın çıkmasını engellemek için gazete büroları ve matbaaları askerler tarafından basıldı.
CNT uğradığı baskılara karşı yayınladığı bildiride “Bu kavgaya giriyoruz ve bu kavgayı kazanacağız. Kapanan sendika bürolarımızı tekrar açacağız” diyerek, faşist orduya meydan okuyordu.
Gözü kara Asturias maden işçileri ellerindeki az sayıda silahlarıyla 14 gün boyunca İspanyol Ordusu’na karşı direnmişti. Asturias Direnişi’nde yaklaşık üç bin maden işçisi Franco’nun başında olduğu İspanya Ordusu tarafından öldürülmüştü. Otuz beş bine yakın kişi de tutsak düşmüştü.
Asturias madencilerinin 1934 Ayaklanması’yla oluşturduğu direniş geleneği Franco rejimin iktidar döneminde de sürecekti.
1962-1963 Asturias madencileri
Asturias madencilerinin 1934’teki direnişleri, İspanya Devrimi’ni alevlendirmişti. Faşist Franco’nun ordusuyla iktidarı ele geçirmesinin ardından da madencilerin direniş geleneği sürmüştü. Asturias vadilerinden dağlara çıkan madenciler Maquis gerillarına katılarak madenlerde başlattıkları direniş öyküsünü dağlarda da sürdürmüşlerdi.
Faşist rejimin, grevleri yasa dışı ilan etmesine rağmen 1962 yılının bahar aylarında Asturias’da birçok maden ocağında küçük çaplı grevler başlamıştı. İlk dalga grevler başarı göstermiş ve 1963 yılında elli bin işçinin bir araya geldiği büyük bir grev örgütlenmişti. Grevlerin yasadışı ilan edilmesine rağmen Franco bu grevlerden korkmuş ve bu grevleri görmezden gelmişti. Basın da sansür uygulayarak direnişi görmezden gelmeye çalışmıştı. Maden işçileri Franco’nun sendikasını reddetmiş ve maden ocaklarında kendi temsilcilerini seçip gizli bir sendikal örgütlenme oluşturmuşlardı. Grevin giderek büyümesiyle, Franco, işçilerin tüm taleplerini kabul ederek grevleri durdurmaya çalışmıştı. Franco, talepleri kabul etmesine rağmen grevlerde ön plana çıkan anarşistleri tutuklamaya başlamış, hapishanelerde işkenceden geçirmişti. Bunun üzerine anarşistler faşistlerin binalarına bombalı saldırılar gerçekleştirmişlerdi. Beş bombalı saldırı sonrasında beş anarşist tutuklanmış ve iki anarşist boğularak idam(uygulanan idam yöntemi “garroted”) edilmişti.
1934 direnişiyle İspanya’da gelenek oluşturan Asturias madencileri 62-63 grevleriyle de faşist rejimin dizlerini tekrar titretmişlerdi.
2012’de de Gelenek Sürüyor
2012 yılında ise Asturias madencileri geleneklerinden hiçbir şekilde vazgeçmediklerini bir kez daha gösterdiler. Yarım asırdan fazla süren direniş geleneklerini ister diktatörlük olsun ister demokrasi adı altında olsun tüm baskılara rağmen sürdürdüler. 2012 yılında hükümetin kemer sıkma politikalarıyla kapitalizmin krizinin işçilere ödetilmek istenmesi üzerine Asturias madencileri grev başlattılar. Yolları keserek bir dizi eylem gerçekleştirdiler. Franco rejimine karşı dinamitlerle savaştıkları gibi bu sefer de patronların kolluk kuvvetlerine karşı sokaklarda çatıştılar. 1934 Direnişi’nde dinamitleri mancınıklarla atarak efsanevi bir direniş gösteren madencilerin torunları da 2012’de kendilerinin yaptıkları el yapımı havai fişek roketleriyle kolluk kuvvetlerine karşı direndiler. 2012 yılında Asturias madencilerinin sokaklara çıkması diğer sektörlerdeki işçileri de tetikledi. Grevin sekizinci gününde sekiz bin ulaşım işçisi aldıkları kararla greve başladılar. Örgütlü mücadeleleri sonunda iki ulaşım şirketiyle toplu sözleşme yapan işçiler, şirketin haksız maaş kesintisi yapmasını engellediler ve önceki kesintilerini de geri aldılar.
1934 yılında ayaklanan Asturias maden işçileri, 2012 yılına kadar süren bir öfkenin kıvılcımı oldular. Asturias’da faşist Franco ordusuna karşı başlayan direniş kültürü ödünç alınarak 2012’de de halen sürüyor.
Furkan Çelik
Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 4. sayısında yayımlanmıştır.
The post 1934’ten 2012’ye Asturias Madencileri: “Onlar işçiydiler, devrimciydiler ve anarşisttiler” appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>