The post Bir Politik Arkeoloji Tartışması: Savaşın Kazısından Barış Çıkar mı? – Zeynel Çuhadar appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>Fransız ressam Maurice Orange’ın “Bonapart piramitlerin önünde, bir kralın mumyasına bakıyor” (“Bonaparte devant les pyramides contemplant la momie d’un roi, 1797”) adlı resminde Napolyon’un Mısır Seferi’ni tıpkı benzer konuları işleyen diğer eserlerde olduğu gibi çarpıcı bir gerçeklikle konu edinmiştir.[1] Ellerinde silahlarıyla, gezintiye çıkmış Napolyon’u ve beraberindekileri koruyan askerleri, orduyla birlikte gelen koltuğunun altında kitabı ve elinde şemsiyesiyle “bilim insanlarını”, mumyanın durduğu lahiti tutan Mısırlı’nın yanında şapkası ve baştan ayağa giyinişiyle kendini belli eden “batılı kaşif” figürünü ve son olarak belki de kendi tarihinin Napolyon’larından birinin çürümeden korunmuş cesedini tutarak Napolyon’a bakan Mısırlı’yı başarılı bir şekilde tasvir etmiştir.
Yalnızca bu resim bile (istemeden de olsa) kolonyalist işgalci ve kaşif arkeolog arasındaki tarihsel ilişkiyi açığa çıkarmaya yeter de artar bile. Ama gelin biraz da diğer örnekleri inceleyelim. Arkeolojinin tarihi bugün pek çok arkeolog tarafından keşifler tarihi ve insanlık tarihinin anlamlandırılması sürecine katkıda bulunmuş önemli kaşiflerin maceralarının idealize edilmesiyle anlatılır. Erken dönem arkeologlardan Heinrich Schliemann’ı hatırlayalım örneğin. Gemicilik, esnaflık ve Amerika’da “definecilik” gibi pek çok iş yapan, Anadolu’ya esasen tüccar olarak gelen ve Helen Kültürü’ne (özellikle de Homeros’un metinlerine) yakın ilgisi olan Schliemann, zengin olma hayalleriyle Troya’nın hazinesini bulmaya gelmişti. 1868 yılında Pınarbaşı ve Hisarlık Höyüğü’nü inceleme fırsatı bulan Schlimann, okuduklarıyla kurdukları benzerliklere binaen Hisarlık Höyüğü’nde karar kılmıştı. Yaptığı tercih onu “Priamos’un hazinesi”ne götürdü. Bugün “yağmacı arkeoloji” olarak sınıflandırılan ve akademik camiada belli bir anlamda politik olan içeriğinden yoksun olarak anlatılan hikayenin sonu, Troya hazinesinin dünyanın pek çok yerine dağılmasıyla ve günümüzde devletler arasındaki gerilimlerden bir diğerini yaratan konu başlığı olarak tekrar pek çok kişinin gündemine düşüyor.[2]
Yağmacı Arkeologdan Bilim İnsanı Çıkaran Arkeoloji Tarihçiliği
Schliemann bir örnek. Peki ya diğerleri? Öjeniklerle ilişki kuran Flinders Petrie[3], bir İngiliz bürokratı olan Henry Layard ve Arthur Evans gibi dolaylı yoldan kolonyalizmle ilişkide olan erken dönem arkeologları gözümüzün önüne getirecek olursak, arkeolojinin dünya çapında ortaya çıkışı ve bir bilimsel disiplin haline gelişi sürecindeki sorunları tekrar hatırlayabiliriz. Bu insanların ortaya çıkardıkları eserlere ve neticesinde açığa çıkan bilgiye değil de yaptıkları işlemler sırasında kolayca gözlemlenebilecek kirli bağlantılar ve beraber yürüyen devlet ideolojisinin yayılışı, üzerinde durulması gereken önemli bir konu olarak güncelliğini koruyor.
Koruyor çünkü bu sefer daha organize ve “bilimsellik” kisvesi altındaki meşrulaştırmalarını daha farklı şekilde kurgulayabilen bir modern “yağmacılık” söz konusu olmaya devam ediyor. Çok geriye gitmemize gerek yok, yakın tarihte arkeolojik kalıntıların bolluğuyla ve görkemiyle meşhur mezopotamya coğrafyasında yaşanan Suriye Savaşı ve Irak İşgali süreçlerine yakından bakıldığında arkeolojinin devletin ve işgalin maşası olarak hala sahada olduğunu gözlemleyebiliyoruz. Çatışmalar sırasında yıkılan Emevi Camisi, El Medine Çarşısı, Krak des Chevaliers, Jobar Sinagogu ya da bizzat IŞİD tarafından zarar verilen Palmira Antik Kenti ve Ninova Arkeoloji Müzesi’ne[4] yönelik saldırılardaki asıl sorumlunun ilk bakışta görünen birincil failler mi yoksa bu savaşı başlatan küresel kapitalistler mi olduğu sorusu şimdilik bir kenarda kalsın. Ondan önce ticari bir nesne olarak arkeolojik eserlerin silah pazarını nasıl şekillendirdiğine dair güncel bir örnekle sizi başbaşa bırakalım ve “yağmacılık” bugün nasıl sürüyormuş biraz daha yakından bakalım:
“İtalya basını, IŞİD’in ele geçirdiği arkeolojik kalıntıları ve sanat eserlerini, İtalyan Camorra ve ‘Ndrangheta mafya örgütleri aracılığıyla satarak karşılığında silah aldığını, çalıntı sanat eserlerinin de Türkiye üzerinden İtalya’ya ulaştırıldığını iddia etti. La Stampa’nın dünkü haberinin ardından Il Mattino gazetesinde bugün yer alan bir haberde de “İtalya ve Avrupa pazarına gönderilen eserlerin Türkiye üzerinden doğrudan (İtalya’nın güneyindeki) Gioia Tauro Limanı’na getirildiği” iddiasına yer verildi.”[5]
Batılı işgalcilerin “egzotik kültürlere yönelik” saldırılarına ilişkin bir başka örnek için 2000’lerin başına gidelim. Mezopotamya’nın Mona Lisa’sı olarak ün salmış Warka Başı’nın bulunduğu coğrafyadan kaçırılışı basında epey yer bulmuştu. 2003 yılının Eylül ayında tekrardan müzeye geri götürülüşüne kadarki süreçte “kültürel mirasın korunumu” amacıyla orada bulunan arkeologlar için gerçek bir mücadele(!) olmuş olsa gerek. Yanı başlarında bir Babil yerleşiminin askeri üs haline getirilmesi söz konusuyken hem de… Warka Başı’nın döndüğü yıllarda, MÖ 575’te inşa edilen ve 1900’lerin başlarında yürütülen kazı çalışmaları ile ortaya çıkmış Babil’in ünlü İştar Kapısı’nın bulunduğu arkeolojik alanın ortasına inşa edilen askeri üs konusunda tarafsız kalarak işgali savunucu pozisyonuna düşen arkeologlar dahi mevcuttu.
Başka örneklerde kendi yağmacı tavrını ortaya koymasına rağmen, söz konusu ABD olduğu zaman hızlıca harekete geçen British Museum, yaptığı çalışmada tahribatı “hayli talihsiz” şeklinde değerlendiriyordu. “Alanın yaklaşık 300 bin metrekarelik bir alanı çakıl taşı ile kaplandı. Çivi yazılı tuğla parçalarını etrafa saçarak arkeolojik dolguların içine siperler kazıldı. Başka bir alan ise helikopter inişi için düzleştirilerek tahrip edildi. Portatif tuvaletler ve otopark inşası gibi birçok amaç için bu alan tahrip edildi.”
Devletlerin Savaşında Form Değiştiren Ama İşlevi Değişmeyen Arkeoloji
Geçtiğimiz günlerde yayınlanan “Arkeoloji: Tarihin ve Kültürün Yeniden Yapılandırılması” başlıklı kitapta, Ayşe Boren’in derlediği makaleler arkeolojinin etiğine, politikasına ve özellikle de pratiklerine eleştirel bir yaklaşımla kaleme alınmış.[6] Aralarından Tarihöncesi Arkeolojisi üzerine yoğunlaşmış arkeolog Oscar Moro Abadia’nın “Bir Kolonyal Söylem Olarak: Arkeoloji Tarihi” isimli yazısı konuya dair kapsamlı bir bakış açısı sunuyor ve önemli sorular soruyor. Yannis Hamilakis ise Irak işgali sırasında yukarıda örneklerini verdiğimiz olgulara ilişkin birincil gözlemlerini aktarırken arkeolojinin kapitalizmle olan ilişkisine de eğiliyor.
Abadia’nın belirttiği gibi: “Arkeoloji pratiği, milliyetçiliğin altın çağında, yeni şekillenen ulusal imgelemi maddi kanıtlarla desteklemiş; kolonyal güçlerin medeniyet anlatılarına dayanak sunmuş, kolonileştirilen halkların maddi kültürlerinin gasp edilmesini meşrulaştırmış ve muasır medeniyetler arasında yer edinmek isteyen eski sömürgelerin, kökenlerini dayandıracakları şanlı ve (formu itibariyle “modern”) “bir geçmiş inşa etme[lerine]” yardımcı olmuştur”. Arkeoloji bununla birlikte dönemin ruhuna göre işgal pratiğini değiştiren devletlerin de stratejisinin bir parçası olarak kapitalizmin kültürel inşa sürecine hizmet etmeye devam etmektedir. Hamilakis şöyle söylüyor: “Savaş makinesinin kültür kolu gibi çalışan bir arkeoloji. Birçok bakımdan 19. yüzyılın kolonyal arkeolojisini canlandıran ‘yeni bir arkeoloji’.”
Peki ya disiplinin kendi içinde geliştirdiği savaş karşıtı tavır, politik bir araç olarak arkeolojinin savaş alanına sürülmesini engelleyebilir mi? Yeraltından çıkan buluntuların “mülkiyeti” evrensel bir bilgi nesnesi olarak insanlığa mı yoksa çıkarıldığı coğrafyada bulunanlara mı ait? Peki ya adeta askeri bir disiplinle işleyen kazı pratiğinin içindeki iktidarlı ilişkiler?
Yalnızca Savaşa Değil, Savaşları Yaratan Devletlere Karşı Bir Arkeoloji?
Arkeolojinin politikası ve etiğine ilişkin henüz cevaplanmamış soruları hatırlatmak ve yeni sorular üretmek mümkün. Bütün bu soruları cevaplayacak yeni, özgürlükçü bir arkeoloji etiğinden bahsetmek için de henüz erken ancak halihazırda yoğunlaştığımız sorunun çözümüne dair aklımıza gelen düşünceleri ilk elden serimlemek faydalı olacak. Eğer savaş karşıtı bir arkeolojiden bahsedeceksek, onun özü itibariyle politik bir faaliyet olduğunu kabul etmemiz gerekecek. “Bilimsel nesnellik” ısrarına karşı, sosyal bilimlerin hemen her alanında olduğu gibi her arkeolojik araştırmanın politik anlamlar ifade ettiğini kavramak durumundayız. Diğer yandan devletin savaşlarda arkeolojiyi kullanmasını önlemek istiyorsak -en yalın anlamda- savaşları ortaya çıkaran gerçek sorumluyu yani devlet düşüncesini reddetmemiz gerekecek. Geçmişin yorumlanmasında karşılıklı yardımlaşmayı, ekolojik duyarlılığı ve iktidarsız ilişkileri açığa çıkaran; kralların, efendilerin değil sıradan insanların hikayesini anlatan ve bir araç; işgalin değil, insanın geçmişini anlama sürecinin hizmetindeki bir arkeolojiye ancak bu şekilde ulaşabiliriz.
Dipnotlar:
Zeynel Çuhadar
The post Bir Politik Arkeoloji Tartışması: Savaşın Kazısından Barış Çıkar mı? – Zeynel Çuhadar appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post Millet Değilsen Hiçbir Şeysin – Ece Uzun appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>
Devletler, egemenliği altında yaşayan insanları “vatandaş”ları olarak tanımlamaktadır. Bu vatandaşların içinden belli koşullara sahip olanlar (18 yaşını doldurmak vs.) ise “seçmen”leri oluşturur. İktidarlar ve iktidarı arzulayanlar ise bu sürede kendi seçmenlerini ideolojileri yoluyla betimler. Bu tanımlamalar da makbul vatandaşları/seçmenleri ve ötekileri oluşturur. İşte bu seçmenler, yani aslında tek tek bireylerin oluşturduğu topluluklar ideolojilere göre kimi zaman “millet”, kimi zaman “ulus”, kimi zaman “halk” olmaktadır.
Millet, ulus, halk gibi kavramlar farklı siyasi partilerin farklı anlamlar yükleyerek kullandığı kavramlar olmuşlardır. AKP ve MHP bu kavramlardan “millet”i, CHP “ulus”u, HDP “halk” kavramını kullanmayı tercih etmektedir.
Seçim çalışmalarında kullanılan söylemler ve politikalar bu kavramların üzerinden inşa edildiği için kavramların genel anlamları ve kullanıldıkları anlamlar önem kazanmaktadır.
Millet, Ulus, Halk
Millet kelimesi Arapça kökenli olup çoğunlukla aynı topraklar üzerinde yaşayan, ortak bir kültür ve geçmişe sahip, aynı din veya mezhepten olan insanların oluşturduğu, devlet şeklinde teşkilatlanmış topluluğu ifade eder. AKP’nin özellikle son süreçte iyice yükselttiği “millet” kavramı, tanıma paralel olarak “ümmet”e, aynı dine/mezhebe sahip olanlara ağırlık vermektedir. Kimi zaman birleştirici olmak adına kavrama geniş anlamlar yüklemeye çalışsa da AKP’nin “millet”ten kastı, yarattığı yaşam tarzına uygun olan “yerli ve milli” olan insanlardır. Türk ve Sünni olandır. “Millet” kavramını kullanan bir başka parti ise AKP ile referandumda ortaklığa giden MHP’dir. MHP bu kavramın dini yönünü koruyarak kavramı daha çok etnik köken üzerinden kurgulamıştır.
“Millet” kavramıyla aynı anlamda kullanılsa da “ulus” kavramında özellikle din vurgusu yapılmamaktadır. Fransız Devrimi’yle beraber gelişen “ulus devlet” anlayışının ve “ulusalcılık” ideolojisinin temeli olan ulus kavramı, “nation” kelimesinin karşılığıdır ve kavramın oluşturulmasındaki hakim düşünce “toplum sözleşmesi” anlayışıyla ve yurttaşlık kavramıyla ilişkili olarak yayılmıştır. Kavram, “bir coğrafyada yaşayan, aynı devletin vatandaşı olan, aynı değerlere ve kültüre sahip insan topluluğu” anlamında kullanılmıştır. Kavramda ağırlık bir etnik kökene bağlı olma anlamı yerine aynı devletin yurttaşı olmaya verilmiştir. “Ulus” kavramını kullanan CHP de kavrama aynı devlette yaşama ve devletçilik değerlerini yüklemiş, bunu da laiklik anlayışıyla geliştirmiştir.
Halk kavramı da çokça “millet” ve “ulus” kavramlarının kullanıldıkları anlamda kutuplaştırma ve tek tipleştirme amacıyla kullanılsa da; ırk gibi etnik, dil gibi kültürel, din gibi inançsal değerlerin ötesinde aynı topraklar üzerinde yaşayan ve ortak çıkarları olan insanların tamamını ifade etmektedir. Bu yönüyle devletsi bir kavram olmaktan öte coğrafi bir birlikteliğin tanımıdır.
Artan Millet Söylemi ve Kutuplaştırma
Yukarıdaki kavramların ışığında ve iktidarın yürüttüğü politikalarla birlikte düşünüldüğünde tek tipleştirme ya da kutuplaştırma amaçlarıyla günümüzde en etkin biçimde kullanılan söylemin “millet” kavramı olduğunu görmekteyiz.
Her seçim zamanı siyasetçilerin artan ötekileştirici dili ve kutuplaştırma siyaseti de tek tipleştirme amacıyla birlikte gelişmiştir. Tek tipleştirici, ötekileştirici, kutuplaştırıcı dil bu seçimde de artarak devam etmektedir. Bu süreçte de bu yöntemi en keskin biçimde kullanan AKP iktidarı ve Tayyip Erdoğan olmaktadır. Milliyetçi söylemler ve savaş politikalarıyla birlikte asimilasyon ve tek tipleştirme politikaları da artmış, tariflenen millet kavramına girmek istemeyenler ise ötekileştirilmiş, toplum kutuplaştırılmıştır. Bununla da millet kavramına gireceklerin safları sıklaştırılmaya, netleştirilmeye çalışılmış ve referandum sürecinde kullanılanacak milliyetçi politikalar için gerekli olan düşman da yaratılmıştır.
Erdoğan geçen haftalarda Amed’de düzenlenen mitingte ağzından düşürmediği “millet” kavramıyla “Türk, Kürt, Laz, Çerkes herkesi” birleştirdiklerini iddia etse de, bir gün sonra Ankara’da “Türk Milleti” vurgusu yapmıştır. Böylece “millet”ten kastedilenin, kendi makbul seçmenlerinin kim olduğunu, kendi milletini diğer herkesten ayırmakta ve diğerlerini ötekileştirmekte olduğunu bir kez daha kanıtlamıştır. Kısacası üstüne basa basa vurgulanan anlayış, “ya AKP ve Erdoğan milletindensindir ya da hiçbir şey!”
The post Millet Değilsen Hiçbir Şeysin – Ece Uzun appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post “Korku Egemenliği Terör Devleti” – Merve Demir appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>Devletin varlığını sürdürmesi için, toplumun geniş kesimlerinde itaati zorlaması ya da bunu yapabileceğine inandırması gerekir. Ancak özgürlük için direnenler ve mücadele edenler, devletin bu çabasını boşa çıkarırlar. Direniş ve özgürlük insanların aklına bir kere düşmeyegörsün; devletin bu direnişi gösterenleri katletmesi bunu unutturmaz. Bir kere toplumsal meşruluğunu yitiren devlet, varlığını sürdürebilmek için çok daha büyük bir korku yaratmaya çalışır. Böyle dönemlerde, kendi hukukunu dahi yok sayıp “olağanüstü hal”lerle gündelik yaşamı terörize etmesi, devletin ana politikası olur. Dolayısıyla terörün ne, teröristin kim olduğunu biraz daha ayrıntılı irdelemek gerekiyor.
Devletin Terörist Dedikleri
1793’te yani Fransız Devrimi’nin hemen sonrasında ilan edilen Convention adlı bildiri ile terör kelimesi ilk siyasal anlamına kavuşur: “Komplo kuran tüm kişileri dehşete düşürmenin zamanı geldi. Kanun adamları, terörü başlatın.” Aslında bu ilk kullanım, devlet ve terör arasındaki doğrudan ilişkiyi anlamak açısından önemli.
Devletin “terör” iddiasıyla toplumu baskı altına alıp sindirmek istemesinin, kendisine karşı mücadele edenleri terörist ilan edip katletmesinin çokça örneği var.
Sene 1886… 8 saatlik iş günü için, ABD’deki işçiler, greve giderler. Günlerden 1 Mayıstır. Ayın dördünde devletin ve şirketlerin greve giden işçilere yönelik uyguladığı baskıyı ve şiddeti protesto etmek isteyen işçiler bu kez Haymarket Meydanı’na giderler. Günlerden katliamdır. Çünkü Meydanda düzenlenen mitinge polis saldırır, çok sayıda işçi yaşamını yitirir. Olaydan sonra “terörist” yaftalamasıyla birçok işçi tutuklanır ve idam edilir. Devlet aslında emeği için mücadele eden, hizaya sokamadığı işçileri katlederek en çok da ayakta kalanları ve mücadeleye tutunanları korkutarak yıldırmaya çalışmak istemiştir. Ancak yılgınlık değil, direniş örgütlenir. Böylece 1 Mayıs’lar devlet terörüne karşı her yerde direniş olmuştur.
İki İtalyan işçi olan Sacco ve Vanzetti, örgütlü mücadele eden anarşistlerdi. Haymarket işçilerinin yaşadıklarına benzer şekilde, devlet, bu iki işçiyi de, “haklı bir gerekçe sunarak” terörist ilan etti ve ardından katletti.
Devletin bu sıfatı en çok yakıştırdıklarından biri, anarşizmin en ateşli savunucularından, tüm yaşamını devlete karşı mücadeleye adamış Emma Goldman’dı. Sadece Goldman değil Errico Malatesta, Mihail Bakunin ve daha birçok anarşist devlet tarafından terörist olarak yaftalanmış, dört duvar arasına kapatılarak mücadeleden yalıtılmaya çalışılmıştı.
Anarşist hareketin tarihinde terörist diye yaftalananlar sadece bireyler değildi. İşçi örgütlenmelerinden sendikalara, kooperatiflerden federasyonlara kadar farklı birçok anarşist yapı da bu yaftalamadan kurtulamamıştır. Faşist Franco döneminde CNT’den Arjantin’deki anarşist sendika FORA’ya, 19. Yüzyılda ABD’de IWW’den Bakunin’in örgütlediği İşçi Kardeşliklerine kadar öz-örgütlenmelerin büyük çoğunluğu devlet ve kapitalizmin işlerliğinin dışında bir toplumsal işleyişe giriştiklerinden dolayı terörist oldukları iddiasıyla baskılara maruz kalmışlardır.
Devletlerin terör yaftalamalarına maruz kalanlar, muhakkak ki sadece anarşistler olmamıştır. İberya’da Bask halkının özgürlük mücadelesini veren ETA’dan, Kuzey İrlanda halkının özgürlük mücadelesini veren IRA’ya, 1960’larda kadın mücadelesini veren örgütlerden siyahların mücadelesini veren örgütlenmelere kadar, mücadele eden tüm kesimler, devlet tarafından tehdit olarak görülmeye başladığı an terörist diye yaftalamış, sürgün edilmiş, hapsedilmiş ve katledilmiştir.
Birkaç ay öncesinde İspanya‘da anarşistlere yönelik girişilmiş Pandora ve Pinata operasyonlarıyla da aynı senaryo oynanmaya çalışılmıştır. Devlet “terör operasyonları” aracılığıyla sadece anarşistleri tutuklamamıştır. Aynı zamanda mücadele eden insanları kriminalize etmek ve toplumda bir korku havası estirmek istemiştir.
Terör Operasyonları
Özellikle toplumsal mücadelenin yükselişe geçtiği, devlet iktidarının kendini yalnızca şiddet kullanarak yeniden üretebildiği bir atmosferde, devletlerin en çok başvurduğu strateji, terör operasyonlarıdır. Yukarıda da belirtildiği gibi operasyonların hedefi toplumda bir korku durumu yaratarak, bireyleri devletin belirlediği ve sınırlarını çizdiği siyasal alanın içinde kalmalarını sağlamaktır. Yani basitçe, devlet vatandaşlarından kendisine biat etmesini beklerken, belirlediği alanın dışına çıkanları “ibretlik olsun” diye cezalandırır.
Operasyon süreçlerinde, kolluk güçleriyle diyalog halinde çalışan medyanın da desteğiyle, operasyon gerçekleştirilen organizasyon ve bireyler hedef alınır. Operasyonlarla terör diye yaftalanan, iktidar sahiplerinin çıkarına olmayan eylemlerdir. Terörist dedikleri, aynı iktidar sahiplerinin tahakkümüne karşı direnen ve bu tahakkümü ortadan kaldırmak için mücadele edenlerdir.
Bir yandan Kürt siyasetine yönelik terör operasyonları cadı avı niteliğinde sürerken, diğer yandan Kürdistan’da askeri operasyonlar ve sokağa çıkma yasakları, 90’ları aratmadı. Sabaha karşı yapılan ev baskınlarının ve gözaltıların, devrimcileri ve halkı yıldırmaya yönelik hamleler olduğu aşikardı. Bu koşullarda sokaklar daha kızgınlaştı ve çatışmalar arttı. Bu eksende devletin koyduğu yasaklara bir de kent giriş-çıkışların kapatılması ve basının çatışma bölgelerine girişlerinin engellenmesi eklendi. 144 toplantı ve gösteriye asker-polis saldırısı yaşandı. Son 40 günde 2 bin 544 kişi gözaltına alınırken, 338 kişi tutuklandı. Yapılan çatışmalarda 24 kişi yaralandı. 7 gün içinde 45 kişi yaşamını yitirdi. Yapılan operasyonlar sonucunda devlet Bağcılar’da Günay Özarslan adında bir devrimciyi infaz etti. Şırnak’ta 7 yaşında Baran Çağlı, Diyarbakır’da 11 yaşındaki Beytullah Aydın, Ağrı Diyadin’de 15 yaşındaki Orhan Aslan, 16 yaşındaki Emrah Aydemir, Mardin’ de 16 yaşındaki Mazlum Turan devlet tarafından katledildi. Asker Silopi’de evleri basıp 3 genci yataklarında infaz etti.
Gözaltına alınanlar, kaybedilenler, işkenceye uğrayanlar, sabaha karşı yapılan ev baskınları, gösteri ve toplantılara saldırı, sokağa çıkma yasağı, kent giriş çıkış yasakları, köy boşaltmalar, kasten başlatılan orman yangınları, askeri operasyonlar, saldırılarda, operasyonlarda yaralananlar, katledilenler, infaz edilenler, infaz edilenlerin cansız bedenlerine yönelik şiddet ve bu şiddetin teşhiri…
Bütün bunlardan sonra tekrar düşünelim terör kelimesinin anlamını. Ve teröristin kim olduğunu…
Merve Demir
Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 28. sayısında yayımlanmıştır.
The post “Korku Egemenliği Terör Devleti” – Merve Demir appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>