The post “Gerçekten Gerçek” – Özgür Erdoğan appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>
Gerçeğin Anlamsızlaştırılmasıyla Sıkıştırılıyoruz!
Gerçeğe duyulan güven azaltılırken, yalanlar manipülasyonla iktidarın iletişim biçiminin gerçeği oluyor. Gerçek, titizlikle saklanarak, bozularak, anlamsızlaştırılarak; bireyler ve toplumlar kendi yaşamlarından uzaklaştırılıyor; daha da ötesi aptallaştırılıyor.
Bir Şeyler Değişirken…
Belki de birçoğumuz hissediyoruz ve tanıklık ediyoruz; dünyada bir şeyler değişiyor. Sınırlar yerinden oynuyor. Yeni bir kavimler göçü Avrupa’nın kapılarını döverken, birilerinin maskesi düşüyor “Avrupanın Değerleri” denen safsata rafa kaldırılıyor. Savaş, terör ve terörist kavramları yeniden yazılırken, savaşın biçimi de değişiyor. Metropollerin ortasında patlatılan bombalar, bir gecede dümdüz edilen şehirler farklı isimlerle yeni savaş kavramlarını süslüyor. Dünyayı sofra, kendilerini ev sahibi ilan edenlerin akşam yemeklerine yeni misafirler ekleniyor, kimisi masadan kovuluyor. Yaşadığımız coğrafyada ve dünyada “otoriter popülizm” ya da “alternatif sağ” denilen yeni bir tür faşizm yükseliyor. Sosyal medya ve sanal ağlar, günbegün yaşamlarımızı kuşatırken; merkez medyalar daha da çirkinleşip daha da çirkefleşiyorlar.
Asıl önemlisi, tüm bunların nedeni ve aynı zamanda sonucu olarak, “gerçeklik” algımız sakatlanıyor. Doğruya ve gerçeğe duyulan güven azalırken, yalan ve manipülasyon asıl iletişim biçimi halini alıyor. Gerçek, titizlikle saklanarak, bozularak, anlamsızlaştırılarak; bireyler ve toplumlar kendi yaşamlarına kör ediliyor; daha da ötesi aptallaştırılıyor.
Yeni Bir Tür Bilgisizlik
Bombalarla parçalanmış bedenler, harabeye çevrilmiş kentler, uc uca eklenmiş yollar, köprüler, tüneller, Partili – Partisiz cumhurbaşkanlığı, suikaste uğrayan bir Rus Büyükelçisi, Avrupa Birliği ile ilişkiler, Trump’ın başkanlık zaferi, Brexit kararı… Pek tabii ki, aynı sahada onlarca oyuncunun olduğu bir tenis maçını seyreder gibi bütün bunları takip etmeye çalışan insanlar. Kimisi telefonun ekranına, kimisi televizyonun ekranına kimisi de, bir başkasının ağzına bakarak anlamaya; öğrenmeye çalışıyor çevresinde ve dünyada neler olup bittiğini. Fakat ortada birbiriyle çelişen o kadar çok bilgi dolanıyor ki, kimse hangisinin doğru olduğunu bilmiyor. Sosyal medyada “Halep’te katliam var” başlığının altında bir dolu katliam fotoğrafı paylaşılıyor bir iki saat sonrada bunların yalan olduğu ortaya atılıyor… Çok geçmeden haberi yalanlayan haberde yalanlanıyor…
Bilgiye ulaşmak açısından bütün avantajlarına rağmen, bir bilginin çok farklı kaynaklardan, farklı yorumlanarak, değişik kullanıcılarına ulaşıyor olması sosyal medyanın başlı başına “gerçekliği zedeleyen” bir özelliği olarak ele alınabilir. Üstüne üstlük, iktidarlarında bu alanı “kendi ellleriyle yarattıkları trol ordularıyla” çok iyi manipüle etmesiyle, merkez medyanın “tek yönlü iletişimine” karşı, “çoğulcu” ve “katılımcı” bir alternatif olarak gösterilen sosyal medyada ya inandırıcılığını yitiriyor ya da -en azından kendi alıcısına karşı- merkez medyanın söylemlerinin yinelendiği bir mecraya dönüşüyor. Ortaya atılan bir yalan haber, -Facebook’un bir özelliği olarak- benzer kullanıcılar arasında yayılarak, büyüyor ve kendi gerçekiğini kazanıyor. Doğru haber ya da bilgi ise zaten o haberin doğruluğunu bilen azınlık arasında dolaşıp, toplumun diğer kesimlerine ulaşmıyor; ulaşamıyor.
Dahası gerçeğin bu şekilde anlamsızlaşması “yeni bir bilgisizlik” üretiyor. Fakat bu bilgisizliğin kaynağında “bilgi eksikliği” değil; “bilgi kirliliği” yatıyor. Dolayısıyla burada kimilerinin iddia ettiğinin aksine, eğitimli ya da eğitimsiz olmak manasını yitiriyor.
Nihayetinde “izleyiciler” izleyici olmaktan çıkıp, sahneye doğru yürüyebilecek bir gerçeğe ya da gerçekliğe bir türlü erişemiyor. Herkes, olan biteni buzlu bir camın ardında izliyor. Kısacası gerçeklik eriyor; anlamsızlaşıyor; atıllaşıyor.
Bir Yalan Nasıl Olur da, Bir Gerçeğe Dönüştürülür?
Yazının başında bahsettiğimiz gibi, dünyada bir değişim var ve bu değişimin en belirgin sonuçlarından ve yaratıcılardan biri de, “Alternatif Sağ” ya da “Otoriter Popülizm” diye adlandırabileceğimiz bir iktidar biçimi.
Özellikle son 3-5 yıldan bu yana, Avrupa’da ve ABD’de hatta yaşadığımız coğrafyada da, “muhafazakar” hareketlerin güçlendiğini görüyoruz. Fakat bu hareketler bildiğimiz anlamda; sisteme içkin olan ve tahmin edilebilir hamleler yapan “merkez sağ” hareketlerinden farklı olarak oldukça marjinal çıkışları, kaba bir popülarizmi birer yöntem olarak kullanan hareketler. İngiltere’de halkın Brexit kararını vermesinde etkili olan UKIP (Birleşik Krallık Bağımsızlık Partisi) lideri Nigel Farage, ABD’de başkanlık seçimlerini kazanan Donald Trump, Fransa’da ırkçı Ulusal Cephe’nin lideri olan Marine Le Pen, Hindistan’ın iktidar partisi Bharatiya Janata’nın lideri Narendra Modi ve hatta yıllardan beri özellikle Taksim Gezi sürecinin -devamından bu yana- bu stratejileri kullanan AKP ve lideri Recep Tayyip Erdoğan’da bu akımın temsilcileri arasında sayılabilir.
Peki, nedir bu tarz liderlerin ve hareketlerin alamet-i farikaları?
Bu iş için öncelikle tehlikelerle kuşatılmış bir coğrafya (olmazsa yaratılır) ve bu tehlikeleri savuşturabilecek mesihvari bir lidere ihtiyaç duyulur. Bu zat “halktan biri gibi davranan”, “halkın değerlerini önemseyen”; kendinden önce, “halkı hakir gören” elitlerin tahtını sarsan ve ülkeyi eski şanlı günlerine taşıyabilecek projelere sahip olan bir “dünya lideri” olmalıdır. Kimisi yerli ve milli değerleriyle Osmanlı olmaya koşarken, kimisi Büyük Britanya krallığını geri çağırabileceğini; kimisi de Amerika’yı eski şaşalı günlerine çevirebileceğini iddia eder. Burada muhakkak bir düşman vardır. Bu düşman genelde dini ve etnik değerlere göre belirlenir. Bir yanda “göçmenler”, diğer yanda “Kürtler” dış mihraklarla bir olup ülkenin düzenini, insanların refahını, ekonominin istikrarını bozmaktadırlar. Yüzyıllardan beri, milliyetçilik ve din ilüzyonuyla içleri oyulan toplumlar, bu çerçevedeki söylemlerle ayık tutulur. Çevrelerinde bir hayranlık halesi oluşturan bu liderler, zaman içerisinde bunu katıksız bir bağlılığa ve biata dönüştürürler. Durmadan yalan söylerler, her şeyi çarpıtırlar. Yalanlarının ortaya çıkmasını umursamazlar. Bir yalanları ortaya çıktığında, daha büyüğünü söylerler. Zaten eski siyaset ve siyasetçilerden herhangi bir beklentisi kalmayan insanlar; çoğu zaman bile isteye, kimi zamanda istemeden bu yalanlara inanırlar. Ve inanılan her bir yalan, halkla lider arasındaki bağı daha da güçlendirir. Belirli süre sonra, iş öyle bir noktaya varır ki, gerçek bütünüyle ortadan kaybolur.
Aslına bakılırsa, bu aynı zamanda bir suç ortaklığıdır. Liderlerinin vatan, millet, sakarya söylemleri ile bir savaşa girmesini desteklemiş olan halk, bu savaşta yıkılan şehirleri, katledilen insanları bir şekilde vicdanında ve zihninde meşrulaştırmaya ihtiyaç duyar. Çoğu zaman bunu kendi yapamadığından lider tekrar devreye girer ve daha büyük bir yalanla gerçeği daha da diplere iter. Bu böyle sürer gider, her bir yalanda suç ortaklığı büyür, yeni yalanlar ötekini doğurur. Bu dakikadan sonra, bağımsız, objektif bir gerçeklikten söz edilemez. Gerçeklik liderin iki dudağının arasındadır. Bir şeyin varolup olmaması, liderin sözlerine bağlıdır.
Yaşadığımız topraklarda, son dönemde yaşanan olaylar ve gelişmeler bizler için böyle bir akımın pek de yeni olmadığını gösterir nitelikte. İktidar öyle çok, öyle hızlı yalanlar söylüyor ve söyledikleri yalanları yine kendileri öyle hızlı yalanlıyorlar ki, iktidara yakın yayın organları bile çoğu zaman onlara yetişemiyor. Örneğin, dünün öfkeli gençleri ya da direniş hareketi sayılan IŞİD ve El Nusra bir gün içerisinde düşman addedilip eli kanlı teröristler haline gelebiliyor. Rus uçağının düşürülme emrini ben verdim diyenler, çok değil birkaç ay sonra, bu bir “FETÖ Komplosudur” diyebiliyor. Bir zamanlar iktidarını paylaştığı bir cemaati aralarındaki çıkar çatışmaları yüzünden tamamiyle ortadan kaldırmaya çalışıyor. Üstüne üstlük, bu yapıyı büyüten ve onun semirmesini sağlayan kendisi değilmiş gibi kendisine muhalif olan birbirleriyle alakasız tüm diğer kesimleri de “FETÖ”cü olarak yaftalayabiliyor.
Nihayetinde tüm bu olanlar liderin hayranları tarafından görmezden geliniyor. 2023 hedefleri, Neo-Osmanlıcılık, Malazgirt Zaferleri, 15 Temmuz Şehitleri ve benzeri efsaneler, kendi gerçekliğini yaratmıştıyor. Ve artık bu gerçeklikte gerçekliğe zerre kadar yer kalmıyor.
Gerçek-Ötesi Zamanların Kazananları ve Kaybedenleri
İşte tam da bu tartışmaların alevlendiği noktada Oxford yılın sözcüğü olarak Post- Truth sözcüğünü seçmiş ve bunu şu şekilde tanımlamıştır: “tarafsız gerçeklerin kamuoyu fikrini etkilemede duygulara ve kişisel inançlara cazip gelen şeylerden çok daha az etkili olması durumuyla ilgili olan ya da bu anlama gelen.”
Kavramın kendisi her ne kadar 7-8 yıl önce ortaya atılmış olsa da, tam Trump’ın seçilmesinin arifesinde, liberaller-demokratlar tarafından tartışılmaya başlanması bir tesadüf değil. Tıpkı bu coğrafyaya bu meseleyi ithal edenlerin, eski sistemde kısmen de olsa söz sahibi olan liberaller ve Kemalistler tarafından tartışılmasının tesadüf olmaması gibi.
Ellerini iki yana açarak “bu insanlar tüm bunlara nasıl inanıyor?” diye şikayet eden bu zat-ı muhteremlerin de asıl derdi “Gerçeğin Anlamsızlaştırılması” değil, kendi varoluşlarının gitgide anlamsızlaşmasıdır. Çünkü yeni yeni kendini gösteren bu “gerçekdışı” durum, bir önceki gerçekliğin haylaz, terbiyesiz, şımarık ve dizginlemez çocuğundan başka bir şey değildir.
Bu liberal anlayış özellikle 2. Dünya Savaş’ından sonra kendi gerçekliğini yaratmış, insan hakları, demokrasi, uygarlık söylemlerinin altında kapitalizmin yürütücülüğünü yapmıştır. Bu söylemleri istediği zaman uygulamış, istemediği zaman uygulamamıştır. Fakat bugün, bu anlayış devletler ve kapitalizmin toplumların ve dünyanın üzerinde yarattığı tahribatı onaramadığı gibi; aynı zamanda bunu gizleyememiştir ve inandırıcılıklarını yitirmişlerdir. Dolayısıyla, artık kapitalistlerin onlara biçtiği rolü layıkıyla yerine getiremedikleri için, kapitalizm görevi kimi yerlerde “otoriter popülaristlere” devretmiştir ya da bu akım bu boşluktan faydalanıp görevi kapmıştır.
Fakat buradan ikisinin de kapitalizm ürünü olarak aynı şey olduğunu söylemek gibi bir hataya düşmemek gerekir. Elbette ikisi de yalan söylemektedir. Elbette Irak’ta Körfez Savaşı’nı bin bir yalanla çıkartanlar, bugün cumhuriyetçileri yalancılıkla suçlayan demokratların ta kendisidir. Elbette bugün, Recep Tayyip Erdoğan’ı tek adam olmakla suçlayanlar, tek adam geleneğini bütün şiddetiyle 1923’den bugüne taşıyanlardır. Bununla beraber bu ikisini aynılaştırmak, bugünün devrim öncesi İran’ıyla, devrim sonrası İran’ı ikisi de müslümandı diyerek aynılaştırmak kadar abestir.
Peki Hangi Gerçek?
Gerçeğin kırılması, gerçeğin anlamsızlaştırılması elbette yeni bir şey değildir. Genel itibariyle, kişinin yaşamla dolayımsız bir ilişki kuramadığı; kurulmasına izin verilmediği her durum “gerçekliğin anlamsızlaştırıldığı” birer vakadır. Bu durum da, gerçekliği her zaman kendi ihtiyaçları doğrultusunda dönüştüren iktidardan bağımsız düşünülemez. Dolayısıyla iktidar, varlığını biraz da gerçekleri manipüle edebilmesine borçludur.
Yaşamın kendisine bir meydan okuma olan iktidar, yaşamın karşısına her zaman bir kurgu ile çıkmak durumunda kalmıştır. Dinler, uluslar, devletler ve kapitalizm bu kurgunun hem yaratıcısı hem de birer parçasıdırlar.
Son kertede, iktidar kendi gerçeğini yaratıp, bireyi ve toplumları bir kurguya mahkum ederek, kendi gerçekliklerinden uzaklaştırmış ve köleleştirmiştir. Devlet ve kapitalizm de, tarihleri boyunca farklı kurgularla bu oyunu sürdürmüş, kölelerin gerçeklik yani özgürlük arayışı da bugüne kadar süregelmiştir. Ancak bu kurgular her zaman birbirinin aynısı olmamıştır, hatta bazen kurguyu yapanlar da o kurgu içerisinde kaybolmuş gerçeklik freni patlamış bir kamyon gibi içindekilerle beraber bir uçurumdan aşağıya doğru son sürat sürüklenmiştir. Bu uçurum dibinde en az iki büyük enkaz yatmaktadır: Birinci ve İkinci Dünya Savaşları!
Tarihte bu tip zamanlar, genelde dönüm noktalarını işaret eder. Yani gerçekliğin yerine konan kurgu zaman içerisinde gerçekliğin kendisi olarak algılanmaya başlamışken yeni bir kurgu, önceki kurgunun yerini alır. Ve önceki kurguya dair olan birçok şeyi, bazı objektif gerçeklerle beraber yerle bir edebilir. Belki bugün içinde bulunduğumuz durum da, yeni bir kurguya geçerken yaşanan yerle bir olmaya işaret ediyordur.
Elbette bütün bunlar, bir neden-sonuç zinciri gibi uzayıp gitmez. Bu kurguları yazan aynı tarih bu kurguları kendi gerçekliklerini yaratarak yerle bir edenleri de yazmıştır. Yaşamla dolayımsız bir ilişki kurma arzusu, kurgulardan kurtulma mücadelesidir; özgür olma, varolma mücadelesidir! Dolayısıyla bu kurgular varoldukça bu mücadele de sürecektir. Ta ki toplumlar kendi gerçekliğini yaratıncaya kadar!
Özgür Erdoğan
Bu Yazı Meydan Gazetesi’nin 35. sayısında yayınlanmıştır.
The post “Gerçekten Gerçek” – Özgür Erdoğan appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post “Medya Yalandır – Gürşat Özdamar” appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>Medya, yapısı gereği gerçekliği çarpıtır, ve medyanın gerçeği hep absürttür. Ama yakın dönemde, bu absürtlükler “olağanüstü” bir şekilde arttı. Eğer bu artış artık olağan ise, o zaman başka bir şeyler kurgulanıyor diye düşünmeli.
Medyayla Sıkıştırılıyoruz!
Futbol üzerine “derin” bir program izlemek isteyenler, açtıkları televizyon ekranında dumanların program stüdyosunu kapladığına, mangalda etlerin elden ele gezindiğine ve hatta programcılar şöyle dursun, kameramanlar tarafından bile canlı yayında afiyetle yenildiğine tanık oldular.
Aynı gözler, “tan” vaktinde başlayan televizyon haberlerinde, işi haberleri sunmak olan bir sunucunun, işini yapmak yerine, muhalefet partisinden bir milletvekiline beddualar yağdırdığına, cehennemde cayır cayır yanmasını istediğine de tanık oldular.
Ve, Gewer’de yıkılmış binaların arasında dolaşan “star” bir habercinin, aklındaki haberi oluşturma uğruna, boş sokaklarda çatışma mizanseni oluşturması yetmezmiş gibi bir de bomba patlattırarak hazırladığı kurmaca haberle “yılın en iyi savaş muhabiri” ödülünü almasına da tanık oldu.
Bunlar, yüzlerce televizyon kanalında yayınlanan binlerce programdan, milyonlarca görüntüden yalnızca bir kaçı. Uzayı ve beynimizi birer çöplüğe çeviren bu tarz görüntüleri düşününce, belki de yukarıdaki cümleleri “tanık oldular” değil de “maruz kaldılar” diye bitirmek daha doğru olabilir.
Gerçekten de, medya denilen şey, yapısı gereği gerçekliği hep tahrif etti, gerçeğe göre hep absürt kaldı. Ama yakın dönemde, bu absürtlükler “olağanüstü” sayıda arttı. Eğer bu artış bir tesadüf değilse, o zaman başkaca bir şeyler kurgulanıyor diye düşünmeli.
O zaman şu soruyu sormakta fayda var: Medya, yalnızca haber aldığımız, gündemi takip ettiğimiz, vakit geçirdiğimiz bir şey mi; yoksa davranışlarımızı ve düşüncelerimizi biçimleyen bir tuzak mı?
Asıl Hedef İzleyici mi?
Televizyoncuların görüntüdeki belirli bir şeyi vurgulamak için kullandıkları kırmızı okları ya da kırmızı halkayı hatırlayalım. “Aptala anlatır gibi” kullanılan bu işaretler, bir kapkaç ya da trafik kazası haberinde ya da bir paparazzinin çektiği görüntülerde kullanılıyor olabilir. Bu kullanım o kadar yaygınlaşmış ve onlara o kadar alıştırılmışızdır ki, o işaretler olmadan görüntüdeki “hedef”i anlayamaz hale gelmişizdir. Yoksa asıl hedef izleyici midir?
Yalnızca bu işaretler değil, fonda çalan müzikten sunucunun ses tonu/jesti/mimiğine, haberin dilinden uzun süren yorumlanmasına varıncaya dek her şey, haberi vermek üzerine değil vermemek üzerine bir kurgunun parçasıdır. Kanalın ya da haber merkezinin, tutarlı ya da mantıklı olmak gibi bir kaygısı da yoksa, ki özellikle son dönemde bunun sayısız örneği var, metin haber olmaktan çıkıp bütünüyle bir propagandaya dönüşmüş demektir.
Titizlikle sıralandığı belli olan haberler, izleyeni bir üzüp bir sevindirirken, duygu sömürüsü tavan yaparken, aslında duygu nasırlaşmasına yol açıyor. İşte bu ortamda izleyici, her şeyi sorgusuz sualsiz kabul eder hale geliyor. Bir politikacının birbirini tutmayan açıklamalarını fark edemiyor bile. Bir gün olumlananın, ertesi gün düşman ilan edilmesine de hiç mi hiç şaşırmıyor. Aslında bir süre sonra bunu fark edemiyor bile. Bu durum da iktidara, kendi propagandasını yapması için vazgeçilmez bir fırsat sunuyor ister istemez.
Haber Alalım Derken Trolleniyoruz
Günümüzde sosyal medya, haber almak ve yaymak için müthiş bir olanak gibi düşünülse de, özellikle trol olarak nitelenen sahte hesaplarca dolaşıma sokulan “haberler”, bu olanağı kuşkuya çeviriyor. Çünkü, o denli hızlı ve yaygın olarak yayılan bir “trol”, herhangi bir sorgulama imkanı tanımadığından, çok geçmeden kendini “gerçek” olarak dayatıyor. Sonrasında, paylaşım sayıları da, gerçek olduğunun bir tescili gibi algılandığından, bu paylaşımların sorgulanmamasının bir gerekçesi haline gelebiliyor. Bir başka deyişle, trol trolü besliyor.
Bırakalım gerçekmiş gibi sunulan haberleri, absürt olduğu, saçma olduğu ilk bakışta anlaşılabilecek pek çok paylaşımın gerçekmiş gibi görülmesi de, sosyal medyadaki bir başka sıkıntıdır. Örneğin, adını “15 Temmuz Şehitleri Kenan” olarak değiştiren birisinin varlığı, daha başında absürtken, sosyal medyadan o kadar hızla ve yüksek paylaşımla yayılan bu asılsız “haber”i okuyan herkes bu durumu da hiç sorgulamaksızın doğru kabul etmiştir.
Tabii, her şey bu kadar masum da olmayabiliyor. İktidar tarafından hedefe alınan biri, bu bir belediye başkanı ya da bir akademisyen olabilir, trol hesaplarca yapılan trol paylaşımların hedefi haline getirilebilir. Sonuçta sosyal medya, o kişi hakkında ya bir linç kampanyasına başlanmasına ya da bir soruşturma açılmasına neden olacak kadar bir etki alanına dönüşebilir. Sosyal medyada bu trolü sorgulamayan bireylerin, bu aşamada bunu kabullenmekten başka hiç bir şansları kalmamıştır. Çünkü “gerçekler apaçık ortada”dır ve bu kadar kabul görmüş bir gerçeği sorgulamak “mantıksız” olacaktır. Böylesi bir durum, elbette, gerçeğin bilinmesinden korkanların ya da çarpıtılmasından menfaati olanların işine gelir, aslen de bu trolleri onlar besler, bu durumu onlar organize ederler.
Dizilerle Yeniden Yazılan Dünümüz ve Bugünümüz
Sadece bugünü değil dünü de baştan yazan, tarihin tanığı gibi sunulan dönem dizileri, özellikle 15 Temmuz sonrası çekilen bölümlerinde edindiği konularla, tarihin belli bölümlerini alıyor ve kalan boşlukları yine iktidarın rengine boyamayı sürdürüyor.
Erdoğan’ın “bu millet sizi bağrına basmış” diyerek övgüler dizdiği “Diriliş: Ertuğrul” isimli dizi de bunlardan biri. Buradaki çarpıtmalardan en belirgini; gerçek tarihte böyle bir bayrak olmamasına rağmen, Oğuzların Kayı boyuna ait olduğu söylenen mavi renkli IYI yazılı bir bayrağın dizide yer almasıdır. Bu tarih çarpıtması o kadar ustaca kurgulanmıştır ki; etkileri günümüze(!) ulaşmış, Avrasya Tüneli’nin açılışında bile dalgalandırılmıştır.
Dizilerin 15 Temmuz sonrası çarpıtma yarışına, 80’leri anlatan bir dizi bile “dahiyane” bir şekilde dahil oluyor. Seksenler dizisinde karakterlere, sanki 15 Temmuz’u yaşamışçasına “Bir daha bu ülkede darbe olmaz. Eğer bir daha darbe olursa millet bizzat dikilecek”, “Bir daha darbe yapsınlar bizzat ben tankın altına yatarım.” replikleri söyletiliyor.
“Sevda Kuşun Kanadında” ise neredeyse yalnızca çarpıtmak üzerine kurulu bir dizi. Bugün AKP ile MHP’nin yakınlaşması, kendisini bu diziye de aksettiriyor ve tarihte Kıbrıs meselesi için milliyetçileri ve muhafazakarları ortak stand açmış olarak gösteriyor. Böyle bir olayın gerçekte hiç olmadığını söylemeye bile gerek yoktur, ama o dizi izleyicileri için artık tarih başkadır.
Bu sabık dizi, bununla da kalmıyor, yine gerçeğe uygun olmayan biçimde, bu standa devrimcilerin silahlı saldırıda bulunduğunu konu ediyor.
Yine günümüze paralel olarak, 15 Temmuz’dan sonra yayınlanan bir bölümde, “tesadüfen” Gülen karakteri de diziye dahil ediliyor, kendisi “daha o zamandan” hain ve işbirlikçi birisi olarak vurgulanıyor.
Manipülasyonlar Gerçeği Saklar
Haydi diziler neyse de, Rusya Büyükelçisi’ne yapılan suikast sonrası yapılan açıklamalara ne demeli? El Nusra’nın suikasti üstlenip üstlenmediği tartışmaları muğlaklığını koruyorken, iktidar suikastin “FETÖ işi” olduğu yönünde açıklamalar yapıyor. Medya da netleştirmek yerine bu karışıklığı besliyor. Suikastçi polisin yanlış eliyle tekbir işareti yaptığını söyleyerek FETÖ’cü diyenler, suikast sırasında El Nusracıların sözünü söyledi diyerek Nusracı diyenler… Manipülasyonlarla kafa karışıklığı yaratılıyor; büyükelçi suikastinin hangi cihatçı örgüt tarafından planlandığı tartışması, onun bir TC polisi tarafından Ankara’nın göbeğinde vurulmuş olmasının da tamamen önüne geçiyor.
Tartışma programlarıyla da algılarımızla oynanıyor. Birbirinden farklı düşünür gibi görünen konuklar toplanıyor stüdyoya: Başkanlık yanlıları, başkanlık karşıtları, başkanlık karşıtı gibi görünüp aslında yanlısı olanlar ya da başkanlık karşıtlarının karşıtı olanlar… Derken mesele iyice içinden çıkılmaz bir hal alıyor.
Kimi programda ise bir evreden sonra “evet evet haklısınız”a bağlanıyor tartışmalar. Farklı fikirde oldukları tek konunun “başkanı kimin daha çok sevdiği” olduğu ortaya çıkıyor. Es kaza sevmeyen birisi çıkarsa, ya da biri az da olsa bir eleştiri getirecek olursa, izleyici daha neyin ne olduğunu anlamadan stüdyo bir arenaya dönüşüyor ve az önce güle oynaya konuşanlar tarafından hemen orada kurbanın infazı gerçekleşiyor.
Muhakeme Edemez Hale Geliyoruz
Televizyonda gördüklerimiz, gazetelerde okuduklarımız zaten uzun zamandır davranışlarımızda değişime yol açıyordu. Sözde “haber alma özgürlüğü” bizi ekrana ya da sütunlara hapsedip hareketsiz bırakıyordu. Günümüzün gözdesi sosyal medya da -özgürlükçü diye pazarlanmasına karşın- pek farklı değil. Şu bir gerçek ki; haber alma isteği ile başlayan bu serüven, kişiliklerimizi teslim almış durumda. Davranışlarımız değişiyor, belli hareketleri tekrar edip duran birer makineye dönüşüyoruz. Düşüncelerimiz daralıyor, muhakeme edemez hale geliyoruz. İktidarın propagandası karşısında savunma yeteneğimizi kaybetmeye başlıyoruz. Gördüğümüze değil bize anlatılan duygu sömürülerine, manipülasyonlara, absürtlüklere ve tutarsızlıklara inanır hale geliyoruz.
Bir maçta şike yapıldığı açığa çıkmışken yine de maç sonucunu beklemek, oy pusulalarını çöplüklerde görmüşken yine de sabaha kadar seçim sonuçlarını beklemek, ses ya da görüntü kaydı ortalara serilmişken “aman canım o öyle şeyler yapmaz” deyip hiçbir şey olmamış gibi davranmak, eğer bu işte bir çıkarın yoksa, akıl tutulması değildir de nedir? 15 Temmuz’un ardından ilan edilen OHAL’le yükseltilen paranoya ve güvensizlik ortamında, daha bir ihtiyaç duyduğumuz kralın çıplaklığını haykırmak yerine kendimizden şüphe duymaya başlıyorsak; durum daha da vahim demektir.
The post “Medya Yalandır – Gürşat Özdamar” appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post ” Capgras Sendromu ” – Devrim Varol appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>Her şey size garip ve yapaymış gibi görünmeye başlıyorsa, etrafınızdaki hiçbir şeyin gerçek olmadığı duygusuna kapılıyorsanız, her yeri bir sahneye benzetiyor, herkesi de o sahnede rol yapanlar olarak algılıyorsanız, sizde de Capgras Sendromu olabilir. Mesela annenizin yüzüne bakıp “karşımdaki insan anneme benzeyen ama annem olmayan birisi” diyebilirsiniz bu sendromun etkisiyle. Çevrenizdeki her şeye kuşkuyla yaklaşır, güven duyamazsınız.
Adını Fransız psikiyatr Jean Marie Joseph Capgras’dan alan bu sendrom, genelde kafasına darbe almış ya da Alzheimer gibi “hastalık”lardan mustarip olan kişilerde görülür. Ebeveynlerinin, eşinin, kardeşinin, köpeğinin, hatta kimi durumlarda, kendisinin bile bir “sahtekar” olduğuna inanır.
Ünlü sinirbilimci Prof. Vilayanur S. Ramachandran, “Phantoms In The Brain” adlı kitabında, annesinin ve babasının birer “sahtekar” olduğunu söyleyen Capgras sendromlu bir gencin durumunu anlatır. Gencin herhangi bir duyguyu deneyimlemek ya da yüzleri tanımak konusunda bir sıkıntısı yoktur. Ne var ki, tanıdık yüzler söz konusu olduğunda herhangi bir duygu hissedemiyor ve dolayısıyla anne babasının gerçek anne babası olmadığını, tıpkı onlara benzeyen fakat onların yerine geçmiş birer “sahtekar” olduklarını düşünüyordu.
Normalde, tanıdık bir yüz gördüğümüzde, beynimizin bellek, öğrenme, duygusal denge ve sosyalleşme konularından sorumlu temporal lobundaki görsel patikalar harekete geçer. Sonra, bu etkinlikler, duygusal hafıza ve duygusal tepkilerin oluşmasından sorumlu beynin amigdala bölgesini uyarır ve o yüzü tanımamızı sağlar. Ne var ki, bu sendromdan yakınan hastalar yakınlarının yüzünü gördüklerinde, yüzleri tanıyor fakat tanıdık birini görmenin verdiği o sıcaklık/yakınlık hissini yaşayamadıkları için sanki o kişi gerçek değilmiş de onun yerine bir sahtekar geçmiş sanrısına kapılıyorlar.
Capgras Sendromu, nörolojideki en tuhaf ve en nadir görülen vakalardan biri sayılıyor. Ama bu yazıyı okuduktan sonra çevremize daha dikkatli bir biçimde bakalım. Gezindiğimiz sokakta, bindiğimiz dolmuşta, iş yerimizde ve okulumuzda, bu sendromun belirtilerini gösteren ne kadar çok kişi görüyoruz? Bu bizi şaşırtıyor mu peki?
7 gün 24 saat devletin resmi propagandasıyla yüklenmiş olan medyanın etkisi, yine de geryleçeklerin üzerini bütünü örtemiyor. Sahteyle gerçeği ayırma gayreti, beraberinde, her şeye kuşkuyla yaklaşmayı getiriyor.
Tüm renkli ve göz alıcı şovlarına karşın “televizyondaki kişi özgürlükten söz eden birisine benziyor ama hiç de öyle olmayan birisi” denebiliyor. Seçimden seçime köyüne gelen bir politikacıya da güvenilmiyor. Medyanın, derelerini savunan köylüyü düşman göstermesine de, devletin baskısına karşı öfkesini sokaklara taşıyanı terörist olarak nitelemesine de, militarist orduya katılmayı reddeden genci vatan haini olarak adlandırmasına da…
İnanılmıyor da, insanı da, doğayı da katledenlerin hiç bir şey olmamış gibi davranmaları insanda başka bir kuşkuya yol açmıyor da değil. Barış diyenlerin hala operasyona devam etmeleri, ekoloji diyenlerin orman kesmeleri, çözüm diyenlerin ev baskınlarına girişmesi…
Capgras Sendromu’nda çözüm olarak duygusal hafıza ve duygusal tepkilerin kuvvetlendirilmesi önerilir. Görülenin hatırlanması, gerçeğin unutulmaması için böyle salık verilir.
Şimdi bizler de yakınımızdakilere, kendimize dönüp bakar, gerçekleri unutmamaya çalışırken, bizden gizlenen gerçekleri bulup sıkıca tutmalıyız. İktidarlar tarafından yok edilmek istenen toplumsal belleği ve toplumsal tepkiyi daha da kuvvetlendirerek, sahtekarlıklardan birer birer sıyrılmalı ve gerçeği savunmalıyız.
The post ” Capgras Sendromu ” – Devrim Varol appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post ” SUBLİMİNAL ” – Büşra Cengiz appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>İletişim denilen şeyin var olabilmesi için, iletişime açık en az iki canlıya ihtiyaç vardır. İletişim bu iki kişi arasındaki “etkileşim”den doğar. Sağlıklı bir iletişimin anahtarı ise az önce bahsettiğimiz “etkileşim”in ta kendisidir. Eğer bu olmazsa ya iletişim ortadan kalkacaktır ya da bu münasebetin kendisi “tek yönlü iletişim”e dönüşecektir. Biz buna “telkin” ya da komut” diyebiliriz. Tıpkı günümüzde olduğu gibi yukarıdan aşağı doğru örgütlenen toplumlarda “tek yönlü iletişim” favori iletişim biçimidir. Dünyaya sahip olduğunu düşünenler tebaalarına farklı yöntemlerle telkinlerde bulunurlar. “Çalış”, “tüket” ve “itaat et”! Kimi zaman ve kimi yerlerde bunu doğrudan yapan efendiler kimi zamanda bunu gizli kapaklı yollarla yapmaya çalışırlar. Özellikle “Kitle İletişim Araçları” bu “tek yönlü iletişim” biçimini gizli kapaklı yöntemlerle uygulamak konusunda bir hayli ustadır.
Birden fazla yolla, başka bir deyişle, tekrara düşen telkinlerle yinelenen mesajlar, subliminal mesaj olarak adlandırılıyor. Akıllı ürün yerleştirmeden, çok hızlı görüntü verme yöntemine; resminin içine gizlenmiş kelimeler veya görüntülerden, alışılagelmiş sembollere kadar bir çok yöntemi olan subliminal mesaj gönderme, 1900’lü yıllardan bugüne kullanılagelmekte!
Gözümüzün gördüğü her görüntü, kulağımızın işittiği her ses ya da soluduğumuz her kokunun ancak çok sınırlı bir kısmını algılayabiliyoruz. Ancak tüm bu veriler beynimizin bir köşesinde kaydediliyor ve depolanıyor. Mesela, merdivenleri çıkarken kaç tane olduğunu saymasak bile, bu sayılıyor ve kaydediliyor. İşte subliminal mesajların hedefi, algılayamadığımız ama depolanan verilerin bölgesine yönelik oluyor.
Sübliminal mesaj denince akla gelen en önemli deneylerden biri, reklamcı James Vicary’nin takistoskop cihazıyla yaptığı deneydir. A.W Volkman tarafından geliştirilen takistoskop, bir saniyenin 1/3000’i gibi kısa bir sürede açılıp kapanan objektif kapağı sayesinde mesajlar (görüntü ya da resim) yansıtan bir film projektörüdür. Bir sinema salonunda gerçekleştirilen bu deneyde, projektörle yollanan “cola için ve mısır yiyin” mesajı salondaki mısır satışlarını % 57.8, cola satışlarını % 18.1 arttırmıştır. Günümüzde bu yöntem, filmlere gözümüzün algılamadığı ek kareler eklenmesine dönüşmüştür. 24 kareden oluşan videoya yerleştirilen 25. kare, gözün bu kareyi görmezden gelmesi yüzünden fark edilmez, ancak subliminal mesaj olarak algılanır
Hollanda Nijmeyen Üniversitesinden Johan Karremans‟ın bir çalışmasında susuzluğu gösteren konuları göstermiş ve bunlardan önce saniyenin binde biri sürede “Lipton” diye mesaj göndermiştir. Bundan sonra, deneklere bir içecek seçmeleri söylendiğinde, %80 oranında “Lipton” markasını seçmişlerdir
Bir diğer belirgin örnek ise “Kuzuların Sessizliği” filminin afişindeki kelebekte saklıdır! Kelebeğin baş kısmında çıplak kadın bedenlerinden oluşan bir kurukafa vardır. Korku ve arzuyu aynı anda içeren bu mesaj, bizde filme dair bir merak uyandırır. Özellikle reklam filmlerinde, içecek şişelerinin, dondurma, çikolata ya da sandviçlerin fallik imgeyle tanımlanması sık kullanılan bir tekniktir.
2000 yılında ABD seçimlerinde G. Bush’un ekibi, rakibi Al Gore’u hedef alarak bir reklam filmi yapıyor. Reklam filminin bir bölümünde geçen bureaucrats kelimesinin rats (sıçanlar) kelimesi Al Gore’un yüzünün üstüne gelecek şekilde yerleştiriliyor.
Bu mesajların büyük çoğunluğu görsel yollarla verilse de kimi zaman farklı duyu organlarına yönelik mesajlarda üretilebiliyor. Yaşadığımız topraklarda dört, dünyada on beş adet şirket, sadece tüketici davranışlarını değiştirecek kokular üzerine çalışıyor. Giyim mağazaları, süpermarketler, AVM’ler bu kokularla donatılırken, kimi ürünlerde cezbedici kokularla ürünün tüketimini arttırmayı başarabiliyor. Girdiğiniz bir süpermarketin, ısısı, ışıklandırılması, çalınan müzikler ve raf dizilimi dahi sizi tüketime daha doğrusu daha çok tüketime davet ediyor.
Fakat mesele subliminal mesajlar olunca komplo teorileri ile gerçekler birbirine karışıyor. Özellikle yaşadığımız topraklarda her görüntüden bir anlam çıkarma kaygısı, “allah diyen aslan” tadında karikatürize edilerek önümüz sürülüyor. Bu “niyetli” okumalar, subliminal mesajlar gerçeğinin ciddiyetini tartışılır hale getiriyor. Çizgi filmlere yerleştirildiği söylenen “sex” kelimeleri, herhangi bir görüntüdeki herhangi bir siluetin “kahve falına” bakarcasına “çıplak kadın”lara benzetilmesi açıkçası meseleyi sulandırıyor. Hele ki bütün bunların dünyanın ahlakını bozmak için masonlar, yahudiler ya da illuminati tarafından yapıldığının iddia edilmesi ise meseleyi büsbütün inandırıcılıktan uzaklaştırılıyor.
Fakat bu iddiaları bir kenara koyacak olursak, yıllardan beri insanları daha rahat kontrol altına almak için envai çeşit yol deneyen devlet adamlarının, kapitalistlerin ve reklamcıların bu ve benzeri yöntemleri kullanmadıklarını söylemek en hafif tabirle saflık olur. Yaşamımızın göbeğine yerleşmiş tüketim malları onların üzerine sürülmüş cinsel çağrışımlar, kulağımızın ardında “tüket tüket” diye fısıldayan dış sesler, kafamızı kaldırdığımız her noktada yüzümüze çarpan reklamlar, politikacıların, patronların durmadan ürettikleri yalanlar, her gün ve her dakika bilincimize saldırmaya devam ediyor. Saldırının kendisi bilinci alt – üst ederken, bedenlerimizi ve yaşamımızı da kontrol ediyor. Gerçekler ise tüm bu makyajın ve karmaşanın ortasında bizler tarafından bulunmayı bekliyor!
Büşra Cengiz
Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 27. sayısında yayımlanmıştır.
The post ” SUBLİMİNAL ” – Büşra Cengiz appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post ” SANAL GERÇEK ” – Ece Uzun appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>Her geçen gün oynayıcı sayısı binlere, on binlere hatta milyonlara ulaşan oyunlar… Sims, Second Life, Dota 2 ve nicesi. Matrix filminin sahnelerinden öte hayatımıza giren bilgisayar oyunları, gerçek yaşantının dışında duyuları harekete geçirmeyi, bireylerin kendilerine yepyeni bir yaşantısının kapılarını açmayı amaçlıyor.
İkinci Hayat mı, Gerçeklerden Kaçış mı?
Second Life, Snow Crash adlı bilim kurgu romanından esinlenerek geliştirilmiş bir simülasyon ortamıdır. Oyunun en önemli kuralı ise, sınırlarının olmaması. Kullanıcının yapacakları ise kendi hayal dünyası ve bu hayal dünyasının sınırlarını zorlaması üzerine kurulu.
Gerçek yaşantısından tamamen farklı olarak kurgulayabileceği bu dünyada birey, kendine bir avatar yaratır. Yarattığı bu karakter ile arkadaş edinebilir, sosyalleşebilir. Oyunun diğer kullanıcıları ile (oyundaki avatarlar ile) iletişime geçebilir, iş kurabilir, para kazanabilirler. Oyunda kullanılan para birimi ise Linden doları. 262 Linden doları 1 dolara denk düşer. Ayrıca kullanıcılar oyunda kazandıkları parayı gündelik yaşantılarında kullanabilir, hatta bu sayede “zenginleşebilir”.
Başlangıçta ABD, İngiltere Brezilya gibi devletlerde kullanıcı sayısı milyonları aşan oyunun; şimdi ise dünya genelinde yaklaşık on milyon kullanıcısı bulunmaktadır. Bir oyun kullanıcısı “Eğer akıl sağlığınız yerinde değilse, her anlamda bir yetişkin değilseniz, bu oyun sizi çok çabuk etkisi altına alır ve gerçeklik iskemlenizi altınızdan çeker.” diyerek tanımlıyor Second Life’ı.
Bir oyundan ziyade sanal gerçeklik olarak tanımlanan bu simülasyon sistemleri sayısı milyonları aşarken sanal gerçek ve “gerçeklik” kavramları, sorgulamak gereken bir durum olarak karşımıza çıkıyor.
Sanal Gerçeklik Nedir?
Sanal gerçeklik, gerçek dünyaya özgü bir durumun bilgisayarlar tarafından yaratılmış üç boyutlu simülasyonudur. Kullanıcı, yaratılan bu simülasyon ortamını üzerine giydiği çeşitli aygıtlarla duyusal olarak da algılar. Ve bu aygıtlar sayesinde simülasyon ortamını denetler. Bu sistemin tümü, sanal gerçeklik (virtual reality) olarak tanımlanır.
“Gerçeğin yeniden inşası” olarak tanımlanan bu sistemler yoğunluklu olarak 90’lı yıllarda kullanılmaya ve geliştirilmeye başlanmıştır. Simülasyon sistemlerinin gelişiminden önce, 1940’ta ilk denemeleri başlayan yapay zeka, II. Dünya Savaşı sırasında Nazilerin Enigma makinesinin algoritmasını çözmek amacıyla kullanılmaya ve geliştirilmeye başlanmış, 70’li yıllarda Microsoft, Apple, IBM gibi büyük şirketler, bu sistemleri geliştirmeye devam etmiştir.
2000’li yıllara gelindiğinde özellikle bilgisayar oyunlarında rastladığımız sanal gerçeklik “ikinci dünyanın vaadi” olarak bireylere sunulurken, yaşamın her alanında kullanımının artması üzerine çalışmalar sürdürülmektedir. Özellikle eğitimde kullanılması, “yeni dünya”nın ayak seslerine kulak vermek adına kritik bir noktada durmaktadır.
Eski Dünya, Yeni Dünya
Medya felsefesine ilişkin teorileri ve sosyolojik tespitleriyle nam salan Jean Baudrillard simülasyon sistemlerine farklı açıdan bakabilmek adına önem taşıyor. Simülasyonların sadece bilgisayarlar tarafından yaratılmadığını söylerken, bugün televizyonlarda sürekli reklamlarını gördüğümüz Disneyland’den yola çıkarak simülasyonlara dair teorilerini ortaya koyuyor. Ona göre; korsanlar, canavarlar gibi gerçek dünyada olmayan şeylerden oluşan bu büyük oyun, aslında sistem içerisindeki görevini başarıyla yerine getirmektedir. İnsanları Disneyland’e çeken şey, Amerika’nın minyatürleştirilmiş şekline benziyor oluşudur. Disneyland’de otomobil otoparka park ediliyor ve birey kendini bin bir çeşit oyuncağın karşısında buluyor. Bu oyuncakların verdiği hazzın yanı sıra dışarıdaki hayatın aksine, içeride büyük bir sıcaklık, sevecenlik ve gülümseyen suratlar olmasıdır. İçerdeki kalabalıkla otopark ise büyük tezatlık içerisindedir. İçerideki binlerce çeşit oyuncak; insanları nehir gibi oradan oraya sürüklerken, dışarı çıkan insan yalnızlığına, gerçek yaşamdaki oyuncağına, yani otomobiline dönmektedir.
Öncede halüsinasyon olarak tanımlanan sanrı, sanal gerçekliğin “gerçekliğini” yoğunluklu olarak açıklayabilmek adına oldukça etkili bir kavram. Sanrı “dış gerçekliğe ilişkin hatalı bir çıkarımın gerçekte varlığını iddia etme ve aksini kabul etmeme durumu” olarak tanımlanır. Sanal gerçekliğin bireyler ve toplumlar üzerindeki etki alanı da gerçekte var olmayan durumları varmış gibi göstermek, hissettirmek ve yeni bir gerçeklik yaratmak üzerine kuruludur. Sanal gerçeklik yalın gerçekliğe ne kadar yakınlaşırsa o kadar başarılı sayılır. Gerçekleştirilmek istenen düşler, durumlar mevcut olan gerçekliğe sığmaz. Bu yüzden hep mükemmele ulaşma, mükemmeli hayal etme güdüsü taşır. Ve bitmek bilmeyen bir döngü oluşmuş olur.
Bireylere “ikinci bir hayat” vadeden sanal gerçekliğin yaptığı; bireyleri mevcut gerçeklerden uzaklaştırmak, mevcut gerçekleri görmezden gelecek hale getirmektir. Sistemin yarattığı dünyada, sistem içerisinde görmek istediklerini gören birey; gittikçe mevcut gerçeklikten uzaklaşmakta, kopmakta ve yalnızlaşmaktadır. Böylelikle de sistem kendini koruma altına almakta ve bireylerin düş dünyasına saldırarak yaşayamadıkları gerçekliğin bir tesellisini sunmaktadır.
Bireyin kendini kaptırdığı bu yeni dünya; var olan dünyadan, yani eski dünyadan kurtuluş değil, sistemin sağladığı seçenekleri takiben yapılan sahte bir kaçıştır.
Ece Uzun
Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 27. sayısında yayımlanmıştır.
The post ” SANAL GERÇEK ” – Ece Uzun appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>