The post Meksika’da Mülteci Statüsü İçin Eylem Gerçekleştiren Karayipli Göçmenlere Polis Saldırısı appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post Meksika’da Mülteci Statüsü İçin Eylem Gerçekleştiren Karayipli Göçmenlere Polis Saldırısı appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post Bosna Hersek’te Göçmenler Çıkan Yangının Ardından Açlık Eylemine Başladı appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>Devlet ise göçmenleri “tadilat” bahanesiyle kamptan çıkarttı. Ordu 1 Ocak’ta kampın yıkıntılarına yakın bir yerde geçici çadırlar kursa da bu çadırlar henüz göçmenlerin kullanımına verilmedi. Göçmenler şu anda derme çatma çadırlarda yaşamak zorunda.
Her ne kadar bağımsız yardım kuruluşlarından gıda yardımı gelse de göçmenler en önemli ihtiyaçlarının soğuğa karşı barınma olduğunu belirterek açlık eylemine başladılar.
The post Bosna Hersek’te Göçmenler Çıkan Yangının Ardından Açlık Eylemine Başladı appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post SAVAŞ STRATEJiLERi : Masada Hüsran, Sahada Yenilgi, Sınırda Şantaj – Emrah Tekin appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>Sadece yaşadığımız topraklarda değil dünyada gündem olan virüs salgını nedeniyle Suriye’deki savaş gündemden düşmüş gibi duruyor. Ancak TSK’ye bağlı birliklerin Suriye’de hava saldırısına uğraması sonucu 34 askerin ölmesinden önce de Suriye’deki savaşın pek gündemde olduğundan bahsedemeyiz. Yani Suriye’deki savaş her an gündemdeki yerini tekrar alabilir. Çünkü yıllardan beri belirli olaylar yaşandıkça gündeme gelen ama hep süren savaş, yeni görünümüyle de olsa devam ediyor.
Şu an inisiyatif Suriye -daha doğrusu- Rusya’da. Suriye’de iktidarı almaya çalışan cihatçılar TC sınırları yakınındaki İdlib’e sıkışmış durumda. Suriye’nin birçok bölgesinden kaçmak zorunda kalan cihatçılar Suriye’nin de yönlendirmesiyle İdlib’e gitmişti. İdlib’se savaşın ilk yıllarından beri cihatçıların en rahat ettiği bölgelerin başında geliyor. Suriye merkezli olarak yaşanan en önemli son gelişme, TC’nin İdlib’teki cihatçıları temsilen, Rusya’nın da TC’yi temsilen yer aldıkları masada varılan anlaşma. İktidarın kaynak sağladığı, artık anaakım haline gelmiş olan medya her ne kadar bu anlaşmayı bir ateşkes olarak değerlendirmiş olsa da Suriye’de silahların susturulduğundan bahsedemeyiz. 5 Mart 2020’de imzalanan bu anlaşmaya giden süreçse Şubat’ın sonlarında başladı.
Şubat’ın 27’sini 28’ine bağlayan gece -TC’nin Suriye Ordusu’na İdlip’te aldığı yerlerden çekilmesi konusunda verdiği “ültimatomun” dolmasına az bir süre kala- TSK’ye bağlı birliklerin hava saldırısına uğraması sonucu resmi rakamlara göre 34 asker ölmüştü. Saldırı, TC kaynaklarına göre Suriye tarafından gerçekleştirildi. Ancak durduğumuz yerden anlaşılan, TSK’ye bağlı birliklerin olmaması gereken yerde yani cihatçıların bulunduğu bölgede olmasıydı. Rusya Savunma Bakanlığı tarafından yapılan açıklamada Ankara’ya verilen ince mesajda, TSK unsurlarının Soçi Mutabakatı uyarınca oluşturulmuş gözlem noktalarından çıkmamaları gerektiği belirtiliyordu. Rusya’nın bunun böyle olmadığını bildiğini ve İdlib’te inisiyatifi ele almaya çalışan TC’yi sıkıştırmak için hava saldırısı gerçekleştirilmesine vesile olduğunu anlamak zor değil.
Rusya ısrarla vurguladığı bu açıklamalarıyla aslında TC’nin, tüm dünyanın terör örgütü olarak kabul ettiği El Kaide türevi HTŞ ile sahadaki ortaklığına vurgu yapıyordu. Çünkü TC, ya Rusya’ya verdiği bilgide TSK’ye bağlı birliklerin olmaması gereken yerde olduğunu söyleyecek ya da Rusya’nın kendi askerlerini öldürmeyeceğine güvenerek hareket edecekti. TC, Rusya’nın kendi askerlerini öldürmeyeceğine güvendi ama Rusya -daha doğrusu Putin- pek de öyle hareket etmedi. TC bu güvenin bedelini de kendi açıkladığı sayıya göre 34 askeriyle ödedi. Ve TC, resmi olarak açıklamadığı ama içinde yer aldığı savaşta iyiden iyiye kendini belli etmenin eşiğine geldi. Sonuçsa diplomatik aşağılanmalar eşliğinde 5 Mart’ta istemeye istemeye imzalanan anlaşma oldu. Bu aşağılanmayı katmerleyen bir diğer gelişme de 5 Mart öncesi beliren Rusya tehdidine karşı NATO-ABD ipine sarılıp askeri değil, belli belirsiz bir diplomatik destek sözü alabilmek oldu.
Dış politikada aşağılanan iktidar, bunu iç politikada bir zafer olarak sunma “başarı”sını gösterebildi ve savaş fırsatçılığı yaparak bu durumdan ekonomiden göçmenlere kadar birçok konuda faydalanmaya çalıştı.
Devletin Savaş Fırsatçılığı
Halklar açısından bu kadar büyük yıkımlara yol açan Suriye Savaşı’nın, diğer taraftan TC başta olmak üzere bölgesel ve küresel devletler açısından “kullanışlılığı” son derece aşikar. TC, Suriye’deki savaşı iç politikada milliyetçiliğin yükseltilmesi; OHAL ve benzeri baskı uygulamalarıyla sokak muhalefetinin bastırılması için araçsallaştırdı. Muhalefeti bastırma konusunda “Savaşa Hayır” içerikli eylemlere izin verilmeyeceğini açıklayacak kadar ileri gitti. Muhalefeti ezerken benzer şekilde Afrin, Fırat Kalkanı ve Bahar Kalkanı gibi bölgelerdeki askeri ve idari varlığıyla iktidar, milliyetçi-muhafazakar tabanına yönelik “Neo Osmanlıcı” vaatlerinin altını fiilen doldurdu.
Biliyoruz ki savaşlar, devletler için sınırları dahilindeki muhalefeti bastırmanın, iktidara yönelik sesleri susturmanın, eylemleri durdurmanın, toplumu “olağanüstü hal” uygulamalarına alıştırmanın süreçleridir. Savaş süreciyle beraber devletin “demokratik” uygulamaları rafa kaldırılır. Toplumsal baskı ve pasifizasyon artar.
Savaş karşıtı eylemlerin yasaklamasıyla net olarak gördük ki savaş vesilesiyle mevcut işleyişe yönelik aykırı söz ve eylem cezalandırılacak, devlet şiddeti en belirgin haline bürünecektir. Devlet bir yandan bu süreçleri istediği gibi şekillendirirken diğer yandan savaşı, bir örneğini Batı’ya salladığı göçmen sopası politikasında gördüğümüz üzere, ekonomik amaçları için kullanacaktır.
Ekonomik Krize Çözüm Olarak Savaş
Ekonomik kriz ezilenlerin yaşamlarını yok ediyor; ekonomik kriz, savaşla hasır altı ediliyor!
Aralık ayında asgari ücret açıklanmıştı: 2.324 TL! Sendikaların açıklamalarına göre dört kişilik bir ailenin sağlıklı, dengeli ve yeterli beslenebilmesi için yapması gereken aylık gıda harcaması tutarı (açlık sınırı) 2 bin 219,45 TL. İşçiye açlık sınırından sadece 105 tl fazlası reva görülmüş. Üstelik Türkiye’de çalışan işçilerin %43’ü asgari ücretle çalışıyor. Aynı yıl TC devletinin TSK için harcadığı bütçe ise 19 milyar dolar.
“Fırat Kalkanı Operasyonu” ile gerçekleştirilen işgal harekatında kullanılan altı adet İHA(İnsansız Hava Aracı) Bayraktar ailesine ait Baykar Makina adlı şirketten alınmıştı. Bayrak Makina’nın başında ise Erdoğan’ın diğer damadı Selçuk Bayraktar bulunuyor. Meclis’e verilen soru önergesi ile dönemin Milli Savunma Bakanı Fikri Işık’ın açıklamasına göre altı İHA’ya ödenen para 36 milyon dolar olmuş. Üstelik Baykar Makina bu ihalede vergiden de muaf tutulmuş. Hatırlayacaksanız 2018 Ağustos aylarında yaşanan dolar artışı krizi sırasında Erdoğan doların artışını durdurmak için halka dolar bozdurma çağrıları yapmıştı. Ama damadı görmezden gelmiş ki ihale dolar üzerinden gerçekleştirilmiş!
2019 verilerine göre Türkiye’deki 25 milyarder patronun serveti 43,1 milyar dolar ediyor. Son altı yılda geçinemediği için intihar eden işçi sayısı ise 351!
Patronlar servetlerine servet katarken meclis önünde “Geçinemiyorum!” diyerek kendini yakan inşaat işçisi, oğluna pantolon alamadığı için intihar eden torna işçisi, iş bulamadığı için belediye başkanının önünde kendisini yakan genç işçi, aldığı maaşla ay sonunu getiremediği için sonunda kendisini 1600 derecelik demir eritme kazanına atan sanayi işçisi…
Kimi çalışıyor, elde avuçta olan geçinmesine yetmiyordu; kimi iş arıyor, bulamıyor, bir lokma yemeğe muhtaç bırakılıyordu. Ekonomik kriz ezilenleri yaşamdan koparacak noktaya getirirken zenginler servetlerinden bir şey kaybetmek bir yana dursun krizi fırsata dönüştürüp yeni savaşlar yaratarak paralarına para katıyordu. Yeni savaşlar yeni ihaleler demekti onlar için. Televizyonlarda savaş çığırtkanlığı yapma ve süsleyip püsleyip “şehit asker” haberleri verirken sorgulanamayan ihalelerle pastadan paylarını büyütme dönemleriydi. Suriye Savaşı’nın içeriye ekonomik faturası “şehitler tepesi” gibi süslü sözlerle gizlenmeye çalışıladursun, TC -bir benzerini Rusya’nın başarıyla uyguladığı- savaşı “yerli ve milli” silahlarını pazarlayacağı bir “showroom” olarak araçsallaştırmanın da peşinde. Ancak TC, her açıdan bir Rusya olmadığı için, bu stratejinin tutup tutmayacağı ise koca bir soru işareti.
Savaşın Teferruatları: Göçmenler
Suriye’nin İdlib bölgesinde TSK’ye yapılan hava saldırısı sonrasında, devletin göçmenlerin kara ya da deniz yoluyla Avrupa’ya geçişlerini engellememe kararı aldığı bildirilmişti. AKP Sözcüsü Ömer Çelik “Mülteci politikamız aynıdır ama ortada bir durum var, artık mültecileri tutabilecek durumda değiliz.” dedi. İzmir, Çanakkale ve İstanbul’daki birçok göçmen, sahillere ve Trakya’ya yönlendirildi. Uzun zamandır Avrupa, İdlib’deki durumun kötüleşmesi halinde Türkiye’deki göçmenlerin Batı’ya hareketinin hızlanmasıyla tehdit ediliyordu. Suriye sahasında alınan yara sonrası önce NATO devreye sokulmaya çalışıldı. Ancak NATO, TC’nin arkasında olduklarını açıklasa ve Rusya’yı kınasa da bundan öteye gitmedi. TC’nin İdlib’te eksikliğini en çok hissettiği nokta hava sahası konusu. Hava sahasını kullanamayan TC, kendisine yönelik gerçekleştirilecek olan hava saldırılarını da durduramıyor. TC buna karşı son çare olarak da Rusya’dan geçtiğimiz aylarda S-400 almak uğruna kendisinden vazgeçtiği Patriot sistemini görüyor. Ancak köprünün altından çok sular aktı ve TC umduğunu bulamadı. Askeri anlamda aradığını NATO’dan ve ABD’den bulamayan TC, Avrupa’yı zorlamaya ve buradan kendisine bir yarar sağlama yoluna gitti.
Bunun için de göçmenleri her fırsatta bir koz olarak kullanan devlet, 27 Şubat sonrasında bu kozuna hevesle sarıldı. AB’ye ve Batı’ya vermek istediği mesajı açık olarak veremeyenler, insan yaşamları üzerinden tehditlerle Suriye’de kendisine destekçi aradı. Bu hareket Avrupa tarafından pek hoş karşılanmasa da onlar bu tehdit sonrasında TC ile anlaşma yoluna gittiler. TC ile Yunanistan sınırı arasında sıkıştırılan göçmenlere yaşatılan her şey gözlerimizin önünde gerçekleşti. İçişleri Bakanı açıklamalarıyla onbinlerce kişi sınırı geçmiş gibi lanse edildi. Yaşadığımız topraklardaki faşistler de Suriye’deki savaştan kaçıp bu topraklara sığınmış göçmenlere mahallelerde saldırdı. Faşist saldırılarla birlikte göçmenler, evlerini ve dükkanlarını terk ederek Avrupa’ya gitmeleri için tehdit edildi. AB ile yapılan anlaşmadan sonraysa her şey “normale” döndürüldü.
Göçmenleri kendi stratejik pozisyonu için kullanmaktan çekinmeyen ve bunu medyası aracılığıyla dünyaya servis eden devlet, kendisine alan açmaya ve “üzerinde oyunlar oynanan” devlet değil “oynayan” devlet olmaya çalışmaktadır. Bu uğurda seçimlerde propaganda unsuruna dönüştürülen ne ensarlık kaldı ne de muhacirlik.
Devletlerarası Stratejik Pozisyon
Devletin tezkere sonrası aleni hale gelen savaş stratejisi, sadece mevcut bölgedeki siyasi ve ekonomik kazanıma odaklı değildir. Hedeflenen, aynı zamanda devletlerarası siyasi arenada “sözü geçen devletler”den biri olmaktır. Libya’dan Kıbrıs’a, Mısır’dan Suriye’ye sürmekte olan savaşlarda taraf olmak, taraflardan birini desteklemek, doğrudan savaşa müdahil olmak gibi eylemlerle bu arenada pozisyon almayı hedefleyen devlet, iç politikadaki “başına buyrukluğu” sınırları dışında da işletmeye çalışıyor. Bu başına buyrukluk, “fetih politikalarına” evriltilerek sınırlar dahilindeki milliyetçi muhafazakar zihniyetten her koşulda destek sağlanıyor. Dış politikada sözü geçen devlet imajı çizilerek, saldırgan politikalarla statü elde etmeye uğraşarak meşruluk sağlanmaya çalışılıyor.
Destansı söylemlerle uzun vadeli hedeflerini (2023, 2071 gibi) her fırsatta dile getirenler için ne 27 Şubat’ta yaşananların ne de başka zaman yaşanacak can kayıplarının önemi vardır. Devletçi söylemlere uygun şekilde yoğrulan her megaloman proje, ırkçı niyetler ve kutsallıkla pazarlanırken savaşta kaybedilen canların hesabı sorulamamakta ve devletin şehitlik muğlaklığında eriyip gitmektedir. Devletlerin çıkarları uğruna birer “teferruat” olarak görülenler bir sonraki hafta, ay ya da yıl hatırlanmayacaktır.
İktidarlar, kendi çıkarları uğruna milyonlarca insanın yaşamlarını talan etmekten çekinmemekte ve her savaşta olduğu gibi bu savaşta da ezilenleri daha fazla ezmeye çalışmaktadır. Mevcut iktidar ise “sahada ve masadaki” bozgununu, içeride de ekonomik ve siyasi krizini savaşla gizlemenin peşindedir. Ezilenler olarak yapmamız gereken iktidarların savaşında birer piyon olmak değildir. Bizim yapmamız gereken talan edilmeye çalışılan yaşamlarımızı savunmak, bütün savaş propagandalarına karşı mücadelemizi sürdürmek ve özgür bir dünyayı inşa etmektir.
Emrah Tekin
Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 52. sayısında yayınlanmıştır.
The post SAVAŞ STRATEJiLERi : Masada Hüsran, Sahada Yenilgi, Sınırda Şantaj – Emrah Tekin appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post Yunanistan Sınırında Göçmenlere Gazlı Saldırı appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>İdlib’de T.C. askerlerine düzenlenen saldırı sonrasında T.C. devleti göçmenler üzerinden avrupa devletlerini tehdit etmişti.
AKP Sözcüsü Ömer Çelik’in, “Mülteci politikamız aynıdır ama ortada bir durum var, artık mültecileri tutabilecek durumda değiliz” açıklamasıyla adeta göçmenleri Yunanistan sınırına gitmeyi teşvik eden devlet göçmenlerin hayatını tehlikeye atmış oldu. Göçmenler İstanbul’dan sınırlara doğru otobüs ve taksilerle yola çıktı ve dün Edirne’de bir grup göçmen Yunanistan sınırına yürüdü. Pazarkule sınır kapısında bekleyişlerini sürdüren göçmenlere Yunanistan askerleri gaz bombalarıyla saldırdı.
Aralarında çocukların da bulunduğu çok sayıda kişi atılan gaz bombalarından etkilendi.
The post Yunanistan Sınırında Göçmenlere Gazlı Saldırı appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post Trump Göçmenlere Karşı Orduyu Kullanacak appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>
Orta Amerika’nın çeştli bölgelerinden ABD’ye ulaşmak için yola çıkan binlerce insan Meksika Guetemala sınırında büyük bir konvoy oluşturdu.
Bunun ABD için büyük bir tehdit oluşturduğunu iddia eden Trump: “Üzücü bir şekilde, Meksika polisi ve ordusunun güney sınırımızdaki konvoyu durduramadığı görülüyor. Suçlular ve kimliği belirsiz Orta Doğulular karışmış durumda. ABD Sınır Devriyesi’ni ve orduyu alarma geçirdim. Bu ulusal güvenliği ilgilendiren bir konu. Kanunlar değişmeli” dedi
The post Trump Göçmenlere Karşı Orduyu Kullanacak appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post “Galaksiler Arasında Kaybolmuş Karıncalar” – Merve Arkun appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>Göçmenler ya da mülteciler… Onları sürekli bir grup olarak adlandırıyoruz. Sınırı geçenler, “yakalananlar”, geri gönderilenler ya da boğulanlar; kara kuru olanlar ve fakir coğrafyaların insanları…
Onların kendi varlıklarını düşünmeden hepsini aynılaştırsak da yaşadıkları yeri, ailelerini, kültürlerini, geçmişlerini bırakıp daha iyi bir yaşam hayalinin peşinden yollara düşenler için yaşam çoğu zaman sözcüklerle ifade edebileceğimiz cinsten değil. Bilmedikleri ve tanımadıkları insanlar arasında, kimi zaman hiç konuşamadıkları bir dilin konuşulduğu yerlere mecbur bırakılanlar için anlatılanlar nafile.
Peki onları “göçmen” ya da “mülteci” kitleselliğinden ya da bir “tanım”a sıkıştırılmaktan çıkaran ne diye düşündünüz mü hiç? Aşmaya çalıştıkları sınırların “güvenlikleri” tarafından alıkonulmaları ve sonrasında “geri gönderilmeleri”, bindikleri botun devrilmesi, kaçakçıların ağzına kadar doldurduğu teknelerinin denizin ortasında batması, trajik ölümleri ya da maruz kaldıkları toplu katliamlar mı?
Alan Kurdi’yi unuttunuz mu?
Pateh Sabally, son iki sene içerisinde Afrika’dan İtalya’ya göçen 200 binin üzerindeki göçmenden yalnızca biriydi. Sabally’nin ismini eğer böyle okuyorsak, onun ölümünün trajikliğinden duyduğumuz bir kaygımız elbette yok demektir.
Pateh Sabally, geçtiğimiz ay Venedik’te bulunan Büyük Kanal’a atladıktan sonra görüntülendi ve onun henüz canlıyken kaydedilen görüntüleri birçok yerde yayınlandı. Yani söz konusu görüntünün kaydedildiği süre içerisinde Pateh aslında hayattaydı. Peki sonra ne oldu?
Pateh nehre atladıktan sonra kaydedilen görüntülerde boğulmakta olan Gambiyalı bir gencin dışında dikkat çeken başka şeyler de vardı. O boğulurken çekilen görüntülerde Pateh’e seslenenlerin konuştukları da açıkça duyuluyordu; “aptal ölmek istiyor”, “devam et, ülkene geri dön”…
Kaydedilen bu görüntü, Pateh’in gözden kaybolmasıyla son buldu. Ama hemen ardından, onun ölümüyle ilgili tartışmalar başladı.
Pateh boğulurken yanından geçen bir turist vapurundan kendisine atılan can simitlerini yakalayamadığından, ölümünün pek tabii “intihar” olabileceği belirtildi. Yani o da bugüne değin yaşamını yitiren sayısız göçmen gibi, içinde bulunduğu “büyük trajedi”nin kurbanı oldu. O boğulurken, birçok kişinin gözleri önünde yaşamını yitirirken, ölümü elbette yine kendi suçu oldu; Pateh’in yaşadığı bu “mağduriyet”i izleyenler ise tabi ki masumdu.
Daha iyi yaşamın peşinde bilmedikleri bir yola çıkan ve bu yolda çoğu kez yaşamını yitiren sayısız göçmen için yaşananları anlatabilecek sözcükler ya da yazılacak yazılar yok. 1995 yılında çekilen La Haine filminin o meşhur sahnesinde, gettolarda yaşayan göçmenler Vinz ve Hubert arasında geçen bir diyalog dışında; “Kendimi galaksiler arasında kaybolmuş bir karınca gibi hissediyorum”…
Merve Arkun
Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 36. sayısında yayınlanmıştır.
The post “Galaksiler Arasında Kaybolmuş Karıncalar” – Merve Arkun appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post “Gerçekten Gerçek” – Özgür Erdoğan appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>
Gerçeğin Anlamsızlaştırılmasıyla Sıkıştırılıyoruz!
Gerçeğe duyulan güven azaltılırken, yalanlar manipülasyonla iktidarın iletişim biçiminin gerçeği oluyor. Gerçek, titizlikle saklanarak, bozularak, anlamsızlaştırılarak; bireyler ve toplumlar kendi yaşamlarından uzaklaştırılıyor; daha da ötesi aptallaştırılıyor.
Bir Şeyler Değişirken…
Belki de birçoğumuz hissediyoruz ve tanıklık ediyoruz; dünyada bir şeyler değişiyor. Sınırlar yerinden oynuyor. Yeni bir kavimler göçü Avrupa’nın kapılarını döverken, birilerinin maskesi düşüyor “Avrupanın Değerleri” denen safsata rafa kaldırılıyor. Savaş, terör ve terörist kavramları yeniden yazılırken, savaşın biçimi de değişiyor. Metropollerin ortasında patlatılan bombalar, bir gecede dümdüz edilen şehirler farklı isimlerle yeni savaş kavramlarını süslüyor. Dünyayı sofra, kendilerini ev sahibi ilan edenlerin akşam yemeklerine yeni misafirler ekleniyor, kimisi masadan kovuluyor. Yaşadığımız coğrafyada ve dünyada “otoriter popülizm” ya da “alternatif sağ” denilen yeni bir tür faşizm yükseliyor. Sosyal medya ve sanal ağlar, günbegün yaşamlarımızı kuşatırken; merkez medyalar daha da çirkinleşip daha da çirkefleşiyorlar.
Asıl önemlisi, tüm bunların nedeni ve aynı zamanda sonucu olarak, “gerçeklik” algımız sakatlanıyor. Doğruya ve gerçeğe duyulan güven azalırken, yalan ve manipülasyon asıl iletişim biçimi halini alıyor. Gerçek, titizlikle saklanarak, bozularak, anlamsızlaştırılarak; bireyler ve toplumlar kendi yaşamlarına kör ediliyor; daha da ötesi aptallaştırılıyor.
Yeni Bir Tür Bilgisizlik
Bombalarla parçalanmış bedenler, harabeye çevrilmiş kentler, uc uca eklenmiş yollar, köprüler, tüneller, Partili – Partisiz cumhurbaşkanlığı, suikaste uğrayan bir Rus Büyükelçisi, Avrupa Birliği ile ilişkiler, Trump’ın başkanlık zaferi, Brexit kararı… Pek tabii ki, aynı sahada onlarca oyuncunun olduğu bir tenis maçını seyreder gibi bütün bunları takip etmeye çalışan insanlar. Kimisi telefonun ekranına, kimisi televizyonun ekranına kimisi de, bir başkasının ağzına bakarak anlamaya; öğrenmeye çalışıyor çevresinde ve dünyada neler olup bittiğini. Fakat ortada birbiriyle çelişen o kadar çok bilgi dolanıyor ki, kimse hangisinin doğru olduğunu bilmiyor. Sosyal medyada “Halep’te katliam var” başlığının altında bir dolu katliam fotoğrafı paylaşılıyor bir iki saat sonrada bunların yalan olduğu ortaya atılıyor… Çok geçmeden haberi yalanlayan haberde yalanlanıyor…
Bilgiye ulaşmak açısından bütün avantajlarına rağmen, bir bilginin çok farklı kaynaklardan, farklı yorumlanarak, değişik kullanıcılarına ulaşıyor olması sosyal medyanın başlı başına “gerçekliği zedeleyen” bir özelliği olarak ele alınabilir. Üstüne üstlük, iktidarlarında bu alanı “kendi ellleriyle yarattıkları trol ordularıyla” çok iyi manipüle etmesiyle, merkez medyanın “tek yönlü iletişimine” karşı, “çoğulcu” ve “katılımcı” bir alternatif olarak gösterilen sosyal medyada ya inandırıcılığını yitiriyor ya da -en azından kendi alıcısına karşı- merkez medyanın söylemlerinin yinelendiği bir mecraya dönüşüyor. Ortaya atılan bir yalan haber, -Facebook’un bir özelliği olarak- benzer kullanıcılar arasında yayılarak, büyüyor ve kendi gerçekiğini kazanıyor. Doğru haber ya da bilgi ise zaten o haberin doğruluğunu bilen azınlık arasında dolaşıp, toplumun diğer kesimlerine ulaşmıyor; ulaşamıyor.
Dahası gerçeğin bu şekilde anlamsızlaşması “yeni bir bilgisizlik” üretiyor. Fakat bu bilgisizliğin kaynağında “bilgi eksikliği” değil; “bilgi kirliliği” yatıyor. Dolayısıyla burada kimilerinin iddia ettiğinin aksine, eğitimli ya da eğitimsiz olmak manasını yitiriyor.
Nihayetinde “izleyiciler” izleyici olmaktan çıkıp, sahneye doğru yürüyebilecek bir gerçeğe ya da gerçekliğe bir türlü erişemiyor. Herkes, olan biteni buzlu bir camın ardında izliyor. Kısacası gerçeklik eriyor; anlamsızlaşıyor; atıllaşıyor.
Bir Yalan Nasıl Olur da, Bir Gerçeğe Dönüştürülür?
Yazının başında bahsettiğimiz gibi, dünyada bir değişim var ve bu değişimin en belirgin sonuçlarından ve yaratıcılardan biri de, “Alternatif Sağ” ya da “Otoriter Popülizm” diye adlandırabileceğimiz bir iktidar biçimi.
Özellikle son 3-5 yıldan bu yana, Avrupa’da ve ABD’de hatta yaşadığımız coğrafyada da, “muhafazakar” hareketlerin güçlendiğini görüyoruz. Fakat bu hareketler bildiğimiz anlamda; sisteme içkin olan ve tahmin edilebilir hamleler yapan “merkez sağ” hareketlerinden farklı olarak oldukça marjinal çıkışları, kaba bir popülarizmi birer yöntem olarak kullanan hareketler. İngiltere’de halkın Brexit kararını vermesinde etkili olan UKIP (Birleşik Krallık Bağımsızlık Partisi) lideri Nigel Farage, ABD’de başkanlık seçimlerini kazanan Donald Trump, Fransa’da ırkçı Ulusal Cephe’nin lideri olan Marine Le Pen, Hindistan’ın iktidar partisi Bharatiya Janata’nın lideri Narendra Modi ve hatta yıllardan beri özellikle Taksim Gezi sürecinin -devamından bu yana- bu stratejileri kullanan AKP ve lideri Recep Tayyip Erdoğan’da bu akımın temsilcileri arasında sayılabilir.
Peki, nedir bu tarz liderlerin ve hareketlerin alamet-i farikaları?
Bu iş için öncelikle tehlikelerle kuşatılmış bir coğrafya (olmazsa yaratılır) ve bu tehlikeleri savuşturabilecek mesihvari bir lidere ihtiyaç duyulur. Bu zat “halktan biri gibi davranan”, “halkın değerlerini önemseyen”; kendinden önce, “halkı hakir gören” elitlerin tahtını sarsan ve ülkeyi eski şanlı günlerine taşıyabilecek projelere sahip olan bir “dünya lideri” olmalıdır. Kimisi yerli ve milli değerleriyle Osmanlı olmaya koşarken, kimisi Büyük Britanya krallığını geri çağırabileceğini; kimisi de Amerika’yı eski şaşalı günlerine çevirebileceğini iddia eder. Burada muhakkak bir düşman vardır. Bu düşman genelde dini ve etnik değerlere göre belirlenir. Bir yanda “göçmenler”, diğer yanda “Kürtler” dış mihraklarla bir olup ülkenin düzenini, insanların refahını, ekonominin istikrarını bozmaktadırlar. Yüzyıllardan beri, milliyetçilik ve din ilüzyonuyla içleri oyulan toplumlar, bu çerçevedeki söylemlerle ayık tutulur. Çevrelerinde bir hayranlık halesi oluşturan bu liderler, zaman içerisinde bunu katıksız bir bağlılığa ve biata dönüştürürler. Durmadan yalan söylerler, her şeyi çarpıtırlar. Yalanlarının ortaya çıkmasını umursamazlar. Bir yalanları ortaya çıktığında, daha büyüğünü söylerler. Zaten eski siyaset ve siyasetçilerden herhangi bir beklentisi kalmayan insanlar; çoğu zaman bile isteye, kimi zamanda istemeden bu yalanlara inanırlar. Ve inanılan her bir yalan, halkla lider arasındaki bağı daha da güçlendirir. Belirli süre sonra, iş öyle bir noktaya varır ki, gerçek bütünüyle ortadan kaybolur.
Aslına bakılırsa, bu aynı zamanda bir suç ortaklığıdır. Liderlerinin vatan, millet, sakarya söylemleri ile bir savaşa girmesini desteklemiş olan halk, bu savaşta yıkılan şehirleri, katledilen insanları bir şekilde vicdanında ve zihninde meşrulaştırmaya ihtiyaç duyar. Çoğu zaman bunu kendi yapamadığından lider tekrar devreye girer ve daha büyük bir yalanla gerçeği daha da diplere iter. Bu böyle sürer gider, her bir yalanda suç ortaklığı büyür, yeni yalanlar ötekini doğurur. Bu dakikadan sonra, bağımsız, objektif bir gerçeklikten söz edilemez. Gerçeklik liderin iki dudağının arasındadır. Bir şeyin varolup olmaması, liderin sözlerine bağlıdır.
Yaşadığımız topraklarda, son dönemde yaşanan olaylar ve gelişmeler bizler için böyle bir akımın pek de yeni olmadığını gösterir nitelikte. İktidar öyle çok, öyle hızlı yalanlar söylüyor ve söyledikleri yalanları yine kendileri öyle hızlı yalanlıyorlar ki, iktidara yakın yayın organları bile çoğu zaman onlara yetişemiyor. Örneğin, dünün öfkeli gençleri ya da direniş hareketi sayılan IŞİD ve El Nusra bir gün içerisinde düşman addedilip eli kanlı teröristler haline gelebiliyor. Rus uçağının düşürülme emrini ben verdim diyenler, çok değil birkaç ay sonra, bu bir “FETÖ Komplosudur” diyebiliyor. Bir zamanlar iktidarını paylaştığı bir cemaati aralarındaki çıkar çatışmaları yüzünden tamamiyle ortadan kaldırmaya çalışıyor. Üstüne üstlük, bu yapıyı büyüten ve onun semirmesini sağlayan kendisi değilmiş gibi kendisine muhalif olan birbirleriyle alakasız tüm diğer kesimleri de “FETÖ”cü olarak yaftalayabiliyor.
Nihayetinde tüm bu olanlar liderin hayranları tarafından görmezden geliniyor. 2023 hedefleri, Neo-Osmanlıcılık, Malazgirt Zaferleri, 15 Temmuz Şehitleri ve benzeri efsaneler, kendi gerçekliğini yaratmıştıyor. Ve artık bu gerçeklikte gerçekliğe zerre kadar yer kalmıyor.
Gerçek-Ötesi Zamanların Kazananları ve Kaybedenleri
İşte tam da bu tartışmaların alevlendiği noktada Oxford yılın sözcüğü olarak Post- Truth sözcüğünü seçmiş ve bunu şu şekilde tanımlamıştır: “tarafsız gerçeklerin kamuoyu fikrini etkilemede duygulara ve kişisel inançlara cazip gelen şeylerden çok daha az etkili olması durumuyla ilgili olan ya da bu anlama gelen.”
Kavramın kendisi her ne kadar 7-8 yıl önce ortaya atılmış olsa da, tam Trump’ın seçilmesinin arifesinde, liberaller-demokratlar tarafından tartışılmaya başlanması bir tesadüf değil. Tıpkı bu coğrafyaya bu meseleyi ithal edenlerin, eski sistemde kısmen de olsa söz sahibi olan liberaller ve Kemalistler tarafından tartışılmasının tesadüf olmaması gibi.
Ellerini iki yana açarak “bu insanlar tüm bunlara nasıl inanıyor?” diye şikayet eden bu zat-ı muhteremlerin de asıl derdi “Gerçeğin Anlamsızlaştırılması” değil, kendi varoluşlarının gitgide anlamsızlaşmasıdır. Çünkü yeni yeni kendini gösteren bu “gerçekdışı” durum, bir önceki gerçekliğin haylaz, terbiyesiz, şımarık ve dizginlemez çocuğundan başka bir şey değildir.
Bu liberal anlayış özellikle 2. Dünya Savaş’ından sonra kendi gerçekliğini yaratmış, insan hakları, demokrasi, uygarlık söylemlerinin altında kapitalizmin yürütücülüğünü yapmıştır. Bu söylemleri istediği zaman uygulamış, istemediği zaman uygulamamıştır. Fakat bugün, bu anlayış devletler ve kapitalizmin toplumların ve dünyanın üzerinde yarattığı tahribatı onaramadığı gibi; aynı zamanda bunu gizleyememiştir ve inandırıcılıklarını yitirmişlerdir. Dolayısıyla, artık kapitalistlerin onlara biçtiği rolü layıkıyla yerine getiremedikleri için, kapitalizm görevi kimi yerlerde “otoriter popülaristlere” devretmiştir ya da bu akım bu boşluktan faydalanıp görevi kapmıştır.
Fakat buradan ikisinin de kapitalizm ürünü olarak aynı şey olduğunu söylemek gibi bir hataya düşmemek gerekir. Elbette ikisi de yalan söylemektedir. Elbette Irak’ta Körfez Savaşı’nı bin bir yalanla çıkartanlar, bugün cumhuriyetçileri yalancılıkla suçlayan demokratların ta kendisidir. Elbette bugün, Recep Tayyip Erdoğan’ı tek adam olmakla suçlayanlar, tek adam geleneğini bütün şiddetiyle 1923’den bugüne taşıyanlardır. Bununla beraber bu ikisini aynılaştırmak, bugünün devrim öncesi İran’ıyla, devrim sonrası İran’ı ikisi de müslümandı diyerek aynılaştırmak kadar abestir.
Peki Hangi Gerçek?
Gerçeğin kırılması, gerçeğin anlamsızlaştırılması elbette yeni bir şey değildir. Genel itibariyle, kişinin yaşamla dolayımsız bir ilişki kuramadığı; kurulmasına izin verilmediği her durum “gerçekliğin anlamsızlaştırıldığı” birer vakadır. Bu durum da, gerçekliği her zaman kendi ihtiyaçları doğrultusunda dönüştüren iktidardan bağımsız düşünülemez. Dolayısıyla iktidar, varlığını biraz da gerçekleri manipüle edebilmesine borçludur.
Yaşamın kendisine bir meydan okuma olan iktidar, yaşamın karşısına her zaman bir kurgu ile çıkmak durumunda kalmıştır. Dinler, uluslar, devletler ve kapitalizm bu kurgunun hem yaratıcısı hem de birer parçasıdırlar.
Son kertede, iktidar kendi gerçeğini yaratıp, bireyi ve toplumları bir kurguya mahkum ederek, kendi gerçekliklerinden uzaklaştırmış ve köleleştirmiştir. Devlet ve kapitalizm de, tarihleri boyunca farklı kurgularla bu oyunu sürdürmüş, kölelerin gerçeklik yani özgürlük arayışı da bugüne kadar süregelmiştir. Ancak bu kurgular her zaman birbirinin aynısı olmamıştır, hatta bazen kurguyu yapanlar da o kurgu içerisinde kaybolmuş gerçeklik freni patlamış bir kamyon gibi içindekilerle beraber bir uçurumdan aşağıya doğru son sürat sürüklenmiştir. Bu uçurum dibinde en az iki büyük enkaz yatmaktadır: Birinci ve İkinci Dünya Savaşları!
Tarihte bu tip zamanlar, genelde dönüm noktalarını işaret eder. Yani gerçekliğin yerine konan kurgu zaman içerisinde gerçekliğin kendisi olarak algılanmaya başlamışken yeni bir kurgu, önceki kurgunun yerini alır. Ve önceki kurguya dair olan birçok şeyi, bazı objektif gerçeklerle beraber yerle bir edebilir. Belki bugün içinde bulunduğumuz durum da, yeni bir kurguya geçerken yaşanan yerle bir olmaya işaret ediyordur.
Elbette bütün bunlar, bir neden-sonuç zinciri gibi uzayıp gitmez. Bu kurguları yazan aynı tarih bu kurguları kendi gerçekliklerini yaratarak yerle bir edenleri de yazmıştır. Yaşamla dolayımsız bir ilişki kurma arzusu, kurgulardan kurtulma mücadelesidir; özgür olma, varolma mücadelesidir! Dolayısıyla bu kurgular varoldukça bu mücadele de sürecektir. Ta ki toplumlar kendi gerçekliğini yaratıncaya kadar!
Özgür Erdoğan
Bu Yazı Meydan Gazetesi’nin 35. sayısında yayınlanmıştır.
The post “Gerçekten Gerçek” – Özgür Erdoğan appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post AB Yeni Geri Gönderme Projelerine Hazırlanıyor” appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>Yakın zamanda birçok siyasi tartışmayı da beraberinde getiren Geri Kabul Anlaşması, AB Göçmen Komisyonu tarafından geniş bir hale getiriliyor. Göçmen sayısını azaltmak için Afrika ve Ortadoğu’daki devletlerle yapılması planlanan bir dizi anlaşmaya hazırlanan AB, “ekonomik teşvik” yoluyla anlaşmaya varılan devletleri göçmenleri geri almaya ikna edecek. Anlaşma dahilinde, işbirliğine gitmekten imtina eden devletlere ilişkin bir dizi yaptırım da öngörülenler arasında.
Proje kapsamında ismi geçen devletler arasında ilk aşamada, Tunus, Nijer, Etiyopya, Mali, Senegal, Nijerya, Libya, Ürdün ve Lübnan yer alıyor.
Bu haber Meydan Gazetesi’nin 34. sayısında yayımlanmıştır.
The post AB Yeni Geri Gönderme Projelerine Hazırlanıyor” appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post ” Göçmen Hayatlar ” – Özgür Oktay appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>Savaşın yaşamı doğrudan yok ettiği bölgeleri terk etmek zorunda kalan göçmenler, refah umuduyla gitmeye çalıştıkları Avrupa devletlerin sınırlarında hayatta kalma mücadelesi veriyor. Avrupa devletleri ise bir yandan, savaşla hiç ilgileri yokmuşçasına, BM Mülteciler Yüksek Komiserliği gibi kurumlarla kurtarıcı rolüne bürünürken, diğer yanda Frontex gibi sınır polisi kurumlarıyla göçmen gemilerini batırarak katliam yapıyorlar.
Bu katliamların toplumda yarattığı huzursuzluk, kısmen Avrupa’da son dönemde yükselen ırkçılıkla, kısmen de kapitalizmin beyaz kölelerini daha fazla hırpalamaması için emek gücüne katılan ucuz göçmen emeği ile yatıştırılıyor.
Ana akım medyadaki haber ve yorumlar da kullandığı tanımla hangi işlevi gördüğünü belli ediyor. Son zamanlarda açıkça ırkçı olmayan bazı kesimlerin kullandığı göçer (migrant) terimi de, aslında genel olarak göç eden hayvan ve insan topluluklarını niteliyor. Diğer tarafın kullandığı kelime ise “mülteci”.
Avrupa’nın ahlaki mirasını aldığı Kilise ve Antik Yunan tapınaklarında bir uygulama olan iltica, devletlerin baskısından kaçan suçluların ve kölelerin “sığınması” anlamına geliyor. Yunan tapınakları kölelerin başka sahiplere satılmasını sağlarken, kilise ise bu kaçakları kendi kölesi olarak kullanmış.
Avrupa’da Yükselen Faşizm Avrupa’da göçmenlere yapılan faşist saldırılardan Romenler’in sınır dışı edilmesine gittikçe yükselen ırkçılık, artan “göçmen sorunu” ile tepe noktasına ulaştı. Nisan ayında Fransa’nın Sosyalist Partili Cumhurbaşkanı François Hollande’ın, Akdeniz’de göçmen kaçakçılığı için kullanılan botların tespit edilerek askeri kuvvetler tarafından imhası için BM Güvenlik Konseyi’ne verdiği teklif, Avrupa Konseyi’nin ilk taslağında yer alırken muhalif kesimlerden gelen tepkilerinden sonra geri çekildi. Ancak fiili durum teklif edilenden çok da farklı değil. Avrupa Komisyonunda konuşulan Akıllı Sınırlar Paketi ise fişlemenin artmasına, vize ihlalinin kolayca saptanmasına ve polise verilen kaynakların artmasına yol açacak. AB Devletleri, göçmenlere “kaçak girişi cezalandırma” gerekçesiyle baskı uygularken, “insan kaçakçığını engellemesi” dolaylı söylemiyle, doğrudan yaşamına saldırıyor.
Avrupa kapitalizmi ezilenleri en çok uzaktan sömürmeyi sever. Ancak bu sömürüyü mümkün kılan savaşın kaçınılmaz sonucu olarak yüz binlerce göçmen kapısına dayanmakta diretiyor. Kapitalizmin mülteci / göçmen yasaları ise, her zaman yaptığı gibi ezilenlerin direnişini kendi karına çevirmeye yarıyor. Göçmenler “yasadışı” olarak sınırlardan geçiyorlar ama hem an sınır dışı edilme tehlikesi altında, tüm işçi haklarından mahrum, düşük ücretlerle çalışmak zorunda kalıyorlar.
The post ” Göçmen Hayatlar ” – Özgür Oktay appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>