The post İktidarların Tribün Korkusu – Furkan Çelik appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>On bin insan. Gözlerini dikmiş sahaya bakıyor, sahadakiler de birbirlerine. Koluna girdiğin kişinin adını bilmiyorsun. Yaşını belki tahmin edebilirsin ama nerede oturur, işi nedir, cebinde parası var mıdır? Aç mıdır, tok mudur? Annesinden azar yiyip mi gelmiştir buraya, arkadaşlarının yanından kaçıp mı? Bilemezsin. Gördüğün seninle aynı renk atkıyı boynuna doladığı. Hep bildiğin gol kaçınca bağrını sıktığı, gol atınca sımsıkı sarıldığı. Hele ki hakem hata mı yaptı? Başka hangi konuda böylesine hemfikir olabilirdiniz ki zaten?
90 dakika bitti mi, bazen inanılmaz mutlu bazen hayatın anlamını sorgularcasına çıkış kapısına yürürken 90 dakika boyunca sımsıkı sarıldığın bu insanı kaybedersin. Belki üzüntünün sebebi de budur…
Futbol çok keyifli bir oyundur. Ama oyun sadece sahada oynanmaz. Tribün de oyunun içinde bir parçadır. Futbol kulüpleri şirketleşmeye başladığından bu yana tribünün etkisiyle sahaya, sahanın etkisiyle tribüne müdahale başlamıştır. Yani oyun olan futbolun kalabalıklar tarafından izlenmesi, futbol kulüplerinin de bu kalabalığı kar elde edebilmek için kullanması, hem futbolu hem de tribünü bir endüstriye dönüştürmüştür. Artık futbol kulüplerinin tek amacı tribünlerin istedikleri “hiza”ya gelmesidir. Endüstriyel futbol var olduğundan beri bu böyle olmuştur…
Şimdilerde bir fabrika veya ağır sanayi işçisini futbolla çok bağdaştıramasak da bildiğimiz tanıdığımız birçok futbol takımı, işçilerin bu oyunu oynama “arzusuyla” kurulmuştur. Mesela Arjantin’de demiryolu işçilerinin kurduğu Boca Juniors, Türkiye’de 500 işçiden fazla işçi çalıştıranlara spor kulübü kurma zorunluluğu gelmesiyle kurulan demiryolu işçilerinin takımı Adana Demirspor… İngiltere’de West Ham-Millwall rekabetinin nedeni ne sanıyorsunuz? Green Street Hooligans filmindeki gibi bireysel bir kin değil. İki liman işçilerinin kurduğu takımın bir grev sürecinde anlaşamaması, futbol takımlarının birbirine “düşman” olmasına neden olmuştur. Almanya’da zengin Hamburg’un köşede kalmış mahallesinde kurulan St.Pauli de işçi takımı olmasa da duruşuyla zenginlik karşıtı bir tavırdadır. Liverpool, Arsenal, Livorno, Schalke, Karabükspor, Zonguldakspor… diye listeyi uzatabiliriz.
Bu saydığım işçi kulüpleri de dahil olmak üzere futbolun oyun olarak ilgi görmesiyle tüm kulüpler ticari hamleler yapmışlardır. Yoğun ilgi “para kaynağı” olarak görülmüş, eski yüzyıllardan kalan gladyatör arenaları yerini devasa stadyumlara bırakmaya başlamıştır. 40, 60, 80 hatta 100 bin kişilik stadyumlar kulüplere yüksek gelir sağlarken kapitalizmin tüketim çılgınlığından da nasibini almıştır.
Bu dönüşüm için pilot bölge olarak İngiltere Premier Ligi seçilmiş, tüm ülke liglerinde İngiltere ligi örnek gösterilerek olası dönüşümler meşrulaştırılmıştır. Türkiye’deki e-bilet uygulaması da yine Avrupa’da seneler önce kendisini “Endüstriyel Futbol”un beşiği haline getiren ligler örnek alınarak devreye konulmuştur. Tabi Türkiye’deki bu dönüşüm belki de 5-10 sene sonra olacakken, hızla devreye konulmasının belki de başlıca nedeni 2013 yılında Taksim’de başlayan Gezi İsyanı, sonraki süreçte bu isyanın tribünlerde yer bulmasıdır.
Hatırlarsanız 2013 Mayıs ayında başlayan Gezi İsyanı sonraki sene tribünlerde 34. dakikada “Her yer Taksim Her yer direniş” sloganıyla yer bulmuştu. Bu slogan takımın renklerinin ne olduğu fark etmeksizin her tribünde aynı coşkuyla söylenmişti. Gezi isyanını sokakta “kontrol altına” alan iktidar, tribünlerde alamayınca 2014 yılında Passolig uygulamasını devreye koyma kararı almış ve hızla bu sisteme geçmeyi zorunlu hale getirmişti. İktidar tribünlerin kontrolsüz bir yer olmasından o kadar rahatsızdı ki “Çarşı” grubunu darbe teşebbüsü ile yargılaması da bunun en açık göstergesiydi.
Passolig’in futboldaki şiddet olaylarını önleme bahanesi kısa bir zamanda çökmüş, şiddet ve holiganlık devam etmiş, tribünler muhalif ses olmayı sürdürünce de tüm taraftarlara “6222 sayılı Sporda Şiddet ve Düzensizliğin Önlemesine Dair Kanun uyarınca” passoligleri iptal edilerek, para cezaları verilmiştir. Passoligle tribünlerde geliştirilen gözetleme sistemleri iktidarın her koltuğa ulaşmasını sağlamış, böylelikle tribünün sesinin kesilmesi beklenmiştir.
Bazı durumlarda para cezası vermek ve passolig iptali de yeterli görülmemiştir. Gözdağı vermesi açısından “Nuriye Semih Yaşasın” pankartı açan Beşiktaşlılar tutuklanmış, hukuki bir karşılığı olmadığından itirazlar sonrası kısa sürede serbest bırakılmıştır.
Bu durum sadece Türkiye’de değil Türkiye futbol liginin örnek aldığı liglerde de görülmektedir. İskoçya ligindeki Celtic taraftarları İrlanda’nın bağımsızlığını savunan İRA (İrlanda Cumhuriyetçi Ordusu) yanlısı bayrak ve pankartlar açması nedeniyle tespit edilip defalarca kez tribünlerden uzaklaştırılmıştır. Bu gibi tepkisel pankartların Şampiyonlar Ligi gibi UEFA’yı ilgilendiren maçlarda açılması durumunda da UEFA kulübe baskı yapan bir kurum rolünü fazlasıyla yerine getirmiş ve kulübün bu “zararlı” taraftarları uzaklaştırması için her türlü yaptırımı uygulamıştır.
Geçtiğimiz senelerde Avrupa’daki anarşist hareketin, sokak eylemlerinin yükselmesiyle UEFA anarşizmin sembolüne benzerliğinden dolayı Şampiyonlar Ligi maçlarında Beşiktaş tribünlerinde “çarşı” yazılı veya “A” harfi yuvarlak içine alınmış pankartları maç öncesinde toplatmıştı. Bu da korkunun UEFA’yı paranoyaklaştırması gibi görülebilir.
Gelinen noktada tribünlerdeki birçok çatlak, futbol yöneticileri ve gözetleyicileri tarafından kapatılmıştır. Yeni çatlaklar patlak verse de, tribünlerden kısık da olsa muhalif sesler duysak da, futbol endüstrisinin daha da kötü bir noktaya gideceği ve tüm sesleri kısacağı aşikardır. Tribünlerin yaşanan bir haksızlığa, adaletsizliğe karşı kendi renkleriyle yorumlayıp ürettikleri sloganları, ıslıkları, pankartları, koreografileri yasaklayarak futbolu sadece izleyip tüketebileceğimiz, Umberto Eco’nun dediği gibi “Pazar günü maç varsa devrim yapamazsın” sözü gibi karalamak ve bir oyun olmaktan çıkarmak istiyorlar. Ancak gün gelir, sessizlik bozulur, herkesin alışık olduğu üçlünün ardından bir ıslık sesi duyulur; korkuyla kapatılmaya çalışılan çatlaklar derinleşir ve oyun yeniden kurulur.
Furkan Çelik
Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 41. sayısında yayınlanmıştır.
The post İktidarların Tribün Korkusu – Furkan Çelik appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post Futbolcuların Atamadığı Golü Taraftarlar Uçakla Attı appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>2018 Dünya Kupası Elemeleri’nde İngiltere-Slovenya maçında bir türlü gol olmamasından sıkılan İngiltere taraftarları, kağıttan uçak yaparak kaleye gol attılar. Bir taraftarın attığı uçak gol olunca Wembley Stadı’ında büyük bir çoşku yaşandı.
Uçağın kaleye girip gol olmasından sonra İngiltere 90. dakikada Harry Kane’in attığı golle maçı 1-0 kazandı.
The post Futbolcuların Atamadığı Golü Taraftarlar Uçakla Attı appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post ” “Atan Alır” Kuralının En Eğlenceli Olduğu Saha: Panyee ” – Furkan Çelik appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>
Kalenin iki taş arası olarak belirlendiği ve atılan her şutun ardından “direk”, “gol”, “dışarıda” tartışmalarının patladığı günleri hatırlar mısınız? Ya da nefesimizi tutarak “pis burun” abandığımız bir penaltı sonrasında, şangırt diye inen camı, “Keseyim mi la topunuzu?” diye bağıran amcayı? “Gidin başka yerde oynayın!” diye bağıran teyzeyi? “At at at at” diye bağıran mahalle abisini? “Üç korner bir penaltı” kuralını? Bitiş düdüğü yerine geçen akşam ezanını? Adım alarak oyuncu seçmeyi? İşte o efsane mahalle maçları, çocukluğumuzun büyük bölümünü kaplamıştı.
Sokak futbolu hikayeleri şimdilerde oldukça azaldı. Özellikle siteleşen kentlere bakacak olursak; A blokta oturanlarla C blokta oturanlar arasında bir futbol maçı yapıldığını görmek mucizevi bir şey olurdu herhalde.
Çocukluğumda mahalle maçları yaptığım için birgün kendimi “şanslı” göreceğim aklıma gelmezdi. Ama gelinen noktada bu kültür, sistemin dejenerasyonuyla yitip gitmekte; biz şanslıymışız.
Mahalle maçı organize etmek kolay bir şeydi, topu olan bir çocuk ve kale direkleri oluşturabileceğimiz birkaç taş yeterliydi. Ama imkanlarını yaratıcılıklarıyla aşan, iki direk – bir toptan daha fazlasını hayal eden çocuklar da varmış meğer…
İşte Futbol oyununu kendileri yaratan Tayland’ın Koh Panyee köyü
Koh Panyee, sular üzerine inşa edilmiş evlerden oluşan, Tayland’a bağlı bir ada-köy. Balıkçılar tarafından kurulmuş köyün tek ekonomik faaliyeti de balıkçılık. Zamanla balıkçı ailelerinin yerleşmesiyle bir çocuk nüfusu da oluşmuş.
Hikaye biraz eski tabi, sene 1986… Panyee köyünün çocukları, okuldan ve tek oyunları olan tekne yarışlarından kalan bütün vakitlerinde, televizyondan futbol maçları izliyorlar. Futbol maçlarını çok seviyorlar, fakat aralarında daha önce bu oyunu oynayan kimse yok. İşin daha kötüsü, köyleri sular üzerine kurulu olduğu için, futbol oynayabilecekleri boş bir alan yok.
O sene 1986 Dünya Kupası Meksika’da gerçekleşiyor. Finalde Arjantin Almanya’yı 3-2 eleyerek Meksiko City’de kupayı kaldırıyor. Panyee köyünün çocukları da “onların birsürü stadı var, bizim de bir tane olmalı.” diyerek işe koyuluyor hemen. Üstelik binlerce kişilik tribünlere de ihtiyaçları yok, düz bir alan ve iki küçük kale onlar için yeterli.
Önce köydeki bütün boş tahtaları toplamaya başlıyor çocuklar. Sonra buldukları eski balıkçı sallarını tamir ederek birleştiriyorlar. Birleştirdikleri salların üzerine, buldukları tahtaları çakarak düz bir zemin oluşturuyorlar. Toprak saha kadar olmasa da, oluşturdukları zemin onların futbol oynayabilmeleri için yeterli. Bazı çivilerin çıkıntılı kalması ve tahta parçalarının ayaklarına batması onları pek de rahatsız etmiyor.
Denizin üzerine kurdukları bu tahta sahada “atan alır” kuralının ne kadar evrensel olduğunu gösteriyorlar bizlere. Ama bizim mahalledekinden farklı; bahçeye kaçan topu almak eziyet gibidir bazen, Tayland’lı çocuklarsa auta attıkları topu almak için denize atlayıp serinliyor.
Sürekli “atan alır” kuralını işlettikleri için, maçın ilerleyen dakikalarında oynadıkları saha su içinde kalıyor. Bu da onların hem “dar alanda” hem de “kaygan zeminde” topla daha iyi oynamalarını gerektiriyor. Futbol oyununu hiç bilmeden, sadece televizyondaki endüstriyel futboldan görmüş olan Panyee çocukları, bir süre sonra futbolda çok yetenekli hale geliyorlar.
Hatta Tayland’da katıldıkları bir futbol turnuvasında çeyrek finale kadar yükseliyorlar. Sağanak yağmur altında oynadıkları bu maçın ilk yarısında 2-0 geri düşüyorlar; su dolan kramponları onları yavaşlatıyor. Panyee takımı bir karar alıyor; kramponlarını çıkarıp çıplak ayak oynuyorlar. Durumu 2-2’ye getiriyorlar, ancak son dakika golüyle maçı kaybediyorlar. Onlar, o maçı kaybetmiş olsalar da; futbolun endüstriyel bir “yarış” değil, çok daha keyifli bir “oyun” olduğunu bizlere hatırlatan bir hikaye yaratmış oluyorlar.
Bu arada ezan okundu, hava karardı. Yazıyı bitirip eve yetişmem lazım. “Golü atan maçı alır” kuralı girdi devreye. Top önüme düştü, abanıyorum:
“Kahrolsun endüstriyel futbol, yaşasın sokak futbolu!”
Vurdum, gol oldu…
Furkan Çelik
Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 33. sayısında yayımlanmıştır.
The post ” “Atan Alır” Kuralının En Eğlenceli Olduğu Saha: Panyee ” – Furkan Çelik appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post ” İki Arada Bir Derede Katliamın Gölgesinde Talan Projeleri” – Özgür Erdoğan appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>Yaşadığımız topraklar art arda katliamların karanlığına gömülmüşken; adalet, özgürlük ve barış isteyenler acı ve öfke içinde cenazelerde buluşuyorken; insanlar panik ve korku içinde birbirlerine “Bize ne oluyor?!” diye sorarlarken birileri de işlerini tıkır tıkır yürütmeye devam ediyor. Devlet ve suç ortakları şirketler sizi öldürmekle yetinmeyeceğiz, yaşadığınız doğayı da başınıza yıkacağız, her yeri betona bulayıp adeta yaşam adına ne varsa yok edeceğiz der gibi talan ve katliam planlarını harfiyen uygulamayı sürdürüyorlar.
Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanı “Müjde”yi Verdi: 3. Nükleer İğneada’ya
Katliam bir devlet geleneğidir. Katliamı bazen bombayla, bazen ağır silahlarla, bazen uçaklarla, bazen de tıpkı Çernobil, Fukuşima ve daha adını sayamadığımız irili ufaklı birçok “nükleer santral” ile de gerçekleştirebilirsiniz. Bu toprakların efendileri de nükleer projelerini peşi sıra uygulamaya devam ediyor. Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanı Alaboyun, “Üçüncü nükleer santralin Kırklareli İğneada bölgesinde yapılması planlanıyor. Firmalarla görüşmeler devam ediyor” açıklamasıyla bizlere 3. nükleerin müjdesini verdi.
Bir Müjde de Orman ve Su İşleri Bakanı Veysel Eroğlu’ndan: Akdeniz’de 3725 Tane Talan Projesi
Böylesine karanlık günlerden geçerken, devlet erkanı boş durmuyor, müjdeler birbirini izliyor! Başta Karadeniz olmak üzere, yaşadığımız coğrafyanın her bir yanını envai çeşit enerji santralleriyle donatan devlet ve şirketlerin ağzı şimdi de Akdeniz için sulanıyor. Orman ve Su İşleri Bakanı Veysel Eroğlu, Isparta’da Güneydoğu Anadolu Projesi’nin bir benzeri olarak Akdeniz Gelişim Projesi (GEP) hazırladıklarını belirterek, burada 3725 tesis yapacaklarını duyurdu. Sözlerine esprili (belki alaycı daha doğrudur) bir şekilde devam eden Eroğlu, “Buraya gelirken Afyonkarahisar’dan kaymaklı lokum getirecek halim yoktu. Buraya heybem dolu yatırımlarla geldim… 6 aylık çalışma neticesinde nereye ne yapılacak bunları belirledik. 2019 yılına kadar 266 baraj ve gölet, 440 sulama tesisi, 32 içme suyu tesisi, 850 dere ıslahı tesisi, 1299 köprü ve ağaçlandırma gibi yatırımlar yapılacak” dedi. Yaşanan katliamın ardından adeta bir komedyen edasıyla boy gösteren bakan, Isparta’nın güllerini, talan projeleri kapsamında yapmayı planladıkları göletlerle özdeşleştirerek keskin edebiyat yeteneğini de göstererek, “Isparta, Isparta olalı böyle barajlar göletler yapılmadı. Isparta artık güller ve göller diyarını yanı sıra barajlar ve göletler diyarıdır” dedi.
Yeşil Yol’un İlahi Amaçları
Karadeniz’deki son talan projelerinden biri olan “Yeşil Yol” ise geçtiğimiz günlerde Başbakan Davutoğlu tarafından ilginç bir şekilde savunuldu. Davutoğlu Karadeniz’de yaptığı bir konuşmada “Yeşil Yol (…) doğaya ulaşıp rabbimize şükretmek için” diyerek meseleyi ilahi bir açıdan değerlendirdi ve “Bunların dini, imanı para…” deyişinin ete kemiğe bürünmüş hali olarak tarihe geçti.
Daha proje aşamasındayken bir talan projesi olduğu ve izlediği güzergâh boyunca yaşam adına ne varsa yok edeceği aşikar olan “Yeşil Yol” hepimizin de hatırlayacağı gibi köylüler tarafından engellenmek istenmiş; iş makineleri birkaç defa durdurulmuş, yaşlı kadınlar askerler tarafından yerlerde sürüklenmiş ve nihayetinde ağır silahlarla donanmış askerlerin eşliğinde şirket tarafından inşaata başlanmıştı.
Fakat Davutoğlu böyle düşünmüyor ya da fantastik bir romanın mistik bir kahramanı olduğunu düşünüyor ve saçmalamaya devam ediyor: “Dünyanın her yerinden insanlar gelsin Karadeniz’in yaylalarına aşık olsun, havasında şifa bulsun diye bu projeyi yapıyoruz. Türkiye’nin her köşesindeki çevre aşıkları olan bizler adına söylüyorum; bizler sarı çiçekle konuşan Yunus Emre’den ilham almışız. Tek bir sarı çiçeğin ezilmesine izin vermeyiz. Tek bir yaylanın tarumar edilmesine izin vermeyiz. Kötü yapılaşmayla o doğanın bozulmasına izin vermeyiz. O yollar doğayı bozmak için değil, doğaya ulaşıp rabbimize şükretmek için yapılıyor. Yeşil Yol bu felsefeyle yapılmaya devam edecek.”
Çevre ve Şehircilik Bakanı İdris Güllüce: Beton makinesinin sesinden büyük keyif alıyorum
Çevre Bakanı İdris Güllüce ise İstanbul Esenler’de katıldığı bir açılışta yaptığı açıklamalarla, devleti temsilen “çevreleri”ne hangi gözle baktıklarını açık etmiş oldu. Çevre Bakanı: “Beton makinesinin sesi bu ülkede hiç eksik olmasın. Ben inşaat mühendisiyim, beton makinesinin sesinden çok keyif alırım. Böyle pat… pat…pat… vurdukça… Türkiye kalkınıyor. Kalkınacak, gelişecek. Türkiye 2023, 2071 hedeflerine gidiyor… Biraz sonra o beton pompası vurmaya başlayacak. Birilerine rağmen Türkiye kalkınacak. Rabbim bu ülkeyi hep böyle kalkındırsın. Silah seslerinin yerine, terörün yerine, insanların birbirine acımasızlığı yerine beton santrallerinden beton çıksın ve o beton santrallerinin betonlarını beton pompaları insanlara güzel güzel evler, havaalanları, yollar, otobanlar yapsın!”
Halbuki biz çevre bakanından yaptıkları pislikleri örtmek için usulen de olsa -ki her zaman öyle olur- yeşile övgü beklerken; kendileri derelerimizi kurutan, ormanları yerle bir eden yaşam alanlarımızdan bir silindir gibi geçen “beton”a karşı histerik aşkını dile getiriyor.
Katliamı takip eden son bir hafta içerisinde yapılan tüm bu açıklamalara baktığımızda “Siz bizimle dalga mı, geçiyorsunuz?” diye sormamak elde değil. Bu açıklamaların, toplumun birçok duyguyu bir arada yaşadığı ve dikkatinin çok başka noktalara çekildiği böyle bir zamanda yapılması oldukça manidar ve aynı zamanda son derece umursamaz ve pespayecedir.
Açık, net ve tereddütsüz bir şekilde söylüyoruz, komik değilsiniz, zeki ya da edebi hiç değilsiniz! İğrençsiniz, katilsiniz; Ankara‘da ölen yoldaşlarımızın, derelerin, ağaçların, havanın, hayvanların, tüm doğanın katilisiniz. Çok sevdiğiniz beton makinelerinin sesi eşliğinde, öve öve bitiremediğiniz duble yolların arasında, yaşadığımız toprakların her bir yanına dizilmiş enerji santralleri ve saya saya bitmeyecek talan projelerinizle beraber yok olup gideceksiniz. Doğanın ve katlettiğiniz tüm yoldaşlarımızın öfkesi, yaşadığınız her an ensenizde olacak. Yaptığınız hiçbir katliam, gevrek gevrek sırıtarak söylediğiniz hiçbir yalan, hiçbir söz unutulmayacak!
Özgür Erdoğan
Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 29. sayısında yayımlanmıştır.
The post ” İki Arada Bir Derede Katliamın Gölgesinde Talan Projeleri” – Özgür Erdoğan appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>