The post Devlet Var Oldukça Güvende Değiliz – Gürşat Özdamar appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>
Ne zaman ki, Gülen Cemaati ile uzunca bir süre “bu yollarda beraber yürüyen” AKP’nin araları bozuldu ve Erdoğan iktidarını güvende hissetmemeye başladı, 15 Temmuz patlak verdi. En tepede beliren bu güvensizlik hali “kandırıldık” söylemleriyle OHAL’e gerekçe yapıldı, ardı ardına çıkarılan KHK’larla bir cadı avı başlatıldı. Artık herkes birbirinden kuşkulanır; hatta herkes kendi banka hesabı ya da cep telefonundaki uygulamalar yüzünden kendisinden de kuşkulanır oldu.
Bu güvensizlik hali geçen yıldan bu yana azalmak yerine daha da kuvvetlendi. Devlet, benzer durumlardaki refleksini yineleyip “güvenlik”e kilitlendi. Bunun yeni bir örneği olarak, yıllar önce uygulanan ama sonradan vazgeçilen bekçilik sistemini devreye sokmaya karar verdi. Tam 7000 bekçi kadrosu açıldı devletin bu güvenlik kaygısıyla.
“Gece Kartalları” olarak makyajlanan bu teşkilattan “mezun olan” bekçilerin bir kısmı pilot il olarak seçilen İstanbul’da görev yapmaya ve hatta şimdiden “üst araması” ya da “GBT yapma” bahanesiyle sokaklarda terör estirmeye başladı bile.
İstanbul Valisi Vasip Şahin, amaçlarını, bekçilerin mahalleliye yakın bir konumda olmaları üzerinden o mahallede edinecekleri bilgiyi amirlerine ileterek bir tür fişleme de yapmaları olarak özetliyor.
Bu durum ister istemez, akla, hemen her meydana, her sokağa dikilen gözetleme kameralarını getiriyor. Onlar da ilk duyurulduklarında yine güvenlik ihtiyacı dillendirilmiş, artık sokaklarımız daha güvenli olacak denmişti. Bu kameraların kurulma evresinde bir kaç kapkaççı yakalanışı ana haberlerde ballandırıla ballandırıla anlatılmış, bu şekilde bu kameraların ne de gerekli olduğu algısı yaratılmaya çalışılmıştı. Geçen yıllar içinde kamera sayıları arttı ama iddia edildiği gibi kapkaç olayları ya da benzer “suç”lar azalmış değil.
Ensemizde bir gözetleme kamerası, mahallelerde volta atan bekçiler, yol kenarlarındaki polis noktaları, şehrin üstünde dolanan helikopterler, toplum destekli polisler, muhbirler… Başımızın üstünde durmadan büyüyen bir göz… Hepsi bizim güvenliğimiz için! Peki o zaman neden kendimizi güvende hissetmiyoruz?
Neden Güvende Hissetmiyoruz?
Aslında doğadaki tüm canlı varlıklar, içerisinde bulundukları koşulların kendi isteklerinin dışında herhangi bir değişiklik göstermesinden dolayı kaygılanırlar, buna karşı bir tepki ve önceki durumu korumak için savunma mekanizmaları üretirler. Bir duygulanım olarak da kendilerini güvende hissetmezler diyebiliriz. Benzer biçimde, günümüzün kapitalist ilişkiler dünyasında belli bir toplumsal statüdeki birey de, bu ilişkiler içerisinde kimliğini de belirleyen konumunu paylaşmak istemediği gibi yitirmek de istemez ve kaygılanır. Sahip olduklarını, mülkiyetlerinde olanları ellerinden kaybetmek istemezler. Bunun için bireyler de kapılar, kilitler, kasalara gereksinim duyarlar. İşte devlet polisiyle, bekçisiyle, kamerası, karakollarıyla bize bu güvenlik sağlayacağını iddia eder. Kendi varlığını, bizlerin güvenliği üzerinden inşa ettiğini söyler. Bunun için hemen her imkanı kullanarak büyük bir güvenlik algısı oluşturur. Böylece birey, devletin kendisini düşündüğünü, kendi güvenliği için çalıştığını düşünür. Böylece çok sıkça olduğu gibi, hayatı izinsiz olarak kaydeden kameraların gerekli olduğunu düşünür, adım başı oluşturulan polis noktalarını kanıksar, art arda GBT taraması yapılmasının iyi olduğunu düşünür ve toplamda bütçenin önemli bir kısmının güvenliğe ayrılmış olmasından rahatsızlık duymaz.
İnsan haklarıyla çeliştiği, özgürlükleri tehdit ettiği için sıkça tartışmalara yol açan bu güvenlik uygulamaları; bireyde, haklar ve özgürlükler yerine güvenliği “tercih” etmesi ile sonuçlanır. Çeşitli manipülasyonlarla bireydeki güvensiz olma durumu pekiştirilince, bir süre sonra “daha az hak daha çok güvenlik” talebi devletten önce bireyden gelmeye başlar.
Sonuçta, kendini güvende hissetmeyen bireyler, devletin güvenlik “çözüm”üne koşulsuz itaat ederler. Böylece devlet, kurduğu iktidar alanının tartışılmamasını, sorgulanmamasını sağlamış olur.
Osmanlı dönemindeki adı “pazvant” olan gece bekçiliği cumhuriyetin ilk yıllarından beri özellikle mahallelerde ve kasabalarda devletin önemli güvenlik güçlerinden birisi olarak sayılmıştır. Fakat dönemin ihtiyaçları doğrultusunda git gide önemleri azalmıştır. Bugüne kadar son bekçi alımı 1974’de yapılmıştır. Geçmişte 772 Sayılı Çarşı ve Mahalle Bekçileri Kanunu’na göre hareket eden bekçiler, 90’lı yılların başında yavaş yavaş mahallelerden alınıp emniyet içinde yan görevlere atanmışlardır. 2007 yılına gelindiğinde ise yan görevlerde ama hala bekçi statüsünde çalışan 8.152 bekçi polis olarak atanmıştır. Son olarak Mayıs ayında yayınlanan 689 ve 690 sayılı KHK’larla, 7.000 gece bekçisinin işe alınacağı duyurusu yapılmıştır. Geçtiğimiz günlerde de pilot bölge olarak seçilen İstanbul’da 386 gece bekçisi göreve başlamıştır, halen 700 bekçi teorik ve pratik dersler almaktadır. Devletin amacı toplamda 7.000 gece bekçisi alarak, her mahalleye en az iki bekçi yerleştirmektir. Yeni dönem gece bekçileri, eski kahverengi üniformalarını giymeyecekler fakat artık gece bekçisi deği, “gece kartalları” olarak anılacaklar. Gece 22:00 ile sabah 06:00 arasında çalışacak olan “Gece Kartalları” polisle aynı yetkiyi paylaşmakla beraber, ayda 3.500 tl maaş alacakları söyleniyor. /box]
Her Şey Devletin Güvenliği İçin! Bu koşulsuz itaat, devletin kendi güvenliği için yapacaklarını da “meşru” kılmasını sağlar. Gözaltılar, operasyonlar, İHA’lar, SİHA’lar. Bunlar da devletin “güvenliği” içindir! Tıpkı 1984 romanında bahsedildiği gibi, her yeri gözlerle doldurmak ister devlet. Hatta gözlerle dolduramadığın yerlerde de izleniyormuş, devamlı takip ediliyormuş hissiyatı yaratmak. Panoptikon’da olduğu gibi bir gözle değil, bir gözün seni izliyor olması korkusuyla itaat üretmek. Kendini adaletsizlikler üzerinden var eden devletin, şimdi de bekçilik sistemiyle topluma yeni bir çeki düzen vermek istediği çok açıktır. Aslına bakılırsa bekçilik uygulaması, devletin tam bir denetim toplumu yaratma planında geçmiş yıllarda ortaya konulan “toplum destekli polis” gibi muhbirlik uygulamaları, ve özel güvenlik kurumlarının yetkisinin arttırılması ve çapının genişletilmesi gibi paramiliter uygulamaların tamamlayıcı bir öğesi olarak düşünmek daha yerinde olur. Ne kahverengi elbiseleriyle mahallerimizde volta atan bekçiler, ne de tepemizdeki kameralar nefes aldıracak bizlere. Yazının başından beri söylediğimiz gibi bizlere güvenli bir yaşamı sağlayacak olan şey “güvenlik güçleri” ya da araçları değil; o güçlerin yenildiği, araçların parçalandığı zaman ortaya çıkacak olanın ta kendisidir! Kelime anlamı – Pan (bütün), opticon (gözlemek) – bütünü gözlemek olup, Jeremy Bentham tarafından ortaya atılmış bir hapishane mimarisine verilen addır. Bu hapishane iç içe geçmiş halkalardan oluşmuştur. Hücreler bu halkalara yan yana dizilmişlerdir. Ortada bir gözetleme kulesi bulunmakta ve hücredeki tüm detaylar bu gözetleme kulesinde görülmektedir. Fakat, denetleme kulesinde kimin olduğu ya da birinin olup olmadığı tutsak tarafından bilinemez. Yani artık mesele, o kulede birinin olup olmaması değil, tutsağın devamlı izleniyormuşçasına hareket etmesidir. Bu fikrin kendisi çok tutmuş, benzer yöntemler artık sadece tutsakların değil, tüm toplumların üzerinde uygulanır hale gelmiştir.
BEKÇİLİĞİN TARİHİ:
[box border="full"] Panoptikon:
“ …Yönetilmek, ne bunu yapacak hakka, ne bilgeliğe, ne de erdeme sahip yaratıklar tarafından gözaltında tutulmak, casus gibi izlenmek, idare edilmek, yasalara bağımlı kılınmak, sayılmak, kaydedilmek, fikir aşılanmak, vaaz verilmek, denetlenmek, hesaplanmak, değer biçilmek, sansür edilmek ve emredilmektir. Yönetilmek her türlü işlemle, her türlü hareketle not edilmek, kayda geçirilmek, sıraya alınmak, değeri belirlenmek, lisans verilmek, yetki verilmek, nasihat edilmek, yasak koyulmak, reformdan geçirilmek, düzeltilmek ve cezalandırılmaktır. Yönetilmek kamu yararı gerekçesiyle ve genel çıkarlar adına yükümlülüğe bağlanmak, yetiştirilmek, soyulmak, sömürülmek, tekellere bağımlı kalmak, zorbalığa maruz kalmak, köşeye sıkıştırılmak, gizemlerle büyülenmek ve yağmalanmaktır; en ufak bir direniş ya da yakınma sözcüğü karşısında baskıya uğramak, ceza görmek, aşağılanmak, taciz edilmek, takip edilmek, istismara uğramak, sopayla dövülmek, silahsız bırakılmak, hapse atılmak, yargılanmak, mahkum edilmek, kurşuna dizilmek, sürgüne gönderilmek, feda edilmek, satılmak, ihanete uğramaktır; alay edilmek, gülünç duruma düşürülmek , öfkelendirilmek, onursuz bırakılmaktır. Devlet budur, onun adaleti budur, onun ahlakı budur.” P.J. Proudhon
Gürşat Özdamar
Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 40. sayısında yayınlanmıştır.
The post Devlet Var Oldukça Güvende Değiliz – Gürşat Özdamar appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post “Galaksiler Arasında Kaybolmuş Karıncalar” – Merve Arkun appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>Göçmenler ya da mülteciler… Onları sürekli bir grup olarak adlandırıyoruz. Sınırı geçenler, “yakalananlar”, geri gönderilenler ya da boğulanlar; kara kuru olanlar ve fakir coğrafyaların insanları…
Onların kendi varlıklarını düşünmeden hepsini aynılaştırsak da yaşadıkları yeri, ailelerini, kültürlerini, geçmişlerini bırakıp daha iyi bir yaşam hayalinin peşinden yollara düşenler için yaşam çoğu zaman sözcüklerle ifade edebileceğimiz cinsten değil. Bilmedikleri ve tanımadıkları insanlar arasında, kimi zaman hiç konuşamadıkları bir dilin konuşulduğu yerlere mecbur bırakılanlar için anlatılanlar nafile.
Peki onları “göçmen” ya da “mülteci” kitleselliğinden ya da bir “tanım”a sıkıştırılmaktan çıkaran ne diye düşündünüz mü hiç? Aşmaya çalıştıkları sınırların “güvenlikleri” tarafından alıkonulmaları ve sonrasında “geri gönderilmeleri”, bindikleri botun devrilmesi, kaçakçıların ağzına kadar doldurduğu teknelerinin denizin ortasında batması, trajik ölümleri ya da maruz kaldıkları toplu katliamlar mı?
Alan Kurdi’yi unuttunuz mu?
Pateh Sabally, son iki sene içerisinde Afrika’dan İtalya’ya göçen 200 binin üzerindeki göçmenden yalnızca biriydi. Sabally’nin ismini eğer böyle okuyorsak, onun ölümünün trajikliğinden duyduğumuz bir kaygımız elbette yok demektir.
Pateh Sabally, geçtiğimiz ay Venedik’te bulunan Büyük Kanal’a atladıktan sonra görüntülendi ve onun henüz canlıyken kaydedilen görüntüleri birçok yerde yayınlandı. Yani söz konusu görüntünün kaydedildiği süre içerisinde Pateh aslında hayattaydı. Peki sonra ne oldu?
Pateh nehre atladıktan sonra kaydedilen görüntülerde boğulmakta olan Gambiyalı bir gencin dışında dikkat çeken başka şeyler de vardı. O boğulurken çekilen görüntülerde Pateh’e seslenenlerin konuştukları da açıkça duyuluyordu; “aptal ölmek istiyor”, “devam et, ülkene geri dön”…
Kaydedilen bu görüntü, Pateh’in gözden kaybolmasıyla son buldu. Ama hemen ardından, onun ölümüyle ilgili tartışmalar başladı.
Pateh boğulurken yanından geçen bir turist vapurundan kendisine atılan can simitlerini yakalayamadığından, ölümünün pek tabii “intihar” olabileceği belirtildi. Yani o da bugüne değin yaşamını yitiren sayısız göçmen gibi, içinde bulunduğu “büyük trajedi”nin kurbanı oldu. O boğulurken, birçok kişinin gözleri önünde yaşamını yitirirken, ölümü elbette yine kendi suçu oldu; Pateh’in yaşadığı bu “mağduriyet”i izleyenler ise tabi ki masumdu.
Daha iyi yaşamın peşinde bilmedikleri bir yola çıkan ve bu yolda çoğu kez yaşamını yitiren sayısız göçmen için yaşananları anlatabilecek sözcükler ya da yazılacak yazılar yok. 1995 yılında çekilen La Haine filminin o meşhur sahnesinde, gettolarda yaşayan göçmenler Vinz ve Hubert arasında geçen bir diyalog dışında; “Kendimi galaksiler arasında kaybolmuş bir karınca gibi hissediyorum”…
Merve Arkun
Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 36. sayısında yayınlanmıştır.
The post “Galaksiler Arasında Kaybolmuş Karıncalar” – Merve Arkun appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post Yalınayak: “Faşizm Paketinin Bir Uygulaması Olarak Çift Kelepçe İşkencesi” – Abdülmelik Yalçın appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>Yaşadığımız coğrafyada devlet, sokak muhalefetini bastırmak adına geçtiğimiz aylarda iç güvenlik paketi adı altında bir faşizm yasası çıkardı. Buna paralel olarak ise, hapishanelerde de benzer bir paket hazırlandı. Gazetemizin 26.Sayısında Yalınayak köşesinde [Cezaevlerine Faşizm Paketi] başlığıyla hapishanelere yönelik olarak hazırlanmakta olan bu paketi anlatan bir yazı yayınlamıştık. Yayınladığımız bu yazıda iç güvenlik adı altındaki faşizm yasasının benzeri olan, söz konusu paketin hapishanedeki uygulamalarından bahsetmiştik. Bu paketin hayata geçirilmesini ise cezaevlerindeki devrimci tutsaklara yönelik uygulamalar ve dayatmalarla görmeye başladık.
Devletin hapishanelerde devrimcilere yönelik işlettiği bu uygulamalardan biri de Çift Kelepçe İşkencesi. Çift kelepçe işkencesi İzmir’de bulunan Kırıklar 1 ve 2 No’lu Hapishaneleri ile Menemen T Tipi hapishanelerinde hayata geçiriliyor ve bu işkenceyi kabul etmeyen tutsakların tedavileri engelleniyor. Bu engellemelerin yanı sıra tutsaklara fiziksel ve psikolojik olarak da işkence edilerek hapishane idaresi tarafından disiplin cezaları veriliyor. Kırıklar F tipi Hapishanesi’nde tutsak bulunan Serkan Kocakaplan, gazetemize yolladığı mektupla çift kelepçe işkencesini anlattı:
“Kırıklar 1 ve 2 No’lu hapishanelerinde uzun zamandır uygulanan çift kelepçe işkencesini biz tutsaklar olarak kabul etmiyoruz ve karşı çıkıyoruz. Daha öncesinde böyle bir “uygulama” yoktu. Amacın “güvenlik” olduğunu söylüyorlar askerler. Nereden baksan ele tutulur bir yanı olmayan bu yöntem biz tutsakların tedavi olma hakkını gasp etmekte. Peki nedir bu çift kelepçe?
Daha öncesinde hastaneye gidişlerde tek kelepçeli olarak tedavi olmaya gidiliyordu. Şimdi ise cezaevinden hastaneye kadar yine tek kelepçeli gidiliyor. Ama hastanede tedavi olmak için yukarı katlara çıkarken kolumuza iki asker giriyor, önde silahlı bir asker ve rütbeli asker bulunuyor. Bu yetmezmiş gibi bir de fazladan bir kelepçe kolumuza giren askere kelepçeleniyoruz. Bunu kabul etmediğimizi söylediğimiz zaman ise hiçbir şekilde tedavi olmadan geri dönmek zorunda kalıyoruz. Aşağıda beklerken yukarı katlara çıkmak için ve bu uygulamayı insanların da duyup görmesi için çift kelepçeyi takmalarına rağmen yukarıda slogan atarak bu uygulamayı protesto ediyoruz. Doktora muayene esnasında bu uygulamayı kabul etmediğimizi ve kelepçeyi çıkarttırmasını söylüyoruz ama değişen bir şey olmuyor. Dosyaya da böyle geçilmesini söylüyoruz. ‘Kelepçe uygulamasından dolayı tedavi olmamıştır’ diye. Yoksa onlar kendi kafalarına göre yazıyorlar : ‘Gelmek istemedi, tedavi olmayı kabul etmedi!’ Peki sebep? Onu belirtmiyorlar. Biz de bunu önlemek için böyle yapıyoruz. Gerekli yerlere suç duyurularında bulundu, idare ile görüşme yapıldı ama askeri rütbeliler bu konuda geri adım atmıyor. Hapishane idaresi ‘Benim dışımda olan bir durum’ diyor. Sonuç olarak tutsakların tedavisi engelleniyor.
Tutsakların randevu alarak gittikleri tedavileri yapılamıyor. 3-4 ay sonrasına gün veriyorlar ama o gün geldiğinde bu kelepçe işkencesi olduğu için sonuç alamadan geri dönüyorlar tutsaklar. Bir dahaki randevuya kadar beklemek zorunda kalınıyor, tabi randevu alınabilirse!”
Serkan Kocakaplan’ın aktardığı çift kelepçe işkencesinin diğer hapishanelerde de örneklerini görmekteyiz. Faşizm paketinin bu uygulamasıyla hapishanelerdeki devrimci tutsaklar iradelerine sahip çıkarak bu dayatmayı kabul etmediklerinde ise tedavi hakları gasp edilerek sistematik bir şekilde işkence görüyorlar:
İzmir 1 ve 2 No’lu F Tipi Kırıklar Hapishanesiyle Menemen T Tipi Hapishanesinde 14 Eylül’de Sadık Çelik, aynı günlerde Çetin Güven, 17 Eylül’de Fikret Kara, 20 Ekim’de Erdal Bek çeşitli sağlık sorunları nedeniyle hastaneye sevk edildiler. Ancak bu tutsaklar hastaneye götürüldükten sonra kendilerine dayatılan çift kelepçe işkencesini kabul etmedikleri için askerler tarafından saldırıya uğradılar. Darp edilerek ring aracına götürüldüler ve buradan hapishaneye geri götürülene kadar yolda askerler tarafından işkence edildiler. Hapishane idaresinin tüm bu saldırıları karşısında devrimci irade koyan tutsaklar tedavi haklarının gasp edilmesinin yanı sıra hapishane idaresi tarafından da “mukavemet” suçlamasıyla bir de disiplin soruşturmasına uğruyorlar.
Yaşadığımız coğrafyada devletin adaletsizliklerinin ve baskısının arttığı çeşitli dönemlerde, hapishanelere kapattığı devrimci tutsakların iradesini teslim almaya çalışarak onların kazanımlarını gasp etmeye yönelik çeşitli uygulamalar hayata geçmiştir. 12 Eylül 1980 askeri darbesi sonrası, devletin hapishanelerde dayattığı tek tip elbise uygulaması da bugünlerde tutsakların yaşadığı işkence türlerinin bir benzeriydi. O dönemde hapishanelerde tek tip elbise giymeyen tutsaklar duruşma günlerinde iç çamaşırlarıyla mahkemeye götürülüyor, ancak duruşma heyetine ve mahkemeye “saygısızlık” ettikleri gerekçesiyle duruşmaya giremeden hapishaneye geri götürüyorlardı. Tutsaklar ise devletin bu dayatmasına karşı örgütlü bir şekilde durarak tek tip elbise dayatmasını boşa çıkarttılar.
Devletin hapishanelere kapatarak etkisiz hale getirmeye çalıştığı devrimcilere yönelik saldırıları her dönem sürmektedir. Günümüzde de 12 Eylül döneminin tek tip elbise dayatmasının benzeri bir uygulama olarak tutsaklara çift kelepçe işkencesi yapılıyor. Ancak devlet baskısı ve terörü sürdükçe buna karşı direnenler daima kazanacaktır. Dayatılan tüm bu işkence uygulamalarına karşı tutsaklar örgütlü bir şekilde durup mücadele ederek devletin bu dayatmasını da boşa çıkartacaktır.
Abdülmelik Yalçın
Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 29. sayısında yayımlanmıştır.
The post Yalınayak: “Faşizm Paketinin Bir Uygulaması Olarak Çift Kelepçe İşkencesi” – Abdülmelik Yalçın appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post Kulan-at Kılavuz: Yeni İç Güvenlik Reformu appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>Kobanê’ye yönelik IŞİD saldırılarını ve TC’nin bu saldırılardaki rolünü protesto etmek için sokaklara çıkan insanlar, polis, jandarma ve hizbul-kontra çeteleri tarafından öldürülürken, Erdoğan kameraların karşısında arz-ı endam etti: “TBMM inşallah Salı’dan sonra yeni yasal düzenlemeleri gerçekleştirerek, hükümet idari tedbirleri alarak, diğer tüm kurumlarımız üzerine düşeni yaparak sokakları bu vandallardan süratle temizleyecektir” dedi. İki gün öncesinde söyledikleri bu yasal düzenlemelerin ne minvalde olacağının habercisiydi : “Artık ne polisimizin ne askerimizin kalkanla bu işin önüne geçmesi mümkün değil. Gereği neyse askerimiz de polisimiz de onu yapacaktır”.
Hükümet kendilerine verilen bu görevi derhal üstlenerek çalışmalara başladı ve adına da İç Güvenlik Reformu dedi. Bu paketle TCK ve CMK başta olmak üzere birçok yasada değişiklikler yapılacak. Peki neler var bu pakette, bir göz atalım.
– Yapılacak değişiklikle polise-jandarmaya daha ortada işlenmiş ya da işlenmekte olan bir suç olmasa da, suç işlenme olasılığı gerekçesiyle istediği kişileri 24 saate kadar gözaltında tutabilecek. Bunun için savcı emri veya hakim kararı aranmayacak.
– Arama kararı için somut delillere dayalı kuvvetli şüphe aranmaktayken artık ne idüğü belirsiz “makul şüphe” yeterli olacak.
– En basit bir basın açıklamasına dahi uygulanan “Toplantı ve Gösteri Yürüyüşlerine Muhalefet” suçunun cezası arttırılacak.
– Daha önce birçok kez görülen duruma, gözaltına alınan kişilerin stadyum-otopark gibi yerlerde tutulması uygulamasına “güvenlikli bölge” kılıfıyla yasallık kazandırılacak.
– Polis istediği kişinin telefonlarını somut delil veya kuvvetli suç şüphesi olmasa da dinleyebilecek. Bu kararları tek hakimli sulh ceza hakimlikleri verecek.
– Yakın zamanda kaldırılan, soruşturma dosyasının avukatlara karşı gizliliği uygulaması geri dönecek. Avukatlar dosyayı inceleyemeyecek, delilleri öğrenemeyecek. Yine kitlesel eylemlerde gözaltına alınanların avukatla görüşmeleri engellenebilecek.
– Göstericilerin kullandığı molotof ateşli silah sayılarak cezası arttırılacak. Bu sayede polise-jandarmaya molotoflu kişiye “doğrudan ateş etme” yetkisi de verilmiş olacak.
– Polis ve jandarmanın toplumsal olaylara müdahale ederken işledikleri yaralama-işkence-cinayet suçları “görev suçu” kapsamına alınacak ve bu suçlardan soruşturma açmak valilik-bakanlığın izniyle mümkün olacak. Zaten cezasız kalan bu suçların işlenmesi için kolluğa yasal ve idari güvence verilmiş olacak.
– Katili koruyan devlet, katile laf edilmesinin cezasını da ağırlaştırılacak. “Katil polis hesap verecek” demenin bile “memuru tehdit” olarak algılandığı yargı düzeninde bu suçun cezası da arttırılacak.
Devlet, kanunları istediği gibi eğip bükerek toplumsal muhalefeti ezmeyi, insanları korkutup sokaklardan çekmeyi amaçlıyor. İnsan hakları, hukukun evrensel ilkeleri gibi normların fiilen geçersizliğini artık yasal güvenceye kavuşturuyor. Ancak devletin hesaplayamadığı bir şey var; o da, arttırmayı sürdürdüğü tehditlerine, gizlilik kararlarına, hapis cezalarına, sıkılacak her yeni mermisine rağmen mücadele etmeye, direnmeye devam edecek olanlar…
Davut Erkan
[email protected]
Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 22. sayısında yayımlanmıştır.
The post Kulan-at Kılavuz: Yeni İç Güvenlik Reformu appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>