The post Brezilya’da Halk Bolsonaro’ya Karşı Sokakta appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>Bugün Brezilya’da halk Bolsonaro’nun faşist rejimine, yaşamın gün geçtikçe pahalılaşmasına karşı çıkmak ve “herkes için daha hızlı aşı” demek için sokaklara çıktı.
#ForaBolsonaro (Bolsonaro Defol!) diyerek sokağa çıkan binlerce kişiye polis saldırdı, çok sayıda kişi gözaltına alındı.
The post Brezilya’da Halk Bolsonaro’ya Karşı Sokakta appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post Hayallerini Sanatla Buluşturan Lorca – Didem Deniz Erbak appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>“Karadır atları, kapkara/ Nalları kapkara demir/ Pelerinlerinde parıldar/ Mürekkep ve mum lekeleri/ Ağlamak nerede, onlar nerede/ hepsinin de kurşundan beyni/ Yoldan ağır çıkageldiler/ gönülleri cilalı deri./ O çılgınlar, o gececiler/ boğarlar geçtikleri yeri/ Zamk karası bir sessizliğe/ ve bir dehşete kum incesi…”
Yüzlerce insan hep bir ağızdan bu şiiri söylüyor. Granada sokakları bu şiiri söyleyenlerin sesiyle yankılanıyor. Granada sokaklarından ardı sıra kamyonlar geçiyor ve şimdi bu ses o kamyonların içinden geliyor. Bu kamyonlar sadece bu şiiri söyledikleri için ölüme taşıyor insanları. Bir sokak ortasında askerler tarafından kurşuna diziliyor hepsi. “Tüm insanların kardeşiyim. Politikacı değilim ama her gerçek şair gibi devrimciyim. Siyasal sınırlara inanmıyorum” bu sözler, yukarıdaki dizeleri yazan ve o gün orada katledilen Garcia Lorca’ya ait.
Lorca düşüncelerini, hayallerini sanatıyla bütünleştiren bir şair, yazar ve tiyatrocuydu. Önce ailesinin isteklerine başkaldırarak, kendi doğal eğilimlerini gerçekleştirerek başladı yaşamına. Şiirler yazıp okuyor, İspanyol halk şarkılarını piyanoya uyarlıyor, besteler yapıyor, sahnelerde şarkılar söylüyor, resim yapıyor, desenler çiziyordu. Lorca’nın şiirlerini bilir ve okuruz birçoğumuz. Oysa tiyatro onun bütün yaşamında başköşeyi tutar. “Dünyanın yaşamakta olduğu şu dramatik anlarda sanatçı halkıyla gülmeli, halkıyla ağlamalıdır. (…) Ben yoksullarla bütünleşmek istiyorum. İşte o yüzden gelip tiyatronun kapılarına dayandım ve bütün yeteneklerimi de bu sanata adadım” diyor bir söyleşisinde.
Kuklalara yaşam katmanın onun için ayrı bir tadı vardır. Kendi evinde, kukla gösterileri düzenleyip sahneler; dekorları, kuklaların giysilerini, takılarını hep kendisi hazırlar; üstelik kuklaların iplerini de kendisi kullanırdı. 1920’lerdeki birkaç oyun denemesi ve kukla oyunlarından sonra; Fernando’ya başkaldıran Granadalı bir kadının, Mariana Pineda’nın öyküsünü anlatır bize. Dekorlar, kostümlerin çizimi, ressam arkadaşı Salvador Dali’nin eseridir.
“Pervanenin Nazarı Değdi” isimli oyun Lorca’ nın ilk oyunudur. Oyun pek ilgi görmez ama devamı gelir ve bayrak üzerine özgürlükçü sözler söylediği için ölüme mahkûm edilen bir kız için yakılmış türküye bir oyun hazırlar. Çocukken söyledikleri bir türküdür bu ve şiirde olduğu gibi tiyatroda da kalıpları hiçe sayan bir tarzı vardır. Ezilenlerin safındadır Lorca. “Tiyatronun gücü onun toplumsal sorunlara bakış açısıyla ölçülebilir yalnızca” der. Toplumsal sorunları açık açık tiyatro ile anlatmaya çalışır. Lorca için tiyatro, yaşamın bir aynasıdır. “Dona Rosita Bekâr Kalıyor” ya da “Çiçeklerin Dili” isimli oyunlarında hayatın önünde engel, baskı aracı olan gelenekleri eleştirir. “La Zapatero Prodigiosa (Kunduracı Güzeli)”, “El Sacrificio de İfigenia (İfigenia’ nın Kurban Edilişi)” gibi onlarca oyuna imza atar. Lorca yoksullukların, adaletsizliklerin, ataerkinin yaşama etkilerini yazdığı birçok oyunda konu etmiştir. “Kanlı Düğün (Noces de Sang)”, “Yerma”, ve “Bernarda Alba’nın Evi” günümüze kadar etkisini sürdürmüş en önemli oyunlarındandır.
Lorca 1932-1935 arasında tiyatroya gidemeyenlerin kendi düşüncelerine ortak olabilmesi adına gezgin bir tiyatro topluluğu oluşturdu. La Barraca uzak köylere dek gidip oyunlar sergileyecek bir tiyatro topluluğuydu. Dört yıl boyunca Calderon’dan, Cervantes’ten, Molina’dan oyunlar sahnelediler. La Barraca, İspanyol tiyatrosunu gelenekçiliğinden, tutuculuğundan kurtarmak ve halkın toplumsal adaletsizlikleri içselletirmesini sağlamak fikrini sırtına yükleyip yola çıkıyordu.
Lorca hor görülen bir eşcinsel, Faşist Franco diktatörlüğünün karşısında tehdit unsuru bir yazar fakat en önemlisi düşlediklerini eylemekten çekinmeyen cesur bir kişiydi. Bu yüzden kamyon sırtında çıkarıldığı bir yolculuk sonrasında kurşunlanarak katledildi. Lorca’nın mezarı bilinmiyor birçok faili meçhul gibi. Ama 1936’dan bugüne düşledikleriyle, eyledikleriyle, yazdıklarıyla biz Lorca’yı tanıyor ve biliyoruz.
“Ölmüştür ay, ölmüştür ama/dirilecek bahar olunca…”
The post Hayallerini Sanatla Buluşturan Lorca – Didem Deniz Erbak appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post Örgütlü Bir Halkı Hiçbir Felaket Yenemez – Gizem Şahin appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>Bu soruyu sorarken herkes oldukça endişeli. Çünkü beklenen büyük depremi bırakalım bir kenara, bu küçük depremlerde bile birçok konuda sıkıntıların olduğunu gördük. Cep telefonlarının saatlerce şebekeye bağlanmaması, bazı binalarda görülen çatlaklar, deprem anında ve sonrasında toplanabilecek alanların olmaması gibi birçok konu var olan endişelerimizi arttırdı.
Deprem Değil Kapitalizm Öldürür
Günlerdir 15 milyon nüfuslu bir şehirde gerçekleşecek olan, en az 7 şiddetinde bir depremden söz ediyoruz. Bu olası depremin gerçekleştiği anda yaratacağı tahribatı tahmin etmeye uğraşıyoruz: Hangi binalar yıkılır? Hangi semtler daha güvenilir? Deprem anında nerede toplanacağız, toplanma alanları nerede?
17 Ağustos 1999 Gölcük Depremi hepimizin hafızasındaki yerini tazeledi bu günlerde. 7.6 şiddetinde yaşadığımız bu depremde 17.480 kişi yaşamını yitirmişti. Bu rakam bir yıl sonra 18.373 olarak düzeltildi.
Bir doğa olayı olan depremlerde, bu kadar yüksek tahribatın, kaybedilen binlerce yaşamın sebebi doğal afet denilip geçilemez. Üzerimizdeki bu tahribatın sebebi gerçekten deprem mi, yoksa rant hırsıyla gözü dönmüş, kentsel dönüşümlerle, devlet projeleriyle 15 milyonun yaşadığı bir şehri bina yığınına çevirmiş, olası bir felakette toplanma alanı ve yollar dahi bırakmamış olan kapitalist sistem mi?
Doğa Verdiğini Alır
Hepimizin bildiği bir gerçek var ki: Doğa verdiğini alır. Neredeyse akan bütün nehirlerin üzerine barajların yapıldığı; “başı boş akan” suların kurutulduğu; yeşilin kalmadığı; ormanların, ağaçların kesilip yerine gökdelenlerin inşa edildiği; yoksul mahallelerimizde yaşayanlarımızın evlerinin yıkılarak yerine 2+1 konutların yapıldığı; yol çalışmalarıyla imkansızı “başarıp” en olmadık yerlerden yeni yolların açıldığı bir şehirde, İstanbul’da bizi öldürecek olan şey deprem değil kapitalizmdir.
Çünkü beklenen “Büyük İstanbul Depremi” gerçekleştiğinde yaşamlarımızı ne 2+1 konutlara ne her yanımızı kaplayan AVM’lere ne de başka bir yere sığdıramayacağız. Ve kuşkusuz böylesi bir depremden sonra, ilk olarak yaşadığımız binalar yıkılmış olacak. Köprüler, yollar, viyadükler enkaza dönüşecek. Yollar çökecek, kalanlarda ise hareket etmek mümkün olmayacak. Patlayan su boruları, çalışmayan doğalgaz vanaları ve daha birçok şeyle baş etmek zorunda kalacağız. Bu anda ne devleti ne de devletin herhangi bir kurumunu yanımızda göremeyeceğiz.
Deprem En Çok Ezilenleri Sarsar
Yaşadığımız deprem, sel ya da başka bir afette sanki ezilenler ile ezenler denkmiş gibi açıklamalar duyarız. Yöneticiler ve patronlar depremin etkisini arttıranlar kendileri değilmiş gibi davranırlar. “Biz de bu felaketten etkilendik, ama takdiri ilahi işte” ya da “kader” derler. Gölcük depreminde dediler, Trabzon’da HES borusu patlayınca dediler, SOMA’da dedier. Ama biz ezilenler, ezenlerle denk değiliz. Çünkü deprem en çok ezilenleri sarsar.
Deprem sonrası başlayan arama-kurtarma çalışmalarının nereden başlayacağı en başından bellidir. 17 Ağustos 1999 Gölcük depreminde, depremzedeler ilk yardımların 3 gün sonra geldiğini söylemişti. Enkaz altında kalanlarımız hayatta kalabilmek için dakikalarla yarıştı. Bu yüzden her türlü dayanışmanın, her çabanın değeri büyük. Fakat akıllarda bazı soruların oluşmasına sebep oluyor böylesi “gecikmeler”. Büyük İstanbul Depremi olduğunda arama-kurtarma ekipleri (ilk) kimleri kurtaracak?
Ezilenleri Dayanışma Yaşatır
Bu sorunun cevabı, geçmişte yaşanan olaylarda saklı. “Bizi kim kurtaracak” diye sorsak da ancak biz, birbirimizin hayatlarını kurtaracak, kendi özörgütlülüğümüzle hayatta kalacağız. Yıkılan evlerimizi beraber inşa edeceğiz, çünkü ilk kurtarılacak bölgeler bizim mahallelerimize çok uzak olacak, biliyoruz. Sadece deprem değil herhangi bir felakette “umursanmayan”lardan olacağız, bunu da biliyoruz.
Depremin etkisini azaltabilmek için kendi irademizle kendi ihtiyaçlarımız doğrultusunda sağlam, sağlıklı, doğayla uyumlu yaşam alanlarını oluşturmamız gerekiyor. Bunun için şimdi nasıl mücadele ediyorsak, bugün içinde yaşadığımız dönemde depremin etkisini en aza indirgeyecek yöntemleri de düşünmemiz ve yaratmamız gerekiyor. Biz yardım etmeyecek, dayanışmayı büyüterek birbirimize el uzatacağız. Çünkü ihtiyacımız olan şey yardım değil, dayanışmadır. Aslında bunun örneğini 2005 yılında ABD’nin New Orleans eyaletinde meydana gelen Katrina Kasırgası’nda deneyimledik.
Katrina Kasırgası, 2000’e yakın insanın yaşamını yitirmesine yol açmış, 1 milyondan fazla insanın evini yıkmıştı. Afetten birkaç gün sonra eski Kara Panter üyesi Robert Hillary King ve Anarşist Scott Crow, Ortak Taban Kolektifi’ni (Common Ground Collective) kurarak, devletin umursamadığı yoksul mahallelere temel destek götürmüştü. Kolektif, otonomi ve yerel faaliyet ilkeleri ile öz-örgütlü bir yapıda kurulmuştu. Kurulmasının başında sadece yemek ve su gibi ihtiyaçların dağıtımını yapan kolektif, gelen 4 sıhhıyeci ile birlikte Algiers’de bir acil ve ilk yardım kliniği kurdu.
1 Mart’a gelindiğinde kıtanın birçok yerinden gelen 23 bin kişi kolektifte gönüllüydü. Kolektifin felsefesi en başından beri “yardım değil dayanışma” oldu. “Ortak Taban Kolektifi” zamanla internet erişimi sağlayan “Ortak Taban Teknoloji Kolektifi”, “New Orleans Kadın Sığınma Evi” ve “Ortak Taban Kliniği” gibi birçok bağımsız kolektife bölünerek çoğaldı. Bir yıl içinde 7 klinik ve 100 mahalle bahçesi yapıldı. Enkaz temizleme, çatı onarma gibi hizmetleri ücretsiz sunan kolektif, yeri geldiğinde kentsel dönüşüm gibi sosyal, ekonomik ve ırkçı saldırıları da önledi.
2012’de Sandy Kasırgası’ndan etkilenenler için kurulan Occupy Sandy ise Occupy hareketinin bir yan çalışması olup, Ortak Taban Kolektifi’nden insanların da katıldığı ve aynı ilkeler etrafında ve özörgütlü yapıya sahip. Öncekine göre daha hazırlıklı ve örgütlü oldukları için daha da başarılı çalışmalar yapmışlardır.
Yardım Değil Dayanışma Yaşatır
Bu felaketler sonrasında devlet, nüfusun çoğu siyah olan afet bölgelerine destek götürmekten çok kanun düzenini sağlamakla uğraşmıştır. Felaketten 10 yıl sonra bile yıkılan evlerin ancak %10’u yeniden yapılmıştır. Tek bir merkezden yönetilen ve bürokratik bir kurum olarak devlet, bu tür durumlarda aciz ve hantal kalmaktadır. Gönüllülük ve dayanışma üzerine kurulu ve özörgütlü işleyen yapıların başardıkları kamuoyunun dikkatini çekmiş, hatta ABD’nin AFAD’ı FETA bile, daha sonradan bu inisiyatiflerle görüşmeler yapmaya çalışmıştır.
Amerika’daki bu deneyim ve esas aldıkları “yardım değil dayanışma” ilkesi, bizlere bunun mümkün olabileceğini göstermiş oldu. Doğal olarak bu deneyimleri, paylaşma ve dayanışmayı bizler kendi sokağımızda, yan komşumuzda ve mahallelerimizde yıllardır “iyi günde, kötü günde” belirli sorunlar ve konular üzerinden deneyimlemekteyiz. Ancak daha geniş deneyimi yaratmak için afeti beklememek gerekir. Şimdi şu anda özörgütlü deneyimi yaratmak, önceki örneklerin gösterdiği gibi afet zamanında daha hazırlıklı olmamızı sağlayacaktır. Katrina Kasırgası’nın ardından kazanılan deneyimle kendi deneyimlerimizi yaratabiliriz.
Yardımla değil, dayanışmayla…
Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 51.sayısında yayınlanmıştır.
The post Örgütlü Bir Halkı Hiçbir Felaket Yenemez – Gizem Şahin appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post Kürtler Camii oldu Türkler Camii appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post Kürtler Camii oldu Türkler Camii appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post Efrin Saldırısına Karşı Eylemler Sürüyor appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>TSK’nin cihatçı çetelerle birlikte Efrin’e yönelik başlattığı saldırılara halkların tepkisi de sürüyor. Rojava ve Kuzey Suriye Federasyonu’na bağlı birçok kentte halk Efrin için sokaklara döküldü. Kobanê’de Özgür Kadın Meydanı’nda toplanan halk, daha sonra Aşitî Meydanı’na yürüyerek bölgeye yönelik hava ve kara operasyonlarına karşı pankartları, dövizleri ve sloganlarıyla eylemlerini gerçekleştirdi. Benzer bir şekilde Şedadê ve Cezire bölgesinin Amûdê kentinde de halk sokaklara dökülerek yapılan saldırılara karşı tepki gösterdi.
The post Efrin Saldırısına Karşı Eylemler Sürüyor appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post Anarşistlerin Teori ve Pratik Tartışmaları (5): Suç ve Ceza Üzerine Mektuplaşma-Malatesta, Venturini appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>Gazetemizin “Anarşist Teori ve Pratik Tartışmaları” bölümünde 40. sayıda başladığımız “Suç ve Ceza” tartışmalarına anarşistler arası bir tartışmayla devam ediyoruz. 1921 yılında Umanita Nova’nın kapatılmasından kısa bir süre önce Errico Malatesta imzasıyla yayınlanan bir yazıyla başlayan, Malatesta ve Aldo Venturini arasında geçen bir mektuplaşmaya yer veriyoruz.
Aldo Venturini’in Mektubu
Sevgili Malatesta,
Geçenlerde Umanità Nova’da çıkan, önemli ve her zaman tartışmaya değer bulduğum suç konusundaki iki makaleni, büyük bir ilgiyle okudum.
Kuşkusuz, biz anarşistlerin bu meseleye ilişkin yaptığımız çözümlemesini destekleyen argümanların, tartışmasız olarak net ve etkili. Yine de bazı bakış açılarını düzelten ama çok genel ve soyut ya da fazlasıyla ayrıntılı bazı düşüncelerin üzerinde durmak istiyorum.
Örneğin, dediğin gibi: “Bizim için toplumsal görevlerin başarısı gönüllülük esasına dayanmalıdır ve bireyin güç kullanmaya hakkı, sadece başkalarına isteyerek saldırarak, barış içinde, toplum olarak bir arada yaşamamıza engel olanlara karşı vardır. Güç ve fiziksel kısıtlama ancak ve ancak, fiziksel şiddet içeren bir saldırıya karşı, doğrudan savunma ihtiyacı için kullanılabilir.”
Akıl yürütmenin ikinci kısmında, geleceğin toplumunda temel alınan adalet ilkesini bozabilecek olan tek şeyin “fiziksel şiddet içeren bir saldırı” olduğu varsayılıyor.
Fiziksel şiddet eylemi olmadan da ciddi bir hasar gerçekleşemez mi? Neden güç ve fiziksel kısıtlama, doğrudan savunma gereksinimiyle sınırlanmış ve bundan ilham almış olsa dahi, böylesi durumlar için de kullanılmıyor? (Ne yazık ki bunlar, yeni toplumsal yaşamın suça yönelik ahlaki bakış açısı olacaktır.)
Birisinden bir şey çalmak için ona fiziksel şiddet uygulama eylemi ile aynı soygunu herhangi bir şiddet kullanmadan gerçekleştirme eylemi birbirine eşdeğer değil mi?
Üstelik, birini vahşice öldürmekle, aldatıcı ve canice bir ikna ile onu ölüme sürüklemek arasında ne fark vardır? Bu sadece bir örnektir ve saldırının fiziksel şiddet olmadan, kişinin yaşamına zarar verdiği başka yüzlerce durumdan bahsedilebilir.
Öte yandan, doğru şiddet ayrıdır, yanlış şiddet ayrı. Bu nedenle adaletsizlik, onu ortaya çıkaran dışsal eylemden çok, birinin hainliği ve acımasızlığı yüzünden başkasının mağdur olması gerçeğinde yatar.
Bu konuda şunları söylüyorsun: “Kararı, durumun içinde olanların, halkın eline bırakmaktan başka bir çözüm göremiyoruz. Halk, koşullara ve kendi uygarlık derecesine göre farklı davranacaktır.”
Fakat, “halk” burada çok genel bir ifade olduğu için mesele çözümsüz kalıyor.
Bu akıl yürütme, her şeyi halkın yapması gerektiğini düşünen Kropotkin’in hatasının tekrarı gibi görünüyor ve Kropotkin’e göre halk, yalnızca genel bir çokluktur.
Saverio Merlino, Kropotkin’in anarşizm düşüncesindeki bu ve diğer hataları iyi bir şekilde eleştirdi ve “Kolektivist Ütopya” kitabında seninle tartışarak, konumuzla alakalı olan toplumsal savunma meselesine ilişkin şu öneride bulundu: “Mevcut sistem ve suçun sona ereceği varsayımı arasında bir yerde, toplumsal savunmanın bir devlet işlevinden farklı olan çeşitli ara biçimlerinin olduğuna inanıyorum. Böylesi bir toplumsal savunma, tıpkı sağlık, ulaşım vb. gibi toplumsal hizmetlerde olduğu gibi her yerde halkın gözü önünde ve denetimi altında olacaktır. Bu yüzden yozlaşarak bir baskı ve tahakküm aracı haline gelmeyecektir.”
Biz anarşistler neden bu anlayışa varmayalım? Sözde adalet denilen mevcut işleyişi, bütün acı verici ve insanlık dışı yönleriyle ortadan kaldırmak istiyoruz ama bunun yerine bireysel özgürlük ya da kalabalığın acele yargısını koymak istemiyoruz. İnsanların adalet anlayışının gelişmesi, onu ifade etme ve savunma biçimleri üzerinde çalışılması gerekiyor.
Bu mütevazi itirazlarımın nedeni, size böylesine önemli ve tartışılması gereken bir konuya geri dönebilme fırsatını vermektir.
Dikkate alman dileğiyle…
Sevgilerle,
Aldo Venturini
Bologna, 8 Eylül 1921
Malatesta’nın Yanıtı
Arkadaşımız Venturini’nin eleştirileri çok doğru: Fakat, yalnızca karmaşık suç meselesi üzerine bazı düşüncelerimi ifade ettiğimi ve bütün olası durumlar için geçerli bir çözüm sunma niyetinde olmadığımı belirttim.
İnanıyorum ki suçla mücadele için söylenen ve yapılan her şey; olayların yaşandığı zamana, mekana ve hepsinden önemlisi çevrenin ahlaki gelişimine bağlı olarak, sadece beli bir oranda değerli olabilir. Suç sorunu, gerçek anlamda yeterli ve nihai çözümüne ancak… suç tamamen ortadan kalktığında kavuşacaktır.
En acı toplumsal sorunların çözümü için getirdiğimiz önerilerin, muğlaklık ve belirsizlikle suçlandığını biliyorum. Ve anarşistlerin; günümüzdeki ahlak ve kurumların yıkıcı eleştirisinde hemfikir, gelecekteki yaşamın yeniden yaratılması ve günlük yaşam sorunları ile uğraşırken ise çok çeşitli okullara ve eğilimlere ayrıldığının bilincindeyim.
Ne var ki, bu bana kötü görünmüyor. Aksine, niyeti geleceğe giden yoldaki taşları şimdiden dizmek değil, sadece toplumsal evrim için gereken özgürlük koşullarını garantiye almak olan anarşizmin gerçek karakteri ve değerinin bu olduğunu düşünüyorum: Toplumsal evrim, herkesin en iyi maddi, manevi ve entelektüel gelişimini eninde sonunda sağlayacaktır.
Yasaları koyan ve dayatmak isteyen otoriteler ve yöneticiler, ya şaşmaz bir formüle sahip olduklarına inanıyorlar ya da buna sahiplermiş gibi görünmek zorundalar. Ancak bütün bir tarih gösteriyor ki yasanın tek işlevi, kurulduğu dönemdeki çıkarları ve önyargıları savunmak, güçlendirmek ve sürdürmek olmuştur. Böylece yasalar, insanlığı devrimden devrime, şiddetten şiddete ilerlemeye zorlamıştır.
Biz aksine, mutlak gerçeğe sahip olduğumuzu iddia etmiyoruz. Toplumsal doğruluğun sabit, her dönem için iyi, evrensel olarak uygulanabilir ya da önceden belirlenebilir bir şey olmadığına; ancak özgürlük sağlandığı sürece, insanlığın git gide, keşfederek ve eyleyerek gelişeceğine ve bu süreçte en az sayıda çalkantı ve en az sürtüşme olacağına inanıyoruz. Böylece çözümlerimiz her zaman, farklı ve belki de daha iyi çözümlere açık kapı bırakır.
Gerçek şu ki, insan sürekli daha iyisini bulmayı bekleyerek, hiçbir şey yapmadan yaşayamaz, belirli bir eylem yapmak zorundadır. Bununla birlikte, yalnızca tarihte belirleyici olan tek faktörün idealler olmadığını bilsek bile, bugün peşinde koşabileceğimiz tek şey bir idealdir. Hayatta, ideallerin çekim gücünün yanında, yaşamsal koşullar, alışkanlıklar, ilgi ve irade farklılıkları, kısaca gündelik yaşamın yürütülmesinde insanın uymak zorunda olduğu, hangisinden başlayacağımı bilemediğim sayısız gereklilik vardır. Pratikte, insan ne yapabiliyorsa onu yapar: Yasal yaptırımlar ile oluşan ve devletin gücü, yani bazılarının hizmetinde olanların toplam gücü ile kalıcı hale getirilen kusurları, muhtemel adaletsizlikleri engellemek ya da engellemeye çalışmak ve devletsiz ideallerine doğru ilerlemek, her halûkarda anarşistlerin bağlı kalması gereken misyondur.
Suç konusuna geri dönelim.
Venturini’nin doğru bir şekilde belirttiği gibi, özgürlüğe ve adalete zarar vermenin, fiziksel şiddet kullanmaktan daha kötü yolları vardır ve bunlara karşı fiziksel sınırlama gerekli ve acil olabilir. Bu nedenle, öne sürdüğüm ilkenin, yani bireyin fiziksel güç kullanma hakkını yalnızca fiziksel güç kullanarak başkasının hakkını ihlal etmek isteyenlere karşı kullanabileceğinin, olası tüm durumları kapsamadığını ve mutlak bir ilke olarak görülemeyeceğini kabul ediyorum. Fiziksel şiddete karşı olduğu gibi, sonuçları ve uygulama biçimi fiziksel şiddetle eşdeğer olan davranışlara karşı zorla kendini savunma hakkını savunarak, belki de daha kapsamlı bir formüle yakınlaşacağız.
Bu şekilde, farklı durumların taramasını gerektiren ve bin farkı çözüme yol açan, olay bazında bir analize giriyoruz, ama meselenin en büyük zorluğuna dokunmuyoruz: kimler yargılayacak ve kararı uygulayacak olan kim?
Karar verme yetkisini durumun içinde olanların, halkın, yani toplumsal kitlenin, eline bırakmanın gerekli olduğunu savundum.
Venturini, “halk”ın fazlasıyla genel bir ifade olduğuna işaret ediyor, onunla aynı fikirdeyim. Kropotkin’in yaptığı gibi “halk”a hayran olmaktan uzaktayım. Gerçi, bir yandan da Kropotkin kalabalıklara, sadece doğru davrandıklarında “halk” dediği için, Merlino’nun savı haksız bir suçlama oluyor. Halkın her şeyi yapabileceğini biliyorum: Bugün vahşi, yarın cömert, bir gün sosyalist olur, başka bir gün faşist, zaman gelir rahiplere ve Engizisyon’a karşı ayaklanır, başka bir zaman Giordano Bruno’nun kazıkta yakılmasını seyrederken dua edip alkışlar, bir anda fedakarlık ve kahramanlık için hazırdır, başka bir anda ise en kötü biçimiyle korku ve aç gözlülüğün etkisindedir. Bu konuda ne yapılabilir? Mevcut malzeme ile çalışmak ve bundan en iyisini çıkarmaya çabalamak gerekir.
Venturini gibi, bireysel özgürlük ya da kalabalığın acele yargısını istemiyorum. Bununla birlikte, suçlulara karşı toplumsal savunmayı, sağlık, ulaşım vb. gibi herhangi bir sosyal hizmet gibi örgütlemek isteyen Merlino tarafından önerilen çözümü de kabul edemem, çünkü polis teşkilatının bütün kusurlarını edinecek ve onun bütün tehlikelerini barındıracak olan silahlı bir grup oluşturmaktan korkuyorum.
Bir sosyal hizmet açısından, örneğin demiryolu işçisinin mesleğinde uzmanlaşması, doktorların ve öğretmenlerin tamamen kendilerini sanatlarına adaması yararlıdır; fakat belki teknik açıdan avantajlı olmasına rağmen, birisinin meslek olarak polis ya da hakim olmasına izin vermek tehlikelidir ve yozlaştırır.
Toplumsal afetler yaşandığında herkes nasıl hemen yardım ediyorsa, aynı biçimde, toplumsal savunmayı herkesin ele alması gerekir.
Benim için polis bir suçludan, en azından küçük, sıradan suçludan daha kötüdür. Bir polis memuru toplum için çok daha tehlikeli ve zararlıdır. Fakat, insanlar halk tarafından yeterince korunduklarını hissetmediklerinde, şüphesiz hemen polisi ararlar. Bu nedenle, polisin var olmasını engellemenin tek yolu, halk için gerçek bir koruma oluşturan işleyişlerin yerine getirilmesi ve onun gereksiz hale getirilmesidir.
Venturini’nin sözleriyle bitiriyorum: “İnsanlarda adalet duygusunun gelişmesi, onu ifade etme ve savunma biçimleri üzerinde çalışılması gerekiyor.”
Çeviri: Zeynel Çuhadar
Bu yazılar Meydan Gazetesi’nin 42. sayısında yayınlanmıştır.
The post Anarşistlerin Teori ve Pratik Tartışmaları (5): Suç ve Ceza Üzerine Mektuplaşma-Malatesta, Venturini appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post Millet Değilsen Hiçbir Şeysin – Ece Uzun appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>
Devletler, egemenliği altında yaşayan insanları “vatandaş”ları olarak tanımlamaktadır. Bu vatandaşların içinden belli koşullara sahip olanlar (18 yaşını doldurmak vs.) ise “seçmen”leri oluşturur. İktidarlar ve iktidarı arzulayanlar ise bu sürede kendi seçmenlerini ideolojileri yoluyla betimler. Bu tanımlamalar da makbul vatandaşları/seçmenleri ve ötekileri oluşturur. İşte bu seçmenler, yani aslında tek tek bireylerin oluşturduğu topluluklar ideolojilere göre kimi zaman “millet”, kimi zaman “ulus”, kimi zaman “halk” olmaktadır.
Millet, ulus, halk gibi kavramlar farklı siyasi partilerin farklı anlamlar yükleyerek kullandığı kavramlar olmuşlardır. AKP ve MHP bu kavramlardan “millet”i, CHP “ulus”u, HDP “halk” kavramını kullanmayı tercih etmektedir.
Seçim çalışmalarında kullanılan söylemler ve politikalar bu kavramların üzerinden inşa edildiği için kavramların genel anlamları ve kullanıldıkları anlamlar önem kazanmaktadır.
Millet, Ulus, Halk
Millet kelimesi Arapça kökenli olup çoğunlukla aynı topraklar üzerinde yaşayan, ortak bir kültür ve geçmişe sahip, aynı din veya mezhepten olan insanların oluşturduğu, devlet şeklinde teşkilatlanmış topluluğu ifade eder. AKP’nin özellikle son süreçte iyice yükselttiği “millet” kavramı, tanıma paralel olarak “ümmet”e, aynı dine/mezhebe sahip olanlara ağırlık vermektedir. Kimi zaman birleştirici olmak adına kavrama geniş anlamlar yüklemeye çalışsa da AKP’nin “millet”ten kastı, yarattığı yaşam tarzına uygun olan “yerli ve milli” olan insanlardır. Türk ve Sünni olandır. “Millet” kavramını kullanan bir başka parti ise AKP ile referandumda ortaklığa giden MHP’dir. MHP bu kavramın dini yönünü koruyarak kavramı daha çok etnik köken üzerinden kurgulamıştır.
“Millet” kavramıyla aynı anlamda kullanılsa da “ulus” kavramında özellikle din vurgusu yapılmamaktadır. Fransız Devrimi’yle beraber gelişen “ulus devlet” anlayışının ve “ulusalcılık” ideolojisinin temeli olan ulus kavramı, “nation” kelimesinin karşılığıdır ve kavramın oluşturulmasındaki hakim düşünce “toplum sözleşmesi” anlayışıyla ve yurttaşlık kavramıyla ilişkili olarak yayılmıştır. Kavram, “bir coğrafyada yaşayan, aynı devletin vatandaşı olan, aynı değerlere ve kültüre sahip insan topluluğu” anlamında kullanılmıştır. Kavramda ağırlık bir etnik kökene bağlı olma anlamı yerine aynı devletin yurttaşı olmaya verilmiştir. “Ulus” kavramını kullanan CHP de kavrama aynı devlette yaşama ve devletçilik değerlerini yüklemiş, bunu da laiklik anlayışıyla geliştirmiştir.
Halk kavramı da çokça “millet” ve “ulus” kavramlarının kullanıldıkları anlamda kutuplaştırma ve tek tipleştirme amacıyla kullanılsa da; ırk gibi etnik, dil gibi kültürel, din gibi inançsal değerlerin ötesinde aynı topraklar üzerinde yaşayan ve ortak çıkarları olan insanların tamamını ifade etmektedir. Bu yönüyle devletsi bir kavram olmaktan öte coğrafi bir birlikteliğin tanımıdır.
Artan Millet Söylemi ve Kutuplaştırma
Yukarıdaki kavramların ışığında ve iktidarın yürüttüğü politikalarla birlikte düşünüldüğünde tek tipleştirme ya da kutuplaştırma amaçlarıyla günümüzde en etkin biçimde kullanılan söylemin “millet” kavramı olduğunu görmekteyiz.
Her seçim zamanı siyasetçilerin artan ötekileştirici dili ve kutuplaştırma siyaseti de tek tipleştirme amacıyla birlikte gelişmiştir. Tek tipleştirici, ötekileştirici, kutuplaştırıcı dil bu seçimde de artarak devam etmektedir. Bu süreçte de bu yöntemi en keskin biçimde kullanan AKP iktidarı ve Tayyip Erdoğan olmaktadır. Milliyetçi söylemler ve savaş politikalarıyla birlikte asimilasyon ve tek tipleştirme politikaları da artmış, tariflenen millet kavramına girmek istemeyenler ise ötekileştirilmiş, toplum kutuplaştırılmıştır. Bununla da millet kavramına gireceklerin safları sıklaştırılmaya, netleştirilmeye çalışılmış ve referandum sürecinde kullanılanacak milliyetçi politikalar için gerekli olan düşman da yaratılmıştır.
Erdoğan geçen haftalarda Amed’de düzenlenen mitingte ağzından düşürmediği “millet” kavramıyla “Türk, Kürt, Laz, Çerkes herkesi” birleştirdiklerini iddia etse de, bir gün sonra Ankara’da “Türk Milleti” vurgusu yapmıştır. Böylece “millet”ten kastedilenin, kendi makbul seçmenlerinin kim olduğunu, kendi milletini diğer herkesten ayırmakta ve diğerlerini ötekileştirmekte olduğunu bir kez daha kanıtlamıştır. Kısacası üstüne basa basa vurgulanan anlayış, “ya AKP ve Erdoğan milletindensindir ya da hiçbir şey!”
The post Millet Değilsen Hiçbir Şeysin – Ece Uzun appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post “Kuzey Dakota’da Boru Hattı’na HAYIR!” – Özgür Oktay appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>2016’nın Nisan ayında Sioux yerlilerinin, Kuzey Dakota Boru Hattı’na karşı Duran Kaya kampını kurarak başlattığı direniş, kıtanın dört bir yanından gelen yüzlerce yerli kabilesinin ve onlara katılan su savunucularının katılımıyla bugün 5000 kişiye ulaşan üç direniş kampında sürüyor. Günde yaklaşık 500.000 varil petrol taşıması planlanan boru hattı, hem halkın yaşam alanlarının yakınındaki su havzalarından, hem de bölgenin temel yaşam kaynağı olan Missouri Irmağı’nın altından geçiyor. Boru hattı inşaatı ve daha sonra oluşabilecek sızıntılar, suları kirleterek bölgedeki yaşama ciddi kalıcı zarar verme tehlikesini taşıyor.
Sioux yerlileri, 1851 antlaşmasından beri devletin sürekli gasp ettiği Oceti Sakowin Oyate toprakları üzerindeki mezarlıkların ve kutsal suların üzerinden geçen boru hattını durdurmak için bir yandan hukuki mücadelesini sürdürürken, kamptaki direnişçiler doğrudan eylemlerle boru hattının inşaatını duraklattı. Duran Kaya kampı, direnişin başladığı ilk aylardan beri artan polis şiddetiyle karşılaşıyor. Polis, köpeklerle, biber gazı, plastik mermi ve ses bombalarıyla saldırırken, en başından beri çıplak arama ve kafese kapatma uygulamalarını sürdürüyor ve tutuklamaları artıyor. Bunun yanı sıra bir faşistin eylemcilerin üzerine kamyon sürmesi ya da bir özel güvenlikçinin otomatik silahla kampa sızması gibi tacizler de yaşanıyor. Ekim ayının sonunda eyalet polisi ve ulusal muhafızlar ve çevre eyaletlerden gelenler dahil birçok şubeden polis, direniş kampını ve yollardaki barikatları tahliye etmek için yoğun operasyonlara başladılar. 20 Kasım’da, polisin kapattığı yoldan geçmeye çalışan eylemcilerden, -2 derece soğukta sıkılan su nedeniyle çoğu hipotermiye giren 300 kişi yaralandı, 400’den fazla kişi tutukladı.
İnşaatın asıl işvereni durumunda olan ve bölgede yetkili olan Amerikan Kara Kuvvetleri’ne bağlı Mühendislik Kolordusu (CoE), 5 Aralık tarihine kadar bölgenin tahliye edileceğini bildiren bir resmi yazı gönderdi. CoE, ABD’nin baraj, kanal ve su baskınları ile ilgili çalışmakta ve hidroelektrik santral inşaatlarının %25’ini yaptı. CoE daha önce, çoğunlukla siyahların yaşadığı New Orleans’da set inşaatı yapmış ancak Katrina Kasırgası sırasında yıkılan setler katliama neden olmuştu. Bu katliamda kötü tasarım ve standartın altında inşaat nedeniyle CoE de sorumlu tutulmuştu.
Tahliye emri üzerine 2000 kadar Vietnam ve Irak gazisi direnişçilerle dayanışmak için bölgeye geldi. Aylar süren direniş ve dayanışma sonucunda CoE, boru hattının güzergahının değiştirilmesi yönünde karar verdi. Direnişçiler kazanımı büyük kamp ateşi ve yerli danslarıyla kutlarken, Duran Kaya kabile reisi Archambault II, artık insanların Kuzey Dakota’nın sert kışını kampta geçirmek zorunda olmadıklarını, kışı aileleriyle birlikte geçirebileceklerini söyledi. Ancak direnişçilerin çoğu bir yere gitmeyeceklerini söylüyor. Bu kararın devletin oyalama taktiği olabileceğine ve Trump’ın göreve geldikten sonra bu kararı tersine çevirmeye çalışacağına neredeyse kesin gözüyle bakılıyor.
Kuzey Dakota direnişine #NoDAPL hashtagiyle internet üzerinden birçok destek geldiği gibi Tokyo, London, Vancouver, Calgary ve ABD’nin birçok şehrinde dayanışma eylemleri yapıldı. ABD’nin yüzyılı aşan yok etme politikalarına direnen yerli halklarına ve onlarla beraber yaşamı savunan Duran Kaya’ya selam olsun.
Mni Wiconi!
Su Hayattır!
Özgür Oktay
Bu Yazı Meydan Gazetesi’nin 35. sayısında yayınlanmıştır.
The post “Kuzey Dakota’da Boru Hattı’na HAYIR!” – Özgür Oktay appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post “Tüketime Uyumlu Bütçeye Uyumsuz” – Emircan Kunuk appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>1970’li yılların başlarında mobil iletişimin ilk teknolojisi olan Birinci Nesil (1G) telefonlar ortaya çıktı. Aradan geçen 45 yılda 2G ve 3G ile tanıştık. Tam 3G’den 4G’ye geçecekken dillendirilen 5G’ye geçme isteği ve sonra i
kisinin ortasında 4.5G’de karar kılınması ise kafalarda soru işaretleri yarattı.Geliştirilen her mobil teknoloji, yazılımcılar tarafından “nesil” olarak ifade edilir. 3. nesil ile 4. nesil mobil teknoloji arasında, belli bir takım farklılıklar ve geliştirilmiş özellikler mevcuttu; bunların birincisi hız, ikincisi frekans miktarı. 4.5G teknolojisi, bilgiye ulaşım hızı bakımından 3G’ye oranla 12 kat daha hızlı, frekans miktarı ise 5 kat daha fazla.
Daha iyi kavrayabilmek için mobil iletişimdeki hızı, bir arabanın hızına; frekans miktarını ise yollardaki şerit sayısına benzetebiliriz. 3G teknolojisi tek şeritli bir yolda saatte 10 km hızla giden bir aracı, 4.5G teknolojisi ise 5 şeritli bir yolda trafik olsa bile 12’lik hız ile hareket edebilen aracı temsil ediyor. Bu örnekten de anlayacağımız gibi 4.5G, mobil iletişimi bir hayli hızlandıracak bir teknoloji.
1 Nisan tarihiyle resmi olarak 4.5G teknolojisine geçmemiz, 4G’yi neden atladığımız sorusunu akıllara getiriyor. 4.5G teknolojisi, sadece bu coğrafyada kullanılan bir teknoloji. Normalde 3G teknolojisinin ardından gerekli altyapının oluşturulması gerekiyordu. Ancak Cumhurbaşkanı Erdoğan, 2014’te 4.5G’yi ortaya atarak yeni bir teknolojinin geliştirilmesinde ilk adımı atan oldu.
Erdoğan’ın 4G’yi atlayıp 5G teknolojisine geçme isteği ve altyapının uygun olmaması nedeniyle 4.5G’ye geçme önerisi ise devlet -ve dolayısıyla iktidarların- ekonomisini canlandırmaya yönelik bir hamleydi.
Telefon kullanıcılarının erişim hızındaki artış, devletin 4.5G ihalesinden elde ettiği geliri arttırır ve bu da devlet ekonomisinin büyümesi ile sonuçlanır. Devletin büyüyen ekonomisinden halkın payına düşen olmayacağı çok belirginken, 4.5G’nin de halktan yana getirisi olmayacağı şimdiden açıkça görülüyor. Sonuçta şuanda kullanılmakta olan mobil cihazların büyük çoğunluğu 4.5G’ye uyumsuz. Daha fazla hız isteyenleri tüketime çağıran 4.5G’ye uygun cihazlar ise, halkın cebine uyumsuz.
Emircan Kunuk
Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 33. sayısında yayımlanmıştır.
The post “Tüketime Uyumlu Bütçeye Uyumsuz” – Emircan Kunuk appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post “Devletin Gelişi de Gidişi de Korkusundandır” – Serhat Budak appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>“Bak, bu Erdoğan’ın eseridir. Erdoğan baksın! Zavallı halkı ne hale getirdiğini görsün! Bir göz odada, altı güne dayanamayıp intihar eden… Ve bu da zavallı annesidir. Dünya baksın, görsün! Erdoğan, Esedullah Timi’yle Nisêbîn girmiş! Allahsızlar Nisêbîn’e girmişler…”
Mêrdîn’in Nisêbîn ilçesinde, 20 Kasım günü sokağa çıkma yasağı ilan edildi. Sokaklar, devletin askerleri, tankları, panzerleriyle talan edildi. Yağdırılan bombalarla, doğrudan hedef alınarak açılan ateşlerle, bir halk, devlet eliyle yine katledilmek istendi. Nisêbîn’de süren sokağa çıkma yasağı sebebiyle, engelli annesini altı gün boyunca hastaneye götüremeyen Emin Öz, evinde kendini astı. İşte yukarıda yazılı olan cümleler de, Öz’ün ölümünü belgeleyen bir komşusunun ya da akrabasının kaydettiği görüntülerde sarf ettiği sözlerdi.
Devlet korktuğunda… İlçeye giden tüm giriş-çıkış noktaları, aynı devletin kollukları tarafından tutulur. Ardından, sokakta kalanın ne olursa olsun “imha edileceği” şekilde, sokağa çıkma yasağı ilan edilir. Yüksek binalara yerleştirilen keskin nişancılar, hedef ayırt etmeksizin, çocuk, genç, yaşlı, kadın, erkek… katleder.
Devlet korktuğunda… Sıkıyönetimin uygulandığı bölgede bulunan evler ve iş yerleri ayrım gözetmeden ve içinde kim olduğuna bakılmadan yakılır, yıkılır.
Devlet korktuğunda… Keskin nişancılar ya da profesyonel katiller, evinin önündeki merdivenlerde otururken beş çocuk annesi bir kadını da; yerde yatan yaralıya yardım etmeye çalışan 75 yaşındaki bir kadını da katleder. Katledilenler sokaklarda teşhir edilir, yakılanların başında halay çekilir, kentin tüm duvarlarına ırkçı nefret kusan yazılar kazınır. Sokaklarda panzerler, akrepler, TOMA’lar, tanklar… Günler boyu kesilen su, elektrik…
Devlet korktuğunda… Yiyecek yoktur; yemek pişirmek için bahçede yakılan ateşe atılan bomba vardır. Hastane yoktur, yaralıya gelen ambulansa açılan ateş vardır.
Devlet, korktuğunda, gelir. Sûr’a, Bismil’e, Farqîn’e, Cizîr’e, Nisêbîn’e ve Dêrik’e… Devlet, bu topraklara, asla var olmadığının ve hiçbir zaman da var olamayacağını bilmenin korkusuyla gelir.
Bu gelişin bir öncesi de vardır elbet.
Özyönetim bölgelerine gelmeden önce 6000 kişilik ordusuyla başlattığı “motivasyon operasyonlarıyla”; sözde ele geçirildiği iddia edilen dağları ve ovaları, kollukların başarısı gibi gösterilmesiyle; askerinin, polisinin ve hatta savcısının bayrak açarak çektiği hatıra fotoğraflarıyla devlet, sanki korkmuyormuş gibi göstermek için çabalar. Ama devlet korkar ve tam da bu korkuyla gelir; yakar, yıkar, talan eder ve katleder.
Varlık sorusu, hiçbir şeyin olmamasının değil, bir şeylerin var olmasının yarattığı bir şaşkınlığın sorusudur. Var olmak, “orada olmak” ya da “orada olan varlık” olmak demektir. Tam da bu yüzden, öncelikli olarak mekanla ilişkilidir. Yani var olmak, bir mekanda fiziki olarak bulunmaktır. Eğer “o” mekanda ise vardır, değilse yoktur.
İşte devletin hissettiği korku da, orada -Kürdistan’da- olamamanın; daha basit tanımıyla olmamanın yarattığı korkudur. Çünkü devlet, tarihler boyunca ne Sur’da ne Bismil’de ne Cizîr’de ne de bölgenin başka bir noktasında var olabilmiştir. Katliamların ve yıkımların sebebiyse failinin doğrudan devlet olduğu Tahir Elçi’nin cenazesinde Demirtaş’ın söylediği “devletsizlik” hali değildir. Çünkü devletin varlığı zaten, doğrudan bir şekilde, yok edişlerin, katledişlerin ve “faili belli” cinayetlerin üzerinde yükselmektedir; Kürt halkı ise tarihinin en başından bu yana var olmak yani yaşamak için direnmiştir.
Kaçınılmaz olarak, devletin bu gelişinin bir de gidişi olacaktır; tıpkı Farqîn’de geri çekilen askerlerin görüntülerindeki gibi. Devlet, halkın yuhalamaları arasında, ıslıkları eşliğinde, sloganlarının yankılanışında gidecektir bu topraklardan ve özgür yaşamdan. Bir halkın yenilmezliğin görüntüsünde “yok olup” gidecektir. Dilden dile yayılan bu slogandaki gibi gidecektir:
Siwar Hatin Peya Çun!
Serhat Budak
Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 30. sayısında yayımlanmıştır.
The post “Devletin Gelişi de Gidişi de Korkusundandır” – Serhat Budak appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post Fatsa Halkı Siyanüre Karşı Direnişte appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>Maden sahasındaki direniş çadırına barikatları yıkarak giden Fatsalılar, burada da açıklamalarını tekrarlayarak, yapılan eylemin güçlerini gösterdiğini, madeni ne pahasına olursa olsun kapatacaklarını ifade etti. Açıklamanın ardından eylem sonlandırıldı.
Bu haber Meydan Gazetesi’nin 24. sayısında yayımlanmıştır.
The post Fatsa Halkı Siyanüre Karşı Direnişte appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post Gel aşitî dixwazin appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post Gel aşitî dixwazin appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>