The post İzlanda’da Mutasyona Uğramış 40 Korona Virüs Tespit Edildi appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>Toplam 737 vakanın olduğu ve 2 ölümün gerçekleştiği İzlanda’da bilim insanları Covid-19 hastalarından aldıkları örnekler üzerinde yaptıkları incelemede, 40 adet mutasyona uğramış corona virüsü tespit ettiler.
Yapılan açıklamada, 9768 corona virüsü hastası, semptom gösteren ve risk grubundaki insandan örnekler alındığı, örneklerin bazılarında korona virüsünün mutasyona uğradığının gözlemlendiği ve bazılarında ise virüsün genomunda ufak değişiklikler yaşandığı belirtildi.
The post İzlanda’da Mutasyona Uğramış 40 Korona Virüs Tespit Edildi appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post Migrene Çare Bulundu appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>İngiltere’de yapılan deneyler sonucunda tedavisi olmayan baş ağrısı migrene karşı yeni bir tedavi yöntemi bulundu. Bulunan yöntemle migrenin hem nöbet sayılarını hem de ağrı şiddetini azaltacağı ortaya çıktı.
Bu tedavi yöntemiyle antikorlarla beyindeki kimyasal aktivite değiştiriliyor. Deneyler sonucunda antikorlar üretiliyor, üretilen antikorlarla kimyasal bağlar nötralize ediliyor. 1130 migren hastası üzerinde denendi. bu hastalardan %41’inin ağrısı azaldığı belirtildi.
The post Migrene Çare Bulundu appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post Sisteme Uyum Sağlamak Bizi Öldürüyor mu? – Emircan Kunuk appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>
Neden Sürekli Yorgunuz?
İngiltere’de bir üniversitenin (Royal College of Psychiatrics) yaptığı bir araştırmaya göre, her beş insandan biri günün belirli bölümlerinde kendisini aşırı yorgun hissediyor, her on kişiden biri ise tükenmişlik derecesinde yorgun hissediyor. Bir başka istatistik ise 2006-2014 yılları arasında enerji içeceği satışlarının yüzde 115 oranında arttığını ve doktora gidenlerin yüzde 20’sinin “yorgunluk” gerekçesiyle gittiğini söylüyor.
Dünya çapında yaşanan bu sıkıntı, elbette beraberinde birçok çalışmayı ve çözüm arayışını getirdi. Bu çalışmaların birçoğu, yorgunluğun ve uykusuzluğun sebebi olarak, vücudun mitokondrinin etkin çalışmasını sağlayacak hormonları yeterli salgılayamaması olduğunu öne sürüyor. (Hücrelerimizde bulunan mitokondri organelleri oksijen, şeker, yağ ve proteinleri “ATP” adı verilen kimyasal enerjilere çevirir. Yani mitokondrinin yeterli çalışmaması enerji üretiminin azalmasına sebep olur.)
Buradan hareketle, son yıllarda “Sirkadiyen Ritim” kavramı, uykuya ve bedenin gündelik diğer faaliyetlerine olan etkisi daha çok konuşulur oldu.
Sirkadiyen Ritim Ne Demektir?
Sirkadiyen Ritim kavramı, Latince “circa” (yaklaşık) ve “dies” (gün) kelimelerinden türetilmiştir ve aslında yalnızca uyku ile alakalı bir kavram değildir. Bitkilerin, hayvanların, insanların ve siyanobakterilerin -yaklaşık- 24 saat içinde gerçekleştirdiği biyokimyasal ve psikolojik davranışlarının bütünü anlamına geliyor. Sirkadiyen Ritim, dünyanın hareketleriyle oluşan gece-gündüz döngüsünün canlılar üzerindeki etkisini araştıran “kronobiyoloji” bilim dalının inceleme alanlarından biridir. “Biyolojik ritim” ya da “vücut saati” de denilebilir.
2017 Nobel Tıp Ödülü’nü kazanan araştırmacıların bile konusu olan sirkadiyen ritim meselesinin ilk kez gündeme gelmesi, 1972’de sinirbilimcilerin hipotalamustaki küçük bir bölgenin vücudun ana saati olduğunu bulmasıyla gerçekleşmişti. “Suprakiazmatik çekirdek” denilen, yaklaşık 20.000 sinir hücresinden oluşan bu bölge, 24 saatlik döngümüzün işlemesi için gerekli sinyalleri yolluyor, enerjimizi 24 saatlik döngüler halinde açıp kapatarak yüzlerce yaşamsal faaliyeti düzenliyor ve bunları yaparken, zaman hesabını güneş ışığına göre yapıyor.
Bu çekirdek, gözden gelen ışık sinyallerini işleyip; uyku döngüsü, büyüme hormonu sentezi gibi pek çok görevi yerine getiriyor. Hava kararıp gözümüze giren ışık azaldıkça bu bilgiyi epifiz bezine iletiyor ve epifiz bezi uykumuzun gelmesini sağlayan melatonin hormonunu salgılıyor. Bu süreç eğer ortamda -özellikle mavi- ışık yoksa gün doğana kadar olağan seyrinde ilerler. Gündelik yaşam normal kabul edilen seyrin dışında işlediğindeyse, işte o zaman sırasıyla birincil ve ikincil sirkadiyen ritimlerimizde bozulmalar başlar.
Sirkadiyen Ritimlerimiz Nasıl Bozuluyor?
Yapay ışıktan sıcaklığa, yediğimiz yemekten egzersiz yapıp yapmamamıza ve sosyal etkileşimlere kadar sirkadiyen ritmimizi bozabilen pek çok dış etken olsa da, gündelik yaşamda yapay ışığın en etkilisi olduğunu söyleyebiliriz.
Gün boyunca kapalı alanda maruz kaldığımız yapay aydınlatma, izlediğimiz televizyon, çalıştığımız bilgisayar, gece uyumak için yatağa girdiğimizde dahi sosyal medya hesaplarımızı kontrol ettiğimiz tablet ya da akıllı telefon; farkında olsak da olmasak da sirkadiyen ritimlerimize karşı geliyor. Çünkü bu ekranlardan, öğle saatindeki gün ışığı olarak algıladığımız mavi ışık yayılıyor. Mavi ışık, -amiyane tabirle- saatimizin ayarıyla oynayıp duruyor.
Elektriğin bulunmasından bugüne, ritmimizi bozma konusunda büyük bir deneyin hem sürdürücüsü hem de deneği konumundayız, risk altındayız.
İnsandaki Sirkadiyen Ritmin Keşfi
Kronobiyolojinin tarihi aslında 60’lara kadar gidiyor. O dönemde bazı sürüngenlerin ve memelilerin sirkadiyen ritme sahip oldukları biliniyordu. Bir mağarabilimci olan Michel Siffre, ilk deneyini 1962’de yaptıktan sonra, 1972 yılında uyku ve sirkadiyen ritmi araştırmak için 6 ay boyunca karanlık bir mağarada zamandan izole bir şekilde yaşam sürmüştü. Tek ışık kaynağı, ihtiyaç duyduğunda kullandığı kamp lambası olan Siffre için zaman farklı işlemiş ve alışkın olduğumuz 24 saatlik uyku-uyanıklık döngüsü yerine, bir süre sonra vücudu 48 saate adapte olmuştur.(36 saat uyanıklık-12 saat uyku) Bu deneyler neticesinde insanların da sirkadiyen ritimleri olduğu açığa çıkmıştır.
En Güvenilir Saatlerimiz Bozulunca…
Sirkadiyen ritimlerimizi düzenleyen genlerin hepsi metabolizmaya bağlıdır, dolayısıyla biri bozulduğunda diğeri de etkilenir. Bir örnekle anlatacak olursak, gece geç saatte -metabolizmamız savunmasının gardını indirdikten sonra- yediğimiz yemek, obeziteye yakalanma riskimizi arttırıyor. Karaciğerimiz yağlanıyor, iltihap ve kanser olasılığı yükseliyor.
Risk altında olan, sadece birbiriyle etkileşim halinde olan organlarımız değil; aklımız tehlikenin tam ortasında. Normal zaman kabul edilen zamanda uyumayı engelleyen hastalıklardan muzdarip bireylerin %70’inin ciddi depresyon ve anksiyete gibi rahatsızlıklarının da olduğu söyleniyor. Bipolar bozukluktan yakınan bireylerinse üçte ikisinin anormal uyku döngüsü var.
Sirkadiyen ritim bozukluğunun tetiklemesiyle uykusuzluktan obeziteye, karaciğer yağlanmasından pankreas iltihabına, şeker hastalığından kansere ve hatta kalp hastalıklarına varan sonuçlar doğabiliyor.
Sirkadiyen Ritim Bozukluğu Hastalık mı, Uyumsuzluk mu?
Sadece insanlarda değil, hayvanlarda da işlediği bilinen sirkadiyen ritmin “bozulması” belirlenimine dair çeşitli eleştiriler de bulunuyor. Her bireyin uyuma, uyanma ve başkaca yaşamsal faaliyetlerinin yakın zamanlarda olmayabileceği, güneş ışığının davranışları belirleme konusunda bu kadar etkili ilan edilmemesi gerektiği iki çeşit kuş (baykuş ve tavuk) üzerinden anlatılıyor. Elbette bu iki hayvanın gündelik yaşamı eş zamanlı değildir.
Bu tartışmalarda, kronobiyoloji araştırmalarının, ancak bireylerin yaşamlarının tektipleştirilmesine faydasının olacağını, sistemin “uyumsuz” dediği bireylerin “hasta oldukları” ön kabulüyle yapıldığını iddia edenler bile var.
Yukarıda anlatılanlar doğrultusunda, bu eleştirilerin haklılık payını gözardı etmesek de bir kenarda bırakarak meselenin çok da bahsedilmeyen boyutuna vurgu yapmak istiyoruz.
Bozukluk Bizde mi?
Kimilerimiz vardiyalı işlerde çalışıyor, haftanın belirli günlerinde gece vardiyasında oluyor. Bazılarımız masa başında bilgisayarla çalışıyoruz. Çoğumuz gün boyu okulda ya da işyerinde kapalı alanlara hapsedilip rutin bir işle uğraştığımız için geceleri televizyon izleyerek yaşantımıza renk katmaya çalışıyoruz. Yine çoğumuz güneşi pek görmüyor ve sağlıksız besleniyoruz. Neredeyse hepimiz -gün boyu zaten elimizden düşürmediğimiz- tablet ya da cep telefonumuzla her gece son bir kez sosyal medya hesaplarımızı kontrol ediyoruz… Her gün sirkadiyen ritimlerimizi daha da bozacak hareketler yapıyoruz.
Bütün bunları yapmak zorunda mıyız? Aslında hayır! Ama bunları bize dayatan sisteme uyum sağlamak zorunda hissettirildiğimiz için “evet” diyoruz.
Peki bozukluk, bu koşullarda yaşadığı için sirkadiyen ritimleri bozulan bizlerde mi?
Yoksa başlangıçta uykusuzluk, zamanla yorgunluk ve bitkinliğin getirdiği sosyal ölüm; şeker, tansiyon, böbrek yetmezliği, karaciğer yağlanması gibi rahatsızlıklarla yavaş yavaş ölüm; kanser gibi biraz daha hızlı ama sancılı bir ölüm ya da kalp krizi gibi ani bir ölüm dışında seçenek bırakmayan sistemde mi?
Çeşitli ölüm seçeneklerinden birinde mi karar kılacağız yoksa bizi öldüren sistemi mi yıkacağız? İşte asıl sorumuz bu!
Emircan Kunuk
Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 41. sayısında yayınlanmıştır.
The post Sisteme Uyum Sağlamak Bizi Öldürüyor mu? – Emircan Kunuk appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post “Ortoreksi Nevroza” – Devrim Varol appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>
Yiyeceklerin içindekiler bölümü, “organik”, “saf”, “%100 doğal”, “katkı maddesiz” ibareleri, yediklerinizin en çok ilgilediğiniz kısmı mı?
Sürekli kalori hesaplamaları, yemek zamanları, porsiyon büyüklükleri, en büyük takıntınız mı?
Sağlıklı ve doğal beslenme konusunda çok mu hassassınız?
Muhtemelen fast food yiyecekleri tercih eden insanlardan “daha sağlıklı”sınız. Ancak bir hastalığın pençesine düşmüş de olabilirsiniz, hem de bir yeme bozukluğu!
Ortoreksiya Nevroza, basit tanımıyla, “sağlıklı” beslenme takıntısıdır. Bu hastalıktan muztarip bireyler yediklerinin sağlıklı, doğal, katıksız, saf ve işlenmemiş olmasına “özen gösterirler”. Hatta yiyeceklerin saflığını bozmamak adına çoğu sebze ve meyveyi çiğ tüketirler. Ancak ortoreksiyanın evrensel bir menüsü yoktur; her hasta kendi kriterlerini belirler. Takıntılı bir şekilde bu kriterlere uymayan yiyecekleri tüketmeyi reddederler; çoğu zaman porsiyonları küçülterek, açlığa varan kısıtlamalar koyarlar ve acil durumlara karşı, yani sağlıklı bir şeyler bulamama ihtimallerine karşı, yanlarında “acil durum yiyecekleri” taşırlar. Sonuç olarak “kriterlerine” uyan tek tük yiyecek kaldığı için yetersiz beslenme nedeniyle ölüme bile yol açabilecek sağlık problemleri yaşarlar. Anorkesiya ya da Bulmiya gibi yeme bozukluklarından farklı olan bu hastalığı, dışarıdan bakıldığında “sağlıklılık” illüzyonu oluşturduğu için, tespit etmek oldukça zor. Peki ya tedavisi? Kutu kutu depresanlar olmadığı kesin.
Kapitalizm, fast food kültürü ile obezite gibi sağlık problemleri yaratırken; moda gibi sektörlerle dayattığı güzellik standartı olan “zayıflık” algısıyla da anoreksiya, bulmiya ve ortoreksiya benzeri yeme bozukluklarına neden oluyor. 0 beden olmak için yapılan şok diyetler, zayıflama formülleri ya da estetik ameliyatlarının yanı sıra yükselmekte olan bir “sağlıklılık” endüstrisi de ortoreksi nevroza gibi hastalıklarla şimdilerle sıkça göze çarpıyor.
Devrim Varol
Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 33. sayısında yayımlanmıştır.
The post “Ortoreksi Nevroza” – Devrim Varol appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post “Şehir Eziyeti Bahar Alerjisi” – Alp Temiz appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>
Soğuk kış günleri sona erdi, geldi bahar. Aylardır hasret kaldığımız güneş, içimizi ısıtmaya başladı. Toprakta bin bir çeşit ot bitti, ağaçlar çiçeklendi, polenler uçuştu. Bu güzel havalarda elbette ki evde oturmak yerine, dışarı çıkmak tercih edilir oldu. Kimimiz açan güneşi hissetmek, yeşillenen toprağın keyfini çıkarmak için sokaklara atsak da kendimizi; bahar kimileri içinse kaşıntıyla, burun tıkanıklığıyla ve dayanılmaz bir baş ağrısıyla eziyete dönüştü.
Bahar alerjisi, diğer bir adıyla “mevsimsel alerjik rinit”, bahar aylarında en sık karşılaşılan alerjik hastalıktır. Ortaya çıkması için, baharla birlikte gelen herhangi bir alerji yapıcı etkene maruz kalmak ve bağışıklık sistemimizin bu alerjene duyarlı olması yeterlidir. Bağışıklık sistemi, vücudu, bakteri, virüs gibi zararlı olabilecek mikroorganizmalara karşı korur korumasına ancak bazı maddelere karşı duyarlı olabilir ve bu maddelerle karşılaştığında kontrolünü kaybedebilir. Alerji dediğimiz hastalık da zaten normalde zararlı olmayan maddelere karşı vücudun verdiği tepkidir.
Vücut, verdiği bu tepkiyle, alerjen maddelerin etki alanlarında -yani hedef organlarında- bir takım biyokimyasal reaksiyonlar oluşturur. Normalde zararlı olmayan maddeleri zararlı olarak algılayıp “histamin” adı verilen bir salgı üretir ve savunmaya geçer. Histamin, vücut sıvılarının damarlardan dokulara geçmesine neden olur ve salgının fazla miktarda üretilmesi sonucu yukarıda bahsi geçen alerjik belirtiler ortaya çıkar.
Günlük kullanılan tabletler ya da yıllık yapılan aşılarla hafifletilebilse de, alerjiye karşı henüz %100 işe yarayan bir tedaviden söz etmek mümkün değildir. Bahar alerjisi şikayetlerini azaltmanın en önemli yolu ise alerji etkisi olan maddeden kaçınmaktır. Polensiz bir ortam yaratılamayacağı için alerjisi olan kişilere açık alan gezintilerini azaltmak önerilir, eve gelindiğinde kıyafetleri değiştirmek gibi basit hareketlerin şikayetleri azaltacağı söylenir.
Bahar alerjisinde, baskın olarak dış faktörlerin yanı sıra, genetik yatkınlığın da payı vardır. Ancak genlerde var olan yatkınlık, hastalığın muhakkak oluşacağı anlamına gelmez. “Şehir çocuğu hastalıklarından biri” olarak da bilinen bahar alerjisinin doğadan tamamen ayrışmış, betonların arasına hapsedilmiş olanlarımızda daha sık görüldüğü, su götürmez bir gerçektir.
Ancak şunu da söylemeden geçmemek gerekir; bir kısmımızın yakındığı ve belki de yılın en güzel aylarını bir eziyete dönüştüren bu alerji, devletin “bahar alerjisi”nin yanında devede kulak kalır.
The post “Şehir Eziyeti Bahar Alerjisi” – Alp Temiz appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post ” Gen Etik ” – Belen Yıldırım appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>Çığır açan teknik: CRISPR-Cas9
Huang’ın takımı, 2013’te keşfedilen ve gen mühendisliğinde çığır açtığı söylenen CRISPR-Cas9 yöntemini kullandı. CRISPR teknolojisi ile, embriyo ya da erişkin canlıda hasarlı bir geni tamir etmek ya da hatalı geni devre dışı bırakarak potansiyel ya da mevcut hastalıkları tedavi etmek mümkün olabilecek. Bugüne kadar yöntemi denemek için yapılan araştırmalarda, bakteriler, bitkiler, fareler ve maymunlar gibi bir çok tür kullanılmıştı. İnsan kök hücrelerinde de uygulanan yöntem, ilik kanserine karşı bir tedavi umudu olmuştu.
CRISPR; bakterilerin, bakteriyofaj (bakteri yiyicisi) denen bir grup virüse karşı korunmak için geliştirmiş olduğu mekanizmanın bir parçası olan, tekrarlanan DNA dizilerine verilmiş isimdir. Bakteri, Cas9 diye adlandırılan bir proteini, virüsün genomuna uyan bir RNA dizisine bağlıyor ve oluşan bu karma yapı virüsün DNA’sını keserek etkisizleştiriyor. Dolayısıyla CRISPR, hedef DNA’ya kitlenen RNA’nın yerini aldığı için geçtiğimiz yıllarda geliştirilen gen değiştirme tekniklerine kıyasla çok daha kolay, ucuz bir yöntem haline geliyor.
CRISPR-Cas9 teknolojisinin olanakları neredeyse sonsuzlukla ifade edilebilir. Ama bu sonsuzluk, yöntemin hatasız sonuçlar verdiği anlamına gelmez. Şimdiye kadar, bir hücreli canlı kültürleriyle yapılan araştırmalarda bile, bu yöntemin hem ilgili genlerin üzerinde, hem de ilgisiz başka genlerde mutasyonlara neden olabildiği görülmüştür. Bu gen hataları da aynı derecede sonsuz çeşitlilikte yaşamsal bozukluklara neden olabileceği anlamına geliyor.
Hastalıklara Deva: CRISPR-Cas9
Huang’ın takımı, çalışmasında 86 insan embriyosu kullandı. Bu embriyolar, tüp bebek kliniğinden alınan ve normal bir gelişim süreci göstermesi mümkün olmayan, triplonüklear zigotlardı. Embriyolara müdahalenin ardından, 48 saat boyunca canlılık gösteren 71 adet 8 hücreli embriyo içinden 54 embriyo analiz edilebildi. Bunların sadece 28’inde genler değiştirilebildi. Bunların arasında 4 embriyo gen onarımı aşamasındaki hatalarla, 7 embriyo verilen genin değil, DNA içindeki başka bir genin kopyalanması nedeniyle bozuldu. Ayrıca ilgisiz genlerde de hatalar gözlemlendi. Bütün genlerin analiz edilmesi tamamlandığında ise başka hataların da çıkması bekleniyor.
Huang’ın takımı, çalışmalarını Dawn, Parkinson ve Akdeniz anemisi gibi embriyonik evrede öngörülebilen hastalıklar üzerinde yapmıştı. Yöntemin şu anda ne kadar hata payı olduğu ve gelecekte nasıl geliştirileceği belirsiz olsa da, bu tarz çalışmalar ve tartışmaların artık sürekli karşımıza çıkacağının habercisi niteliğinde. Arizona Üniversitesi’nden Joel Garreau’da, 2012 yılında ABD savunma bakanlığının desteklediği projelerde, metabolizma genetiğini değiştirerek daha güçlü ve dayanıklı askerler yaratmak peşinde olduğunu açıklamıştı. Yeter ki bir kez insanlar üzerinde kullanılması için önü açılsın; işte o zaman kapitalizmin hayalindeki süper işçileri ya da devletlerin hayalindeki süper askerleri yaratmak için kullanılacak olan milyon dolarlar, hırs ve rekabet tanımayan yeni şirketlerle tanışacağız demektir. Hasta olmayan, metabolizması farklı çalışan, fiziksel anlamda dayanıklı insanlar hayalini devletlere satmak pek de zor olmasa gerek.
Bilimde Etik Hassasiyeti
Birinci Dünya Savaşı boyunca ve ardından gelen süreçte başta Almanya, Japonya, Rusya, Amerika gibi devletler, bir sonraki savaşın hazırlığı adına tıp, genetik ve biyoloji alanlarında dehşet dolu çalışmalara imza atmışlardı. Nazi Almanyası’nın genetik çalışmalarını yöneten Josef Mengele, toplama kamplarında ikizler üzerinde gözlerine kimyasal enjekte etmek, narkoz olmadan ameliyatla bedenlerini birbirine yapıştırmak gibi korkunç deneyler yapmıştı. Mengele, o dönemde yaptığı çalışmalardan dolayı, günümüzde modern genetiğin kurucu isimleri arasında anılıyor. Savaş zamanında insanlar üzerinde yapılan katliamlar bugün, hayvanlar üzerinde yapılıyor. Örneğin, Ludwig-Maximilians Üniversitesi’nden Wolfgang Enard; farelere insan geninde bulunan Foxp2 geni eklediğinde daha hızlı öğrendiklerini gözlemlemiş.
Özellikle ikinci dünya savaşı sonrasında, meslektaşlarının yaptıkları ve yapabilecekleri karşısında dehşete düşen bilim insanlarının öncülüğünde bilimin sınırları ‘etik’ ile belirlenir oldu. Genetik bilimi tarihindeki bu korkunç deneylerin mucitleri ya da DNA’yı keşfeden James Watson gibi ırkçı bilim insanlarının frenleyicisi olsun diye midir bilinmez, insan merkeziyetçilik etiğin ana unsurlarından biri haline geldi. Böylece Huang’ın çalışmalarını yayımlatmayan ve etik gerekçelerle durdurmalarını isteyenler, aynı etik anlayış içerisinde, hayvanlar üzerinde deneyler yapmayı makul ve kabul edilebilir görebiliyorlar.
Kapitalizmde Para Hassasiyeti
Bu zamana kadar bilim insanları, çalışanı oldukları şirketlere, yöntemin insan geninde de kullanılabileceğinden bahsederken, Huang ve takımının çalışmasıyla, milyon dolarlık vaatleri boşa çıkmış oldu. Üstelik tüm bu araştırmalar, yüklü savaş yatırımları olan devletlerin himayesi ve desteğinde gerçekleştiriliyorken… Kapitalizmin müdahalesi ile etik eleştiriler de, Huang ve takımının gelecekte korkunç sonuçları doğurabileceği tahmin edilen çalışması gibi iyice bulanıklaşıyor.
Belen Yıldırım
Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 27. sayısında yayımlanmıştır.
The post ” Gen Etik ” – Belen Yıldırım appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post ” YALANCI ” – Okan Özduman appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>Yatsıya Kadar Aydınlatsın Yeter
“Kendi inanıyorsa yalan değildir”
Yalan hastalığı, ya da modern tıp diliyle “Mitomani”, kişinin şaşırtıcı ya da fantastik hikayeler anlattığı ama akla yatkınlık sınırlarını aşırı zorlamadığı bir davranış bozukluğudur. Kendi karakterini süslemek için kahraman ya da kurban olduğu hikayeler anlatır bu hastalıktan muzdarip olanlar. Genelde, yüzleştirildiğinde istemese de yalan söylediğini kabul ederler lakin. Gelgelelim, bu sendrom sahibi kişi genelde özgüveni yerindeyken yalan makinesinde stres ve suçluluk hislerini gösterir. Ve bu özellikleriyle Mitomani, patalojik seviyede yalan söylerken bu hisleri göstermeyen psikopati ya da anti-sosyal davranış bozukluklarından, ya da kişinin kendi yalanına inandığı yanlış hafıza gibi bozukluklardan ayrılır.
“İyi geliyorsa yalan değildir”
Hastalar bazen hastalıklarıyla hiç ilgisi olmayan şikayetlerde bulunurlar. Sağlık uzmanları da bu durumlarda hastanın şikayetiyle hiç ilgisi olmayan, hatta şekerli su ya da C vitamini gibi hiçbir şeye hiçbir etkisi olmayan maddeleri, çok iyi geleceğini ve hiçbir şeylerinin kalmayacağını söyleyerek uygularlar. Birçok durumda hasta kısa sürede kendini daha iyi hisseder. Buna tıp dilinde plasebo etkisi denir.
“Herkes inanıyorsa yalan değildir”
Çocukluğumuzun vazgeçilmez çizgi film karakterlerinden biridir, muziptir, ama kanlı canlı değildir. Tahtadandır ve yalan söylediğinde burnu uzar. Evet, herkesin bildiği Pinokyo’dur o. Gel gelelim, İtalyan yazar Carlo Collodi’nin 1878’de yayınladığı orijinal eserinde yarattığı karakterden çok farklıdır bu Pinokyo. Romanın orijinalini çocuklar için “sakıncalı” bulan Disney, 1940’ta yayınladığı uyarlamada, uzayan burun sadece önemsiz bir sahneyken, bunu senaryonun merkezine yerleştirmiş, hikayenin sonunu değiştirmiş ve sadece çocukların büyüklerine yalan söylemeyip, sözlerinden çıkmamasını öğütleyen, sığlaştırılmış bir film yaparak işin içinden sıyrılmıştır.
“İhtiyacı karşılıyorsa yalan değildir”
Reklam, pazarlama, promosyon, fırsat ve kampanyaların ana sloganı bireyin ihtiyacı olmayan metaları ona ihtiyacı olduğunu düşündürtmektedir. Bunlar işletme bölümlerinin ders kitaplarında ihtiyaç yaratma adıyla da geçer. Bu amaçla yolda yakanıza yapışmaktan, telefonla tacize, “cesur ol” gibi buyurgan panolarından istismarcı filmlere kadar her yol mubahtır bu işin profesyonellerine. Sizi tüketici yapmak için uyguladıkları şiddetin on katını patronları uygular kotalar ve rekabetçi performans değerlendirmeleriyle. Ödülleri de eşantiyonlar ve konferanslar olur yılda bir ucuz otellerde.
Okan Özduman
Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 27. sayısında yayımlanmıştır.
The post ” YALANCI ” – Okan Özduman appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post ” Bedenimizi Tanıyalım ” – Dr. Mine Bilgili – Mine Yılmazoğlu appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>Kadın cinsel organı vajina, vücudun diğer bölgelerine göre mikroorganizmayı barındırmaya en müsait bölgedir. Özelikle vajinanın dış ortamdan yalıtılmış ve kıvrımlı yapısı mikroorganizmaların vajinayı konak olarak kullanmalarını neden olmaktadır. Ayrıca vajina, pek çok mikroorganizmanın üreyebileceği sıcak ve nemli bir ortamdır. Bu sebeple vajinada cinsel yollarla bulaşan mikroorganizmaların çoğalıp üremesi çok kolaydır.
Cinsel Yolla Bulaşan Hastalıklar Nelerdir?
Cinsel yolla bulaşan hastalıklar bakteri, virüs ve parazitin ortaya çıkarttığı hastalıklardır. Genital bölgedeki uçuklar (herpes tipleri), sifiliz (frengi), siğiller, toxoplasma, hepatit B, AIDS enfeksiyonları cinsel yolla ve cinsel temasla da bulaşabilmektedir. Bunun ötesinde kişisel temizliğe önem verilmemesi, bu hastalıkların oluşabilmesi için ortam hazırlar. Diğer taraftan kişisel temizliğe özen gösterilmesine ve cinsel ilişkide koruyucu yöntemler kullanılmasına karşın bu hastalıklar oluşabilir.
Korunma Yöntemleri
Cinsel hastalıklardan korunma genellikle bireylerce bilinmeyen, bilinse de ihmal edilen uygulamalardır. Enfeksiyonlardan korunmanın en etkili yolu kişisel temizliğe özen göstermenin yanı sıra cinsel ilişki esnasında kondom kullanmaktır. Ancak gebelikten korunmada etkili olan spiral, hap, iğne gibi yöntemlerin hiçbiri bu hastalıklardan korunmada etkili değildir. Ne yazık ki; cinsel yolla bulaşan hastalıklardan korunma, sıklıkla gebelikten korunmakla karıştırılmaktadır. Bu durumun en büyük sorumlusu toplum mühendisliğine soyunan Sağlık Bakanlığı’dır. Grip vakalarında can siper mücadele ediyor görüntüsü veren, sigara ve alkole karşı kamu spotlarıyla sözde “sağlıklı toplum yaratma mücadelesi (!)” veren Sağlık Bakanlığı cinsel yolla bulaşan hastalıkların önlenmesi noktasında olabildiğince duyarsız kalmaktadır. Hatta bu davranışını “Bizim toplumumuz tek eşli olduğundan böyle bir sorun yok” diyerek yanlış bilgilendirme yaparak milyonlarca kadını zan altında bırakarak toplumsal yaşantıda kadını ötekileştirmektedir.
Erken Tanı ve Teşhis
Hastanelerin jinekoloji kliniklerinde düzenli olarak yapılan muayeneler ve kan ya da pap-smear gibi testler ile bu hastalıklar başlangıç sürecinde tespit edilebilir. Öte yandan radyografi, ultrasonografi gibi görüntüleme yöntemleri de hastalıklara neden olan durumların anlaşılmasında faydalı olmaktadır.
Ancak kadın hastalıklarını fark etmek ve önlemekte de hastaneye başvurmak tek çözüm değil. Kaldı ki onca işin gücün arasında (Sağlık Bakanlığı’nın randevu sistemi uygulamasına göre) gecenin 12’sinde 14 gün sonraki randevuları kovalamak ve uzun randevu kuyruklarında beklemek de kolay değil.
Kadın hastalıklarından pek çoğunu vajinal kanamaların olağan dışı durumlarıyla fark edebiliriz. Regl dönemindeki aşırı ya da az kanamalar, uzun süren kanamalar ya da dönemi dışında gerçekleşen kanamalar kadın hastalıklarının belirtisi olabilir. Ayrıca vajinal akıntıların rengi, kokusu ve kıvamı da mantar ve parazit enfeksiyonları başta olmak üzere pek çok enfeksiyonun belirtisi olabilir. Vajina çevresindeki uzun süren kaşıntı ve kızarıklık gibi anormallikler de dikkatlice takip edilmelidir.
Kadın hastalıkları arasında bulaşıcı enfeksiyonların yaygınlığı kadar genetik yatkınlık da etkilidir. Özellikle ailesinde meme ve rahim kanserleri görülen bireylerde risk faktörü oldukça yüksektir. Meme kanserinin başlangıç sürecinde tespit edilmesinin en iyi yolu sık yapılan muayenelerdir. Meme muayenesi kendi kendine yapılabilecek oldukça basit bir uygulamadır.
Kadın Cinsel Hastalıklarına Toplumun Bakışı
Ne yazık ki toplum, kadını bedenine yabancılaştırmakta ve kendi bedeninden utanır hale getirmektedir. Biz kadınlar herhangi bir cinsel hastalığa yakalandığımızda hatta ölümcül olanlarında dahi bu hastalığımızı hem kendimize karşı hem de dışarıya karşı gizlemeyi tercih ediyoruz.
Toplumun kadın cinselliğine bakış açısının yarattığı etkiyle sağlık kuruluşlarında kadınlar bu hastalıklar hakkında bilgilendirilmeden tam tersine doktorlar tarafından hastalığından utanması gereken bir durummuş gibi karşılanıyor. Bunun da ötesinde birçok kadın, erkek doktorların davranışlarından çekindiği için de rahatsızlıklarını gizliyor. Cinsel ilişki deneyimlemiş kadınların evli olup olmadıkları, eşcinsel ilişki yaşayıp yaşamadıkları gibi tedavi amacından uzak, bireyi yargılayan ve ahlak sorgusuna dönüşen sorular, toplumun ötekileştirdiği kadınları sağlıktan uzaklaştıran, devletin kurumsal dayatmalarıdır.
Dolayısıyla cinsel yolla bulaşan bu hastalıkların tedavisinde kadınların kendi önleyici tedbirlerini oluşturmaları gerekiyor. Bu önleyici tedbirlerin en başında da kadının kendi bedenini iyi tanıması geliyor. Bu ne eğitim kurumlarında, ne sağlık kurumlarında öğretilebilir bir şey değildir. Bu her kadının kendi bulacağı yöntemlerle geliştirebileceği bir süreçtir. Tabi ki kendi kendimizi tedavi edemeyiz ancak şu da bir gerçektir ki; tedavi edilmesi gereken bir diğer sorun da toplumun hastalıklı zihniyetidir.
Dr. Mine Bilgili – Mine Yılmazoğlu
Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 25. sayısında yayımlanmıştır.
The post ” Bedenimizi Tanıyalım ” – Dr. Mine Bilgili – Mine Yılmazoğlu appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post “Erk”ek Şiddeti Tedavi Edilemez appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>Kadın cinayetlerinin, kadına yönelik şiddetin, tecavüzlerin ve tacizlerin sebebini arayıp, neden sorusunun cevabını da, suçun faili kendisi olmasına rağmen, tıp biliminde arayan devlet; erkek güdülü uygulamalarıyla kadına şiddeti ve cinsel şiddeti önemsizleştirilerek, tecavüzü ve şiddeti gerçekleştiren erkekleri patolojik ya da psikiyatrik vaka olarak incelemenin üzerinde durmaktadır. Devlet; kendi eliyle şiddet eğilimli erkek yetiştiriciliğini göz ardı ederek, tecavüz eden ve şiddet uygulayan erkeklerin tümünü, çoğunlukla psikiyatrik vakalara uyarlayarak “hastalık” algısı içine sıkıştırılmaktadır.
Araştırmalarını tutuklu tecavüzcü ve şiddet uygulayan erkekler arasında yapan devlet uygulamaları, yalnızca %2’lik bir kısmı oluşturan tutukluları dikkate alarak bir algı oluşturmaya çalışmaktadır. Hiçbir dayanağı olmayan bu uygulama ve çıkarsamaların; tecavüzcünün kendisinden intikam alacağı, kendisine inanılmayacağı, duruşmada rezil olacağı korkusu, kendini suçlama ya da arkadaşlarını ve ailesini koruma isteği, ya da onların da öğrendiklerinde uygulayacakları şiddetten korunmak istemesi gibi çeşitli sebeplerden dolayı tecavüz ve şiddeti bildirmeyen kadını gittikçe önemsizleştirmektedir. Şikayette bulunan kadınlar ise yine tanıdıkları ya da tanımadıkları kişiler tarafından uygulanan şiddetin aynıyla veyahut ailesinin ve toplumun eliyle yeniden şiddete uğramış, yargılama esnası ve sonrasında ise yaptırımların gereği gibi olmaması sebebiyle aynı cinsel saldırı ve şiddeti yeniden yaşamıştır.
Devletlerin genel olarak benimsedikleri yaklaşımda; psikopatoloji ya da hastalık üzerinde yoğunlaşmanın cinsel şiddeti kültürel faktörlere bağlayan zengin kanıtları ve tecavüzün de tüm davranışlar gibi öğrenilmiş, aktörü belli bir amaca hizmet eden bir davranış olduğu gerçeği göz ardı edilmektedir. Hastalık modeli yaklaşımlar, şiddete ve cinsel saldırıya genel bir açıklama getirme çabalarını geciktirmiş ve sonunda şu anda genel algıda yaratıldığı gibi şiddeti ve cinsel saldırıları “erkek sorunu” olarak görülmesi gerekirken, kaçınılması gereken bir “kadın sorunu” olarak görülmesine yol açmıştır.
Fail Devlet, Tecavüzcüyü Nasıl Korur?
Tecavüz gibi davranışlara hastalığın yol açtığı, yani kökenlerinin biogenetik faktörlerde aranması gerektiği kabul edilince; tıp, giderek meşru toplumsal denetim ajanı olarak görülmeye başlanmıştır. Böylece tıp mesleği uygun olmayan tedavi ve müdahale yöntemleri uygulama yetisi de doğrudan hekimlere bırakılmıştır. Hekimlerin kontrolünde sözde tedavi gördükleri ileri sürülen %2’lik tecavüzcü ve kadına şiddet uygulayan erkeklerin tutuklu olanları ile yapılan terapilerle bu sonuca varıldığı iddia edilmekte ve toplumun algısı buna göre şekillendirilmeye çalışılmaktadır. Oysa ki; tutuklulardan psikiyatride terapi yolunu seçenlerin bunu iyi hal indirimlerinden faydalanmak, yargıyı yanıltmak maksadıyla kabul ettikleri aşikardır. Üstelik tutuklu; karşısındakinin bir devlet memuru olduğu fikrinden kendini asla soyutlamadan, menfaati doğrultusunda hareket edecektir. Tüm bunlara rağmen bu faydasız psikopatolojik yaklaşımlara devam edilmektedir.
Devletin, suçun faili olduğu kadına şiddet ve tecavüz olaylarında üzerinden atılı suçu yok etmeye çalışması sebebiyle uydurduğu bu yaklaşım faydasızdır. Toplumun köklerinde, kültür, yaşayış, inançlar ve yönetimde aranması gereken kusur, tecavüzcünün ve şiddet gösterenin hastalığına sıkıştırılmıştır.
“Tedavi Edilebilir Hastalıklar” Olarak Taciz, Tecavüz ve Kadına Yönelik Şiddet
Kurban bilim olarak anılan viktimoloji de suçluyu över nitelikte yaklaşımların içinde bırakılmış, yönetenler bundan yine fayda sağlamıştır. Geleneksel olarak tecavüzü kadınların davet ettikleri yollu iddia; desteğini, kriminolojinin bu alt dalından almaktadır. Kurban bilimciler; yalnızca kurbanın harekete geçirdiği ısmarlama olaylarla, ihmal sonucu meydana gelen tecavüz olaylarını birbirinden ayırmaktadır. “Ismarlama” tecavüz davranışı “cinsel ilişkiden son anda cayma” ya da “bir yabancıyla kendi isteği ile bir içki içme ya da arabasına binmeyi kabul etme” gibi örnekleri içermektedir. “İhmal” davranışı ise önleyici önlemleri alamama, örneğin cinsel davete gerekli cevabı vermekte başarısız kalma, ya da “tecavüze ve şiddete uğrayan kadının dış görünümünün saldırgana adeta davetiye çıkardığı” durumlar için söz konusudur. Dolayısıyla kurban bilimcilerin birçoğuna göre; üzerinde asıl durulması gereken konular kurban-saldırgan ilişkisidir.
Kurban bilimcilerin bu saldırgan yanlısı yaklaşımı ile psikoanalitik teorinin kadını kötülemekte kullanabileceği teorik dayanağı da sağlamaktadır. Bu apaçık yanlı erkek yaklaşımı, erkeğin cinsel yönden saldırgan davranışını haklı kılmak için uğraşmaktadır. Yaşadığımız coğrafyada da sıklıkla görülen inanılması imkânsız, kot pantolonu, mini etek indirimi, eş indirimi, gönül ilişkisi olduğundan beraat, kadının ağır hakaretler ile tahrik ettiğine dair cezai indirimlerin tek sebebi yukarıda anlatmış olduğumuz gibi bilimin üzerinde dahi etkili olan devlettir. Devletin yönetim anlayışının baskı ve güç oluşturarak orantısız hükmetmesi, erkeklerin de kadınlar üzerinde yine kendi uydurmaları olan, cinslerin güç dengesizliğinden faydalanıp kadını şiddete maruz bırakması sonucunu doğurmaktadır.
Tecavüz ve kadına şiddet bir hastalık olarak görüldüğünde, saldırganın hasta olduğu kabul edilir. Saldırgan davranış, bireyin kontrolü dışında gerçekleştiğinden, hasta olduğu sonucuna varılan saldırgana tıbbi yardımda bulunulması gerektiği ortaya çıkar. Kadınların bilinçli ya da bilinçsiz olarak kendi kendilerini kurban konumuna sokmalarıyla ilgili açıklamalar da benzer sonuçlar doğurur. Çünkü bu durumda da dikkatler saldırgandan çok kadın üzerine yoğunlaşır. Böylece sorumluluk da; saldırgandan kadına aktarılır. Tecavüzün ya da cinsel şiddetin kadının kendisi tarafından kışkırtıldığı yollu açıklamalarda öne sürülen gerekçeler, ideolojinin toplum üzerinde ne denli etkili olduğuna en iyi örnektir. Bu sözde bilimsel- tarafsız “hastalık” önermelerinin kimin çıkarına hizmet ettiği konusunda en ufak bir şüphe yoktur.
Sonuç olarak; mahkemelerde yargılanan tecavüzcü, şiddet gösteren erkek değil, kadındır. Tecavüzün, kadına şiddetin, bilim kisvesi altında normal dünyanın dışına itilerek özel bir davranış türüymüş gibi nitelendirilmesi; tecavüzcü, öldüren, şiddet uygulayan erkeği “istisna” sayarak; “normal” erkeklerle herhangi bir ortak yanları ya da benzerlikleri olması ihtimali saf dışı bırakılmaktadır. Cinsel şiddet ve kadına şiddet bir hastalık değildir. Kadın suçun faili, azmettirici değildir, ancak bu politikaların kurbanı da asla olmayacaktır. Direnen kadınlarla, hasta Devletlerin erkeklikleri ellerinden alınacaktır.
Duygu Üyetürk
[email protected]
Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 25. sayısında yayımlanmıştır.
The post “Erk”ek Şiddeti Tedavi Edilemez appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post Kapitalizmin Hastalığı: Tükenmişlik Sendromu appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>Son günlerde dizi yayınlanmayan son bölümü ve başrol oyuncularından birinin psikolojik rahatsızlığı ile tekrar gündemde. Yapımcıların dizinin devamı kaygısı, izleyicilerin başrol oyuncusunun değişip değişmeyeceği ile ilgili kaygıları… Ortak güncel kaygılar yaratma noktasında Türkiye dünya sırlamasında iyi bir yerlerde olmalı!
Dizinin başrol oyuncusu Meryem Uzerli’nin psikolojik rahatsızlığı, televizyon kanallarının sağlık programlarında, haberlerinde en çok konuşulan konulardan biri haline gelmiş durumda. Oyuncunun, dizinin ağır ve sürekli temposuna dayanamadığı, bu yüzden psikolojik rahatsızlık geçirdiği konuşulanlar arasında. Sağ olsun televizyon psikologları teşhis koyma noktasında çok başarılı; Türkiye’nin yeni trend hastalığı “Tükenmişlik Sendromu”.
Kendinizi Yorgun, Huzursuz ve Stres Altında mı Hissediyorsunuz?
“Kendinizi sürekli yorgun mu hissediyorsunuz? Enerjinizin hızla tükendiğini ve yerine aynı hızla koyamadığınızı mı fark ettiniz? Belli bir nedeni olmaksızın kendinizi huzursuz mu hissediyorsunuz? Üzerinizdeki baskılar nedeniyle duygularınızda hızlı değişmeler mi oluyor? Yatağa yapıştığınızı, işe gitmemek için bahaneler bulmaya çalıştığınızı mı fark ediyorsunuz? İş yaşamıyla ilgili eski coşkunuzu mu yitirdiniz? Stres ve yoğun çalışma temposunun sizi etkilediğini mi düşünüyorsunuz?” gibi sorulara evet diyenlerin bu sendroma yakalanmış olabileceği konusunda uyarıyor psikologlar.
Sorulardan da anlaşılacağı gibi bir “iş yerinde yakalanılabilecek” hastalık Tükenmişlik Sendromu. Yeni bir hastalıkmış gibi görünmesine rağmen, uzmanlar çalışan kişilerin %80’inin bu sendroma hayatlarının bir noktasında yakalandığını söylüyor. Aslında sendrom birden bire ortaya çıkmıyor. Yavaş yavaş ve diğer etkenlerle beraber evriliyor. Kişinin ruhsal dengesini altüst eden bu sendrom kişinin yaşamının farklı alanlarında olumsuz etkileri olabiliyor.
Sendrom kişinin kendinden kaynaklı bir durum olmasa da, kişinin özellikleri sendromun hangi yoğunlukta geçeceğinin bilinmesi açısından önem taşıyor. “Beklentileri yüksek olan”, “işini hatasız bir şekilde yapmaya çalışan”, “yaşamda yüksek hedefleri ve idealleri olan”, “yaşadığı sorunlarda kendini suçlayan”, “yetersiz olduğu hissiyatına sahip” insanlarda sendrom daha çok belirginleşmektedir.
Tükenmişlik Sendromu’yla beraber kişi kendini mutsuz ve umutsuz hisseder, her şeyin daha kötüye gideceğini zanneder. Düşünme hızı yavaşlar, dikkatini toplamakta güçsüzlük yaşar ve aşırı heyecan başlar. Sendromun psikolojik etkilerinin yanında, fiziksel olarak da etkileri vardır. Enerji kaybı yoğun miktardadır, kişi mide ve bağırsak rahatsızlıkları, uyku bozuklukları yaşar.
Peki, Nedir Bu Tükenmişlik Sendromu?
Eğer bu sendrom bir işyeri sendromuysa, hastalığın kaynağını anlamak için birazcık gerilere gitmek gerekiyor. Sanayi Devrimi’nin getirdiği “vahşi” koşullarda çalışmak zorunda bırakılanlar, muhtemeldir ki çalıştıkları zor, ağır koşulların onlar üzerinde bıraktığı psikolojik etkiye kafa yormalarına zaman bulamıyordu. Yaşadıkları günün büyük bir kısmını çalışmaya vermek zorunda bırakılan işçiler, bu koşullarda çok da uzun süre yaşayamıyorlardı. Yine muhtemeldir ki, çocuk yaşlardan itibaren böyle çalışmaya mecbur bırakılan insanlar üzerindeki bu kapitalist hasarın tespiti için alacalı bulacalı bir kavram üretilmemişti. İnsanlar bu kötü koşullarda çalışıyor ve ölüyordu.
Kapitalist üretim yapısı verimlilik için fiziksel koşullarını evriltmiş, insan üzerinde bıraktığı hasarı daha görünmez kılma çabasına girmişti. Kapitalist üretim, “düşündüğünü eyleyebilme” yetisinden koparmıştı insanı. Fabrikalarda uzun saatler aynı işi yapmak zorunda bırakılan işçiler, sadece enerjilerini tüketmiyordu fabrikalarda. Yaşadıkları “tükenmişlik”, yaşamlarını kapitalist üretim mabetlerine kapatılmasından kaynaklanıyordu.
Bu yabancılaşmaydı.
Beklentisi yüksek, işini hatasız yapmaya çalışan, yaşadığı sorunlarda kendini suçlayan, işiyle ilgili yüksek idealleri olan bir “işçi”nin bu sözüm ona özelliklerinin oluşmasında nasıl bir motivasyon etkilidir? İşi kaybetme korkusu, patron korkusu, maaşında yaşayacağı kesinti…
Kapitalist üretim-tüketim ilişkilerine sıkışmış, yaşamını bu sistemin bir parçası olmaktan başka bir şekilde gerçekleştirme özgürlüğü elinden alınanlar, sadece yaşadığımız coğrafyada değil, kapitalist sistemin hüküm sürdüğü her yerde bu problemi yaşıyorlar. Günde 12 saatin üzerinde çalışmaya koşullanmış, yemeği-molası olmayan, daha önemlisi ertesi gün işten atılmayacağının garantisi olmayan, her an işyerinde ölüm tehlikesi ile karşı karşıya kalan işçilerin psikolojisi nasıl olabilir? Maruz kaldığı tüm bu koşullar sonrasında, kapitalizmin büyülü tüketim dünyasında “gerçek özgürlüğü”nü, tüketmeden nasıl gerçekleştirir?
Tükenmişlik Sendromu diye icat ettikleri, yıllardır ezilenlerin çektikleridir. Yaşamını, efendilerin rahat yaşamlarına feda etmek zorunda bırakılanların haleti ruhiyesidir.
Kapitalist Tükenmişlik
Kapitalist gerçekliğin dayatıldığı bir ortamda, kapitalizmin sahte mutluluklarında kendini mutlu olmaya zorlayan insanın uyumsuzluğudur Tükenmişlik Sendromu. Düşündüklerini, hissettiklerini gerçekleştirememenin verdiği huzursuzluktur.
Falanca psikologların önerdiği gibi iş ortamını dengeli hale getirmekle, iş arkadaşlarıyla daha sıcak ilişki kurulmasıyla, iş sırasında boş zamanlar üretmekle çözülmez. Falanca miktar para kazanarak ya da harcayarak ikame edilmez. Türlü psikolog yardımı alarak, zihin boşaltarak geçiştirilmez.
Kapitalist sistemin çarklarının arasında bir yerlerde sıkışmış insan hastalığıdır Tükenmişlik Sendromu. Kapitalizmin sahte mutluluklarıyla tatmin olamayan bireyin hastalığı. Tükenmişlik Sendromu’na yakalandıysanız üzülmeyin. Çünkü mutsuzsanız, umutsuzsanız böyle bir yaşamdan; hasta ediyorsa sizi bu kölelik; vücudunuz bu köleliğe alışamamış, yüreğiniz yeni bir dünya hayaliyle tepki veriyor demektir.
Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 10. sayısında yayımlanmıştır.
The post Kapitalizmin Hastalığı: Tükenmişlik Sendromu appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post “Estetik Bir Saldırı: MODA” – Esra Yılmaz appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>Moda bir tür faşizmdir
Moda sektörü kadının toplumsal cinsiyetini maddi nesneler yoluyla teşhir eder. Kadın bedeni sezonluk defileler, mağazaların ışıltılı vitrinleri, reklam filmleri, afişler, kataloglar ya da medyada sunulan kadın imgeleriyle tek tipleştirilir. Artık modern teknolojinin de yardımıyla kadın bedeni üzerinde her türlü değişimin yapılabildiği bir kil kütlesi halini almıştır. Kadın bedeni yeniden ve yeniden biçimlendirilerek bir arzu nesnesine, bir imaja dönüştürülür. Modanın gençlik, incelik ve erotizm takıntısı kadının gerçek varlığını göz ardı ederek onun erkeklerin gözünde önem kazanmış boyutlarına indirger ve kadının cinsel nesne, eş, ana, ev kadını rollerini de pekiştirir.
Peki, bu iktidar mekanizması nasıl işler? Moda sektörü kadını öncelikle bir imaj olarak sunar ve ürettiği kadın imajlarını medya aracılığıyla yaygınlaştırır. Kadınlar her gün her yerde karşılarına çıkan bu imajlardan etkilenir ve “işte kadın olmak böyle bir şey olmalı” derler. İşte kadınlar böyle düşünmeye başladıkları anda kendilerine rağmen başka bir şeye dönüşmeye de başlamış olurlar. Tüm bu süreci kendi özgür seçimiymiş gibi algılayan kadın iktidarın tuzağına düşer. Sonuçta moda, medya ve reklam sektörü işbirliği içinde, kadınların nasıl besleneceklerinden nasıl konuşacaklarına, nasıl duygulanacaklarından nasıl giyineceklerine kadar her şeyine karar verirler.
Moda sektörü kadının kişiliğini parçalar. Kadınlar, patriyarkadan sonra kendilerine ait olmayan bir dünyada yaşadıkları için kendilerini gözetlemeyi öğrenmişlerdir. Moda sektörü de benzer bir şey yapar; kadınları seyirlik bir nesne yapar, “estetik açıdan” gözetler. Böylece iktidarın en sinsi biçimi olan içselleşmiş otorite daha da güçlenir. Bu süreçte kadının kişiliği, gözetleyen yan (erkeğin bakışı) ve gözetlenen yan (kendisi) olarak ikiye bölünür; kadın kendisine yabancılaşır.
Görüldüğü gibi modanın kadınlarla özdeşleştirilmesi nedensiz değildir. Tek kelimeyle kadınlar modanın saldırısı altındadır. Nitekim moda kadınlara birçok açıdan zarar verir.
Moda kadınları hasta eder
Moda sektörü kadının bedenine zarar verir. Kadınlar kendileri için üretilen imajlara benzemek isterken modanın kurbanı olurlar ve fiziksel olarak acı çekerler. Çünkü kadın giysileri erkek giysilerine göre hareketi kısıtlayıcı niteliktedir. Simone de Beauvoir’ın yıllar öncesinden gördüğü gibi “Kadın gibi giyinmek kadar doğal olmayan bir şey yoktur; hiç kuşkusuz erkek kıyafeti de yapaydır ama daha rahat ve daha sadedir, hareketlerin engellenmesi için değil desteklenmesi için tasarlanmıştır.”
Bir zamanlar giyilen dar korseler, krinolin denilen demir kafesli etekler kadınların vücutlarında deformasyona neden olmuştur. Uzak Doğu’da kadınlar güzellik uğruna yıllar süren işkencelere katlanıyorlardı. Küçük yaşlardan itibaren kız çocuklarının ayakları sarılarak küçük kalıplara konuluyor ve bir süre sonra ayaklar vücudu taşıyamayacak hale geliyordu. Günümüzde durum çok farklı sayılmaz. Neredeyse kadının simgesi haline getirilen topuklu ayakkabılar şişmeden iltihaplanmaya, yürüme güçlüğünden bel ağrılarına kadar çeşitli sağlık sorunlarına; aynı şekilde dar iç çamaşırları normalden fazla terlemeye yol açarak mantar hastalıklarına neden oluyor. Moda sektörü fizyolojik sorunlara yol açarak kadınları sağlığından ediyor.
Moda sektörü kadının bazı ruhsal hastalıklara yakalanmasına da neden olur. Moda sektörü giysiler aracılığıyla bedenleri kontrol eder. Moda giysiler olduğu gibi moda bedenler de vardır. Bu sektörün uydurduğu ve yaygınlaştırdığı ideal kadın bedeni ölçülerine uyum sağlama endişesi taşıyan kadınlar ergenlik döneminden itibaren yüksek risk altındadırlar. Birçok vakada ölümle sonuçlanan yeme bozuklukları ortaya çıkar. Tıbbi adı “anoreksiya nevroza” ve “bulimia nevroza” olan bu hastalıklar kişinin gerçeklikten koptuğu, beden algısının bozulduğu durumları ifade eder. Örneğin bu hastalığa yakalanmış bir kadın bir deri bir kemik kaldığı halde kendisini kilolu bulur. Psikiyatri ise her zaman yaptığını yapar, yani toplumu sorgulamadan bireyi tedavi etmeye çalışır.
Moda “modern” kadınlar üzerinde işler! Modaya karşı direnişin estetik araçları üzerinde ayrıca düşünmemiz gerekir ama ister modern olsun isterse olmasın, tüm kadınlar erkek egemen kültürün tahakkümü altındadır. Kadınlar kendi kimlikleri ya da özgürlükleri için mücadele etmeye en temelden başlamalıdır. Her şeyden önce kendileri adına üretilen kimlikleri toptan reddetmeli ve aslında erkekleri bile faşizan bir biçimde yöneten cinsiyet rejiminin tam karşısında saf tutmalıdır. Emma Goldman’ın deyişiyle “kadının gelişmesi, onun özgürlüğü, onun bağımsızlığı kendinden ve kendisi aracılığı ile olmalıdır. İlk önce, kendisini bir seks metası olarak değil, bir şahsiyet olarak değerlendirmesi ile. İkinci olarak, herhangi birisinin kendi vücudu üzerinde hak iddia etmesini reddederek; kendisini toplumun değer yargılarının ve sınırlamalarının korkusundan özgürleştirerek” işe başlamalıdır.
Esra Yılmaz
The post “Estetik Bir Saldırı: MODA” – Esra Yılmaz appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post ‘Hastalanıyoruz’- Mine Selin Sayarı appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>Tıp ile yaşarken ölmeyi öğreniyoruz
Bugün ilaç şirketleri, ilaçlarının tanıtımı için en yüksek miktarda yatırımı reklam masrafları için değil, halkla ilişkiler uzmanları ve doktorlara harcıyor. İlaç şirketleri kendilerini meşrulaştıran doktorları kendi elleriyle yetiştirirken, doktorlar bilim adı altında insanlara zehir yazıyor. Üstelik sadece ilaç değil, sağlıklı beslenme piyasası da, yan sektör olarak devreye giriyor.
Kardiyolog dernekleri uluslararası şirket tekellerinin ‘kalp dostu’ gıda ürünlerinin tanıtımını yaparken, kolestrolün kalp krizinin nedeni olmadığı, bu ilaçların ticari bir rant aracı olduğu, kolestrol ilaçlarının asıl hastalık nedenini sakladığı başkaca doktorlar tarafından bas bas bağırılıyor. Kötü beslenmeden, hareketsizlikten ve şehir yaşamından kaynaklanan kalp rahatsızlıkları, insanın yaşamını bütünlüklü bir şekilde değiştirmesi ile önlenebilecekken, hastalığın nedeni değil sonucu olan kolestrolü düşürmek için üretilen ilaçlar, dünyanın en çok satanlarında birinci sıraya oturuyor. Aslında tıp, zehirlenen insanın sararmaya başlayan suratına makyaj yapmakla görevlendiriliyor. Bu şekilde insanlara zehrin kendisiyle, kirli havayla, fast foodla, aşırı şekerli ürünlerle, ağır çalışma koşullarıyla, yalnızlık, bencillik, stres ve rekabetle yaşamak öğretiliyor. Bir insanın sağlıklı olması için yapabileceği en iyi şey, hastalık hiç oluşmadan onu önlemek iken, bugün doktorlar hastalığın devamlılığı üzerinden kar ederek var olabiliyor. Çünkü hastalığı önlemek adına yaşamı dönüştürmek, tanı koyarak ilaç yazmaktan çok daha ‘masrafsız’ oluyor. Ve aslında bu gerçek, kimilerinin hiç ‘işine’ gelmiyor..
Tıp yalnızca tıp değil..
Sadece hastalanmıyoruz. Toplumsal roller de tıp tarafından belirleniyor. Örneğin yapmaktan nefret ettiği bir işi yapmak zorunda kalan bir kimse kronik mutsuzluğa sahip ise, bu durum depresyon tanısının ardından kişiye yazılan anti depresanlar ile geçiştiriliyor. Adına tedavi denilen bu yöntemle kişi ilk olarak ‘uyumsuz’, ‘karşıt’ vb. tanımlarla karşılaşmadan, politik sorumluluklarından kurtuluyor.
Doktor ise hastasının sorununun sistemden kaynaklanmadığı, meselenin tamamen biyolojik olduğu yönündeki ‘tanısı’ ile hastanın ve sistemin suç ortağı oluyor. Üstelik kişinin yaşam koşulları değişmediği takdirde anti depresanın hastayı tedavi başarısı istatistiklerde ‘yok’ kabul edilmesine rağmen, kişileri yaşam boyu kendine bağımlı kılan ilacın kullanımı hiç durmadan artıyor.
Aynı şey kolestrol ilaçları, kalp rahatsızlıkları, obezite, hipertansiyon, ağrı kesiciler söz konusu olduğunda da aynı şekilde işliyor. Ve dünyanın en çok satan bu ilaçları, kişinin hastalığını önlemeyi değil, tedavi adı altında hastalığının sürdürülebilir kılınmasını amaçlıyor.
Hastaneler hiç bu kadar yaşam merkezi olmamıştı…
Evet sistem artık herkesi muayene etmek, yüksek teknolojideki makinelerini kullanarak bunlar üzerinden kar etmek, her eve en az iki reçete yazmak, kutu kutu ilaçlarla ecza dolaplarını doldurmak ve bir velinimet olarak müşterisini her daim kendisine bağımlı kılmak istiyor. Anlayacağınız, bir yaşam merkezi olarak hastaneler alışveriş merkezleri kadar cazip hale getirilmek isteniyor. Geçtiğimiz yıllarda AKP’nin hastanelere ulaşımı kolaylaştırma politikası ile içinde AVM’lerin de olduğu devasa şehir hastaneleri projesi, bu anlayışı temsil ediyor. Hasta insan, bir tüketici olarak hastane şirketlerinden mümkün olan en yüksek oranda ‘alışverişe’ teşvik ediliyor. Tabi bu alışverişten, herkes ancak ‘nasibine’ düşeni alabiliyor.
‘Herkese eşit eziyet hakkı’ mı?
Günümüzde sağlık meselesi iktidarın gündelik politikaları ve onların karşıtlığı üzerinden öyle sıkışmış bir tablo içerisinde tartışılıyor ki, tıbbın sorgulanamaz olma durumu tarihte hiç bu kadar keskin olmamıştı. Sağlığı toplumun her kesimine eşit şekilde dağıtma talebi üzerinden yapılan muhalefet politikaları, yalnızca sıkışmış bir siyaset biçimini değil, aynı zamanda iktidarların ve sağlığın ortağı şirketlerin de ağzını sulandırıyor. Kar mantığı üzerinden şekillenen tıbbın eşit dağıtılmasını istemek, aslında büyük bir kör dövüşüne işaret ediyor. Bu taleple birlikte toplumun tüm dikkati, bu yıkıcı sistemin devamını sağlayan iktidarın ve doktorların verdiği zarardan, iktidarların tüketim toplumunun devamlılığını sağlamak için üzerine düşeni yeterince yapmadığına kayıyor.
Böyle bir düzende hizmetlerin daha eşit dağıtılmasını istemek, insanların hasta edici yaşam ve çalışma koşullarına devam etmesini meşru kılıyor. Eğer tıp, bizleri hasta eden sistemin bir devamcısı ve uygulayıcısı haline gelmişse, aslında ilk önce tıbbın kendisini sorgulamamız gerekiyor.
Bildiğin gibi değil..
Yeşilçam filmlerinde bir sahne vardır belki hatırlarsınız, mahallenin doktoru hastanın evinde, yatağının başında ona bir arkadaş olarak nasihatlarda bulunur. Doktor hastasına nasıl yaşaması gerektiği, nelere dikkat etmesi gerektiğini söyler. Doktor olmak, ilaç yazmak değildir aslında. Ve aslında ‘doktor olmak’ da değildir; karşındakinin yaşamını dert edinebilmek, sahip olduğun bilgiyi ihtiyacı olanla paylaşmaktır. Artık sağlık bilgisi hastanelere ve tıp ‘profesörlerinin’ tekellerine öyle bir kapatılmıştır ki, en basit sağlık bilgilerini bile yıllar yılı kaybetmiş buluruz kendimizi. Artık her müdahale yüksek teknolojilerle hastanelerde yapılmaktadır. Halbuki bugün herhangi bir krize müdahalenin hastane merkezli olmasından dolayı ölen insan sayısı, hastanelerin sağladığı üstün teknikler sayesinde kurtulan insan sayısından fazladır. Ve bütün yaşamsal bilgiler, hastanelere muhtaç olmamız için bizden uzaklaştırılır. Onlarca yan etkisi olan ilaçları kullanmadan önce bir zamanlar evde kullanılan tedavi yöntemleri ‘koca karı’ işi olarak çoktan bir kenara atılmıştır.
Yaşamak, ama nasıl?…
Acaba tarihte hiç olmadığı kadar kitlesel hale gelen bu hastalıklar mı teknolojiyi geliştiriyor? Yoksa bu kadar büyük endüstrinin, yapay gıdaların, hızlı üretim ve tüketim yaşantısının, şehirlere kapatılarak yalnızlaştırılan insanların olduğu bir toplum mu hastalığın kendisi? Hastalık dediğimiz nedir? Örneğin insanların doğal gelişiminin bir sonucu olan menopoz, östropoz önlenmesi gereken bir hastalık mıdır? Bütün bir yaşamı boyunca ‘hastalıklı’ bir şekilde ölümsüzlüğü kovalayan insanlar mı olduk? Yoksa mutlu, sağlıklı, bizim ve özgür olan bir yaşam mı istiyoruz? Bu yazı böylesi önemli bir mesele için yalnızca bir başlangıç niteliği taşıyabilir ancak: Büyüyünce ne olmak istersiniz demiyorum, nasıl yaşamayı düşlerdiniz?
Mine Selin Sayarı
[email protected]
The post ‘Hastalanıyoruz’- Mine Selin Sayarı appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>