The post Aslı Özkısırlar 20 Gündür Hastanede Yatak Bulamadığı İçin Yaşamını Yitirdi appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>İzmir’de yaşayan Aslı Özkısırlar, 20 gündür hastanede yatak bulamadığını söylemesinden üç gün sonra hayatını kaybetti.
Özkısırlar, Twitter’da 30 Mart’ta yaptığı paylaşımda, yaklaşık 20 gündür hastaneye yatmak için beklediğini çünkü hastanede yatak olmadığını belirtti.
The post Aslı Özkısırlar 20 Gündür Hastanede Yatak Bulamadığı İçin Yaşamını Yitirdi appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post İzmir’de Hasar Gören 5 Hastane Tahliye Ediliyor appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>Tahliye edilen hastaneler şöyle:
– Tepecik Suat Seren Göğüs Hastalıkları Hastanesi
– Ege Üniversitesi Tıp Fakültesi Hastanesi Ana Bina A Blok
– Alsancak Nevvar Salih İşgören Devlet Hastanesi
– Bozyaka Eğitim ve Araştırma Hastanesi
– Buca Seyfi Demirsoy Devlet Hastanesi
Hasar gören hastanelerden çıkarılan hastalar hastane bahçesinde beklerken böyle görüntülendi.
The post İzmir’de Hasar Gören 5 Hastane Tahliye Ediliyor appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post Sağlık Çalışanlarından Mesaj Var appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>Bir hafta içerisinde koronavirüs (kovid-19) olan kişi sayısının 191’e yükselmesinin ardından hastanelerde ek mesai yapmak zorunda kalan sağlık çalışanları ülkenin dört bir yanındaki hastanelerden insanlara evde kalma çağrısı yaptı.
Sağlık çalışanları virüsün yayılmasının önüne geçmek için insanların evden çıkmamaları gerektiğini söyleyerek bu çağrıyı yineliyor.
The post Sağlık Çalışanlarından Mesaj Var appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post Para İçin Sağlıkta Gelinen Son Durum Yoğun Bakım Dolandırıcılığı appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>Uzman görüşü: Özel hastaneler para için hastaları boş yere yoğun bakımda tutuyor.
Türk Yoğun Bakım Derneği İkinci Başkanı Prof. Dr. Necmettin Ünal, “Yoğun bakım yataklarının yüzde 60’ı özel hastanelerde. SGK’dan para almak için hastaları aylarca boş yere yoğun bakımda tutuyorlar” dedi.
Dünya Sağlık Örgütü verilerine göre, Türkiye nüfusa göre yoğun bakım hasta yatağı sayısında dünya birincisi. Her 100 bin kişiye 44 yoğun bakım yatağı düşüyor. Buna rağmen, yoğun bakım servislerinde boş yatak bulmak oldukça zor olduğu kaydediliyor. Bu sebeple yoğun bakım gerektiren hastalar acil servislerde tedavi edilmek zorunda kalırken, acillerde de yoğunluk yaşandığı belirtiliyor.
Prof. Dr. Necmettin Ünal tarafından yapılan açıklamada: “Türkiye’deki yoğun bakım yataklarının yüzde 60’ı özel hastanelerde. Özeldeki yoğun bakım yatağı sayısının kamu hastanelerinden fazla olması, dünyanın hiçbir ülkesinde görülmüş şey değil” diye konuşan Ünal şöyle devam etti: “Çünkü yoğun bakım hizmetleri yüksek maliyetlidir ve SGK bu masrafı karşılıyor. Ama bizde devlet hastanelerindeki hastalar, özel hastanelerin yoğun bakımlarına gönderiliyor. Özel hastanelerin yoğun bakım servislerinin en az yarısı, SGK’dan para almak için kurulmuş. Özellerde kliniklerden alınıp ameliyat sonrası yoğun bakıma çıkarılan hastalar, bir daha kliniğine dönemiyor. İhtiyacı olmayan hastalar aylarca yoğun bakımda tutuluyor. Haliyle yoğun bakım servislerinde yer bulmak imkânsız oluyor, çok fazla torpil devreye giriyor. Yoğun bakım ve taburcu kurallarının uygulanması konusunda ciddi denetim eksiklikleri var. Biri buna ‘Dur’ demeli, devlet parasını çöpe atmamalı.” dendi.
Prof. Dr. Necmettin Ünal, hastaları gereksiz yere yoğun bakımda tutmanın maddi külfeti kadar sağlık riskleri olduğunu da söyledi: “Yoğun bakımlar en fazla mikrobun bulunduğu yerler. Gereksiz yere uzun süre yoğun bakımda tutulmak, hasta için de risk… Şu an 350 yoğun bakım uzmanı var. Ama 3 bin 500 uzman doktora ihtiyaç var” dedi.
The post Para İçin Sağlıkta Gelinen Son Durum Yoğun Bakım Dolandırıcılığı appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post Malezya’da Şiddetli Fırtına: Tahliyeler Sürüyor appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>Malezya Ana Karası’nı da etkileyen fırtına ve sel yüzünden yaklaşık 2 bin kişi sığınaklara doğru yönelmeye başladı. Meteoroloji ve ordu ülkedeki bazı bölgeler için ”kırmızı” alarm verdi ve bu bölgelerde yaşayanların evlerinden çıkmamaları duyurusu yapıldı.
Devrilen ağaçlar ve çatılar yolları kilitlerken yüksekliği 5 metreyi bulan sel suları sebebiyle bazı hastaneler tahliye edildi ancak şehirdeki diğer hastaneler hizmet verebiliyor.
Sel sırasında şimdiye kadar 2 kişinin yaşamını yitirdiği bilgisi geldi. Meteoroloji, fırtınanın şiddetini arttıracağını ve daha fazla kişinin tahliye edileceğini açıkladı. Arama kurtarma çalışmaları devam ediyor.
The post Malezya’da Şiddetli Fırtına: Tahliyeler Sürüyor appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post Hastanede Yanlış Teşhis Önce Ayağını Sonra Canını Aldı appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>Amed’de ayağındaki yağ bezesi sebebiyle hastaneye giden 23 yaşındaki Armanç Şanlı yanlış teşhis yüzünden önce ayağından oldu şimdi de kanserin tüm vücuda yayılması sonucu yaşamını yitirdi.
3 yıl önce ayak parmağının altında bir yağ birikintisi şikayeti üzerine Genessis adlı özel hastaneye giden Armanc Şanlı burada yağ bezesi teşhisiyle ameliyata yönlendirildi. Ameliyat sonucu Armanc’ın ayağının altındaki kitle Genessis Hastanesi cerrahları tarafından alındı.
Aradan 5-6 ay geçmeden bu defa da ayağında morluklar ile karşılaşan Armanc bu sefer Momemorial adlı özel hastaneye gittiğinde gerçek teşhisi öğrendi : Sinoviyal Sarkom başka bir deyişle hücrelerden kaynaklı yumuşak doku tümörü. Yani kanser!
Geç konulmuş kanser teşhisinin ardından Armanc önce ayağını ardından birer birer iç organlarını yitirdi. Uzun bir zaman Kemoterapi gören Armanc 9 Mayıs 2017 günü tedavi sürecini sosyal medyadan şöyle paylaştı :
Ailesi ve arkadaşları Armanc’ın yanlış teşhis yüzünden birer birer organlarından ve canından olmasından dolayı Genessis Hastanesi’ni sorumlu görüyor.
The post Hastanede Yanlış Teşhis Önce Ayağını Sonra Canını Aldı appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post Maltepe’de Direniş Blokaj Eylemleriyle Sürüyor appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>Maltepe Üniversitesi Hastanesinde, sendikalı oldukları için işten çıkarılan işçilerin direnişi 4 ayı aşkın bir süredir devam ediyor. Ertelenen mahkemelere, hastane yönetiminin ve polisin tüm baskılarına rağmen geceli gündüzlü çadır nöbetini sürdüren direnişçiler, her gün saat 16.00’da hastane girşinde blokaj eylemi gerçekleştirerek kararlı duruşlarını göstermeye devam ediyor.
The post Maltepe’de Direniş Blokaj Eylemleriyle Sürüyor appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post Anarşistlerden Dayanışma Hastanesi appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>Onlar kapitalizmin sağlık sistemine karşı herkesin faydalanacağı bir dayanışma hastanesi kurarak, devlet olmadan da yaşayabiliriz diyorlar. Çünkü devlet olmadan işimiz çok daha kolay! Anarşist ve komünist inisiyatiflerin ortak çalışmasıyla yürütülen Dayanışma Hastanesi (Koinwniko İatreio), Yunanistan’da gönüllülük ve dayanışma esasına dayanarak, ihtiyacı olan herkese ücretsiz sağlık hizmeti sunuyor. Meydan Gazetesi inisiyatiflerinden Özlem Arkun’un Dayanışma Hastanesi gönüllüleri ile yaptığı röportajı sizlere aktarıyoruz.
“Devlet olmadan işimiz daha kolay!”
Artık sağlık satılabilir tedavi hizmeti; tedavi ise, hastalığın sürekliliğini sağlayarak, maksimum kazanç sağlamak anlamına geliyor. İlaç sektörünün piyasada gittikçe daha büyük bir paya sahip olması, hastanelerin özelleştirilmesi, sağlık ve sosyal güvence konularındaki yeni düzenlemelerin hepsi bu ticarileşmeye zemin hazırlıyor. Hal böyleyken parası olmayanlar, bırakın tedavi olmayı hastaneden randevu almaya bile çekiniyor.
Bu yazıda yukarıdaki tarifin dışında bir hastaneden bahsediliyor. Bu hastane, Yunanistan’daki Dayanışma Hastanesi. Dahiliye, pediatri, diş ve kamu eczanesi gibi hizmetleri içinde barındıran Dayanışma Hastanesi, Yunanistan’ın Selanik şehrinde bir seneyi geçkin bir süredir halka hizmet veriyor. 200 kadar doktorun gönüllü olduğu bu hastanede, fiili olarak çalışmayan ancak hastaneyle dayanışmak isteyen birçok başka doktor, bedava sevk alarak hastane ile dayanışma gösteriyor. Ekonomik krizin etkisi hissedilmeye başladığından bu yana, bir taraftan halkın sağlık alanındaki ödenekleri kesintiye uğrarken, diğer taraftan da artan işsizlikle birlikte sağlık sigortasından da faydalanamayan insanların sayısı giderek artıyor. Durum böyle iken Selanik’te gönüllülükle işleyen ve tamamen ücretsiz olarak hizmet veren bu hastane, birçok insan için gerçek bir çözüm üretiyor.
Anarşist ve komünist inisiyatiflerin ortak çalışmasıyla yürütülen bu deneyimi paylaşmak adına Dayanışma Hastanesi’nin biri dişçi (Nefeli) diğeri sekreter (Delia) olan iki gönüllüsüyle yaptığımız röportajı aşağıda yayınlıyoruz.
Merhaba, ilk olarak Dayanışma Hastanesi fikri nasıl ortaya çıktı?
Nefeli A.: Aslında fikrin ilk ortaya çıkışı, yaklaşık iki yıl önce, göçmenlerin yaptığı açlık grevine rastlıyor. Çalışma ve oturma izni olmayan yaklaşık 300 göçmenin katıldığı açlık grevi süresince birçok politik grup onlarla dayanışma gösterdi. Bu grupların arasında bir de doktorlardan oluşan bir gönüllü grubu vardı. Bu açlık grevi süresince göçmenlerin sağlık durumu takip edildi, 40 günün sonunda göçmenlerin kağıtlarını alıp, açlık grevini sonlandırmalarının ardından gönüllü doktorlar tarafından bir toplantı yapıldı. Göçmenlerin sağlık hizmetinden faydalanamadığı gerçeğinden yola çıkarak oluşan göçmenler için bir hastane fikri, daha sonra biraz daha büyüyüp genişleyerek herkese açık bir Dayanışma Hastanesi fikrine dönüştü. Bu kararın alınmasının ardından herkesi dayanışmaya çağırdık. Bu süreçte birçok kişi bizimle dayanışma gösterdi, birçok şehirden her anlamda destek geldi. Sadece doktorlar, hemşireler ya da eczaneler değil herkes bu dayanışmaya ortak olmak için elinden geldiğince destek gösterdi. Bu hepimiz için çok motive edici bir süreçti.
Dayanışma Hastanesi herkese açık dediniz, peki Dayanışma Hastanesi’nde tedavi olmak için herhangi bir önkoşul var mı?
Delia N.: Herhangi bir önkoşul yok fakat, Dayanışma Hastanesi’nin bazı prensipleri var. Irkçı, faşist ideolojilere ve azınlıklara uygulanan ayrımcılığa karşı, dayanışma ve eşitlik prensiplerini sahipleniyoruz. Çünkü herkesin sağlık hakkı olduğunu savunuyoruz. Bu yüzden muayene olmak için randevu almak yetiyor.
İşsizliğin arttığı ve her geçen gün daha fazla insanın sağlık sigortasından faydalanamadığını biliyoruz. Bu durumda Dayanışma Hastanesine olan talep oldukça yoğun olmalı. Hastanenin işleyişini nasıl programlıyorsunuz?
D: Evet aslında oldukça yoğun çalışıyoruz, talep gerçekten de yüksek. Bu yüzden randevu sistemi işleri sıraya sokması açısından oldukça kolaylaştırıcı oluyor. Bunun dışında biz de bir mesai sistemi uyguluyoruz. Sabah 10-14, öğleden sonra ise 17-22 arasında çalışan iki vardiyalı bir sistemle çalışıyoruz. Hastanede her ay hep birlikte yapılan düzenli toplantıların dışında, her grubun kendi arasında aldığı toplantılarla vardiyaları ve nöbetleri belirliyoruz. Mesela sekreterler olarak biz ayda iki toplantı yapıyoruz ve günde iki vardiya olarak çalışıyoruz. Böylece kişiler kendi yoğunluklarına göre en uygun inisiyatif çizelgesini çıkarıyorlar.
Diğer taraftan siz de hiçbir tedavi ve ilaçtan para almıyorsunuz. Peki, Dayanışma Hastanesini nasıl döndürüyorsunuz?
N: Bu noktada bireylerin bizimle gösterdikleri dayanışmayı esas alıyoruz. Dayanışma Hastanesi açıldığından bu yana birçok insan hem parasal anlamda hem de ilaç göndererek bizimle dayanışma gösterdi ve göstermeye devam ediyor. Hastanenin doktorlarının yanısıra bizimle dayanışma gösteren başka hastanelerden 200 kadar gönüllü arkadaşımız var. Bu şekilde hastanenin hizmet veremediği kliniklere de bedava sevk sağlayabiliyoruz. Bu şekilde örneğin doğum kliniğimiz henüz olmadığı halde, hamileleri hastaneye sevk ediyoruz.
D: Bireysel dayanışmanın yanı sıra biz de zaman zaman bazı etkinlikler düzenleyerek bütçe oluşturuyoruz. Örneğin geçtiğimiz Kasım ayında dayanışma merkezinin ilk yılında, üç gün süren bir dayanışma takvimi organize ettik. Bir sergi düzenledik ve bir dayanışma konseri yaptık, bu şekilde biraz para topladık. Yani hastanenin ekonomik iskeletini dayanışma oluşturuyor.
Peki, Dayanışma Hastanesi’nin bir hayır işi olmadığını nasıl anlatıyorsunuz?
N: Gelen insanlara anlatıyoruz, herkesle konuşmaya çalışıyoruz. Ve genellikle olumlu tepkiler alıyoruz. İnsanlar genellikle bunun bir parçası olduklarını anlıyorlar ve dayanışma göstermek istiyorlar. Örneğin benim bir hastam gelip hastanenin temizliğini yapıyor. Bunun dışında düzenli olarak hastanelerin önünde eylemler yapıyoruz. Bu eylemlerle hem doktorları, hemşireleri bu dayanışmaya dahil etmek için hem de Dayanışma Hastanesine gelen insanlara derdimizi bir nebze daha anlatabilmek için önemsiyoruz. Bu yüzden iletişime geçtiğimiz herkesi bu eylemlere çağırıyoruz.
Bunların dışında belediyenin ya da polisin tepkisi nasıl Dayanışma Hastanesi’ne?
D: Aslında şimdiye kadar hiç olumsuz bir tepkiyle karşılaşmadık. Hatta altı ay önce belediye başkanı bize para vermek istedi. Ama biz kabul etmedik ve bunu yazılı olarak deklare ettik. Bu bağışı kabul etmedik çünkü belediye birçok alanda göçmenlerin işlerini zorlaştırıyor, onlara karşı ayrımcı bir politika uyguluyor. Biz belediyenin bu politikalarına karşı mücadele ediyorken, aynı kurumdan para almayı kabul etmiyoruz. Aynı şekilde polis de bize ilaç vermek istedi ve biz bunu da kabul etmedik. Çünkü polis de hem göçmenlerin, hem yoldaşlarımızın hem de toplumsal amaçlarımızın tam da karşısında duruyor. Dolayısıyla onları da onların yardımlarını da istemiyoruz; çünkü onlar olmadan işimiz çok daha kolay!
Yeri gelmişken genel olarak nasıl bir toplumsal amaçtan bahsedebiliriz? Dayanışma Hastanesinin örnek aldığı deneyimler var mı?
D: Zapatist kliniklerini örnek olarak verebiliriz. Aslında biz de dayanışmayı yükselten bir fikri benimsiyoruz. Ulusal sağlık sisteminden dışlanmış, sigortasız ve güvencesiz kimselerin sağlık hizmetlerimizden karşılıksız bir şekilde faydalanmasını istiyoruz. Bunu yaparken de kolektif bir dayanışma ilkesini işletiyoruz. Çünkü insan sağlığının, üzerinden kar edilen bir alan olmasını reddediyoruz. Bunun için de herkese açık bir dayanışma ile özyönetimi esas alan bir sağlık sistemini işletiyoruz. Böylece insanların devlete ihtiyacı olmadığını açık bir şekilde gösterebiliyoruz. Aslında bu bütünlüklü bir tahayyülün sadece bir parçası. Ve bu parçasında bize düşen sağlığın ücretsiz olması, halk sağlığının adım adım örgütlenmesi oluyor.
Son olarak bu sayıda değindiğimiz diş sağlığı ve beslenme ile ilgili bir soru sormak istiyorum. Bir dişçi ve antikapitalist olarak diş problemlerinin kapitalist beslenme alışkanlıkları ile nasıl bir ilişkisi olduğunu düşünüyorsun?
N: Bu konuda bildiklerimden yola çıkarak şunu söyleyebilirim. Kapitalist beslenme kültürüne özellikle fastfood kültürüne baktığımızda yediklerimiz fazlasıyla yumuşak. Oysa diş sağlığı için yumuşak değil sert yiyecekler her zaman daha iyi. Bununla birlikte tabi endüstriyel gıdaların, et, süt, yoğurt gibi üretimi endüstriyelleşen ürünlerin besleyici değerini kaybetmesi bir yana zararlı hale gelmesinin de etkisi vardır. Fakat beslenme alışkanlıklarının dışında kapitalist sistemde sağlığın satılıyor olması da çok büyük bir etken. Yani iki taraflı bir kapitalist etki söz konusu. Hem hasta ediyor hem de tedavi etmiyorlar. Mesela diş sağlığı Danimarka, İsveç gibi Avrupa ülkeleri dışında sağlık güvencesi kapsamına alınmıyor. Bu yüzden çoğu kez görmezden geliniyor. Diş sağlığının ücretli olmasından dolayı sürekli ihmal ediliyor olması da ağız sağlığının bozulmasında oldukça etkili.
Paylaşımlarınız için teşekkür ederiz.
The post Anarşistlerden Dayanışma Hastanesi appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post ‘Hastalanıyoruz’- Mine Selin Sayarı appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>Tıp ile yaşarken ölmeyi öğreniyoruz
Bugün ilaç şirketleri, ilaçlarının tanıtımı için en yüksek miktarda yatırımı reklam masrafları için değil, halkla ilişkiler uzmanları ve doktorlara harcıyor. İlaç şirketleri kendilerini meşrulaştıran doktorları kendi elleriyle yetiştirirken, doktorlar bilim adı altında insanlara zehir yazıyor. Üstelik sadece ilaç değil, sağlıklı beslenme piyasası da, yan sektör olarak devreye giriyor.
Kardiyolog dernekleri uluslararası şirket tekellerinin ‘kalp dostu’ gıda ürünlerinin tanıtımını yaparken, kolestrolün kalp krizinin nedeni olmadığı, bu ilaçların ticari bir rant aracı olduğu, kolestrol ilaçlarının asıl hastalık nedenini sakladığı başkaca doktorlar tarafından bas bas bağırılıyor. Kötü beslenmeden, hareketsizlikten ve şehir yaşamından kaynaklanan kalp rahatsızlıkları, insanın yaşamını bütünlüklü bir şekilde değiştirmesi ile önlenebilecekken, hastalığın nedeni değil sonucu olan kolestrolü düşürmek için üretilen ilaçlar, dünyanın en çok satanlarında birinci sıraya oturuyor. Aslında tıp, zehirlenen insanın sararmaya başlayan suratına makyaj yapmakla görevlendiriliyor. Bu şekilde insanlara zehrin kendisiyle, kirli havayla, fast foodla, aşırı şekerli ürünlerle, ağır çalışma koşullarıyla, yalnızlık, bencillik, stres ve rekabetle yaşamak öğretiliyor. Bir insanın sağlıklı olması için yapabileceği en iyi şey, hastalık hiç oluşmadan onu önlemek iken, bugün doktorlar hastalığın devamlılığı üzerinden kar ederek var olabiliyor. Çünkü hastalığı önlemek adına yaşamı dönüştürmek, tanı koyarak ilaç yazmaktan çok daha ‘masrafsız’ oluyor. Ve aslında bu gerçek, kimilerinin hiç ‘işine’ gelmiyor..
Tıp yalnızca tıp değil..
Sadece hastalanmıyoruz. Toplumsal roller de tıp tarafından belirleniyor. Örneğin yapmaktan nefret ettiği bir işi yapmak zorunda kalan bir kimse kronik mutsuzluğa sahip ise, bu durum depresyon tanısının ardından kişiye yazılan anti depresanlar ile geçiştiriliyor. Adına tedavi denilen bu yöntemle kişi ilk olarak ‘uyumsuz’, ‘karşıt’ vb. tanımlarla karşılaşmadan, politik sorumluluklarından kurtuluyor.
Doktor ise hastasının sorununun sistemden kaynaklanmadığı, meselenin tamamen biyolojik olduğu yönündeki ‘tanısı’ ile hastanın ve sistemin suç ortağı oluyor. Üstelik kişinin yaşam koşulları değişmediği takdirde anti depresanın hastayı tedavi başarısı istatistiklerde ‘yok’ kabul edilmesine rağmen, kişileri yaşam boyu kendine bağımlı kılan ilacın kullanımı hiç durmadan artıyor.
Aynı şey kolestrol ilaçları, kalp rahatsızlıkları, obezite, hipertansiyon, ağrı kesiciler söz konusu olduğunda da aynı şekilde işliyor. Ve dünyanın en çok satan bu ilaçları, kişinin hastalığını önlemeyi değil, tedavi adı altında hastalığının sürdürülebilir kılınmasını amaçlıyor.
Hastaneler hiç bu kadar yaşam merkezi olmamıştı…
Evet sistem artık herkesi muayene etmek, yüksek teknolojideki makinelerini kullanarak bunlar üzerinden kar etmek, her eve en az iki reçete yazmak, kutu kutu ilaçlarla ecza dolaplarını doldurmak ve bir velinimet olarak müşterisini her daim kendisine bağımlı kılmak istiyor. Anlayacağınız, bir yaşam merkezi olarak hastaneler alışveriş merkezleri kadar cazip hale getirilmek isteniyor. Geçtiğimiz yıllarda AKP’nin hastanelere ulaşımı kolaylaştırma politikası ile içinde AVM’lerin de olduğu devasa şehir hastaneleri projesi, bu anlayışı temsil ediyor. Hasta insan, bir tüketici olarak hastane şirketlerinden mümkün olan en yüksek oranda ‘alışverişe’ teşvik ediliyor. Tabi bu alışverişten, herkes ancak ‘nasibine’ düşeni alabiliyor.
‘Herkese eşit eziyet hakkı’ mı?
Günümüzde sağlık meselesi iktidarın gündelik politikaları ve onların karşıtlığı üzerinden öyle sıkışmış bir tablo içerisinde tartışılıyor ki, tıbbın sorgulanamaz olma durumu tarihte hiç bu kadar keskin olmamıştı. Sağlığı toplumun her kesimine eşit şekilde dağıtma talebi üzerinden yapılan muhalefet politikaları, yalnızca sıkışmış bir siyaset biçimini değil, aynı zamanda iktidarların ve sağlığın ortağı şirketlerin de ağzını sulandırıyor. Kar mantığı üzerinden şekillenen tıbbın eşit dağıtılmasını istemek, aslında büyük bir kör dövüşüne işaret ediyor. Bu taleple birlikte toplumun tüm dikkati, bu yıkıcı sistemin devamını sağlayan iktidarın ve doktorların verdiği zarardan, iktidarların tüketim toplumunun devamlılığını sağlamak için üzerine düşeni yeterince yapmadığına kayıyor.
Böyle bir düzende hizmetlerin daha eşit dağıtılmasını istemek, insanların hasta edici yaşam ve çalışma koşullarına devam etmesini meşru kılıyor. Eğer tıp, bizleri hasta eden sistemin bir devamcısı ve uygulayıcısı haline gelmişse, aslında ilk önce tıbbın kendisini sorgulamamız gerekiyor.
Bildiğin gibi değil..
Yeşilçam filmlerinde bir sahne vardır belki hatırlarsınız, mahallenin doktoru hastanın evinde, yatağının başında ona bir arkadaş olarak nasihatlarda bulunur. Doktor hastasına nasıl yaşaması gerektiği, nelere dikkat etmesi gerektiğini söyler. Doktor olmak, ilaç yazmak değildir aslında. Ve aslında ‘doktor olmak’ da değildir; karşındakinin yaşamını dert edinebilmek, sahip olduğun bilgiyi ihtiyacı olanla paylaşmaktır. Artık sağlık bilgisi hastanelere ve tıp ‘profesörlerinin’ tekellerine öyle bir kapatılmıştır ki, en basit sağlık bilgilerini bile yıllar yılı kaybetmiş buluruz kendimizi. Artık her müdahale yüksek teknolojilerle hastanelerde yapılmaktadır. Halbuki bugün herhangi bir krize müdahalenin hastane merkezli olmasından dolayı ölen insan sayısı, hastanelerin sağladığı üstün teknikler sayesinde kurtulan insan sayısından fazladır. Ve bütün yaşamsal bilgiler, hastanelere muhtaç olmamız için bizden uzaklaştırılır. Onlarca yan etkisi olan ilaçları kullanmadan önce bir zamanlar evde kullanılan tedavi yöntemleri ‘koca karı’ işi olarak çoktan bir kenara atılmıştır.
Yaşamak, ama nasıl?…
Acaba tarihte hiç olmadığı kadar kitlesel hale gelen bu hastalıklar mı teknolojiyi geliştiriyor? Yoksa bu kadar büyük endüstrinin, yapay gıdaların, hızlı üretim ve tüketim yaşantısının, şehirlere kapatılarak yalnızlaştırılan insanların olduğu bir toplum mu hastalığın kendisi? Hastalık dediğimiz nedir? Örneğin insanların doğal gelişiminin bir sonucu olan menopoz, östropoz önlenmesi gereken bir hastalık mıdır? Bütün bir yaşamı boyunca ‘hastalıklı’ bir şekilde ölümsüzlüğü kovalayan insanlar mı olduk? Yoksa mutlu, sağlıklı, bizim ve özgür olan bir yaşam mı istiyoruz? Bu yazı böylesi önemli bir mesele için yalnızca bir başlangıç niteliği taşıyabilir ancak: Büyüyünce ne olmak istersiniz demiyorum, nasıl yaşamayı düşlerdiniz?
Mine Selin Sayarı
[email protected]
The post ‘Hastalanıyoruz’- Mine Selin Sayarı appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post Hastaneler Şirketleşti appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>Hastanelerin şirketleşmesiyle acil hasta tanımı da değişti; yani rahatsızlanıp acile gittiğimizde iki durumla karşılacağız. Birinci durumda rahatsızlığımızın acil olduğuna karar verilecek ve tedavimiz SGK kapsamında olacak. İkinci durumda ise rahatsızlığımızın acil olmadığı teşhisi konulacak ve tedavimiz ücretli olacak. Şirketleşen hastanelerde ücretli hastanın veli nimet olacağı kesin.
İki Kasım’da yürürlüğe giren Kamu Hastaneleri Birliği Yasası ile birlikte hükümetin sağlığı piyasalaştırma projesinin en önemli adımı atılmış oldu. Bu yasa ile birlikte her ildeki hastane, şehrin nüfusuna ve hastanelerin büyüklüklerine göre ‘birlikler’ aracılığıyla yönetilecek. Örneğin İstanbul’da 5, İzmir ve Ankara’da 2’şer birlik olacak. Bu birliklerin başına ise şirket CEO’su niteliğinde genel sekreterler atanacak. Kendi birliği içerisindeki bütün hastanelerinin yönetimi bu CEO’da olacak. Yaklaşık 40 milyar liralık sağlık bütçesinin yönetimi, bu Kamu Hastane Birlikleri’nin bünyesinde yapılacak. Yani Türkiye’nin en büyük şirketi olacak Kamu Hastane Birlikleri’nin denetimi ve yönetimi, bu CEO’ların elinde olacak. Bu CEO’ların yetkilerinin arasında, içinde milyar dolarların döndüğü ilaç ihalelerinin yönetimi, devlet ve üniversite hastanelerinin satılması, kiraya verilmesi ya da işletmesinin devredilmesi var. Bu CEO’ların ise tek bir görevi var, hastaneye daha fazla ve daha fazla kar ettirmek. Eğer kar ettiremezlerse mi? Altı aylık denetimler sonucunda başarısız bulunan genel sekreter ve ekibinin sözleşmesi, sürenin bitmesi beklenmeden feshedilecek.
Neydi, ne oldu?
Aslında basit. Eskiden Sağlık Bakanlığı’nın ve SGK’nın elinde bulunan hizmet üretim yapısı, SSK Hastanelerinin Sağlık Bakanlığı’na devredilmesi ve Sağlık Bakanlığının hastaneleri işletmelere çevirmesiyle birlikte bölündü. Artık tek finansman organı SGK olurken, tedavi hizmeti hastanelerin kendi başlarına halletmesi gereken bir ‘iş’ haline geldi. Öyle ki, devlet doktorların parasını dahi ancak 5 yıl daha ödemeyi garanti ettiğini, 5 yıl sonra hekimlerin ücretinin, çalıştığı hastanenin kendi döner sermaye ve performansıyla ödeneceğini belirtti. Kamu Hastaneleri Birlikleri de, bu kendi haline işletilecek hastanelerin yönetimini yapacak yapılar haline geldi.
Sermaye güvende, herkes birbirine rakip
Finans tekelini artık tek başına elinde bulunduran SGK, özel hastanelere ve diğer yatırımcılara ‘bu işte çok para var’ güvencesini verdi. İlaç sektörü Türkiye’de çok iş var diyerek akın akın yatırım yaparken, özel hastane sayısı hiç durmadan arttı. Bu şekilde son yılların en fazla oranda artan yabancı sermayesi Türkiye’ye sağlık üzerinden giriverdi. (En basit örneğiyle Türkiye’nin en büyük sağlık şirketlerinden birisi Acıbadem grubu, Malezyalı kamu yatırım fonu Khazanah’lara %75 oranında satıldı.
Aslında işin içine yerli-yabancı sermayenin girmesi ve kamu hastanelerinin de bütün kamusal özelliklerini yitirerek işletmelere çevrilmesi ile birlikte ilk önce tüm hastaneler birbirine rakip haline getirilirken, ardından SGK ile hizmet sektörü birbirine rakip kılındı. Türkiye koşullarında çok bilindik uygulamalar, işin kanuni gereği olarak karşımıza çıkacak şekilde organize edildi.
Örneğin SGK kendi gelir ve gider dengesini tutturmak için hizmet başı fiyatları düşük tutmaya ve gönderilen faturalarda kesinti yapma yoluna gidecek. Hastaneler ise bunun üzerine kendisinden fatura kesintisi yapan SGK’ya karşı, gereksiz işlem, tedavi ya da harcama yaparak ya da kalitesiz mal kullanımını yükseltip hizmet maliyetini düşürerek, ya da hiç yapmadığı hizmetleri varmış gibi faturalandırarak rakibini alt etmeye çalışacak. Hasta mı dediniz?
Hasta değil müşteri, hastane değil şirket
İçinde bir çok farklı uygulaması olan ‘Sağlıkta Dönüşüm’ün temel 4 ana yöntemi var. İlk olarak tek bir satın alıcı olan SGK’nın tekelleştirilmesi, ikinci olarak sağlık hizmeti sunan yapıların işletmeleştirilmesi, üçüncüsü Sağlık Bakanlığı’nın çoğu sorumluluklarından çekilmesiyle ‘düzenleyici’ rolünü sahiplenerek Kamu Hastaneleri Birlikleri yoluyla işletmenin politik üssü olması ve son olarak da doktoru robotlaştıran hastayı müşteri haline getiren sistemin tam rekabet verimiyle devam etmesi. Aslında ilk 3 yöntem, Kamu Hastane Birlikleri politikası ile kabaca anlaşılıyor. Doktorlara getirilen performans sistemiyle birlikte, “ne kadar çok muayene, ameliyat, reçete o kadar para’ deniliyor. Yani ne kadar ekmek, o kadar köfte politikası hastalar üzerinden uygulanıyor. Doktor, kapının üstünde yanıp sönen numaratörlerle-üstüne bir de acilden sevkleri ile ‘ahbap kontenjanını’ da eklersek bir hastaya ortalama iki dakika harcıyor. Hasta artık doktor için insan değil, bir bilgisayar görüntüsünü ifade ediyor. Hasta giriyor, röntgen çekiliyor, reçetesi çarçabuk yazılıyor. Sağlık Ceo’larının görevlendirdiği ‘hastane yöneticileri’ yoluyla, doktorların performansı, hastaneye ne kadar kar ettirdiği üzerinden ölçülüyor. Eğer bir doktor hastaneye yeteri kadar kar ettirmezse, nakil işlemi başlatılabiliyor. Ya da mesela bütün bir hastanenin Birliğe yararı, zararından fazla hale gelirse, hastane hemen onu daha iyi işletecek şirketlere kiralanıyor ya da satılıyor. Piyasanın aklı, hastanede kurulan ilişkiyi, hekim hasta ilişkisinden, müşteri, hizmet sunucusu ilişkisine çeviriyor. Ne kadar hasta o kadar para, yani aslında hastayı iyileştirmek de uzun vadede para etmiyor.
Artık Cebimizden Daha Fazla Para Çıkacak
SGK bugün sağlık harcamalarının ancak yarısını primler yoluyla finanse edebiliyor. Devlet geçmişte SGK’dan geriye kalan %50 gideri kendisi finanse ederken, artık bu ödemeden elini eteğini çektiğini, yalnızca çok gerekirse müdahale edeceğini ilan etti. Yani geriye kalan %50’lik kısım yine SGK tarafından ödenmesi gereken payın içinde. Bunun finansmanı da hastanelerin ‘verimliliklerini’ arttırması yoluyla yapılacak deniliyor. Hastanelerin para kazanmak için 40 takla atacağı gerçeği bir yana, bu açık bundan sonra giderlerin azaltılması-yani hekim ücretlerinin düşürülmesi, görevden alınması ya da primlerin zamanla daha da arttırılması- ya da ‘fark’ adı altındaki hastanelere verilmiş ek ücret alma opsiyonunun genişletilmesi yöntemiyle olacaktır.
Örneğin eskiden bedava olan muayene ücreti, 15 TL’ye kadar varan sabit ücretlerle belirlendi. Bununla birlikte acil kabul ettikleri haller dışında hiç kimse hastaneye direk gidip hastane tarafından tedavi edilmeyecek.
Acil durumlarda artık yalnızca ölmek üzere olmak ya da yaralanmak söz konusu olduğunda kabul ediliyor. Bunun dışında acile herhangi bir durum için muayeneye gidildiğinde eğer ölmek üzere değilsen muayene ücreti 75 kuruştan 15 tl + tedavi ücretine yükseltildi. Eskiden özel hastanelerde bedavaya yapılacak denilen bypass işlemlerinde, bugün 10.000 tl’nin 9000 tl’sinin geri ödeme zorunluluğuyla geri geliyor. Diş sağlığı ise sağlık sigortasının genel kapsamının neredeyse tamamen dışına çıkartılıyor.
Üstelik genel sağlık sigortasına sahip hastalar, yalnızca prim değil, aynı zamanda katılım payları ve ilave ücretler ile hastanelerin koyduğu farkları da ödeyecek. Sigortalı kimselere verilecek tüm hizmetlerin miktarı, kapsamı ve süresi SGK tarafından sınırlandırılabilecek. Temel teminat paketi dışında kalan hizmetler için ‘tamamlayıcı’ sigorta yapılması istenecek, dolayısıyla bunun için de ayrıca cepten ödeme yapmak gerekecek.Örneğin robotik cerrahi yöntem ile yapılan işlemlerde prostat lazer tedavisi veya plazmakinetik tedavisi için devletin belirlediği fiyat bin 300 TL. Ancak sağlık kuruluşu hastaneden türlü kılıflarla 3 bin 900 liraya kadar ücret talep edebilecek. Bu şekilde arada açılan ‘fark’ kapanacak. Yani aslında buz dağının görünmeyen yüzü yavaş yavaş ortaya çıkacak..
Ahlaksız Doktorun Bıçak Parası gitti “Kanuni Fark” Geldi
Sağlıkta Dönüşüm programunın en önemli propagandalarından birisi “bıçak parası gitti, artık hekimlerin açgözlülüğüne dur diyeceğiz” şelinde tezahür etmişti. Elbette toplumun her kesiminde ‘bıçak parası’ mağdurları bu durumun sağlıkta iyiye işaret olduğunu yorumladı. (gerçekten de güzel bir hayaldi) Eskiden bir tıp fakültesinde profesör veya doçent tarafından ameliyat edilecekseniz, döner sermayenin kestiği ameliyat ücreti bıçak parası olarak adlandırılıyordu. 29 Eylül 2012`de yayımlanan Sağlıkta Uygulama Tebliği (SUT) ile eskiye dönüşün işaretleri, hem de bu sefer ‘kanuni bıçak parası’ şeklinde kanunlaştırıldı. Artık ‘öğretim üyesi muayenelerinde ücreti arttırma ve farklılaştırma uygulamalarında kurum kendisi yetkilidir` ibaresi ile hastane devlet tarafından kanuni bir yetki ile donatılarak ‘bıçak parası’ almaya muktedir kılındı. Bıçak parası artık ahlaksız değil kanuni oluyor.
Eczane: Devletin Yeni Tahsildarı
Devlet hasta neleri, Eğitim Araştırma Hastaneleri, Üniversite Hastaneleri, Özel Dal Hastaneleri’nde muayene olduğunuzda, randevu aldığınızda, tahlil yaptırdığınız, röntgen çektirdiğinizde vs. hastaneye herhangi bir ücret ödemezsiniz. Çünkü ödemeniz gereken meblağ, kimlik numaranıza borç olarak kaydedilir. İlaçlarınızı almak için eczaneye gittiğinizde ise sizden tahsil edilir. Emeklilik varsa bu borç maaştan kesilir, sigortalı çalışanlarda elden tahsil edilir. Emekli olmayanlarda %20, emeklilerde %10 katılım payı, buna ek olarak hastane muayene ücreti ve devletin ilaçtan aldığı ayrıca fiyat farkı, eczanelerde şişkin bir faturayla karşılaşmanıza sebep olacaktır. Dolayısıyla, parayı ödememek için de iş işten geçmiştir. Üstelik son zamanlarda emeklilerin maaşlarından yapılan sağlık kesintileri, uçuk rakamlara varabilmektedir.
Artık Hastanede Rehin Alınmayacağız: Doğru Hapishaneye
Hastane parasını ödeyemediği için hastanede rehin alma politikasını bitireceğiz, artık rehin alma yok dediler. Ancak uygulamalardan anlıyoruz ki, devlet artık işi daha temiz halletmek istiyor. Faturayı ödemeyen hastalar evet rehin alınmıyor. Çünkü kendilerine hastaneden çıkış almadan senet imzalatılıyor. Süre geçiminin akabinde ise icra takibi başlıyor. Takipte de ödeme alınmazsa, doğru hapishaneye.
Sağlık Kötüye Gidiyor, Harcama Kat ve Kat Artıyor
Üstelik bunca özelleştirmeye, ilaca, sağlık harcamalarındaki olağanüstü artışa rağmen bir türlü ‘iyileşemiyoruz.’ 2007-2009 yılları arasında reçetelerin fatura tutarı %43.6 oranında arttı. Son 10 yıl içerisinde kutu ilaç tüketiminde korkunç derecede bir artış mevcut. Tedavi için hastaneye başvuranların sayısı ise, hiç durmadan artıyor. Paranın, artan teknolojinin ve hekime ulaşımın daha kolay olduğunun iddia edildiği ve cebimizden kat ve katıyla çıkan paraya rağmen, bir türlü iyileşemiyoruz. Üstelik bu artış, nüfus artış oranının da çok çok üstünde. Toplumda 10 kişiden 8’i hastayım diyor. Sağlık sistemi hastanın hastalığının sürdürülebilir bir şekilde devam etmesinden kar ediyor. İlaç şirketleri, Türkiye’deki hasta profilinden ve kendilerine muhtaç olmasından ise, son derece memnun görünüyor. Hastaneler ise anlaşılan o ki, hastayı ‘iyi’ etmek istemiyor.. Halimizin iyiye gitmediği kesin.. Belki de şöyle sormak gerekiyor, tüm bu harcamalar bize yaramıyorsa, kime yarıyor?
The post Hastaneler Şirketleşti appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post Türkiye’nin En Büyük Şirketi Kuruldu appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>Örneğin İstanbul’da 5, İzmir ve Ankara’da 2’şer birlik olacak. Bu birliklerin başına ise şirket CEO’su niteliğinde genel sekreterler atanacak. Kendi birliği içerisindeki bütün hastanelerinin yönetimi bu CEO’da olacak. Yaklaşık 40 milyar liralık sağlık bütçesinin yönetimi, bu Kamu Hastane Birlikleri’nin bünyesinde yapılacak. Yani Türkiye’nin en büyük şirketi olacak Kamu Hastane Birlikleri’nin denetimi ve yönetimi, bu CEO’ların elinde olacak. Bu CEO’ların yetkilerinin arasında, içinde milyar dolarların döndüğü ilaç ihalelerinin yönetimi, devlet ve üniversite hastanelerinin satılması, kiraya verilmesi ya da işletmesinin devredilmesi var. Bu CEO’ların ise tek bir görevi var, hastaneye daha fazla ve daha fazla kar ettirmek. Eğer kar ettiremezlerse mi? Altı aylık denetimler sonucunda başarısız bulunan genel sekreter ve ekibinin sözleşmesi, sürenin bitmesi beklenmeden feshedilecek.
Neydi, ne oldu?
Aslında basit. Eskiden Sağlık Bakanlığı’nın ve SGK’nın elinde bulunan hizmet üretim yapısı, SSK Hastanelerinin Sağlık Bakanlığı’na devredilmesi ve Sağlık Bakanlığının hastaneleri işletmelere çevirmesiyle birlikte bölündü. Artık tek finansman organı SGK olurken, tedavi hizmeti hastanelerin kendi başlarına halletmesi gereken bir ‘iş’ haline geldi. Öyle ki, devlet doktorların parasını dahi ancak 5 yıl daha ödemeyi garanti ettiğini, 5 yıl sonra hekimlerin ücretinin, çalıştığı hastanenin kendi döner sermaye ve performansıyla ödeneceğini belirtti. Kamu Hastaneleri Birlikleri de, bu kendi haline işletilecek hastanelerin yönetimini yapacak yapılar haline geldi.
Sermaye güvende, herkes birbirine rakip
Finans tekelini artık tek başına elinde bulunduran SGK, özel hastanelere ve diğer yatırımcılara ‘bu işte çok para var’ güvencesini verdi. İlaç sektörü Türkiye’de çok iş var diyerek akın akın yatırım yaparken, özel hastane sayısı hiç durmadan arttı. Bu şekilde son yılların en fazla oranda artan yabancı sermayesi Türkiye’ye sağlık üzerinden giriverdi. (En basit örneğiyle Türkiye’nin en büyük sağlık şirketlerinden birisi Acıbadem grubu, Malezyalı kamu yatırım fonu Khazanah’lara %75 oranında satıldı.
Aslında işin içine yerli-yabancı sermayenin girmesi ve kamu hastanelerinin de bütün kamusal özelliklerini yitirerek işletmelere çevrilmesi ile birlikte ilk önce tüm hastaneler birbirine rakip haline getirilirken, ardından SGK ile hizmet sektörü birbirine rakip kılındı. Türkiye koşullarında çok bilindik uygulamalar, işin kanuni gereği olarak karşımıza çıkacak şekilde organize edildi.
Örneğin SGK kendi gelir ve gider dengesini tutturmak için hizmet başı fiyatları düşük tutmaya ve gönderilen faturalarda kesinti yapma yoluna gidecek. Hastaneler ise bunun üzerine kendisinden fatura kesintisi yapan SGK’ya karşı, gereksiz işlem, tedavi ya da harcama yaparak ya da kalitesiz mal kullanımını yükseltip hizmet maliyetini düşürerek, ya da hiç yapmadığı hizmetleri varmış gibi faturalandırarak rakibini alt etmeye çalışacak. Hasta mı dediniz?
Hasta değil müşteri, hastane değil şirket
İçinde bir çok farklı uygulaması olan ‘Sağlıkta Dönüşüm’ün temel 4 ana yöntemi var. İlk olarak tek bir satın alıcı olan SGK’nın tekelleştirilmesi, ikinci olarak sağlık hizmeti sunan yapıların işletmeleştirilmesi, üçüncüsü Sağlık Bakanlığı’nın çoğu sorumluluklarından çekilmesiyle ‘düzenleyici’ rolünü sahiplenerek Kamu Hastaneleri Birlikleri yoluyla işletmenin politik üssü olması ve son olarak da doktoru robotlaştıran hastayı müşteri haline getiren sistemin tam rekabet verimiyle devam etmesi. Aslında ilk 3 yöntem, Kamu Hastane Birlikleri politikası ile kabaca anlaşılıyor. Doktorlara getirilen performans sistemiyle birlikte, “ne kadar çok muayene, ameliyat, reçete o kadar para’ deniliyor. Yani ne kadar ekmek, o kadar köfte politikası hastalar üzerinden uygulanıyor. Doktor, kapının üstünde yanıp sönen numaratörlerle-üstüne bir de acilden sevkleri ile ‘ahbap kontenjanını’ da eklersek bir hastaya ortalama iki dakika harcıyor. Hasta artık doktor için insan değil, bir bilgisayar görüntüsünü ifade ediyor. Hasta giriyor, röntgen çekiliyor, reçetesi çarçabuk yazılıyor. Sağlık Ceo’larının görevlendirdiği ‘hastane yöneticileri’ yoluyla, doktorların performansı, hastaneye ne kadar kar ettirdiği üzerinden ölçülüyor. Eğer bir doktor hastaneye yeteri kadar kar ettirmezse, nakil işlemi başlatılabiliyor. Ya da mesela bütün bir hastanenin Birliğe yararı, zararından fazla hale gelirse, hastane hemen onu daha iyi işletecek şirketlere kiralanıyor ya da satılıyor. Piyasanın aklı, hastanede kurulan ilişkiyi, hekim hasta ilişkisinden, müşteri, hizmet sunucusu ilişkisine çeviriyor. Ne kadar hasta o kadar para, yani aslında hastayı iyileştirmek de uzun vadede para etmiyor.
Artık Cebimizden Daha Fazla Para Çıkacak
SGK bugün sağlık harcamalarının ancak yarısını primler yoluyla finanse edebiliyor. Devlet geçmişte SGK’dan geriye kalan %50 gideri kendisi finanse ederken, artık bu ödemeden elini eteğini çektiğini, yalnızca çok gerekirse müdahele edeceğini ilan etti. Yani geriye kalan %50’lik kısım yine SGK tarafından ödenmesi gereken payın içinde. Bunun finansmanı da hastanelerin ‘verimliliklerini’ arttırması yoluyla yapılacak deniliyor. Hastanelerin para kazanmak için 40 takla atacağı gerçeği bir yana, bu açık bundan sonra giderlerin azaltılması-yani hekim ücretlerinin düşürülmesi, görevden alınması ya da primlerin zamanla daha da arttırılması- ya da ‘fark’ adı altındaki hastanelere verilmiş ek ücret alma opsiyonunun genişletilmesi yöntemiyle olacaktır.
Örneğin eskiden bedava olan muayene ücreti, 15 TL’ye kadar varan sabit ücretlerle belirlendi. Bununla birlikte acil kabul ettikleri haller dışında hiç kimse hastaneye direk gidip hastane tarafından tedavi edilmeyecek.
Acil durumlarda artık yalnızca ölmek üzere olmak ya da yaralanmak söz konusu olduğunda kabul ediliyor. Bunun dışında acile herhangi bir durum için muayeneye gidildiğinde eğer ölmek üzere değilsen muayene ücreti 75 kuruştan 15 tl + tedavi ücretine yükseltildi. Eskiden özel hastanelerde bedavaya yapılacak denilen bypass işlemlerinde, bugün 10.000 tl’nin 9000 tl’sinin geri ödeme zorunluluğuyla geri geliyor. Diş sağlığı ise sağlık sigortasının genel kapsamının neredeyse tamamen dışına çıkartılıyor.
Üstelik genel sağlık sigortasına sahip hastalar, yalnızca prim değil, aynı zamanda katılım payları ve ilave ücretler ile hastanelerin koyduğu farkları da ödeyecek. Sigortalı kimselere verilecek tüm hizmetlerin miktarı, kapsamı ve süresi SGK tarafından sınırlandırılabilecek. Temel teminat paketi dışında kalan hizmetler için ‘tamamlayıcı’ sigorta yapılması istenecek, dolayısıyla bunun için de ayrıca cepten ödeme yapmak gerekecek. Örneğin robotik cerrahi yöntem ile yapılan işlemlerde prostat lazer tedavisi veya plazmakinetik tedavisi için devletin belirlediği fiyat bin 300 TL. Ancak sağlık kuruluşu hastaneden türlü kılıflarla 3 bin 900 liraya kadar ücret talep edebilecek. Bu şekilde arada açılan ‘fark’ kapanacak. Yani aslında buz dağının görünmeyen yüzü yavaş yavaş ortaya çıkacak..
Ahlaksız Doktorun Bıçak Parası gitti “Kanuni Fark” Geldi
Sağlıkta Dönüşüm programunın en önemli propagandalarından birisi “bıçak parası gitti, artık hekimlerin açgözlülüğüne dur diyeceğiz” şelinde tezahür etmişti. Elbette toplumun her kesiminde ‘bıçak parası’ mağdurları bu durumun sağlıkta iyiye işaret olduğunu yorumladı. (gerçekten de güzel bir hayaldi) Eskiden bir tıp fakültesinde profesör veya doçent tarafından ameliyat edilecekseniz, döner sermayenin kestiği ameliyat ücreti bıçak parası olarak adlandırılıyordu. 29 Eylül 2012`de yayımlanan Sağlıkta Uygulama Tebliği (SUT) ile eskiye dönüşün işaretleri, hem de bu sefer ‘kanuni bıçak parası’ şeklinde kanunlaştırıldı. Artık ‘öğretim üyesi muayenelerinde ücreti arttırma ve farklılaştırma uygulamalarında kurum kendisi yetkilidir` ibaresi ile hastane devlet tarafından kanuni bir yetki ile donatılarak ‘bıçak parası’ almaya muktedir kılındı. Bıçak parası artık ahlaksız değil kanuni oluyor.
Eczane: Devletin Yeni Tahsildarı
Devlet hasta neleri, Eğitim Araştırma Hastaneleri, Üniversite Hastaneleri, Özel Dal Hastaneleri’nde muayene olduğunuzda, randevu aldığınızda, tahlil yaptırdığınız, röntgen çektirdiğinizde vs. hastaneye herhangi bir ücret ödemezsiniz. Çünkü ödemeniz gereken meblağ, kimlik numaranıza borç olarak kaydedilir. İlaçlarınızı almak için eczaneye gittiğinizde ise sizden tahsil edilir. Emeklilik varsa bu borç maaştan kesilir, sigortalı çalışanlarda elden tahsil edilir. Emekli olmayanlarda %20, emeklilerde %10 katılım payı, buna ek olarak hastane muayene ücreti ve devletin ilaçtan aldığı ayrıca fiyat farkı, eczanelerde şişkin bir faturayla karşılaşmanıza sebep olacaktır. Dolayısıyla, parayı ödememek için de iş işten geçmiştir. Üstelik son zamanlarda emeklilerin maaşlarından yapılan sağlık kesintileri, uçuk rakamlara varabilmektedir.
Artık Hastanede Rehin Alınmayacağız: Doğru Hapishaneye
Hastane parasını ödeyemediği için hastanede rehin alma politikasını bitireceğiz, artık rehin alma yok dediler. Ancak uygulamalardan anlıyoruz ki, devlet artık işi daha temiz halletmek istiyor. Faturayı ödemeyen hastalar evet rehin alınmıyor. Çünkü kendilerine hastaneden çıkış almadan senet imzalatılıyor. Süre geçiminin akabinde ise icra takibi başlıyor. Takipte de ödeme alınmazsa, doğru hapishaneye.
Sağlık Kötüye Gidiyor, Harcama Kat ve Kat Artıyor
Üstelik bunca özelleştirmeye, ilaca, sağlık harcamalarındaki olağanüstü artışa rağmen bir türlü ‘iyileşemiyoruz.’ 2007-2009 yılları arasında reçetelerin fatura tutarı %43.6 oranında arttı. Son 10 yıl içerisinde kutu ilaç tüketiminde korkunç derecede bir artış mevcut. Tedavi için hastaneye başvuranların sayısı ise, hiç durmadan artıyor. Paranın, artan teknolojinin ve hekime ulaşımın daha kolay olduğunun iddia edildiği ve cebimizden kat ve katıyla çıkan paraya rağmen, bir türlü iyileşemiyoruz. Üstelik bu artış, nüfus artış oranının da çok çok üstünde. Toplumda 10 kişiden 8’i hastayım diyor. Sağlık sistemi hastanın hastalığının sürdürülebilir bir şekilde devam etmesinden kar ediyor. İlaç şirketleri, Türkiye’deki hasta profilinden ve kendilerine muhtaç olmasından ise, son derece memnun görünüyor. Hastaneler ise anlaşılan o ki, hastayı ‘iyi’ etmek istemiyor.. Halimizin iyiye gitmediği kesin.. Belki de şöyle sormak gerekiyor, tüm bu harcamalar bize yaramıyorsa, kime yarıyor?
Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 5. sayısında yayımlanmıştır.
The post Türkiye’nin En Büyük Şirketi Kuruldu appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>