hayırseverlik – Meydan Gazetesi https://meydan1.org Anarşist Gazete Sat, 09 Nov 2019 06:35:36 +0000 tr hourly 1 https://wordpress.org/?v=5.3.13 Hayırseverliğin Sektör Hali: Üçüncü Sektör Vakfı – Selahattin Hantal https://meydan1.org/2019/11/09/hayirseverligin-sektor-hali-ucuncu-sektor-vakfi-selahattin-hantal/ https://meydan1.org/2019/11/09/hayirseverligin-sektor-hali-ucuncu-sektor-vakfi-selahattin-hantal/#respond Sat, 09 Nov 2019 06:35:36 +0000 https://test.meydan.org/2019/11/09/hayirseverligin-sektor-hali-ucuncu-sektor-vakfi-selahattin-hantal/ Dayanışmanın en önemli topluluk değerlerinden biri olduğu sınıfsız toplumlardan sınıflı toplumlara geçişle birlikte yönetici sınıflar toplumsal değerlere de müdahale etmişler, kendi çıkarlarını gözeterek bu değerleri bozmaya çalışmışlardır. Filantropizm: Bir Kurtarıcı Olarak Hayırseverlik İktidarların bozmaya çalıştıkları değerlerin başında “dayanışma” gelmektedir. İktidarların kendi yarattıkları sistemin sonuçları olan sefalet, açlık ve muhtaçlık problemlerinin çözümü için bugün en çok […]

The post Hayırseverliğin Sektör Hali: Üçüncü Sektör Vakfı – Selahattin Hantal appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>
Dayanışmanın en önemli topluluk değerlerinden biri olduğu sınıfsız toplumlardan sınıflı toplumlara geçişle birlikte yönetici sınıflar toplumsal değerlere de müdahale etmişler, kendi çıkarlarını gözeterek bu değerleri bozmaya çalışmışlardır.

Filantropizm: Bir Kurtarıcı Olarak Hayırseverlik

İktidarların bozmaya çalıştıkları değerlerin başında “dayanışma” gelmektedir. İktidarların kendi yarattıkları sistemin sonuçları olan sefalet, açlık ve muhtaçlık problemlerinin çözümü için bugün en çok yükselttikleri yöntemlerden biri hayırseverlik/ iyilikseverlik/ yardımseverlik olgusundan beslenen ve literatürde filantropizm olarak tanımlanan “profesyonel bağışçılık”tır. Filantropi; bir kişinin zamanını, yeteneğini, uzmanlığını veya varlıklarını, toplumsal faydayı gözeterek gönüllü olarak sunması olarak tanımlanmaktadır. Filantropistler genel olarak bağışçılık faaliyetleriyle sistemin adaletsizlikler yarattığı alanlarda onarma faaliyetleri yürütürler. En temel çelişkileriyse adaletsizliği çözmek için adres gösterdiklerinin bu adaletsizliğin kaynağında yer almasıdır. “Değişim İçin Bağış” gibi sloganlar ile dünyanın değiştirilmesine herkes tarafından küçük bir katkı payı bırakılmasına yönelik duygusal köklerden beslenen reklam kampanyaları yürütürler. Fakat kampanyalarda adaletsizliğin en büyük mimarlarından olan ayrıcalıklı zengin azınlıkların servetlerinden “bağışladıkları” payların küçüklüğü konuşulmaz. Konuşulmaz çünkü, kampanyaların büyük bir kısmı zaten, bahsini ettiğimiz ayrıcalıklı kapitalistler tarafından doğrudan yahut vakıfları aracılığıyla dolaylı olarak desteklenmektedir.

Filantropi, toplumsal bir değerden ziyade “zorunluluk” haline gelen bir ilişkidir. Bu yardımlaşmada veren tarafın her daim üstün durumunu koruyor olmasına dikkat ettiği görülür. Kişi kendini sönümlendirmez. Hiyerarşi her daim korunur. Dolayısıyla günümüz hayırseverliği toptan bir kurtuluşun şifresi değil, güncel problemlere aktarılan yardım kırıntılarıdır. Keza hayırseverlik faaliyetlerinin büyük kampanyalarla sürdürülüyor olması esasında yardım kampanyası yapılan meselede sorumluluğu olan aktörlerin sorumluluklarını ve etkisini gizlemektedir. Böylece genel olarak sistemin kusurları örtülmektedir. Duygusal zeminden yükselen bir istismar ve Meydan Gazetesi’nin 4. sayısında yayınlanan “21. Yy’da Teslimiyet Teorileri Ve Pratikleri: Kapitalistlerin Hayırseverlik Kumpası”(1) yazısında da bahsedilen “hayırsever sömürüsü” söz konusudur.

Üçüncü Sektör: Kurumsallaşan Yardım

Sistemin yarattığı sorunların üzerini örtmek için yükselen “yardımlaşma” olgusu bugün birçok sivil toplum kuruluşu, dernek, vakıf vb. oluşumları yaratmıştır. Bunların arasında birbirinden farklı alanlarda faaliyet gösteren, birçok özel amaçlı oluşum vardır. Tüm bu oluşumlar esasında günümüzdeki ekonomik sistemin farklı bir alanını teşkil etmektedirler. Bu alan üçüncü sektördür. Üçüncü sektör özellikle kapitalizmin yeni bir biçimi olan neoliberal ekonomik sistemde sosyal refah devletine olan güvenin kaybedilmesiyle yükselişe geçen sivil toplumcu anlayışın bir sonucudur. Devlet ve özel sektörün dışında kalan sivil toplum kuruluşları, vakıflar, cemiyetler, platform vb. kuruluşların genel adıdır. Ayırt edici noktası sözde, insanların kâr amacı gütmeksizin bu kuruluşlara katılım sağlıyor olmalarıdır. Neoliberal ekonominin “sürdürülebilir” olacağını savunanların pek çoğu üçüncü sektörü -bölgesel ve küresel boyutlarda- ekonomilerin en önemli unsuru olarak görmektedir. Üçüncü sektörün, kar amacı gütmediği; her iki sektörün (kamu ile özel sektör) de hassasiyetlerini gözeterek aralarındaki dengeyi koruyacağı ve gerçek toplumsal çıkarları gerçekleştirebileceği iddiaları üzerinden yükseltilmesine rağmen faaliyetlerinin neoliberal iktisatçıların dilediği gibi kapitalist mantıkla sürdürüldüğü apaçık ortadadır. Üçüncü sektöre yönelik eleştirilerin en büyüğü de buradan kaynaklanmaktadır. Üçüncü sektör, özellikle özel sektörü (ve onun anlayışını) toplumsal alanda örgütlemektedir, meşrulaştırmaktadır. Günümüzde üçüncü sektöre dahil olan birçok kuruluş milyonlarca dolarlık fon alışverişi yapmaktadır, binlerce insan birçok kuruluşta maaşlı çalışandır ve hatta bu sektörde kariyer sahibi olmak gibi olgular söz konusudur. Bu alan bir istihdam sahasına dönüşmüştür. Dolayısıyla burada giderek istihdam sahası haline gelen sektör sınıfsız toplumlarda var olan denkler arasındaki dayanışma ilişkisine değil, sektörleşen yardımseverlik ilişkisine dayanmaktadır. Ve yardımseverlik ilişkisinde yine sistemin şartlarının yarattığı “duygusal” motivasyonların söz konusu olduğu görülmektedir. Üçüncü sektörün yardımı ile toplumsal sorunların çözüleceği illüzyonu büyütülmektedir.

TÜSEV: Bir Bağış İllüzyonu

Yaşadığımız coğrafyada üçüncü sektörün kapitalist sistem içerisindeki rolünü örnekleyecek pek çok kuruluş vardır. Fakat bu konuda kavramın kendisine getirilen eleştirilerle örtüştüğünü anlatabilmek için bağışçılığın profesyonelleşmesi amacıyla çalışmalar yürüten Türkiye Üçüncü Sektör Vakfı’ndan özellikle söz etmek gerekir.

Vakıf 1993 yılında büyük kapitalist şirketlerle ilişkisi bilinen vakıf ve derneklerin bulunduğu 23 STK tarafından üçüncü sektörün yasal, mali ve işlevsel altyapısını geliştirmek amacıyla kurulmuştur.

Türkiye’nin en zengin ailelerinden ve en büyük holdinglerinin vakıflarından pek çok kişinin bu vakfın mütevelli heyetinde boy gösterdiğini göz önünde tutmak önemlidir. Epey iddialı sloganları dillendiren isimlerin kimler olduğuna da bakabiliriz. Vakıfta son olarak yönetim kurulu başkanı Deniz Ataç (TEMA Yönetim Kurulu Başkanı) seçilmiştir. Vakfın yönetim kurulu ise şu şekildedir: Alparslan Tansuğ (ENKA Spor Eğitim ve Sosyal Yardım Vakfı), Bahadır Kaleağası (Türk Sanayicileri ve İş İnsanları Derneği), Candan Fetvacı (Aydın Doğan Vakfı), Erdal Yıldırım (Vehbi Koç Vakfı), Gün Han Başik (Kadir Has Vakfı), Hasan Süel (Türkiye Vodafone Vakfı), Nevgül Bilsel Safkan (Sabancı Vakfı), Öner Günçavdı (Elginkan Vakfı), Selim Güven (Anadolu Eğitim ve Sosyal Yardım Vakfı).

“Küçük Kaynaklarla Büyük Değişimler Yaratmak” sloganı ile “yardım etmek” istedikleri kesime yönelik gerçekleştirdikleri büyük sömürü ve kazandıkları büyük servetin topluma doğru olan geri dönüşünün “küçük” olacağını itiraf etmişlerdir. Kendilerinin büyük zenginliklerine rağmen ve aslında onları hiç kullanmadan, başka büyük patronlar, orta sınıflar ya da alt orta sınıflardan yoksullar için “küçük” bağış dilenmeye çalışmaktadırlar.

Var olan yoksulluğun “bağışçılık kültürü” ile, bağışlarla değişebileceğine inanarak ve inandırarak kendilerinin yarattığı ya da sürdürücüsü olduğu sömürü ve adaletsizlikler sistemini görünmez kılmaya çalışan vakfın, “Değişim İçin Bağış” adlı projesiyle neyi ne kadar değiştirebileceği büyük bir muğlaklık taşımaktadır. Burada vakıf tam da ismiyle müsemma bir biçimde davranarak sosyal değişimi, refahı gerçekleştiremeyen devletin yerine özel sektörün kontrolüyle sistemin sürdürülebilirliği için çalışmaktadır.

Bu vakfın mütevelliler listesinde yerini alan Sabancı Vakfı’nın, Ford, Rockefeller Brothers ve Robert Bosh vakıflarının da yer aldığı uluslararası bir vakıflar birliği olan Avrupa Vakıflar Merkezi’nin de yönetim kuruluna girmiş olması ise yöntemin kaynağı konusunda bizlere adres göstermektedir.

Türkiye’nin en zengin ailelerine ve holdinglerine ait olan vakıfların yöneticilerinin toplandığı, adeta üçüncü sektörün TÜSİAD’ı niteliğine sahip olan vakıf filantropizminin esasında günümüzde nasıl bir illüzyonu ifade ettiğini bizlere açıkça göstermektedir.

Bazı Veriler

İçişleri Bakanlığı verilerine göre 2013 yılında 27.905 olan dernek sayısı 2019 yılında 114.294’e ulaşmıştır.(2) Bu derneklerin birçoğu tabela derneği statüsündedir. Fakat yine de sayının ne kadar fazla olduğunu görmek bizim için önemlidir. Yine aynı kaynaktan aldığımız bilgiye göre 2014 yılında derneklerin gelir toplamı 8 milyar 837 milyon iken 2019 yılında bu sayı 22 milyar TL olmuştur. Bu derneklerde sırasıyla sayı olarak en çok mesleki dayanışma dernekleri, spor ve sporla ilgili dernekler, dini hizmetlerin gerçekleştirilmesine yönelik faaliyet gösteren dernekler, eğitim araştırma dernekleri, kültür-sanat ve turizm dernekleri, insani yardım dernekleri gelmektedir. Bu sıralama bizlere, bahsedilen gelirlerin dayanışma ve yardımlaşmayla ilgili olan boyutuna dair bir fikir vermektedir. Elbette dernek halinde olan ve salt olarak dünyayı değiştirmeyi yahut kurtarmayı amaçlamaktan ziyade belli bir faaliyet alanını destekleyen kuruluşların varlığı mevcuttur. Dolayısıyla verilen sayılara bunların da dahil olduğunu ifade etmek gerekir. Bunların dışında “muhtaç” olanlara “yardım amaçlı” olarak kurulan derneklerin sayısının ve bu derneklerin gelirlerinin kısa bir süre içerisinde artmasının yanı sıra var olan toplumsal adaletsizliklerin de şiddetle devam ediyor oluşu, bize bu sektörün kime fayda getirdiğini sorgulatmaktadır.

Sonuç

Günümüz kapitalist toplumunun çarpık yardımlaşma ağlarının bir tezahürü olarak yükselen hayırseverlik olgusu, yine kapitalistler tarafından bir kurtuluş yolu olarak gösterilmektedir. Öyledir ki kâr odaklı şirketleriyle toplumsal üretimi kontrol ve üretilenleri gasp etmeyi sürdüren bu kişiler kâr amacı gütmeksizin varlığını sürdürdüğünü iddia ettikleri yardım kuruluşlarını bir imaj paravanı olarak kullanmaktadırlar. Ayrıca bu kuruluşlar, kapitalistlerin sistemin içinde nasıl bir konumda olduklarına dair yükselecek olan mücadelenin önünü kapayarak apolitikliği öğütler konumdadırlar. Nihayetinde dünyayı kurtarması beklenen hayırseverlik, kısa vadede işe yarar kazanımlardan çok uzun vadede sistemin şu andaki durumunu sürdürmeye yaramaktadır. Velhasıl üçüncü sektörün kapsamakta olduğu dernekleşmeler ve hayırseverlik faaliyetleri yeni bir iş sahası olarak sistemin çarklarından bir diğeri haline gelmiştir. En büyük marifeti devlet, özel sektör ve kendinin dahil olduğu üçgenin bozulmadığı alana kadar yükselme çabasıdır.

Kaynak

1) https://meydan1.org/gundem/2012/10/21-yyda-teslimiyet-teorileri-ve-pratikleri-kapitalistlerin-hayirseverlik-kumpasi/

2) https://www.siviltoplum.gov.tr/dernekler-bilgi-sistemi-derbis-kullanici-sayisi

Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 51. sayısında yayınlanmıştır.

The post Hayırseverliğin Sektör Hali: Üçüncü Sektör Vakfı – Selahattin Hantal appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>
https://meydan1.org/2019/11/09/hayirseverligin-sektor-hali-ucuncu-sektor-vakfi-selahattin-hantal/feed/ 0
Anarşist Teori ve Pratik Tartışmaları (4) Hapishaneler ve Suç- Alexander Berkman https://meydan1.org/2017/11/14/anarsist-teori-ve-pratik-tartismalari-4-hapishaneler-ve-suc-alexander-berkman/ https://meydan1.org/2017/11/14/anarsist-teori-ve-pratik-tartismalari-4-hapishaneler-ve-suc-alexander-berkman/#respond Tue, 14 Nov 2017 16:46:04 +0000 https://test.meydan.org/2017/11/14/anarsist-teori-ve-pratik-tartismalari-4-hapishaneler-ve-suc-alexander-berkman/   Geçtiğimiz sayıda “Suç ve Ceza” başlığı altında Kropotkin’in hapishaneler, suçlu psikolojisi ve intikam üzerine incelemelerini aktardığı yazısını sizlerle paylaşmıştık. Kropotkin, hapishanelerin kendi varoluş iddiasıyla çeliştiği, insanlar arasında gelişmiş anti-sosyal davranışları engellemeye çalışırken yeni suçlar ürettiğini, yeni anti-sosyal davranışlar yarattığını söylüyordu. Anarşizmin ideolojik karakterini oluşturan başlıca çözümlemelerden biri olan bu “kapatılma’nın işlevsizliği” görüşü, birazdan okuyacağınız […]

The post Anarşist Teori ve Pratik Tartışmaları (4) Hapishaneler ve Suç- Alexander Berkman appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>
 

Geçtiğimiz sayıda “Suç ve Ceza” başlığı altında Kropotkin’in hapishaneler, suçlu psikolojisi ve intikam üzerine incelemelerini aktardığı yazısını sizlerle paylaşmıştık. Kropotkin, hapishanelerin kendi varoluş iddiasıyla çeliştiği, insanlar arasında gelişmiş anti-sosyal davranışları engellemeye çalışırken yeni suçlar ürettiğini, yeni anti-sosyal davranışlar yarattığını söylüyordu.

Anarşizmin ideolojik karakterini oluşturan başlıca çözümlemelerden biri olan bu “kapatılma’nın işlevsizliği” görüşü, birazdan okuyacağınız metinde paylaşılan bir düşünce. Bunun yanında Alexander Berkman; cezalandırma ve toplumsal tecrit arasındaki ilişki, bir kurum olarak hapishaneye alternatif olarak sunulan ıslahevlerinin, cezalandırma ve koruma işlevlerini sürdürmesi üzerinden söz konusu tartışmayı daha da derinleştiriyor.

Benzer şekilde intikam ruhu ve bunun çeşitli toplumlardaki gelişimini örneklerle zenginleştiren Berkman’ın yazısınının günümüz mücadelelerini anlama ve yorumlama sürecine katkısı olacağını düşünüyoruz.

Emma Goldman’ın editörlüğünü yaptığı Mother Earth dergisinin Ağustos 1906’da yayınlanan 6. sayısından alıntılayarak çevirdiğimiz bu metnin, tartıştığı başlıkları üzerine farklı anarşist düşünürlerin yazılarını yayınlamaya devam edeceğiz.

 


Modern hayırseverlik, ceza infaz kurumları repertuarına yeni bir rol biçti. Önceden hapishanelerin sözde gerekliliği, sadece cezalandırıcı ve koruyucu özelliklerine dayandırılırken, bugün daha da önemli olduğu iddia edilen yeni bir işlev, bu kurumlarda somutlaştı: Islah. Dolayısıyla artık bu üç amaç – ıslah, ceza ve koruma – zorunlu fiziksel kısıtlamayla, kişiyi belirsiz bir süre boyunca, az ya da çok yalnızlaştıran bir kapatılma yoluyla elde edilmeye çalışılıyor.

Toplum, kendi güvenliğini sağlamak için suçlular olarak adlandırılan belirli unsurları hapsederek toplumsal yaşama katılmalarına engel olmaktadır. Suçlunun bu geçici tecridi, hapishanelerin koruyucu rolünü oluşturur. Tamamen olumsuz karakterdeki bu koruma topluma fayda sağlar mı? Koruma sağlar mı?

Gelin bunun bazı sonuçlarını inceleyelim. İlk olarak hapishanelerin söz konusu cezalandırıcı ve ıslah edici aşamalarını araştıralım.

Toplumsal bir kurum olarak cezanın kökeni iki kaynağa dayanır; Birincisi, insanın ahlaki bir özne olduğu ve bu yüzden, compos mentis (aklı başında) olduğu sürece davranışlarından sorumlu olduğu varsayımı ve ikincisi, intikam ruhuyla istenilen kısasa kısas. Şimdilik, insanın özgür iradesi konusundaki tartışmalı meseleyi bir kenara bırakıp ikinci kaynağı analiz edelim.

İntikam ruhu, tümüyle hayvani bir eğilimdir ve görece fiziksel gelişimin belli bir derece zeka ile birleştiği durumlarda kendini görünür kılar. İlkel insan, yaşadığı çevrenin koşulları gereği, kendi kişiliğini ya da çıkarlarını tehlikeye sokan hayvan ya da insan saldırgana karşı içgüdüsel, kendini dayatma ya da koruma arzusunu yerine getirirken, tabiri caizse yasayı kendi eline almak zorundadır. Kendini koruma içgüdüsünden doğan ve yaşam mücadelesinde gelişen bu eğilim, vahşi insanda neredeyse kökenindeki içgüdüler kadar yaşamsal, ikinci bir içgüdü haline gelmiştir ve hatta kimi zaman onun acımasızlığı kendini koruma sınırlarını geçebiliyor.

Hayvanlar bile, intikam ruhuna sahiptir. Tutsak filler, açıkça gözlendiği gibi onları baskılamaya çalışan izleyicilerden intikam almak için buldukları yaratıcı yöntemler ile bilinir. Aynı şekilde köpekler ve çeşitli diğer hayvanlarda da çoğu zaman intikam ruhu görülür. Ancak intikam ruhu, zihinsel gelişiminin belirli bir aşamasında insanda en belirgin karakterine ulaşmıştır. Vahşi ve yarı uygar ırklar arasında birinin yanlışlarından -gerçekten ya da sembolik bir şekilde- kişisel olarak intikam almak; bireyin yaşamında çok önemli bir rol oynar. Onlarla birlikte intikam, en yaşamsal mesele olarak, çoğunlukla dinsel fanatizm karakterini alır. Özellikle bu kutsal görev babadan oğula, nesilden nesile aktarılır; ta ki hakaret suçlunun ya da onun soyundan birinin kanıyla temizlenene kadar. Çoğu zaman bütün bir kabile birleşerek, akrabasının ölümünün intikamını düşman komşudan almak isteyen üyesine yardım eder ve faile öldürücü darbeyi vurmak her zaman yanlış yapılanın ayrıcalığıdır.

Eski kan-davası ruhu, bazı Avrupa ülkelerinde dahi hala çok güçlüdür. Kafkasya’daki yarı-vahşiler, Güney İtalya, Korsika ve Sicilya köylüleri arasında kişisel intikamın bu biçimi hala uygulanmaktadır; bazılarında, örneğin Çerkezlerde açık bir şekilde; Korsikalılar gibi diğerlerinde ise gizlilik içinde bir güvenlik arayışıyla. Bizim sözde aydınlanmış ülkelerimizde dahi yeminli, sonsuz düşmanlığın kişisel intikam ruhu hala varlığını sürdürüyor. Güney Avrupa ülkelerinde çok yaygın olan Mafya tipi gizli örgütler bu ruhun tezahürü değil de nedir? Ve (yumrukla ya da silahla yapılan) düellonun temeli, bu doğrudan intikam ruhu, gerçek bir hakaret, yaralamaya ya da yeltenmeye karşı kişisel intikam isteği, düşmanın kanını dökmek pahasına olsa bile aynı temizleme isteği değil midir? Öfkeli erkeği, “onurunu ve mutluluğunu çalanın” hayatına kastetmeye iten bu ruhtur. Yaslı ebeveynlerinin intikamını arayan öfkeli ayak takımını, genç bir dul kadını ve sarsılmış bir çocuğu, linç kanunu zulmüne ulaştıran işte bu intikam ruhudur.

Bununla birlikte toplumsal gelişim, doğrudan ve kişisel intikam uygulamasını kontrol etme ve ortadan kaldırma eğilimindedir. Sözde uygar toplumlarda birey, kural olarak, yapılan yanlışlardan kişisel olarak intikam almaz. Bu yöndeki “haklarını” devlete devretmiştir ve devletin “görevlerinden” biri de vatandaşların yaptıkları yanlışlardan intikam almak için onların kabahatli tarafları cezalandırmak olmuştur. Böylece, toplumsal bir kurum olarak cezalandırmanın, intikam almanın başka bir biçimi olduğunu; devletin vatandaş için yegane yasal intikamcı haline geldiğini ve aynı barbarlık ruhunun bu kurumun içinde örtülü halde var olmaya devam ettiğini görüyoruz. Devletin cezalandırma güçlerinin dayanağı (teorik olarak) örgütlü bir toplumda “herhangi birine verilen zararın herkesi ilgilendirmesi” ilkesidir, zarar verilen vatandaşın kişiliğinde, bir bütün olarak topluma saldırılmıştır. Suçlu, öfkelenen toplumun ondan intikam alması için cezalandırılmalı, “yasanın görkemi doğrulanmalıdır”. Öfkelenen toplumun intikamını almak için suçlu cezalandırılmalı, “Yasanın görkemi temize çıkarılmalı”. Cezalandırmanın işlenen suç için yeterli olması ilkesi, cezalandırma kurumunun gerçek karakterini daha da açık bir şekilde göstermektedir: Eski Ahit’in “göze göz, dişe diş” ruhu gözler önüne serilir —neredeyse tüm sözde uygar ülkelerde bu ruhun hala canlı olduğunun ispatı ölüm cezasıdır: kana kan. “Suçlu”, işlediği suç için değil, bunun yerine toplumun gördüğü şekliyle, doğasına, koşullarına ve karakterine göre cezalandırılmaktadır. Başka bir deyişle cezanın niteliği, yerel intikam ruhunun yoğunluğunu dengeleyecek özel bir şekilde hesaplanır.

Öyleyse bu, cezanın doğasıdır. Ancak, söylemesi garip -ya da doğal, belki de- ceza infaz sisteminin ulaştığı sonuçlar, amaçlanan hedeflerin tam tersini ortaya çıkarmaktadır. “Uygar” intikamın modern biçimi, mecazi anlamda, tek bir vatandaşın düşmanını öldürür, ancak onun yerine toplumun düşmanını üretir. Devletin tutsağı, artık zarar verdiği kişiyi düşmanı olarak görmez; tıpkı vahşinin yaptığı gibi, onun gazabından korkar ve haksızlığın hesabını sormaktan korkar. Bunun yerine, doğrudan cezalandırıcısı olarak devleti görür; yasanın temsilcilerinde kendi kişisel düşmanlarını görür. Öfkesini besler ve intikamın yabani düşünceleri aklını doldurur. Yaşadığı talihsizliğin doğrudan sorumlusu olan kişilere karşı nefreti -tutuklayan memur, gardiyan, savcı, hakim ve jüri- git gide genişler ve makus talihine yenilir, toplumun tamamına düşman olur. Bu nedenle, ceza infaz kurumları bir yandan tutsak edildikleri süre boyunca toplumu tutsaklardan korurken, diğer yandan topluma karşı nefret ve düşmanlık tohumları ekerler.

Özgürlüğünden, haklarından ve hayatın zevklerinden yoksun bırakılan; iyi ve kötü tüm doğal dürtüleri bastırılan; hakaretlere maruz kalan, sert ve çoğunlukla insanlık dışı şiddet yöntemleriyle disipline edilen, cezalandırılan; nefret ettiği üniformalı zalimler tarafından kötü muamele gören, iyi niyeti suistimal edilen; tamamen umutsuzluğa düşen genç tutsağın doğmuş olmasına, onu dünyaya getiren kadına ve acılarından sorumlu olan herkese duyduğu öfke, gözlerinden okunur. Gördüğü muamele ve hapishanede tanık olmak zorunda kaldığı iğrenç manzaralar sebebiyle gittikçe acımasızlaşır. O zaman kadar kaybetmediği insanlığı, “disiplin”le ortadan kaldırılır. Güçsüz öfkesi ve karamsarlığı herkese ve her şeye karşı bir nefrete dönüşür. Yoksulluk içindeki yıllar gelip geçtikçe umutsuzluğu daha fazla yoğunlaşır. Dertlerini düşündükçe intikam arzusu yoğunlaşır, belki de o zamana kadar netleşmemiş olan eğilimleri, giderek değişmez bir saplantı haline gelen, güçlü anti-sosyal isteklere evrilir. Onu dışlayan toplum; artık onun doğal düşmanıdır. Kimse ona iyilik ya da merhamet göstermediği için; o da dünyaya karşı acımasız olacaktır.

Sonra serbest bırakılır. Eski arkadaşları onu reddeder; Artık eş dost arasında saygınlığı kalmamıştır. Toplum, eski tutsağı suçlar; ona aşağılama, alay ve tiksintiyle bakılır, ona güvenilmez ve taciz edilir. Hiç parası yoktur, bu “ahlaki cüzzamlıya” kimse yardım etmez. Sosyal bir İsmail’e(1) dönüşmüştür ve herkes ona sırtını dönmektedir, sonra o da herkese sırtını dönmeye başlar.

Hapishanelerin cezalandırıcı ve koruyucu işlevleri böylelikle kendi amaçlarına ulaşmalarını engeller. Yaptıkları yararsız olmaktan da öte kötüdür. Toplumun en acil yararına karşı kesinlikle olumsuz ve tamamen zararlıdır.

Ceza infaz kurumlarının ıslah aşaması da daha iyi değildir. Tüm hapishanelerin cezalandırıcı karakteri, (çalışma kampları, cezaevleri, devlet hapishaneleri) onların ıslah edilebilme olasılığını ortadan kaldırmaktadır. Tutsakların, suçlarının göreceli karakteri göz önünde bulundurulmadan rastgele yerleştirilmesi, hapishaneleri gerçek birer suç ve ahlaksızlık okullarına dönüştürür.

Aynı şey ıslahevleri için de geçerlidir. Özellikle ıslah için tasarlanan bu kurumlar, kural olarak en berbat yozlaşmayı üretirler. Sebebi açıktır. Sıradan hapishanelerden hiçbir farkı olmayan ıslahevleri, fiziksel kısıtlamalar uygular ve sadece cezalandırıcı kurumlardır. Cezalandırma fikrinin kendisi gerçek ıslahı engeller. Gönüllülükle ortaya çıkmayan, olası sonuçlara ve cezalandırmaya duyulan korku ile yaratılan ıslah süreci, gerçek bir ıslah olmaz; onun esaslarından yoksundur ve kişi korkularını yendiğinde ya da kişi geçici olarak onlardan kurtulduğunda, sahte ıslahın etkisi buhar gibi kaybolur. Yalnızca sevecenlik gerçekten reformcudur, ancak bu nitelik hem genç hem de yaşlı tutsaklara yapılan muamelenin hiçbir yerinde yoktur.

Bir süre önce on üç yaşında bir çocuğun hikayesini okudum. Aralıksız üç hafta boyunca, gece gündüz zincirlenen çocuğun işlediği korkunç suç, Yoksul Çocuklar Evi’nden kaçmaya çalışmaktan ibaretti (Home for Indigent Children, Westchester, N.Y., Weeks davası, Müdür Pierce, 1895 Noeli). Bu olayın o kurum için ne olağanüstü bir yanı vardı ne de cezalandırıcı bir özelliği. Amerika Birleşik Devletleri’nde talihsiz tutuklulara; kaba dayak ya da işkencenin yapılmadığı, deli gömleği giydirilmeyen, hücre hapsi ve “azaltılmış” diyetin (yarı açlık) uygulanmadığı tek bir hapishane ya da ıslahevi yoktur. Islahevleri, kural olarak, ünlü Brockway (Elmira, N.Y.) “ikna araçlarını” kullanmazlar, ancak bazılarında dayak uygulanmaktadır ve açlık ile zindan hepsine ait kalıcı bir özelliktir.

Islahevlerinin ceza niteliği ve küçümseyici etkisinin, gençleri zihinlerindeki özgürlük ve eğlenceden yoksun bırakması bir yana, bu kurumlarda kurulan ilişkiler çoğunlukla herhangi bir ıslahı engellemektedir. Tutsakları suçlarının ağırlığına göre sınıflandırmayı ve buna göre farklı yaklaşımlar ve uygun refakat gerektiren Islahevlerinde dahi bu sınıflandırmaya yönelik herhangi bir girişimde bulunulmaz. Çünkü bu da farklı yaklaşım şekilleri ve yoldaşlığa elverişli koşullar gerektirir. Sözde ıslah okullarında ve yatakhanelerinde -5 ila 25 yaş arasındaki- her yaştan çocuk aynı ıslahevinde tutulur, çeşitli işlerde çalıştırılmak, eğitim ve dini tören amaçlarıyla bir araya toplanırlar, oyun alanlarında karışırlar ve yurtlarda ilişki kurarlar. Tutsaklar çoğunlukla yaşlarına ya da itibarlarına göre sınıflandırılır, ancak göreceli yetersizliklerine hiç dikkat edilmemektedir. Bu yöntemlerin absürtlüğü adeta akıllara ziyandır. Dur ve düşün. Muhtemelen kötü ilişkilerinin bir sonucunda genç suçlu, seçkin bir ahlaksızlık çeşitliliği içerisine konur ve ıslah olması beklenir! Ve ülkenin anne babaları bu çılgınlık türünü sakince izler, ya doğrudan destekler, ya da sessizlikleriyle devletin yeni suçlular yaratma çalışmasını onaylar ve teşvik ederler. Ancak insan doğası böyledir, zifiri karanlık olmasına rağmen gündüz olduğuna yemin ederiz; eski credo quia absurdum est (saçma olduğu için inanıyorum) ruhu.

Ancak yine de suça batanların masum yoldaşları üzerindeki etkileri üzerinde durmak, bunu büyütmek gereksizdir. Ayrıca, ıslahevlerinin iyileştirici olduğu iddiası üzerine de daha fazla tartışmaya gerek yoktur. ABD’deki erkek tutsak nüfusunun %60’ının “Islahevleri”nden çıkma olduğu gerçeği, bize bu iddiaların geçersiz olduğunu kesin olarak kanıtlamaktadır. Nadir de olsa, genç tutsakların gerçekten ıslah olduğu durumlar ise hiçbir şekilde hapis cezasının ya da cezalandırıcı kısıtlamaların “yararlı” etkisi nedeniyle değil, bireyin doğuştan gelen gücüyle alakalıdır.

Kuşkusuz, insanlığın kaderinde en önemli rolü üstlenmekle birlikte, modern toplumun çeşitli “kazanımları” arasında başka hiçbir kurum yoktur ki, ceza kurumlarından daha erişilemez bir başarısızlık sergilediğini kanıtlamış olsun. Bu kurumların ayakta tutulması için “uygar” dünya her yıl milyonlarca dolar harcıyor ve bir sonraki yıl her seferinde iyileştirmeler için ek ödenekler alınmasına rağmen ortaya çıkan sonuç, kuruluş amaçlarını ilerletmek yerine geriye çekme eğilimi gösteriyor.

Hapishanelerin bakımı için harcanan yıllık para, Mars gezegeninin devlet tahvillerine yatırılsa ya da Atlantik Okyanusu’nun derinliklerine gömülse, aynı miktarda kazanç ve az zarar getirir. Cezalandırmanın hiçbir miktarı, hapishanenin içindeki ve dışındaki koşullar insanları suça yönlendirmeye devam ettiği sürece, suçun önüne geçemez.


1) İbrahimi dinlerce tanınmış bir peygamber olan İsmail, babası İbrahim tarafından tanrıya kurban olarak sunulmuştur. Sonrasında annesi Hacer’in etkisiyle sürgüne gönderilmiş, bütün dünya sürgünlerini temsil eden sembolik bir figür haline gelmiştir.

 

Metnin orjinali:

www.theanarchistlibrary.org/library/alexander-berkman-prisons-and-crime


Alexander Berkman

Çeviri: Zeynel Çuhadar

Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 41. sayısında yayınlanmıştır.

The post Anarşist Teori ve Pratik Tartışmaları (4) Hapishaneler ve Suç- Alexander Berkman appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>
https://meydan1.org/2017/11/14/anarsist-teori-ve-pratik-tartismalari-4-hapishaneler-ve-suc-alexander-berkman/feed/ 0
Anarşistlerin Ekonomi Tartışmaları (16) : Güney Afrika’da Karşılıklı Yardımlaşma – 1 https://meydan1.org/2015/09/19/anarsistlerin-ekonomi-tartismalari-16-guney-afrikada-karsilikli-yardimlasma-1/ https://meydan1.org/2015/09/19/anarsistlerin-ekonomi-tartismalari-16-guney-afrikada-karsilikli-yardimlasma-1/#respond Sat, 19 Sep 2015 10:18:15 +0000 https://test.meydan.org/2015/09/19/anarsistlerin-ekonomi-tartismalari-16-guney-afrikada-karsilikli-yardimlasma-1/   Güney Afrika’da Karşılıklı Yardımlaşma Stefanie Knoll Karşılıklı yardımlaşma önemli ve geçerli bir anarşist kavramdır. Bu kavram, daha iyi bir dünyaya dair olguları, Güney Afrika dahil her yerde görebileceğimizi ve bu yeni dünyanın, mevcut kültürel pratiklerin üzerine ve genişleterek nasıl inşa edilebileceğini gösterir. Kropotkin’in Çalışması Hala Geçerlidir Piotr Kropotkin sadece önemli bir anarşist militan ve […]

The post Anarşistlerin Ekonomi Tartışmaları (16) : Güney Afrika’da Karşılıklı Yardımlaşma – 1 appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>
Meydan Gazetesi- Anarşistlerin Ekonomi Tartışmaları 16 Güney Afrika'da Karşılıklı yardımlaşma Zabalaza

 

Meydan Gazetesi’nin Anarşist Ekonomi Tartışmaları yazı dizisine, Zabalaza dergisinin 2009 Nisan tarihli sayısından, iki bölüm halinde yayınlayacağımız bir yazı ile devam ediyoruz. Zabalaza Anarşist Komünist Cephesi (ZACF)’den Stefanie Knoll imzalı yazının ilk bölümünde Kropotkin’in karşılıklı yardımlaşma kavramını tanıtılırken, bu kavram üzerinden Güney Afrika ekonomisinde önemli etkileri olan bağış kültürüne ve uluslararası STK yardımlarına eleştiri getiriliyor. Yazının bu ilk bölümü ayrıca, Kropotkin’in çalışmasından verdiği örneklerle, kapitalist ekonomi teorilerinin temel ilkesi olan rekabetin, insan ve hayvan toplumlarının hayatta kalmasında temel ilke olmadığını gösteriyor.

Güney Afrika’da Karşılıklı Yardımlaşma

Stefanie Knoll

Karşılıklı yardımlaşma önemli ve geçerli bir anarşist kavramdır. Bu kavram, daha iyi bir dünyaya dair olguları, Güney Afrika dahil her yerde görebileceğimizi ve bu yeni dünyanın, mevcut kültürel pratiklerin üzerine ve genişleterek nasıl inşa edilebileceğini gösterir.

Kropotkin’in Çalışması Hala Geçerlidir

Piotr Kropotkin sadece önemli bir anarşist militan ve düşünür olmakla kalmayıp iyi bilinen bir coğrafyacı ve bilim insanıydı. En ünlü kitabı olan “Karşılıklı Yardımlaşma”, Sosyal Darwinizm’e [1] ve insan doğası hakkındaki genellemelere [2] sağlam bir eleştiri getirir. 19.yy’dan başlayarak insan doğasının özünde iyi mi yoksa kötü mü olduğu hakkında bir tartışma süregelmiştir. İdealistler insanın aslında iyi olduğunu ve savaşların uygarlık yüzünden olduğunu savunurlar. Diğer yandan -dünya çapında egemen politik düşünce olan- gerçekçiler, insanların özünde kötü olduğunu ve devlet araya girmediğinde her zaman birbirlerini öldüreceklerini (Hobbes’un herkesin herkese karşı savaşını) savunurlar ve böylece devleti, barışı getirmek ve sürdürmek için gerekli, çatışmaları çözümleyen bir kurum gibi gösterirler. “En güçlü olan hayatta kalır” teorisi böylece devletin varlığını meşrulaştırdığı gibi, devletle iç içe olan felaketleri, kolonileştirmeyi, emperyalizmi ve kapitalizmi de meşrulaştırır; her zaman devlete bağlı olmayan (ama çoğu zaman dine bağlı) ırkçılık, cinsiyetçilik [3], heteroseksizm [4] ve engelli ayrımcılığı [5] da yine bu teori ile meşrulaştırılan felaketlerdir. Fakat ilk defa Kropotkin’in kapsamlı biçimde gösterdiği gibi, insan doğası diye bir şey yoktur ve bu gerçek artık antropolojide[6] genel geçer kabul görmektedir. İnsanlar, ne doğası gereği iyi, ne de doğası gereği kötüdür; iki doğaya birden sahiplerdir. Bu yüzden mesele, bugün toplumda ortaya çıkan çatışmaları, yoksulluğu ve diğer sorunları nasıl çözeceğimizi bulmaktır.

Karşılıklı Yardımlaşma Nedir?

Karşılıklı Yardımlaşma, insanların birbirine yardım etmesi kavramı, ilk olarak Kropotkin tarafından kapsamlı bir şekilde incelenmiş ve aynı adlı kitapta 1902’de yayımlanmıştır [7]. Kropotkin, karşılıklı yardımlaşmanın insan evriminde önemli bir etken olduğunu düşünür ve çalışması “en güçlü olan hayatta kalır” düşüncesine önemli bir eleştiri getirmiştir. Bu kitabında Kropotkin, çeşitli hayvan ve insan toplumlarında karşılıklı yardımlaşmanın önemini gösterir. Karşılıklı yardımlaşmaya dayalı toplumların nasıl daha barışçıl olduğunu gösterirken verdiği örnekler, yine antropologlar tarafından dünya çapındaki barışçıl toplumların ortak özellikleri olarak kabul edilmektedir. Modern antropoloji Kropotkin’in insan doğası diye bir şeyin olmadığını söyleyen teorisini onaylamıştır. Kropotkin, bu büyük tartışmada herhangi bir tarafı tutmak yerine, insanlarda ve hayvanlarda hem karşılıklı mücadelenin, hem de karşılıklı yardımlaşmanın olduğunu, ama türlerin hayatta kalması için, karşılıklı yardımlaşmanın daha önemli olduğunu göstermiştir. İnsanlar arasında çatışmadan daha fazla yardımlaşma vardır.

Karşılıklı yardımlaşma, insanların bireyci davranmak ya da daha kötüsü çatışmak yerine yalnızca maddi olarak değil, manevi olarak da yardımlaşması demektir. Yaşamın birçok alanında insanların rekabet etmek yerine herkesin yararına olacak şekilde beraber hareket etmesi demektir. Toplumsal dayanışmanın herkes için daha iyi olduğunun ve çatışmak yerine birbirimize yardım ettiğimizde yaşam kavgasını daha iyi vereceğimizin farkına varmak demektir. Diğer insanları düşman olarak değil, yoldaşların ve arkadaşların olarak görmek demektir. Karşılıklı yardımlaşma, eşit bir karşılık beklemeden paylaşmak demektir. Karşılıklı yardımlaşma ayrıca, birbirimizle savaşmak yerine ahenk içinde yaşamanın bir örneğidir. Karşılıklı yardımlaşmanın en genel örnekleri, daha iyi sonuçlar için beraber avlanmak, tehlikelerden korunmak için beraber yaşamak, her tür işte birbirine yardım etmek, ihtiyaç zamanlarında birbirine destek vermektir. [Güney Afrika kültüründen somut örnekler, yazının devamında tartışılacaktır.]

Karşılıklı yardımlaşma, yardımın tamamen eşit olmasını ima etmez. Karşılıklı yardımlaşma daha çok “herkesten yapabildiği kadar, herkese ihtiyacı kadar” şeklinde bilinen komünist prensibe göre işler. Bunun prensibin kökeni, hepimizin bir olduğu, bütün insanlığın birbirine ait olduğu ve hepimizin her birimiz için çalışmamız gerektiği düşüncesidir. Kropotkin, karşılıklı yardımlaşma pratiği sayesinde insanların bazı gerçeklerin farkına vardıklarını yazar: Bu deneyimler, insanların birbirlerine bağlı olduklarını, her birinin mutluluğunun herkesin mutluluğuna bağlı olduğunu ve herkesin eşit olduğunu fark etmelerini sağlar. Bunlar, birazdan detaylıca tartışacağımız, Afrika’daki Ubuntu kavramına çok yakındır. Ancak karşılıklı yardımlaşma, bu yardımın tek yönlü olduğunu da ima etmez. Tek yönlü yardımlaşma başka bir şeydir, onun adı hayırseverliktir.

“Kilise” ve Hayırseverlik

Tıpkı devlet gibi, kilise de insanların arasına girerek karşılıklı yardımlaşmayı yok etmeye çalışır. Genelde kiliseler, camiler, sinagoglar ve tapınaklar [9] imeceyi yok eder ve yerine hayırseverliği koyarlar.

Hayırseverlik karşılıklı değildir. Sahip olanın olmayana vermesi, bir bağımlılık durumu yaratır. Hayırsever kişi, insanları güçlendirmez, onların tekrar ayakları üzerinde durmalarını sağlayacak şekilde yardım etmez. Kropotkin’e göre hayırseverin “yukarıdan esinlenir bir havası vardır ve bu yüzden yardımı alan insana karşı belli bir üstünlük ima eder” [7]. Muhtaç insanlara yiyecek ve giyecek dağıtan bir örgüte para vermek, hayırseveri suçluluk duygusundan kurtarır. Meşhur tabirle, hayırseverler gizlide çaldıklarının bir kısmını ortalık yerde geri verirler. Tabii ki, kıtlık gibi büyük kriz durumlarında, yetersiz gıda yüzünden insanlar açlık çekiyorsa, aç olanlara yemek verilmelidir. Fakat genelde yemek vermek, dışarıdan bedava yemek ithal etmek bağımlılık yaratır ve yerel ekonomiyi yok eder. İnsanların bağımsızlığını ve kendine yeterliliğini yok eder.

Hayırsever yardımlar sadece kiliseden gelmez. Aynı nedenlerle, STK yardımları da herkesin eşit ve özgür olduğu yeni bir dünyanın yaratıldığı süreçlere zarar verir.

Zabalaza Anarşist Komünist Cephesi (ZACF)

IMG_1311

Güney Afrika’da 2003’den beri örgütlü olan ZACF’nin ismi, Zulu ve Xhosa dillerinde mücadele anlamına gelir. Daha önce ZabFed ismiyle, çoğu Soweto ve Johannesburg’da bulunan anarşist kolektiflerin, 80 ve 90’larda verdiği ırkçılık karşıtı mücadele sonrasında, Platformist-especifista düşüncesine yakınlaşması ve birleşmesi ile başlayan ZACF, işçi mücadelesinin yanı sıra Gauteng’da Özelleştirme-Karşıtı Forum ve Topraksız Halk Hareketi gibi toplumsal hareketlerle birlikte çalışmıştır. ZACF’la ilişkili ve 1990’larda bir yeraltı kolektifi olarak başlamış olan Zabalaza Kitapları, anarşizm, devrimci sendikalizm ve kadın özgürlüğü konusunda klasik ve güncel kitaplar, kitapçıklar ve müzikler yayınlamaktadır.

Hayvanlar ve İnsanlarda genel olarak karşılıklı yardımlaşma

Kropotkin, kitabında böceklerin ve diğer hayvanların arasındaki karşılıklı yardımlaşmayı uzunca betimler. Hayvanlar arasındaki karşılıklı yardımlaşmayı anlatmak, Kropotkin’in evrimsel gerçeklere dayanan tezini kuvvetlendirir çünkü nihayetinde insanlar da belli hayvan türlerinden gelirler. Bu örnekler, insanlar insan olmadan önce bile doğal bir içgüdü olarak karşılıklı yardımlaşmanın var olduğunu gösterir.

Kropotkin, çok geniş bir çeşitlilikte örnekler verir ve hayvanlar aleminde genel kuralın rekabet değil karşılıklı yardımlaşma olduğunu gösterir. Şöyle yazar: ‘Karıncalar ve kanatlı karıncalar “Hobbes’cu Savaştan” firar etmişlerdir ve bu sayede durumları daha iyidir.’ [7]

Doğada görebileceğimiz gibi birçok hayvan türü sürüler halinde yaşar. Kropotkin, hayvanların sadece kendi türleriyle değil başka türlerle de yardımlaştıklarını gösterir (örneğin korunma amacıyla beraber hareket eden Zebralar ve Zürafalar). Hayvanların beslenme ihtiyacı ya da potansiyel eş için rekabet ederken birbirlerini öldürdüklerini inkar etmez. Ancak bize anlatılan “öldür ya da öl” olaylarının, hikayenin tamamı olmadığını net olarak ortaya koyar. Bazı hayvan türleri yaşamın akışı içinde ancak belirli durumlarda birbirlerini öldürürler ve bunu en sık yapanlar türlerinin en çok hayatta kalanları değillerdir. Çoğu hayvan türü ise sadece yardımlaştıkları ve birbirlerini gözettikleri için hayatta kalabilirler.

Kropotkin karşılıklı yardımlaşmanın hayvanlarda genel bir kural olduğunu gösterir ve bu kuralı insanlara doğru genişletir. Özellikle insan türünün, yeryüzünde var olduğu zaman diliminin çoğunda (silahları icat edene kadar) çok korumasız olduğu için bu kurala bir istisna teşkil edemeyeceğini yazar. Yani insanlar eskiden beri, birbirlerine yardım etmek ve tehlikelerden korunmak için toplum içinde yaşamışlardır. Kropotkin şöyle yazar: “Dizginlenmeyen bireycilik, modern bir oluşumdur” [7].

Kropotkin, avcı toplayıcı toplumlardan tarım toplumlarına, Ortaçağ Avrupa toplumlarına ve günümüze kadar her dönemdeki insan toplumlarında karşılıklı yardımlaşmanın nasıl var olduğunu gösterir. Karşılıklı yardımlaşmanın, sömüren köle sahiplerine ve patronlara karşı, ya da insanları hem diğer toplumlara hem de kendi toplumlarına karşı savaşa süren otoriter şeflere, krallara ve diğer politikacılara karşı emekçilerin ve yoksulların bir korunma aracı olduğunu gösterir. Bu otoriteler insanları sömürmekle kalmaz, [sömürüyü sürdürebilmek için] vergi ödemeyenleri ya da orduya katılmayı reddedenleri cezalandırırlar. Kropotkin, insanların sadece küçük bir kısmının savaş çıkarmayı sevdiğini, çoğu insanın tek istediği şeyin, ailesi, arkadaşları ve komşularıyla birlikte barış içinde yaşamak olduğunu net bir şekilde ortaya koyar. Şöyle yazar: “Savaş, insanlığın hiçbir döneminde varoluşun olağan bir durumu değildi. Savaşçılar birbirlerini yok ederken ve papazlar bu katliamları kutlarken halklar günlük yaşamlarını sürdürür ve kendi yaşam mücadelelerine devam ederlerdi. [7]

Dahası Kropotkin, yoksul insanların arasındaki dayanışmayı yok edip yerine bürokrasiyi koyan devletin karşılıklı yardımlaşma pratiklerini nasıl yok etmeye çalıştığını gösterir. Otorite, kendi yiyeceklerini yetiştiren yoksulları rahat bırakmak yerine vergi koyarak daha fazla çalışmaya zorlar.

Ancak, kendimizi “kötü” insanlardan korumak için savaşmamız gerektiğini ve insanın kendi kötücül doğasından korunmak için devletlere ihtiyacımız olduğunu söyleyenler sadece politikacılar değildir: tarihçiler de “insan yaşamının savaşlarla geçen kısmını abartmış ve barışçıl zamanları önemsememişlerdir. […] belli ki kitlelerin yaşamına hiç dikkat etmemişler çünkü toplumun çoğu barış içinde yaşamına devam ederken çok azı savaşa katılır” [7]. Bize sürekli, insanların savaşçı yaratıklar olduğu ve doğası gereği birbirlerini öldürdüğü söylenir. Fakat gerçekler tam tersini gösterir ve Kropotkin bunu ilk işaret edenlerdendir. Çoğu insan barış içinde yaşamayı tercih eder. Kropotkin “Gerçekte insan, anlatılan savaşçı varlıktan o kadar uzaktır ki…” [7] der. Toplum içindeki karşılıklı yardımlaşma, kaçımızın barışçı çizgilerde yaşamayı tercih ettiğini, savaşmak yerine yardımlaşmayı tercih ettiğini gösterir.

Dahası, karşılıklı yardımlaşma olmadan yoksullar ve işçi sınıfından insanlar hayatta kalamaz. Kapitalist sistem işçilerin bile kendi başlarına hayatta kalmasını imkansız hale getirir. İşte bu yüzden karşılıklı yardımlaşma kapitalist toplumda hala vardır, bu nedenle büyüyor ve daha iyi bir dünya inşa etmek istiyorsak büyümek zorunda.

Karşılıklı yardımlaşma, devlet ve kilise gibi devletsi yapıların onu yok etmeye çalışmasına rağmen; bireyciliği yaratan, “en uygun olanın hayatta kalması” teorisine yeni anlamını veren ve 100 yıldan fazladır süren kapitalizme rağmen bugün hala varlığını sürdürüyor. Gerçekten de, çoğu zaman kapitalizm içinde geçinebilmek için sömürmek ve bencil olmak gerekliymiş gibi gözükür. Fakat Kropotkin’in yazdığı gibi: “İnsandaki evrimsel gelişimi barış ve bolluk dönemlerine rastlayan karşılıklı yardımlaşma eğilimi o kadar eski bir kökene dayanır ve insan türünün evrimi ile o kadar iç içe geçmiştir ki, tarihin bütün talihsizliklerine rağmen bugüne kadar korunarak kalmıştır. [7]

DİP NOTLAR :

  1. Evrim Teorisinin (Darwinizm) toplumsal ilişkilere uyarlanması, “en güçlü olan hayatta kalır” teorisi.
  2. Burada bahsedilen, insan doğası hakkındaki tartışma, insanların özünde iyi mi, kötü mü olduğunun tartışmasıdır.
  3. Kadınlara yapılan ayrımcılık.
  4. Homoseksüellere yapılan ayrımcılık.
  5. Engellilere yapılan ayrımcılık.
  6. İnsanların sosyal ve kültürel özelliklerini araştıran bilim.
  7. Kropotkin, Piotr (2006 [1902]) Karşılıklı Yardımlaşma. Evrimin Bir Öğesi. Mineola, New York:  Dover
  8. Herhangi bir çatışma biçimi bilmeyen toplumlar, örneğin Kalahari’deki Buşmenler.
  9. Bu bütün dinler için geçerlidir, çünkü hemen hepsi hayırseverliği öğretir.

Çeviri : Özgür Oktay

Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 28. sayısında yayımlanmıştır.

The post Anarşistlerin Ekonomi Tartışmaları (16) : Güney Afrika’da Karşılıklı Yardımlaşma – 1 appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>
https://meydan1.org/2015/09/19/anarsistlerin-ekonomi-tartismalari-16-guney-afrikada-karsilikli-yardimlasma-1/feed/ 0