The post Her Şey Herkesin Olmalıdır Mülkiyet Ortadan Kaldırılmalıdır appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>“Güneş, hava ve deniz ortaktır. Kimse buna sınır koyamaz, bunları bölemez ve sınırlandıramaz.”
Pierre Joseph Proudhon
Kapitalizm onları da mülkiyeti altına almayı başardı! Güneş ışığı, kapitalizmin bitmek tükenmek bilmeyen enerji ihtiyacına “kaynak” oldu. Hava, şişelere hapsedilip satışa sunuldu. Deniz parsel parsel bölündü, birileri için sermaye oldu.
Mülkiyet, anarşist literatürde Proudhon’un üzerine yazdığı kapsamlı inceleme ve daha çok da bu incelemeye dayanaklık eden temel sav olan “Mülkiyet hırsızlıktır” söylemi üzerinden bilinir. Ekonomik yaşamın inşasında, Proudhon’un olanaksız olarak tanımladığı bu kavramın bizler için ifade ettikleri, iktisadın inceleme alanlarının ötesindedir. Bu yönüyle üretim ve tüketim ilişkilerini belirleyen bir ilke olmasının yanında, iktidar ilişkilerinin yansıdığı başka alanlarda da farklı anlamlar kazanmaktadır.
Yönetenler halkın iradesini gasp eder. Özgür bir yaşamda kendi kararlarını kendileri alacak olan bütün bireylerin yaşam enerjisini ve gücünü mülkiyetine geçirir. Bazen demokrasidir bu yönetimin adı, bazen monarşi, bazen ise diktatörlük; ancak isimler değişse de mülk sahipleriyle mülksüzler arasındaki adaletsizlik hepsinin ortak özelliğidir.
Patronlar, işçinin emeğini gasp eder. Yaşamak için çalışmak zorunda olan bireylerin yaratıcılıklarını ve boş vakitlerini mülkiyetlerine geçirir. Çok uluslusundan yereline, taşeronuna kadar hepsi işçilerin özgürlüğüne düşmandır. İşçilerin köleliği, bir avuç mülk sahibinin iktidarıyla normalleştirilir. Aslında doğal olan, bilinçli bir şekilde çarpıtılır; imkansız olarak gösterilir.
Erkek, kadının yaşamını gasp eder. Kadın, dinsel buyruklar, kültürel normlar, kurallar, yasalar, örf ve adetlerle yürüyüşünden konuşmasına, oturup kalkışından alışkanlıklarına kadar her şeyiyle baskılanır. Bu da yetmez, erkek kadının yaşayıp yaşamayacağına karar verecek merci olarak görür kendisini. Kadının yaşamını dahi kendi mülkiyetine geçirir.
İnsan, ekolojik yaşamı gasp eder. Havanın, suyun, toprağın ve üzerinde yaşayan tüm canlıların, bir bütün halinde ekosistemin uyumuna karşı ihtiyaç dışı tüketimi, rantı, talanı ve sömürüyü araç edinir. Hem türümüzle hem de diğer türlerle kurduğumuz karşılıklı ilişkinin zemini olan dünya, dev bir tüketim mabedi haline getirilir.
Her Şey Herkesindir
“Halk, kendisini devletin dışında oluşturmaya başlarsa devlet iktidarı, yönetici ilke, eski yolları temsil edenlerin doğası gittikçe zayıflayacak ve tüm eski sistem geri dönüşsüz şekilde ortadan kalkacaktır.”
Gustav Landauer
Her şeyin herkes tarafından özgürce üretimi ve paylaşımı… Yani üretim araçları üzerindeki mülkiyetin ortadan kaldırılması, anarşistlerin toplumun ekonomik ve sosyal örgütlenmesine yönelik tahayyüllerinin zeminini oluşturdu. Bu tahayyülün gelişimi üzerine düşünürken daima bu zemin üzerinde hareket edildi. Geleceğin yaşamının, geçmişin deneyiminin ışığında; halkın yaratıcı gücüyle, dönemin ihtiyaçlarına göre yapılandırılacağına olan inanç korundu. Ancak bir yandan da bu ilkeler, yaşam alanlarında gerçeklik kazanan somut deneyimler haline geldi. Anarşist kolektifleştirme pratikleri, 1920’lerde Rus Devrimleri’nin yanı başındaki Özgür Topraklar deneyiminde ya da 1936 İberya Devrim sürecinde geniş ölçekte uygulanma fırsatı buldu.
Anarşist bir üretim-tüketim-dağıtım ilişkisinin temelinde yer alan kolektifleştirme; mülksüzleştirme ve özyönetim kavramlarıyla doğrudan ilişkilidir. Endüstride ya da tarımda kolektifleştirme, bir yanda özel mülkiyetin diğer yanda ise devlet mülkiyetinin zincirlerinden kurtulmuş ekonomik örgütlenmeleri ifade eder. Kolektifleştirilmiş topraklarda ya da fabrikalarda özyönetim, işleyişin etkilediği bütün bireylerin özgür katılımıyla alınan karar toplantılarını ilke edinir. Kimse toprağın ya da fabrikanın sahibi değildir, ancak onu yaşatma sürecinin sorumluluğu da herkesin üzerindedir. Böylece herkesin, ihtiyacı kadarıyla yetindiği ve bir alanda yeteneğine, eğilimlerine göre yoğunlaşabilme düşüncesinde ortaklaştığı bir dünyayı yaratırız.
Üretim, tüketim ve dağıtım ilişkilerinin bütünü olan ekonomide; özel mülkiyet de devlet mülkiyeti de iktidarlıdır. Bu iktidarlara karşı kendi ekonomik alternatiflerimizi şimdiden yaratmak, otoritenin bütün uygulamalarından kurtulmak ve ihtiyaç duyduğumuz yaşama kavuşmak için tek araç olarak önümüzde duruyor.
Herkesten Yeteneğine Göre
Mülkiyetin olmadığı dünyaya olan özlem, bir yanılsamayla anlamı çarpıtılmak istense de, gerçek hırsızların otoritesine son verecek olandır. Çünkü mülkiyet olmazsa, her şey herkesin çabasıyla üretilir ve herkese ait olursa, kimse hırsızlık yapmaz, yapamaz. Çünkü asıl hırsızlık senden çalınanları geri almak değil; emeği ücretlendirmek, toprağı vergilendirmek, özgürlüğü denetim altına almaya çalışmaktır.
Emeğin ücretlendirilmesi üzerine yürütülmüş tartışmalar içerisinde anarşizm; savlarını iş-işçi, emek-emeğin değeri, yetenek-yeteneğin ölçüsü gibi ayrımların olmadığı bir ekonomik planlama süreci üzerinden şekillendirmiştir. “Dinde Tanrı, politikada Devlet, ekonomide Mülkiyet; işte, kendine yabancılaşmış insanlığın kendi elleriyle teslim olduğu ve günümüzde artık reddetmesi gereken üçlü biçim budur.” diyen Proudhon, toplumsal adaletin sağlanması için mülkiyetin ortadan kaldırılması gerektiğini söylemiştir. Bu düşüncesiyle yalnızca anarşizmin değil, sosyalist akımlar içerisindeki neredeyse her eğilimden devrimcinin bu alana dair yorumlarına bir referans noktası oluşturmuştur. Önerdiği çeşitli ekonomik formüller farklı dönemlerde farklı coğrafyalarda deneyimlenmiştir. Toplumsal dönüşüme dair yazılarında geleceğin toplumunun yaratıcı gücüne olan güvenini daima vurgulayan Bakunin ise, bölüşümde emeğin ve yeteneklerin belirleyiciliği olabileceği üzerinde durmuştur.
Sonrasında Pyotr Kropotkin, Errico Malatesta, Carlo Cafiero, Alexander Berkman gibi anarşistlerin meseleye yönelik yazıları, kitapları yayınlanır. İlk kez I. Enternasyonal’de İtalyan Birliği çatısında savunulmaya başlanan bu anarşist komünist fikirler, toplumsal devrimin sosyo-ekonomik örgütlenmesine dair, halkın en derin özlemlerinin ayrıntılı bir ifadesi oldu.
Emeğin ücretlendirilmesi; Kropotkin ve Malatesta gibi yoldaşlara göre yeni bir iktidar ortaya çıkarmakta, biçim olarak değişse de öz olarak kapitalist ilişki biçimlerinin algısal anlamda sürdürülmesi anlamına gelmektedir. Oysa üretimde belirleyici yegane ilkenin bireylerin yetenekleriyle şekillendirilmesi gerekliliği; kapitalizmden, gerontokrasiden, ataerkiden sıyrılmış bireyin yaşamını nasıl planlayacağına dair de bir model oluşturmaktadır.
Herkese İhtiyacı Kadar
Özgür bir yaşamda insanlar hayatta kalmak için değil, toplumun içinde kendini, kendi içinde ise toplumu bularak, hem kendi mutluluğunu hem de kendi dışındakilerin mutluluğunu amaç edinerek yaşar. Yüzyıllardır özlemini çektiğimiz devletsiz toplum, kolektif işleyişin bu çekirdeği üzerinde filizlenmektedir. Bugün yaşamlarımızı köleleştiren yemek-içmek, uyumak, gibi gündelik ihtiyaçlarımız dışındaki bütün vaktimizi işgal eden zorunlu çalışma, özgür bir yaşamda eski zamanlara ait kötü bir masal olacaktır.
Kolektif yaşamın şekillendirilmesinde ise üretim ve dağıtım kadar belirleyici olan bir başka olgudan, “tüketimden” söz etmeliyiz. Kolektifleştirmenin gücüyle üretim araçlarının kontrolünü patronların elinden alan ve özel mülkiyete son verilen bir düzlemde, yetenekleri ölçüsünde kolektif üretimi gerçekleştirmeye başlayan her topluluk, ihtiyaçlarını da kolektifleştirecektir. Kalabalıklar içinde yalnızlaştırılmış, paylaşma ve dayanışmadan yoksun hayatlarımız ancak ve ancak böyle anlam kazanacaktır.
Özgürlük
“Her ekonomik evre, tarihte belirli bir politik evreye denk düşer. Bugünkü mülkiyet biçiminin yıkılması da ancak yeni bir siyasal hayatın gerçekleştirilmesiyle mümkündür.”
Pyotr Kropotkin
Yazıya girerken ekonomiden bahsetmiştik. Ekonomik yaratımı oluşturanların suistimali üzerinde yükselenlerin sisteminde, toplumsal zenginliği üretenler ve bu üretimi gasp eden azınlık arasındaki derin uçurumun sona ermesi imkansız gibi gözükür.
Devletin ve kapitalizmin olmadığı, paylaşma ve dayanışmayla dolu özgür bir dünyanın yaratımı, anarşizmin bir eylem biçimidir de aynı zamanda. Bu eylem biçimi tarihin birçok yerinde birbirinden farklı gerçekliklerde, ortak bir deneyim yaratarak bir gelenek haline gelmiştir.
Özgürlüğe varmak için yola çıkan, işçilerin iktidarını kuracağını savunan bazılarınınsa, neden çelişkileri yok etmek yerine arttırmayı yeğleyen yöntemlere yöneldiğini anlayabilmek için bu tartışmaları tekrar tekrar gündem etmek önemlidir. Toplumsal bir devrimin nasıl despotluğa dönüştürüleceğini gördük, bu olumsuz pratikleri yeterince deneyimledik. Artık özgürlüğü yaratmak için geçiş evrelerine ya da bürokrasiye ihtiyacımızın olmadığı, bizimle hemfikir olmayanlar için de karşı konulamaz bir gerçeklik haline gelmiştir.
Çalışma saatlerinden mekanın ya da mekanların işleyişine, insanların birbirleriyle ve çevreleriyle kurdukları ilişkiye kadar her alanda özgürlüğü esas alan bir düşünce ve eylem biçimi olan anarşizmin konuya ilişkin gerçek çözümleri bugün birçok yerde, birçok kolektif işleyiş içerisinde sürmekte. Mahallelerdeki özyönetim fabrikalarında, köylerdeki özgür kooperatif deneyimlerinde, devletin talanına karşı gecekondu evlerinde, şirketlerin ekolojik yıkımında toprağın metalaşmasına karşı halk direnişlerinde bunların izlerini görürüz.
Bir şeye sahip olanlar, sahip oldukları şeyleri daima birilerinin yaşamlarını çalarak edindiler. İçinde yaşadığımız toplumun sonunu getirecek olan özgür ve mutlu bir yaşamın ifadesi tek bir slogana sığacak kadar basit:
“Her şey herkesin olmalı, mülkiyet ortadan kaldırılmalıdır!”
Zeynel Çuhadar
Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 42. sayında yayınlanmıştır.
The post Her Şey Herkesin Olmalıdır Mülkiyet Ortadan Kaldırılmalıdır appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post Anarşistlerin Ekonomi Tartışmaları (15): Sınıfsızlık Anarşizmle Mümkündür -Anarşist Komünist Ekonomi Pratiği – 3 appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>Meydan gazetesinin Anarşist Ekonomi Tartışmaları dizisine, Kuzey Amerika IWW üyesi, Scott Nappalos’un yazısının üçüncü bölümüyle devam ediyoruz. Yazının odağında güncelliğini koruyan bir tartışma olan teorinin pratikte somutlaşması ve teorinin pratikten üretilmesi yer alıyor. Yazının bu son bölümünde, devrimci durumların ekonomik pratiklere etkisi ve anarşist komünist ekonomi teorisinin ücret sistemi eleştirisi yer alıyor. Libcom’un dışında birçok uluslararası anarşist sitede de yayınlanmış olan yazı, daha önceki yazı dizilerimizde içerisinden yazılarına yer verdiğimiz The Accumulation of Freedom: Writings on Anarchist Economics kitabındaki bölümlerden biri olma niteliğini de taşıyor.
Özgürlükçü Komünizm, Mücadele Eden Sınıfların Özlemi (3)
Scott Nappalos
Özgürlükçü Komünist Toplum
Böyle bir komünist toplumda üretim iki faaliyet üzerine kurulur: insanların neyi ne kadar istediğini ölçmek ve bunları hem kolektif olarak, hem de sorumluluğu belli olacak biçimde üretmek. Katılımcı ekonomi, bilinçli tahminler yoluyla insanların hangi ürünleri ne kadar arzuladıklarını ölçmeyi önerir. Fakat bu öneri, mevcut ürünlerin güncel kullanımını ve gelişimi birlikte ele alarak ekonominin hangi yöne gideceği konusunda karar alan kolektif yapılarda gerçekleşen diyaloğa dayanır.
Mutlak ve değişmez biçimde kıt bulunan bazı ürünler için, gerçek ihtiyaçlara dayalı, adil bir sistem bulmamız gerekir. Bu gerçekten acil bir sorundur ama yine birçok ekonomist bunu yok sayıyor çünkü mevcut durumdan devrimci topluma ve sonra devrim-sonrası topluma nasıl gideceğimizi ele almayan, gerçek pratiğe dayanmayan taslaklar yaratıyorlar. Mevcut üretimden toplumsal üretime geçiş süreci kısa vadede kıtlıklar yaratacaktır. Uzun vadede, kolektif bilgimizi kullanmak, en kötü işlerin makineleşmesi ve kapitalist ekonominin devasa parçası olan gereksiz üretimi (finans, ordu, hapishane, zengin eğlenceleri, vb.) ortadan kaldırmak, bütün dünyaya fazlasıyla yetecek kadar imkan sunacaktır. Aslında zaten bütün dünyayı fazlasıyla doyuracak kadar yiyecek üretiyoruz ama fiyatları yüksek tutmak için çoğunu yakıyoruz. Birçok anarşist komünist düşünür böyle gıdalar için karne kavramını öne sürer. Böyle bir pratik savaş zamanında kabul görmüştür ve bugün de organ nakli için kullanılan paylaşım yöntemidir.
Toplumsal devrim herkese yetecek kadar üretebildiği aşamaya geldiğinde, o zaman “herkese ihtiyacı kadar” ilkesi uygulanabilir ve endüstrisi daha gelişmiş ve verimli bölgeler doğal olarak bu aşamaya diğerlerine göre daha erken ulaşacaktır. Fakat toplamda bu aşamaya ulaşılana kadar eşit paylaşım sistemi, yani kişi başına eşit dağılım, sadece adil değil, zorunludur. Hastaların, yaşlıların, hamile ve yeni doğum yapmış kadınların ayrıca düşünülmesi gerektiğini söylemeye bile gerek yok…[xix]
Bu karne sistemi tabii ki aslan payının ve en iyi dilimlerin parti elitine gittiği, örneğin Sovyetler Birliği’ndeki karne sisteminden farklıdır. Mesela günümüzde organlarla ilgili, en çok ihtiyacı olan ve en uygun kişileri belirleyip sıraya koyan bir uluslararası kurum vardır. Organ naklinde organı kimin alacağı, fiyata, mesleğe ya da kişinin algılanan değerine göre değil, ihtiyaç ve uygunluğa göre belirlenmesi açısından komünist temelde gerçekleşir. Karne sisteminden kaçınmak için her şey yapılmalıdır ama yokluk zamanlarında adil tek çözümün bu olduğunu görmemiz gerekir.
Öte yandan, Berkman’ın komünist alternatifi olan “fazlalığın açık kullanımına” bakarsak, kirlilik ya da aynı malzemenin çelişki yaratan kullanımları gibi karar verilmesi gereken meselelerde toplumun nasıl tartışıp düzenleme yapacağı konusunu ele almadığını görürüz. Küresel kapitalist ekonominin herhangi bir yapı-sökümüne girişenler, dev boyutlardaki küresel eşitsizlik ve dünyanın büyük kesiminin engellenmiş gelişimi sorunlarıyla uğraşmayı göze almalıdır. Dünyanın bütün toplumlarının kapasitelerini bilinçli ve kolektif olarak geliştirecek ve (kapitalizmin, pazarlarını genişletmek ve karlarını artırmak için yarattığı sürdürülemez olan) mevcut yapıların yaratacağı ekolojik felaketlere çözüm bulacak bir yönteme ihtiyacımız var.
Bu kararları sadece halk meclisleri yoluyla alabiliriz. Fakat çözüm teknik değildir. Kirlilik konusundaki kavgaları çözümlemek için sadece ekonomik bir tasarım bulamayız. Yukarıdaki tartışmada çeşitli önerileri gündeme getirmek için bir öneri zaten var, ama politik meseleler için sadece toplulukların konseyleri içinde, politik süreçler olabilir. Herhangi bir değer belirlemek, keyfi olacağı gibi, sorunu da çözmez. Bunun yerine, topluluklar bir araya gelmeli, tartışmalı, anlaşmaya varmalı ve herkes için en iyi çözümü oluşturmalıdır. Yapılar, güç mücadelelerinde ve gücü ilgilendiren mücadelelerde arabuluculuk yapabilir ama bu yapılar çözümün sadece dış yüzüdür. Hiçbir garanti sağlamazlar ve böyle sorunlar nihayetinde durumun maddi, toplumsal ve tarihsel analizini gerektirir. Malumun ilanının, muğlak genellemelerin, boş şekilciliğin ötesinde bir değerlendirme için kaçınılmaz olarak daha çok deneyime, pratiğe ve denemeye ihtiyacımız var.
Bununla beraber kapitalizmden farklı olarak, “her zaman, ne istersek onu” yapabileceğimizin bir garantisi yoktur. Çeşitli planlama inisiyatifleri boyunca herhangi bir topluluk diğeriyle eşit konumda olacağı için, ilkeli olunması yönünde yapısal baskılar olacaktır. İleride bizi yakabilecek durumda olanları yakmak istemeyiz. Bugünden farklı olarak, bunu yapmak için finansal ya da politik bir çıkar olmayacaktır. Gerçek anlaşmazlıklar çıktığında, ve bunlar olacaktır, toplumsal mücadele bizim modellerimizin ve formüllerimizin ötesine geçecektir.
Ücret Sisteminin Eleştirisi
Fakat paylaşım net çizgiler çeker. Paylaşımda komünist ekonomiyi tanımlarken, ücretli iş sisteminin olmadığını, bireysel emeğin algılanan değeri yerine insani ihtiyaçlar ve maddi olanaklara dayalı olduğunu ve kapital birikiminin yerini insan ihtiyacı için üretimin aldığını gördük. Katılımcı Ekonomi’nin tüm özellikleriyle ortak olan kolektivist ekonomi ise, aslında insanları çeşitli ücret-düzenleri için çalışmaya zorlayan bir sistemdir. Kolektivist paylaşımın temelinde ücret olarak biriktirilen gelir vardır ve bu gelirin bireyin yaptığı işin algılanan değerine dayalıdır. Kolektivistler sosyalizm altında emeğin değerini çeşitli şekillerde tanımlamışlardır: üretim miktarı, çalışma saati, işin zorluğu ve çalışırken sarf edilen güç (katılımcı ekonomi), emeğin toplumsal değeri, vb.
Komünist ekonomi, kısmen devrimci toplumların deneyimlerine dayanarak, ücret sistemini reddeder. Rusya, Çin, Küba, Macaristan, Almanya, vb. deki devrimci deneyimler içinde tek bir şey görebiliyorsak, o da kapitalizmin, düşmanının içinden tekrar ortaya çıkabileceğidir. Sınıf ayrımları ve sınıf eşitsizlikleri, olası yönetici sınıfları için bir rampa görevi görür. Ücret sistemleri, “Proleter” devlet önerisi kadar olmasa da, kapital ve maddi güç birikimiyle yeni yönetici sınıfların oluşmasına ve ekonomik eşitsizliklere zemin sağlar. Bu temelde olumsuz bir itirazdır. Olumlu tarafında ise, komünist ekonomi, adaletsizliğin ve ücretli emeğin sürdürüldüğü ekonomilerde olmayan ek seçenekler ve imkanlar sunar. Komünizm, hem yapılan işlerde hem alınan karşılıkta ayrımları ortadan kaldırması sayesinde üretimde ve insanlar arasında tümüyle yeni ve temelden farklı toplumsal ilişkilerin kurulmasına yol açar. Temelde komünist olan bir paylaşım, toplumsal üretimin çıktılarını ve yapısını, bu üretimden faydalanan toplumun gerçek ve hayati ihtiyaçlarına doğru yönelmeye zorlar. Komünizm, emek ve tüketim arasındaki bağları parçalayarak, toplumsal ihtiyaçlara ve insan arzularına dayalı alternatif bir yaşama ve çalışma şekli sunar.
Üstelik adil bir ücretin neye dayanarak yapılabileceğini sorgulamak yerinde olacaktır. Kapitalizm altında ücretler adil değildir. Ücret pazara bağlıdır, o kadar. Ama sosyalist ücretler emeğin belli bir değer algısına dayalıdır. Katılımcı ekonomide bu ücret “…toplumsal ürüne katılımda sarf edilen gayret ya da fedakarlıktır”.[xx] Kaç saat çalıştığınız, ne kadar ürettiğiniz, üretime kattığınız değer gibi çeşitli kolektivist ücretler önerilmiştir. Fakat bunların hepsinde temel bir problem vardır; bunlar keyfi ve adaletsizdir.
Zamanımızda üretim büyük ölçüde toplumsaldır. Bireyin katkısını, o işin yapılmasını sağlayan diğer binlerce bireyin katkılarından ayırmak çok zordur. Basitçe, günümüz toplumunda toplumsal emek ve kapital o kadar iç içe geçmiştir ki, çoğu durumda bireyin katkısını diğerlerinin emeğinden ve o bireyin üretmesini sağlayan toplumsal kapitalden ayrı ölçmek imkansızdır. Kapitalizm bunu zaten denemez; sadece insanlara zorla kabul ettirilen miktarı öder. Sadece saatlere bakarsak, hepimiz biliyoruz ki bir kişinin çalıştığı saatler diğerinden farklı olabilir; ama aynı ücreti alırlar. Bazı insanlar doğalında yetersiz oldukları için onların yaptığı işin değeri adaletsiz olur. Diğerleri, fazla çaba sarf etmeden, sadece yeteneklerine dayanarak zengin olamamalılar. Çaba ve fedakarlığa göre değerlendirme yaparsak, böyle bir sistem yine rastgele ve keyfi değerlendirmelere açık olur. Çalışma arkadaşlarının birbirlerinin işlerini değerlendirmesi ise iş yerindeki dedikodu ve iç çekişmeleri bugünkü rahatsızlık seviyesinin çok üstüne, ücretler üzerinde bir güç sistemine dönüştürür. Bir şeye değer biçmek tarafsız olamaz; güç yüklüdür ve bir baskı aracıdır. Ücret, kapitalizm tarafından gerçek toplumsal emeği gizemlileştirmek için kullanılan bir baskı aracıdır. Katılımcı ekonomi ve kolektivistler, bu aracın kar-sistemiyle ilişkisi kesildiğinde bir adalet aracı olabileceğini düşünüyorlar.
Emeğe değer biçmenin zorluğu daha temel bir şeye işaret ediyor: Algılanan değere dayalı, zorunlu emeğe öncelik veren ve ödüllendiren bir ekonomi istemiyoruz. Hem zenginlikteki eşitsizliklerin tehlikesi, hem değer biçmenin yarattığı yıkıcı toplumsal baskı, emeğin değerinin tüketimden ayrı olduğu, daha özgürlükçü bir ekonomiye işaret eder. Geleneksel olarak bu düşünce “Herkesten yeteneğine göre, herkese ihtiyacına göre” [xxi] şeklinde özetlenmiştir.
Komünizme Doğru
Biz, bir hareket olarak, bir ahlaki bellek ya da günümüzün kitle mücadelelerinde model oluşturma rolünün ötesine geçmeliyiz. Özgürlükçü alternatif, pratiği doğrudan, içinde bulunduğumuz hareketlerin içinde inşa etmeye girişmeli, teorimiz pratiğimizle birlikte evrilmelidir. Kropotkin’le birlikte, günümüz toplumunda bazı komünist öğelerin zaten bulunduğunu gördük. Gilles Dauve da, komünist ekonomiye doğru bu dinamik ve tarihsel yaklaşıma, komünleştirme kavramıyla katkıda bulunmuştur.
Komünizm, iktidarı ele geçirdikten sonra pratiğe konulacak bir dizi önlem değildir. Bütün eski komünist hareketler toplumu durdurabildiler ama bu kitlesel duraklamadan bir şey çıkmasını beklediler. Komünleştirme, tam tersine, malların dolaşımını karşılıksız yapar… tüm ayrımları ortadan kaldırmaya kalkışır.[xxii]
Günümüzde var olan komünizm, işlevsel olarak var olan komünizm anlamına gelmez. İşimiz komünizm adaları oluşturmak (ki bu mutlaka kapitalist ilişkileri yeniden oluşturur), ya da mevcut mücadelelerde komünizm örnekleri yaratmak değildir. Kapitalizm sadece zenginliklerden değil, insanların arasındaki ilişkilerden oluşur. Komünist bir ekonominin geliştirilmesindeki asıl mesele kitlesel mücadele içinde işçi sınıfının devrimci farkındalığını, komünleştirmeyi ve pratiklerini geliştirmesidir. Kapitalizmi yenmek, bir teori değil, mücadelelerimizin içinde tarihsel bir andır. Ve bunun için toplumsal ilişkiler, örgütlenme ve mücadele içindeki işçilerin farkındalığı gerekir.
Dipnotlar:
[xix] Alexander Berkman, ABC of Anarchism, chapter 12, 1929, http://www.lucyparsonsproject.org/anarchism/berkman_abc_of_anarchism.html (28 Mayıs 2010’da ulaşıldı).
[xx] Michael Albert, Life After Capitalism, http://www.zcommunications.org/zparecon/pareconlac.html (30 Mayıs, 2010’da ulaşıldı).
[xxi] “Herkesten” ifadesinin nasıl yorumlanacağı konusu tartışmalıdır. Bazı teorisyenler herhangi biçimde çalışmaya zorlanmadan herkesin toplumsal üretimden yararlanacağını savunurken, diğerleri buna erişmenin koşulunu toplumsal olarak gerekli görülen asgari emek olarak koyarlar (yapabildiğini varsayarak). İkincisi, İspanya Debrimi sırasında CNT içinde baskın olan geleneksel cevaptır. Bertrand Russell, Chomsky gibi ünlü teorisyenlerin savunduğu bu görüşe meylediyorum ve bu makalede bunu varsayıyorum.
[xxii] Gilles Dauve, Eclipse and Re-Emergence of the Communist Movement, http://libcom.org/library/eclipse-re-emergence-communist-movement (18 HAziran 2010’da ulaşıldı).
Çeviri : Özgür Oktay
Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 26. sayısında yayımlanmıştır.
The post Anarşistlerin Ekonomi Tartışmaları (15): Sınıfsızlık Anarşizmle Mümkündür -Anarşist Komünist Ekonomi Pratiği – 3 appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>