The post ” Seçim Zorbalıktır ” – Hüseyin Civan appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>Devletin oluşumuna ilişkin kuramlar oluşturulurken, bireyin varlığına ilişkin öngörü ve düşüncelerden de yola çıkılmıştır. Bunların en bilinenlerinden biri Thomas Hobbes’un devletli ilişki biçimini yücelttiği düşünceleridir. Ona göre insanın doğasında kötülük vardır. Devamlı olarak çıkarı peşinde koşan bir varlıktır. Tüm insanları bu özelliğe sahip bireyler olarak düşündüğümüzde, hepsi bireysel çıkarlarını tatmin etmek için sürekli olarak birbiriyle çatışacaktır. Bireylerin birbirine karşı güvensizliğine dayalı böyle bir ortamda kaygıya dayalı bir yaşam hüküm sürecektir. Hobbes işte bu şekilde tasvir ettiği durumu, doğa durumu olarak adlandırır. Bu güvensizlik durumunun aşılması daha üst bir otoritenin oluşması ile ilgilidir. Tüm haklarını devlete devreden insan, ancak devlet aracılığıyla güvende olacaktır.
Geçtiğimiz günlerde, Diyarbakır’da, 17 yaşındaki bir liseli, okuldan eve dönerken elleri kirli ve terli olduğu gerekçesiyle tutuklanarak Diyarbakır D Tipi Cezaevi’ne gönderildi. “Güvensizlik ve kaygı ortamında”, devletin vatandaşa yönelik bu tarz müdaheleleri tabiki “güvenlik” nedeniyle.
Bugün, devlet varlığının doğası gereği üst otorite olma konumunu kaygısızca kullanmaktadır. Ve tabi yine aynı gereklilikle, bu zora dayalı otoritesi, ezilenlere yönelmektedir. Seçim arefesinde yaşanan, Ankara Katliamı aynı sürecin bir parçasıdır. Devlet, haklı bir gerekçeye ihtiyaç hissetmeden “zor kullanma hakkını” kullanmaktadır. İstisnai haller (vatandaşın güvenliği, terör tehlikesi…) yaratarak gerçekleştirdiği katliamlar artık neden ya da meşruiyet aramaksızın gerçekleşmektedir. Seçimler gibi, devlet iktidarının meşruiyetinin merkezinde olduğu iddia edilen bir süreç dahi, ezilenlere yönelik şiddet sarmalının ortasında vuku bulmaktadır.
Seçim Zorbalıktır!
Seçim gündemine ilişkin Meydan Gazetesi’nin 27. sayısında yaptığımız seçim değerlendirmesinde, seçimlerin kalem kalem hangi araçları kullandığını yazmaya çalışmıştık. Yalancılık, sihirbazlık, hipnoz, illüzyon yaratmak, kandırmaca, hile, manipülasyon ve sürü psikolojisi üzerine kurulan bir seçim pratiğinin hiçbir açıdan bireyin iradesini yansıtamayacağından bahsetmiştik. 1 Kasım’daki seçimler giderek yaklaşırken, seçimler ile ilgili gözden kaçırılmış bir özelliğin bir özeleştirisini vermek gerek. Seçim yukarıda da hatırlattığımız araçların yanı sıra, başlı başına bir zorbalık biçimidir. İçinden geçtiğimiz süreçte yaşanmakta olan devlet zorbalığı da aslında seçim süreçlerinin en önemli özelliklerinden biri olarak son derece somut ve ne yazık ki son derece kanlı bir biçimde karşımızdadır.
Zorbalık yöntemi, her ne kadar genel seçimlerde demokrasi kılıfıyla özenle kapatılmaya çalışılsa da, özellikle yerel seçimlerde kendini belirgin kılmaktadır. Yerel düzeyde ekonomik ve siyasi iktidarı ele geçirme çabası, adayların ya da grupların birbirlerini yok etmesine kadar gitmektedir. Burada bahsedilen gruplar sadece siyasi partiler düzeyinde değil, devletin en ufak yerel organizasyonundan (örneğin muhtarlık) payına düşeni almaya çalışan mafyavari yapılanmalara kadar uzanmaktadır.
Yerel seçimlerde açıktan işleyen zorbalık yönetimini bir kenara bırakırsak, özellikle genel seçimlerdeki demokrasicilik oyunu ile kamufle edilen zorbalık, 7 Haziran seçimlerinden bu yana 1 Kasım’a uzanan süreçte kendini belirgin kılmaya devam etmektedir.
Haziran seçimlerinden istediği meşruiyeti alamayan AKP hükümeti, 7 Haziran’dan önce ağzına pelesenk ettiği “seçilmiş irade” olma durumunu unutup, demokrasicilik oyunu ile kendi yarattıkları konum ve duruma tezat oluşturacak şekilde, 7 Haziran seçimleri yapılmamış gibi davrandı. Seçim illüzyonu ile edilen sözde meşruluğu edinmeden, bizzat AKP hükümetinin kendisi seçimleri manasız kıldı. Yani kendi kurdukları mantıkla “180 derece” ters bir durum yaratmış oldular.
Suruç Bombalaması ile zorbalığa dayanan, meşruluğunu da bu zorbalıktan alan yeni bir politika izlenmeye başlandı. 22 Temmuz’dan bu yana, sokağa çıkma yasaklarından katliamlara varıncaya, devlet zorbalık yöntemiyle, “terörle savaş” adı altında mevcut siyasi pozisyonunu korumaya çalışıyor. 7 Haziran öncesi Tayyip Erdoğan’ın ısrarla her fırsatta dile getirdiği, muhtarları bile bu konumundan dolayı kutsadığı “seçilmiş” olma durumu şimdilerde unutulan bir özellik haline geldi. Aslında devlet tüm araçlarıyla bu konumu vatandaşa unutturma konusunda kararlı. Yakın bir süre öncesinde, “atanmışların” yani valilerin emriyle görevinden alınan “seçilmiş” belediye başkanları durumun düzeyini ve 7 Haziran öncesindeki demokrasicilik oyununu anlamak açısından önemli bir örnek.
İki seçim arasında yaşanan bombalamalarla beraber, devletin katlettiği insan sayısı altı yüzün üstünde. Suruç’ta 33 ve Ankara’da 106 kişi dolaylı ya da doğrudan devlet eliyle katledildi. Sadece Cizre’de yaşanan bir haftanın üstünde süren OHALvari uygulamada katledilenlerin sayısı 22. Bunların arasında 35 günlük bebek de 60’lı yaşlarında insanlar da var. Peki bu durumu nasıl anlamak gerek?
Despotizm, totaliterizm, diktatörlük…
Mevcut hükümetin elinde bulundurduğu siyasal iktidar, farklı zamanlarda farklı isimlerle adlandırıldı. Diktatörlükten faşizme, totaliterizmden monarşiye, padişahlıktan başkanlığa farklı siyasal yönetim ve sistemlerle ilişkilendirildi. Zorbalıktan yola çıktığımızı düşündüğümüzde, bu kavramlaştırmanın da bir siyasal sisteme denk düştüğünü eklemek gerek. Uymak zorunda olunan ne bir anayasa ne de bir hukuk sistemi olan, sadece devlet başındaki kişi ya da grubun istek ve kaprislerine dayanan bu siyasal sistem despotluk olarak tanımlanır. Kelime, Yunanca’da efendi anlamına gelip, hane içinde köle ve hizmetçilere sahip olanlar için de kullanılmıştır. Keza fiili başkan Tayyip Erdoğan’ın, Bizans’tan Prusya’ya farklı tarihlerde farklı coğrafyalarda despot unvanına sahip yöneticilerin uygulamalarına taş çıkaran bir yönetim sergilediğini kabul etmek gerekir.
Öte yandan bu tarz benzetmelerle belki de gözden kaçırdığımız bir durumu dile getirmek gerek. Yazının başlangıcında da vurgulamaya çalıştığımız, bu tartışmanın bir biçim değil öz tartışması olduğudur; devletli sistemin falanca biçiminin diğer biçimlerinden daha az demokratik ya da demokratik olduğunu vurgulayarak bir kıyaslama yapmak değildir. Altı çizilen nokta devletin varoluşunda bu tarz bir öze sahip olduğudur. Daha önce yayınlamış olduğumuz sayılardaki farklı yazılarda, devlet zorbalığının açık bir şekilde ortaya çıktığı “istisnai hallerin” aslında anarşist bir perspektiften yola çıkılarak ortaya koyduğumuz bir yorumdur.
Yaratılmaya Çalışılan Korku
1 Kasım Seçimleri yaklaşırken, devlet, savaşı bir yandan meşru ve demokratik iktidarını kazanmak yani “seçilmiş” iktidar olabilmek için bir seçim propagandası olarak kullanmakta; öte yandan olası “seçilmiş” mertebeyi kazanamama ihtimalini de gözden kaçırmayarak, siyasi iktidarını cebren devam ettirmek için bir yöntem olarak kullanmaktadır.
Seçim propagandası olarak, özellikle Kürdistan coğrafyasındaki uygulamalar sadece katliamlar, operasyonlar, baskı ve şiddet aracılığıyla yıpratma amaçlı olarak kullanılmamakta; teknik açıdan da iktidarını riske sokacak herhangi durumu ortadan kaldırmaya yönelik girişimler olarak da, oy sandıklarının taşınmasından, ilçe bazında seçimlerin iptaline varıncaya sürmektedir.
Mevcut hükümetin aslında geçici olduğu, iktidardaki parti dışındaki tüm partiler tarafından ısrarla vurgulanmakta. Tabi bu sıfat, hükümetin hareket kapasitesinden herhangi bir şey azaltmıyor. Zorbalık uygulamalarıyla, seçim propagandası dışında hedeflenenler, 1 Kasım sonrasını öngörmek açısından önem taşıyor. 7 Haziran seçimleri sonrasındaki gibi, “istisnai” durumlar yaratılarak, devlet iktidarının kendi düzenini sağlamak için zor kullanması normal bir hale getirilmeye çalışılıyor. İki seçim arasındaki süreçte kendi hukuku ve yasalarını askıya alan iktidar, meşruluğunu dayandırdığı demokrasicilik oyununu da askıya almıştır. İşte böyle süreçlerde devlet özüne geri döner; varlığını borçlu olduğu zor kullanımını kendi düzenini kabul ettirmekte kullanır. Bu kabul tamamıyla zor aracılığıyla oluşturulan korkuya dayanır.
Cumhurbaşkanı’ndan geçici hükümetine, kolluk kuvvetlerinden medyasına zorbalık üstüne kurulu bu iç ve dış politika stratejisinin gizlediği bir şey var. İktidar konumunda elde edilmiş ekonomik ve siyasi çıkarların gelecekte yitirileceği korkusu… Bu korku, devleti tüm kurumlarını ve araçlarını kullanarak her şeye saldırmaya itiyor. Anarşist bir yoldaşın söylediği gibi “tarih sahnesinden ayrılmadan önce kendi dünyalarını yıkma”larının korkusu bu. Çünkü korkuları gerçekleştiğinde kendilerini neyin beklediğini biliyorlar. Yine aynı anarşist yoldaşın söylediği gibi, “Faşizmi sonsuza kadar yok etmeye hazırız, hatta cumhuriyetçi hükümete rağmen.”
The post ” Seçim Zorbalıktır ” – Hüseyin Civan appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post ” HİPNOZ ” – Burak Çiçek appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>
Hipnoz yüzyıllar boyunca, farklı yöntemlerle, bir çok alanda, bir çok insan tarafından kullanıldı. Büyücüler, kızgın kömür üzerinde yürüyen insanlar, bir parmak şaklatmayla uyutanlar, politikacılar… Hipnoz, bazen bir şov malzemesine dönüştü, bazen anestezi yapmanın bir yöntemi oldu, bazen ise Apollon tapınağındaki gibi göz boyayarak birilerinin gücüne güç kattı ve günümüze kadar geldi. Bugün tüm bu yöntemlerin “hipnoz” adıyla anılması ise James Braid’e dayanır.
Braid 1843’te izlediği bir gösterinin ardından, bu “uyku” halinin kişinin telkine olan yatkınlığının yapay olarak arttırılmasıyla gerçekleştiği sonucuna vardı ve araştırmalarını bu noktaya yoğunlaştırdı. Braid, bu yönteme Eski Yunan’daki uyku tanrısı Hipnoz’un adını verdi. Ne var ki çok geçmeden hipnozun aslında bir uyku hali değil, farklı bir bilinç hali olduğunu anladı fakat ismi düzeltme çabaları başarılı olamadı. Braid, aynı zamanda hipnozun bir “başlatma” olmaksızın da gelişebileceğini fark etti. Başlarda çok kabul görmeyen bu yöntemler, özellikle 19. yüzyıldan itibaren gittikçe yaygınlaşan bir şekilde kendine yer bulmaya başladı.
Hipnoz en basit haliyle beynimize iletilen mesajların, eleştirel bir süzgeçten geçirilmeksizin doğrudan bilinçaltına gönderilmesi ile açıklanabilir. Bu şekilde kişi bazı kötü alışkanlıklarından vazgeçirilebilir, doğum sancısı gibi bazı şiddetli ağrıları hafifletilebilir, bazı psikolojik rahatsızlıklarından, takıntılardan ya da fobilerden kurtulabilir, belli bir düşünceye yaklaştırılabilir, pazarlamada veya yeni alışkanlıklar kazandırmada kullanılabilir. Ve Braid’in de dediği gibi, hipnoz her zaman bir başlatmaya ihtiyaç duymaz. Bir okul sırasında, otobanda giderken ya da etkileyici bir konuşmayı dinlerken bir anda hipnotize olmuş bir halde bulabilirsiniz kendinizi. Örneğin sinemaya gittiğinizde izlediğinizin bir film olduğunu bilirsiniz, yine de film boyunca yaşadığınız bütün duygular gerçektir. Heyecanlanırsınız, kalp atışlarınız hızlanır, koltuğa daha bir sıkı tutunursunuz ya da gözleriniz dolu dolu oluverir. Karanlık bir salon, büyük bir perdeye yansıtılan (hatta artık üç boyutlu) görüntüler, yüksek ses, bütün bunlar izlediğiniz görüntülerin bir film olduğunu unutturmak için çoğu zaman yeterlidir. Ne var ki, genelde kendinizi açtığınız yalnızca filmdeki karakterlerin duyguları değil, o sahneler arasına sıkıştırılmış ve doğrudan bilinçaltınıza seslenen –kesenin ağzını açtıracak- mesajlardır.
Işıl ışıl saçlar, parıltılı arabalar, hayatınızı değiştiren mobilyalar, çikolata yiyerek mutlu olan, dondurmayla aşkı bulan, tuvalet kağıdıyla özel hisseden insanlarla dolu bir ekrana bakarken aklınıza kazınan milyonlarca mesaj yüzünden, internet paketiniz bittiğinde dünyanız yıkılabilir ya da aynaya her baktığınızda mutsuz olabilirsiniz. Çünkü hep bir şey eksiktir ve siz o eksiklik duygusunu, eksik olanları satın alarak giderebileceğinizi düşünebilirsiniz. Oysa reklamlar tam da bunu hedefler ve şunu der: Tüketmezsen çirkinsin, mutsuzsun, eksiksin! İşin kötüsü bu mesaj yalnızca yetişkinlere yönelik değildir, çocuklar özellikle 6-7 yaşlarına kadar telkine çok yatkın ve savunmasızdırlar. Bu nedenle banka, sigorta şirketi, ya da beyaz eşya gibi hiç çocuklarla ilgili olmayan ürünlerin pazarlamasında bile çocuklar hedef alınır. Konuşan hayvanlar, animasyonlar ve robotlar çocuğunuza o markanın en güzel, en eğlenceli ve en havalısı olduğu mesajını verir böylece gelecekteki tüketicilerini garantiler.
Hipnoz karşılaştığınız yere göre olumlu ya da olumsuz bir nitelikte karşınıza çıkabilir, diş ağrınızı hipnotik anestezi ile hafiflediğinde bir “oh” çekebilir, ama markete gittiğinizde çocuğunuz tam da uzanabileceği rafta duran o renkli ambalajındaki diş macunu tüpünü kapıp “isterim” diye tutturduğunda, Braid’in kulaklarını çınlatabilirsiniz. Siz siz olun gündelik hayatımızı istila eden bu telkinlere karşı dikkatli olun, zira hipnoz yalnızca gözlerinizin önünde sallanan bir cep saati ile gerçekleşmiyor.
Burak Çiçek
Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 27. sayısında yayımlanmıştır.
The post ” HİPNOZ ” – Burak Çiçek appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>