The post Anarşist Ekonomi Tartışmaları (28) Kapitalizm: Sabotaj Yoluyla Büyüme appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>Kapitalizmi geleneksel yöntemlerin dışında inceleyen akademisyenlerden oluşan CasP projesine, Meydan Gazetesi’nin bir önceki sayısında yer vermiştik. Anarşist Ekonomi Tartışmaları yazı dizimize, aynı proje kapsamında yayınlanan ve kapitalizmin büyüme yanılsamasını inceleyen bir makale ile devam ediyoruz. Makalenin kısaltarak alıntıladığımız ilk üç bölümü, kapitalizmin stratejik sabotajını ve büyüme şeklini açıklıyor. Bu yazı ayrıca, tarih öncesi ekonomik faaliyetleri bugün ile karşılaştırmaya olanak veren, sosyo-biyofiziksel bir ölçütü, enerji yakalamayı kullanması açısından ilgi çekici, çünkü bu karşılaştırmayı para ya da üretim miktarları kullanarak yapmak imkansızdır.
Giriş
Bir iktidar biçimi olarak sermaye teorisine(CasP) göre, tarihteki diğer toplumları olduğu gibi, kapitalizmi incelemenin en iyi yolu, onu bir üretim ve tüketim biçimi olarak değil, bir iktidar biçimi olarak ele almaktır. Toplumu bir iktidar biçimi olarak düşünmek, her şeyden önce, toplumsal gücü ifade eden ve belirleyen kurumlara ve süreçlere odaklanmaktır. Üretim ve tüketim tabi ki bu ifade ve belirlenim için önemlidir ancak tek başına değil ve çoğu zaman tersine olarak.
Temel CasP meselesi, iktidar biçiminin düzenini neyin yarattığıdır. Çalışmalarımızda savunduğumuz gibi, iktidar ve iktidara direniş karşılıklı olarak iç içe geçmiştir: iktidar olmadan muhalefet olmaz ve ister açık, ister örtük olsun, muhalefet olmadığında, zaten üzerine güç uygulanacak bir şey olmaz. İki güç sonsuz bir döngüde birbirlerini işaret eder, reddeder ve üretir. Şimdi, toplumdan bir iktidar biçimi olarak bahsettiğimizde, iktidarın, kendisine karşı olan direnişi bastırıp egemenliğini sürdürebildiği bir toplumsal düzeni tanımlarız ve bize göre bunu yapabilmesi, Thorstein Veblen’in stratejik sabotaj dediği şeyi ima ediyor ve gerektiriyor.
İktidar, direnişi başarılı bir şekilde yönlendirmek, içermek ve gerekirse ezebilmek için, daha az iktidarı olanların ya da hiç iktidarı olmayanların özerkliğini sürekli olarak kısıtlar, sınırlar ve engeller. Dahası, bunu stratejik bir şekilde yapmaları gerekir: Çok az sabotaj uygulamak iktidarlarını sürdürebilmek için yetersiz kalabilirken, aşırı zorlamak isyanı tetikleyebilir veya daha da kötüsü, kontrol etmeye çalıştıkları toplumun temelini yıkabilir.
Kapitalizm öncesi tüm iktidar biçimlerinde, stratejik sabotaj, oldukça katı bir toplumsal yapı, nispeten istikrarlı bir kültür ve çok az veya hiç büyümeyen bir üretim ve tüketim ile birlikte görülüyordu. Bu sicille karşılaştırıldığında, kapitalist iktidar biçimi yeni bir döneme işaret eder: hem dinamik hem de büyümekte olan ilk tarihsel toplumu ve aynı zamanda, dinamizmi ve büyümesi kendi mantığına içkin görünen ilk toplumu temsil eder.
Enerji Yakalama
Bu konuda kaydedilen tarihsel kayıtlar açıktır: Geçen üç yüzyılda kapitalizmin yapısı sürekli olarak dönüştü, nüfusu patladı ve kişi başına düşen enerjisi benzeri görülmemiş seviyelere ulaştı. Bu bağlamda kapitalizmin benzersizliği Şekil 1 ve Tablo 1’de gösterilmektedir.
Şekilde, milattan önce 10 bin yılından günümüze kadar, dünyada yakalanan toplam enerji miktarının değişimi çizilmiştir. Buradaki “enerji yakalama” terimi, insan toplumu tarafından dönüştürülen tüm enerji türlerini belirtir. Bu dönüşümün girdileri ya da “yakaladığı” enerji kaynakları, biyokütle, çeşitli yakıtlar ve çeşitli hammaddeleri içerirken, çıktıları ise insan ve hayvan besinleri, ısıtma ve soğutma, maddi ve soyut nesneler, fiziksel ve sanal ulaşımı, son olarak ama daha da önemlisi, dönüştürme sürecinin kendisinde kaybolan enerjiyi içerir.
CasP Bulmacası
Sonuç olarak, enerji yakalama açısından tarihteki iktidar biçimlerinin kapitalizmle ortaya çıkan yükselişe ve sonrasındaki patlayışa kadar oldukça sabit kaldığı açıktır. Ve burada bir CasP bulmacası ortaya çıkıyor. Rousseau’nun ünlü sözündeki gibi “İnsan özgür doğar ve her yerde zincire vurulmuştur” ve kapitalizm için de benzer bir tespit yapılabilir, fakat tersinden. CasP’a göre, kapitalizm, diğer iktidar biçimleri gibi, sabotaj yoluyla doğar ve zincirlerle yaşar ve fakat baktığımız her yerde büyüdüğünü ve genişlediğini görürüz.
Bu makaledeki amacımız, bulmaca gibi görünen bu “sabotajın ortasında büyümeyi” incelemek. Geçici olarak vardığımız sonuç ise aslında bunun bulmaca olmadığıdır. Hem ana akım hem de heterodoks taraflardaki geleneksel görüş, kapitalizmin üretim ve tüketimin artışı tarafından yönlendirilen bir sistem olduğu ve kısa dönemli krizler ve (zenginliğin) yeniden dağılımın yarattığı çalkantılar bir yana bırakılırsa, bu büyümenin nihayetinde iyi bir yaşamla ilgili olduğudur. Ekonominin bizzat kelime dağarcığı bu sonucu belirlemektedir: ekonominin “mal” ve “hizmet” üretip tükettiği söylendiği için, büyümesinin, tanım gereği, yükselen bir “yaşam standardına” eşdeğer olması beklenir.
Ancak birazdan göstereceğimiz gibi, bu düşünce kalıbı çok yanıltıcı olabilir. Neden? Çünkü bu sözde malların ve hizmetlerin önemli bir kısmının yaşamı sürdürmekle bir ilgisi yoktur: Büyümeleri, yaşamın değil, sabotajın genişlemesi anlamına gelir. Ve bu ispatlanırsa, kapitalizm, en azından kısmen, sabotaja rağmen değil sabotaj sayesinde büyüyor demektir.
Sabotaj
Sermayeleşen iktidar kavramı ve stratejik sabotajın zorunluluğu ile başlayalım. CasP’ye göre kapitalist iktidar, ayrımsal sermayeleşme ile ölçülebilir. Sahip olunan her bir varlık, gelecekte ondan beklenen kazancın bugünkü değerine risk-düzeltmesi yapılarak sermayeleştirilir (aktifleştirilir) ve bu sermayenin temsil ettiği güç ayrımsal olarak, yani onu diğer varlıklara, gruplara veya bütün olarak topluma oranlayarak ölçülür. İktidarın zorunluluklarına boyun eğen sermayeleştirilmiş varlıklar, mutlak olarak değil, ayrımsal olarak biriktirmeye yöneltilir. Amaçları, zenginliğin kendisini elde etmek değil, ortalamanın üstüne çıkmak ve normal kar oranını aşmaktır. Daha hızlı genişlemeyi değil, diğerlerinden hızlı genişlemeyi, en yüksek geliri elde etmeyi değil, toplamdan daha fazla pay almayı isterler. Sermayeleşen iktidarın dünyasında, ortalamanın üstüne çıkma çabaları, kârların ve varlıkların yeniden dağıtılması kendine çelişkili olduğundan, bunlar her zaman stratejik sabotajı içerirler. Kendi kazançlarını ve sermayeleşmesini diğerlerininkine göre artıran ve çoğu zaman onlarınkine zarar veren sınırlamaları, engellemeleri ve kısıtlamaları gerektirirler. Sermayeleşen iktidarın zorunlulukları topluma yayılıp ve çoğaldıkça, bu iktidarın üzerine kurulu olduğu stratejik sabotaj biçimleri de aynı şekilde yayılır ve çeşitlenir.
CasP projesi, ayrımsal birikim sağlayan birçok stratejik sabotaj yolunu tespit etti. Bu yolların bir kısmını (son yirmi yıldaki makalelerden) saymak gerekirse; işsizliğin artışı, gelir dağılımını sermayenin lehine düzenler; istihdam artışının yavaşlatılması, gelir dağılımını tepedeki bireylerin %1 inin çıkarına göre, varlıkları da tepedeki 500 şirkete kaydırır; yüksek enflasyon, gelir dağılımını genel olarak sermayenin ve özellikle de egemen sermayenin lehine düzenlerken alttaki nüfusun gelir standardını ve güven duygusunu zayıflatma eğilimindedir. Şirket birleşmeleri ve şirket satın alma furyası, gelir dağılımını egemen sermaye lehine düzenlerken gelişmemiş bölgelerdeki yatırımları engeller, tesislerin ve makine envanterinin büyümesini azaltarak, genelde bilinenin aksine, piyasa değerinin büyüme hızını artırır; silahlanma ve artan silah ticareti, gelir dağılımını önde gelen askeri şirketlerin lehine düzenlerken çatışmaları besler; Ortadoğu’da belirli aralıklarla enerji çatışmaları, bölgeyi çökertip ve dünyada çalkantı yaratırken, gelir dağılımını petrol üreten devletlerin ve önde gelen silah ve petrol şirketlerinin lehine düzenler; mülkiyetin küreselleşmesi, ayrımsal birikimi yükseltirken, yerel ve küresel eşitsizliği derinleştirip halkları karşı karşıya getirir. Yükselen gıda fiyatları ve fiyatlardaki büyük dalgalanmalar, gelişmekte olan ülkelerde kitlesel açlığa neden olurken, dünyanın başlıca tahıl ticareti şirketleri ve büyük tahıl üreticilerinin ayrımsal gelirlerini artırır; korku-ve-açgözlülük döngüsünden yararlanan yatırırım algoritmaları ile finansta otomasyonun yaygınlaşması sonucunda, finansal istikrarsızlık artarken ayrımsal kazanç sağlanır. Abur cuburun çeşitlenip çoğalması, küresel bir obezite salgını yaratırken, gıda ve ilaç sektörünün dev şirket gruplarının ayrımsal kârlarını şişirir; Hollywood’un sanatsal özerkliği üzerindeki artan kısıtlamalar, izleyicileri güçsüz bırakırken, büyük stüdyoların ayrımsal riskini azaltır; Güney Afrika’daki ırkçı rejim, yarım yüzyıl boyunca altın madenciliği yapan dev şirket gruplarının ayrımsal birikimini garantilerken, İsrail’in Filistin işgali, askeri-finansal holding grupları için aynı işlevi görür; ABD’de rekor sayılara ulaşan tutsak sayısı, derinleşen gelir eşitsizliğini güvence altına alır; reklamlar, neredeyse bütün toplumları reklam verenlerin sermayeleşen şarkısıyla dans ettirir; gösteriş amaçlı tüketimin gelirleri düzenleyen bir rolü vardır; devletin borcu, alttaki nüfusun zararına, ama tepedeki %1’in ve onların şirketlerinin lehine kullanılır; finansal denetimlerin kaldırılması, kapitalist düzeni bozar ama bankacılık sektörünün ayrımsal kârlarını artırır. Ve liste uzayıp gidiyor…
Bu örneklerin genişliği ve derinliği kuşku bırakmıyor: Kapitalizm gerçekten zincirlerle doğar ve zincirlerle yaşar. Stratejik sabotaj, onun mantığının ve günlük uygulamalarının ayrılmaz bir parçasıdır. Baktığımız her yerde, sermayeleşen iktidarın kısıtlamalar, engeller ve sınırlamalarla ilgili olduğunu görürüz.
Şimdi, bu zincirleri ve prangaları göz önünde bulundurduğumuzda, kapitalizmin, kendi var oluşunu sağlayan tuzaklara takılmasını, ekonomik durgunluk, gerileme ve zorluklar karşısında çaresiz olmasını bekleriz. Ve birçok açıdan öyle. Sayısız CasP araştırması, sermayeleşen iktidarın güçlenmesinin, dinamizmin ve büyümenin azalması ile korelasyon eğilimini gösterir. Ancak, dinamizm ve büyüme, kısıtlanmış olsalar da asla tamamen durdurulmaz. Kapitalizm muhtemelen, bu kısıtlamaları kaldırdığında olabileceğinden daha az dinamik ve daha yavaş büyümekle birlikte, diğer iktidar biçimlerine kıyasla hala göz kamaştırıyor. Öyleyse, görünüşteki bu benzersiz, hızlı toparlanma yeteneğinin kaynağı nedir? Kapitalizmin kendi iktidarının dayattığı sabotajı aşmasına ve diğer iktidar sistemlerinden daha hızlı ve daha güçlü bir şekilde genişlemesine olanak tanıyan şey nedir?
Enerji İçin Hiyerarşi?
Bulmacayı çözmek için Blair Fix tarafından yenilikçi bir deneme yapıldı. Fix, her zamanki ekonomik yoldan gitmek yerine sosyo-biyofiziksel bir yol izliyor. Termodinamiğin yasalarının, “denge durumuna uzak olan herhangi bir sistemin, bir enerji akışı ile desteklenmesi gerektiğini” belirten Fix, “insan toplulukları dengede olmayan sistemler olduğundan, enerji akışlarının toplumsal evrim içerisinde önemli bir rol oynaması beklenir” diyor.
Fix’e göre, ekonomik büyüme nasıl ölçülürse ölçülsün, bir enerji dönüşümünü içerir ve enerji dönüşümü daima dönüştürücü niteliktedir. Ekonomistler bu dönüşümü fayda açısından düşünmeye eğilimlidirler: Biyokütle, fosil yakıt, ışık, rüzgar, hidroelektrik, termal ısı ve nükleer güçten gelen enerji, ürünlere ve hizmetlere, sonra tekrar tüketim yoluyla refaha dönüştürülür. Ancak bu sürece ilişkin, ekonomistlerin sıkça görmezden geldiği başka bir husus daha var: Toplum, enerjiyi ürünlere ve hizmetlere dönüştürürken, aynı zamanda kendi yapılarını da dönüştürür.
Fix’e göre toplumsal evrim, evrimin tümü gibi, enerji akışlarına bağlıdır; dönüştürülen enerji ne kadar büyük olursa, onu yakalama süreçleri de o kadar karmaşık olmalıdır; karmaşık süreçler toplumsal koordinasyonu gerektirir ve karmaşıklık ne kadar büyükse koordinasyon gereksinimi de o kadar büyük olur. Bununla birlikte, insanlar bu görevler için kendinden donanımlı değildirler ve toplumsal hiyerarşi burada devreye girer: İnsanları dolayım yoluyla ve kişisel olmayan bir şekilde ilişkilendirerek, büyük ölçekte koordinasyonu mümkün kılar.
Hiyerarşi İçin Enerji
Fakat bu önerme, gerçeklerle tutarlı olmasına rağmen, makalemizin temel meselesini karşılamamaktadır. Fix, iktidarın büyüme odaklı bir toplumda nasıl ortaya çıkabileceğini açıklarken, CasP ters bağlantıyı, özellikle de iktidar odaklı bir toplumda büyümenin nasıl ortaya çıkabileceğini çözmek istiyor.
Başlangıç noktamızı hatırlayın. Tarihsel sistemleri analiz etmenin en iyi yolunun, onları üretim ve tüketim biçimleri olarak değil, iktidar biçimleri olarak ele almak olduğunu savunuyoruz. Ve bu iddia bir kapristen ibaret değildir.
Örgütlü iktidarın önceliği, yazılı tarihin başlangıcına, belki de daha öncesine kadar gider: kökleri tarih öncesine uzanır; Yakın Doğu’nun ilk şehir devletleri ve imparatorluklarında açık bir şekilde görülmektedir; birbirlerinden bağımsız olarak erken medeniyetlerin hepsinde yeniden ortaya çıkar ve o zamandan beri toplumun örgütlenmesinde, neredeyse her seviyede egemen olmaya devam etmiştir. İktidar biçimleri stratejik sabotaja dayanır; bu nedenle çoğunun, nispeten durağan kalması ve kişi başı enerji yakalama açısından sınırlı oranda büyümesi şaşırtıcı değil. Bu kuralın istisnası, önceki iktidar biçimlerine göre çok daha dinamik olan ve hızla büyüyen kapitalizmdir. Bu yüzden, bizim bakış açımızdan mesele, kapitalizmin büyümek için neden iktidara ihtiyacı olduğu değildir, çünkü bizim görüşümüze göre, kapitalizmin ve diğer iktidar biçimlerinin, esas yönelimi büyümek değildir.
Asıl ilginç mesele, iktidarla yönlendirilmesine ve iktidarın gerektirdiği stratejik sabotaja rağmen kapitalizmin neden büyüdüğüdür. O halde, hiyerarşi büyümeyi yönlendirmiyor, tam tersine büyüme hiyerarşiyi artırıyor olabilir mi?
Çeviri: Özgür Oktay
The post Anarşist Ekonomi Tartışmaları (28) Kapitalizm: Sabotaj Yoluyla Büyüme appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post “Demokrasinin Muğlaklığı” – Hüseyin Civan appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>
Demokrasiyle Sıkıştırılıyoruz Demokrasinin bu sınırlı yapısında dahi muhalefet etmekte ısrarcı olan “demokratik” seçim, referandum, plebisit vb. yanlıları, aynı stratejinin bir parçası olarak devletli sistemin aldatmacasına dahil olurlar. Bu sistemin içinde kazanmak yoktur. Kazandığını zannetmek vardır. Demokrasi kelimesinin içeriğini “daha iyi” dolduranlar, yalnızca kelimenin varoluşundaki kötülüğü kamufle ederler.
15 Temmuz’da yaşanan darbe girişiminin ve sonrasında ilan edilen OHAL uygulamalarının, coğrafyadaki siyasette yarattığı dönüşüme tanık olmaktayız. Bu dönüşümün sadece siyasetle sınırlı kalmadığı, ekonomiden topluma, bu dönüşümün birçok farklı alanda etkisinin olduğu bir zaman diliminin içinde yaşıyoruz. Bu dönüşümün siyasal alandaki dönüştürücülüğünü yapısal, kurumsal ve söylemsel olarak hissetmekteyiz.
Yapısal olarak hissetmekteyiz, çünkü Tayyip Erdoğan ve partisinin, devletin yapısında bir değişikliğe gittiği açık. Bu yeni yapıyı güçlendirmek adına, kurumlar arası hiyerarşi de yeniden şekillendirilmekte, hatta bazen olmayan kurumlar var edilerek politik işleyişe dahil edilmektedir.
Bu dönüşümün söylemsel iz düşümünü anlamak için, yine Tayyip Erdoğan’ın 15 Temmuz sonrasındaki politik açıklamalarında aramak gerek. Söylemsel düzeyde, siyasal iktidarın (bu siyasal iktidarın artık bizzat Erdoğan’da vücut bulduğunu gözden kaçırmadan) demokrasiyle ne kadar haşır neşir olduğuna ilişkin girişilen ufak bir çaba bile, bu dönüşümü anlamamız açısından bir kolaylık sağlayacaktır.
Demokrasi Sevdası
Tayyip Erdoğan’ın 15 Temmuz’dan bu yana Cumhurbaşkanlığı resmi internet sitesine kayıtlı konuşmalarına bir göz attığımızda:
İlk konuşması 15 Temmuz sonrasında gerçekleşen “ulusa sesleniş” konuşması… Konuşmanın “millete hitap” diye isimlendirilmesi bile sürecin siyasal söyleminin nasıl değiştiğini görmek açısından önemli bir ibaredir. 19.07.2016’daki “millete hitap” konuşmasından 14.12.2016’daki 32. Muhtarlar Toplantısı’na kadarki süre içerisinde toplam 42 konuşma gerçekleştirilmiş; gerçekleşen bu 42 konuşmada, demokrasi kelimesi 165 kez dillendirilmiştir. 15 Temmuz öncesinde gerçekleşen ve yine aynı kaynaktan bulunabilecek 42 konuşamadaysa, demokrasi kelimesi sadece 45 kez dillendirilmiştir. 15 Temmuz öncesi ve sonrası demokrasi kelimesi kullanımlarındaki bu fark, kelimenin 15 Temmuz’dan sonra nasıl da popülerleştiğini göstermek adına kritik bir ayrıntıdır.
Özellikle 15 Temmuz sonrası “demokrasi meydanları”na, “demokrasi nöbeti” tutanlara, “demokrasi ve şehitler mitingleri”ne yönelik konuşmalarda kullanılan demokrasi kelimesi sayısı, 15 Temmuz öncesi gerçekleşen uluslararası konferanslardaki konuşmalardaki sayısından bile (BM Medeniyetler İttifakı Buluşması konuşması, Dünya İnsani Zirvesi konuşması vb.) daha fazladır.
15 Temmuz’dan sonraki konuşmalarda demokrasi kelimesinin beraber kullanıldığı diğer kelimeleri gözden geçirdiğimizde “demokrasi mücadelesi”, “demokrasi nöbeti”, “demokrasi direnişi”, “demokrasi meydanı”, “demokrasi ülkesi”, “demokrasi dersi”, “demokrasi destanı”, “demokrasi kahramanı” gibi ikili kullanımların yanı sıra, “demokratik parlamenter sistem”in, “gerçek demokratlığın” övüldüğü “tatlı su demokratlığı”nın yerildiği konuşmalara rastlamak mümkün. Bunun dışında kısmen demokrasi tanımlarının yapıldığı konuşmalarda “demokrasi milli iradenin üstünlüğüdür”, “demokrasi milletin taleplerinin iktidar olduğu bir rejimdir” gibi ibarelerle demokrasi, 15 Temmuz sonrası oluşan siyasal ortama göre yeniden tanımlanmaktadır.
Demokrasinin Muğlaklığı
15 Temmuz’dan sonra ilan edilen OHAL, çıkarılan KHKlar, sıkıyönetim uygulamalarıyla tutuklananlar, kapatılan dernekler-basın ve yayın kuruluşları… Bu ve benzeri uygulamaların her geçen gün arttığı, devlet baskısı ve şiddetinin her geçen gün daha fazla hissedildiği bir ortamda mevcut siyasi iktidarın demokratik olmamak ve hatta diktatörlükle eleştiriliyor olmasını, yukarıda örneklediğimiz söylemsel dönüşümle beraber düşündüğümüzde, iş içinden çıkılmaz bir hale dönüyor.
OHAL süreciyle beraber, yaşadığımız coğrafyada gözlerimizden kaçmayan demokrasiye ilişkin bu ikirciklik aslında küresel siyaset sahnesinde de mevcuttur. Örneğin ABD’nin dünyanın farklı coğrafyalarındaki işgallerini meşrulaştırmak için demokrasiyi kullandığını ya da İsrail devletinin Filistinlileri öldürme hakkını “demokratik seçim”lerle sağladığını biliriz. Batı diye tabir edilmeyen coğrafyadaki bazı siyasal iktidarların diline dolanan ya da Arap Baharı gibi süreçlerde ulaşılacak hedef olarak gösterilen demokrasi teriminin içerdiği tezatlıkları görmek açısından önemlidir.
Dolayısıyla, ya demokrasi kavramının birbiriyle tezat halde bulunan milyonlarca anlamı var ya da kavramın kendisi anlamsız. Jean-Luc Nancy “demokrasinin her anlama (politika, etik, hukuk, uygarlık) geldiği için hiçbir anlam ifade etmez” olduğu tespitinde bulunuyor. Siyasal erdemin tümünü temsil ettiği ve ortak iyiliği sağlamanın tek yolu olduğu için kelime, en sonunda her sorunlu niteliği, her türden sorgulama veya tartışma olanağını ortadan kaldırıyor.
İçinde bulunduğumuz süreçte Tayyip Erdoğan ve partisinin ağzına pelesenk ettiği demokrasiyi, benzer bir yerden düşünmek gerekiyor. Yani kavram varoluşsal olarak her tarafa çekilmeye müsait. Birisi bir şeyi demokrasi için yaptığını söylerken; başka birisi aynı şeye, neden olarak demokrasiyi göstererek karşı çıkabilir. Demokrasinin ifade ettiği toplumsal modelin neye tekabül ettiğine ilişkin muğlaklık açıktır. Her şey demokrasi için yapılır, her icraat daha demokratik olma vaadiyle desteklenir.
Demokrasinin bu belirgin olmayan anlamı, terimle kast edilenin devletin kuruluş biçimi mi yoksa devletin yönetim tekniği mi olduğunun anlaşılmamasında yatar. Yani terimle iktidarın hem meşrulaştırması hem de işleyiş biçimi tanımlanır. Bu Georgio Agamben’in ifadesiyle hukuksal-anayasal bir terminolojinin bir yönetim tekniğiyle uzlaştırılmaya çalışılmasıdır.
Demokrasinin bu ikili anlamına benzeyen durum, Aristotales’in “politea” ve Rousseau’nun “toplum sözleşmesi” terimlerinde de mevcuttur. Kelimeler “anayasa” ile “yönetim”i imler. İkisi de birbirinden farklı olmasına rağmen, bu anlamların aynı kelimelerle karşılanmasıyla birbirine bağlanır.
Yine Agamben’den alıntılarsak “Bugün hükümet ve ekonominin gitgide her türlü anlamdan mahrum bırakılan halk egemenliği üzerindeki ezici hakimiyetine tanık oluyorsak bunun nedeni; Batı demokrasilerinin borçlarıyla birlikte kabul ettiği bir felsefi mirasın bedelini ödemekte olmasıdır belki de”. Bunun anlamı şudur; devletin başı konumundaki siyasal iktidar ya da hükümet basit bir icra aygıtıymış gibi gösterilir. Yani “milli irade”nin sadece uygulayıcısıdır. Ancak devlet iktidarının temel gizemi “milli irade”, halk egemenliği vs. değil, bu siyasi iktidarın uygulayıcısı olmasında yatar.
Demokrasiyle beraber birbirini meşrulaştıran ve birbirine tutarlılık kazandıran bu iki unsur, birbirine demokrasiyle bağlanır. Ancak birbirinden farklı bu iki unsur nasıl birbirine bağlanır buna ilişkin herhangi bir veri yoktur. Yönetimin kuruluş biçimi, yönetim tekniğine indirgenir. Demokrasi kelimesinin muğlaklığı buradan gelir.
Kutsal Demokrasi
Şimdiki devlet iktidarının, demokrasinin varoluşsal muğlaklığından yararlanıyor oluşu tam da beklenendir. Bize farklı gelen OHAL sürecinde demokrasinin içerisinde bulunan bu zıtlığın, bu kadar aşikar biçimde görünmesidir. Mevcut siyasi iktidar bir taraftan seçilmişliği üzerinden, öte yandan “demokratik işleyişi yok edici başka bir gücü bertaraf etmesi” (15 Temmuz) üzerinden iktidarını iki kez demokrasiyle kutsamış, yaptıklarını ve yapacaklarını iki kez meşrulaştırmıştır. Bu meşruluk sağlandıktan sonra, yine aynı şekilde seçilmiş olmalarına rağmen vekillerin, belediye başkanlarının ya da diğer seçilmişlerin hapse atılmasının ya da görevden alınmasının aynı mantıkta tutarsız olduğu açıktır. Keza bunun dışında birçok baskı ve şiddet dolu uygulama, aynı tutarsızlık içerisinde konuşulur. Örneğin, 15 Temmuz’dan sonra yükselen idam isteminin “halk istiyor” diye ifade edilip “demokratik bir talep” ya da “milli iradenin isteği” kapsamında tartışılması…
Mesele bu tutarsızlığın bizzat demokrasinin içerisinde olduğu gerçeğini kavramaktır. Platon’un “demokrasi paradoksu” bu noktada kullanışlıdır: Halk bir tiran tarafından yönetilmek istediğinde ne olacak? Bu varoluşsal zıtlığı içerisinde taşıyan demokrasinin aptallaştırıcı etkisidir. Siyasi iktidarın demokratik olmadığından dem vurarak yine demokrasi içerisinde bir çözüm arayışı, aynı tutarsızlığı ısrarla devam ettirmektir.
Demokrasinin bu sınırlı yapısında dahi muhalefet etmekte ısrarcı olan “demokratik” seçim, referandum, plebisit vb. yanlıları, aynı stratejinin bir parçası olarak devletli sistemin aldatmacasına dahil olurlar. Bu sistemin içinde kazanmak yoktur. Kazandığını zannetmek vardır. Demokrasi kelimesinin içeriğini “daha iyi” dolduranlar, kelimenin varoluşundaki kötülüğü kamufle ederler yalnızca.
Tayyip Erdoğan ve AKP’nin “devleti ele geçirirken demokrasiyi öldürdüğü”ne üzülenler, sadece demokrasinin bu etkisinde kalmamakta, bu etkiyi kendileri de üretmektedir. Bir sonraki aşamada, demokrasiyi yoktan var eden “oylama” benzeri uygulamalarda, sorunsallaştırdıklarına çözüm aramakta; aynı kısır döngü içerisinde çözüm bulamamaktadır. Yaşadığımız coğrafya içerisinde, “toplumsal muhalefet”in sorundan kurtulmak için önerdiği “yaratıcı” çözümler yoğunlukla buna odaklanmış vaziyettedir. Oysa “oylama ya da benzeri demokratik çözümler aslında, bir üst gücün talep ettiği rızadır. Bu güçle aynı fikirde olunduğu sürece rıza olarak çalışır.”
Demokrasiyi Tanımlama Gerekliliği
Bir tarafı demokrasi bir tarafı diktatörlük olan bu ikiz yapının nasıl birbirinden ayrılamayacağını anlamak için seçimlerin hangi yollarla yapıldığına, partilerin ve parlamenter grupların nasıl kurulduğuna, yasaların nasıl önerilip, oylanarak kabul edilip, nasıl uygulandığına bakmak yeterli olacaktır.
Demokrasinin bu aldatıcı etkisini kırabilmenin yegane yolu, onu iyi tanımlayabilmekten geçer. “Demokrasi bir yalandır, zulümdür ve gerçekte oligarşidir; yani ayrıcalıklı bir sınıfın çıkarlarını gözeten birkaç kişinin yönetmesidir.” der Malatesta ve şöyle devam eder; “Diktatörlükler, demokrasilere yalnızca iktidarı ele geçirebilenlerin daha rahat despotluk ve tiranlık yapabileceği bir yönetim biçimi bulduklarında karşı çıkar.”
The post “Demokrasinin Muğlaklığı” – Hüseyin Civan appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post Yalınayak: ” Direnişin Yalınayak Halleri ” – Deniz Tepeli appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>İktidarın inşasında ve sürdürülmesinde en yaygın kullanılan ve en eski yöntemlerden biri, bedene müdahaledir. Hiyerarşinin temel ürünlerinden ve en sağlam dayanaklarından olan tek tanrılı dinlerin söylenceleri iktidar olgusunun temel özelliklerinin kodlanmış, hikayelendirilmiş halidir aslında. Mesela Havva ile Adem, söylencesinde iktidar-beden ilişkisinin de özünü, özetini buluruz: Havva ile Adem cennette özgürce yaşarlarken (ki aynı zamanda çıplaktırlar da), tanrıya (iktidara) karşı suç (itaatsizlik) işleyince cennetten kovulurlar; özgürlükleri ellerinden alınır. Buna “incir yaprağı”, yani istemleri ve iradeleri dışında örtülmelerinin eşlik etmesi ilgi çekicidir.
Özgürlüğe müdahale ile bedene müdahalenin ya da tersten söylenecek olursa, iktidarın oluşması ve kurumsallaşmasıyla bedene dönük dayatmaların paralel gelişmesinin hikayelendirilmesi tesadüf değildir. Bedene hükmetmenin insana ve topluma hükmetmedeki kritik önemini egemenlerin gayet net bir şekilde kavramaları, çok eskiye dayanır.
Beden, hükmetmenin ilk ve en somut alanı olmuştur. Egemenlerin daima bedene dönük müdahaleleri ve politikaları varolagelmiştir. Her bir beden politika sahasıdır ve daima ona şekil vermeye çalışırlar. Buna, Havva ile Adem’de (ki insanlığın tarihinin başlangıcı sayılır) olduğu gibi, çoğunlukla soyarak; ama daima türü, biçimi, rengi, yeri ve zamanını kendileri belirleyip topluma dayatarak yaparlar. Ancak, daima madalyonun bir de öteki yüzü vardır.
Beden, egemenlere ve egemenliğe karşı, direnişin de hem kendisi hem de sembolü, mekanı olur halklar, devrimciler cephesinde. Mesela kadınların Çin’de ayak bağlarını, Doğu’da peçeyi, Batı’da korseleri kaldırıp atmaları, saçlarını kısa kestirmeleri sadece biçimsel bir değişiklik değil; bir direniş, bir isyan, özgürlüğünü eline alma edimiydi.
İktidarların dayattığı önyargılara ve ezberlere direnmek, doğruya-gerçeğe ulaşmak, düşünmek, üretmek ancak çıplak bir zihinle yapılabilir. Zihnin, politik ve ideolojik olan öznenin direnişi, bedende somutlanır. Bu çıplak düşüme bazen küçük bir çocuğun haykırışıyla büyük bir gerçeğin ifadesine, isyana dönüşür. Sadece zihni ve gözü giydirilememiş birisi “kral çıplak!” diye açıkça ve cesurca bağırabilir. Ki, muhtemelen bu çocuk yalınayaktı ve “baldırıçıplak”tı. Ve elbette, bizdendi.
Bir de her şeyin, her iki taratan da dolaysız yapıldığı ve yaşandığı mekanlar vardır. Bunlardan biri de devletin en yoğun ve en saf halinin vücut bulduğu kurumlardan olan hapishanelerdir. Buralarda sistemin karşısına dikilmiş birey ve sistemin şiddet araçları karşılıklı olarak çırılçıplaktır.
Daha hapishaneye adımını attığın an, istisnasız ilk yaptıkları şey, çıplak aramadır. Bunu kanunla (ki asla kanun dışı bir iş yapmazlar!) ve güvenlikle açıklarlar. O konularda bile “ciddi şüphe durumunda” diye bir çerçeve getirilmiştir. Aslında tutuklu ya gözaltından ya da başka bir hapishaneden, yani fazlasıyla “güvenlik” kontrollerinden geçirilmiş olduğundan, asla “ciddi şüphe durumu” olası değildir. Ama “güvenlik”, “kanun” işin kılıfıdır.
Yalın hali ise şudur: Seni giysilerinden değil, aslında bunda somutlanan ideolojinden, direncinden, özgür insan duruşundan soyundurmak ister. Vahşice saldırıp, en dokunulmazın olan bedenine dilediğince dokunup, saldırarak, baştan iradeni, direncini, moralini kırmaktır amaç. “Burada hakim benim” der devlet bununla. Bu aramayı kabul etmeyip direnenlere ise tam bir tecavüzcü gibi saldırıp, zorla soyar. Bu, sadece biçimsel bir benzerlik değildir; özellikle işgalci, soykırımcı güçlerin taciz, tecavüz saldırılarıyla psikolojik, sosyal, moral, ideolojik saldırıyı da içeren “ele geçirme” beyanı açısından da benzerdir.
Bunlara karşı da yine bedenle ve tabii ironiyle gülerek direnilir. “Soyun” derler, soyunmazsın. Hatta “böyle iyiyim” diye dalga geçersin. “Soyunman lazım, kanun böyle” derler eğreti bir tatlılıkla. “Biz kanunları çiğnediğimiz için buradayız. Dışarıdayken tanımadığımıza uyar mıyız sence?!” Tekrar bir “tatlı dil” hamlesi: “Soyunsan ne olacak sanki. Plajda da soyunmuyor musun ki?” “Çok haklısın! Ama burası plaja pek benzemiyor!” Bir diğeri “Soyun, soyun, hepimiz bayanız, çekinme” der. “Eh madem o kadar doğal görüyorsun, öyleyse sen soyun. Hem hepimiz bayanız, çekinme!” dersin. Artık çileden çıkmak üzeredirler. Kim bilir dillerini giydirmek, niyetlerini örtmek için ne çok eğitimden geçmişlerdir ama boş. Kısa sürede sahteliklerinden soyunup gerçek hallerine dönerler: Saldırırlar. Zorla soyarlar. “İnsanlık onuru işkenceyi yenecek!” sloganı ile ve bedeninle direnirsin.
Bazen bu direnç nedeniyle tam soyamadıkları da olur. Sonra “giyin” derler. “Hani arama yapmanız zorunluydu! Niye tam soymuyor, aramıyorsunuz? İşinizi tam yapın!” dersin. Bu tam bir karşı saldırı olur. “Giyin” derler. “Giyinmiyorum! Madem siz soydunuz, siz giydireceksiniz!” Onlar utanç içinde kızarıp yerin dibine geçmiş ve ilk fırsatta elbiselerine giymeye didinen birini görmeyi umarken, bu sözlerle tokat yemiş gibi olurlar. Kimileri “Aaa, giysene, utanmıyor musun, ayıp” demeye kalkar. “Ayıp olduğu yeni mi aklına geldi! İşkenceci, tacizci olduğunuz için asıl siz utanın!” Kimileri de “Biz emir kuluyuz, yapmak zorundayız” der. “Bu ellerle gidip evlatlarınızı mı okşayacaksınız? Onlara işkenceyle kazandığınız lokmaları yedirdiğinizi de söyleyin bakalım ne diyecekler! Ne evlatlarınız ne de Allah razı olur ’emir kulu’ olmanıza”. “Benim vicdanımı sorgulamak sana düşmez” der biri. “Keşke düşmeseydi ama siz sorgulamadığınız için biz sorgulamak zorunda kalıyoruz vicdanınızı” dersin. Sonra, zorla giydirirler. İşkenceleri, irade kırmaları adeta tersine dönmüştür. Usançla bitirirler bir arama mesaisini daha.
İşte tüm bunlardan geriye ne yolunan saçların, tekmelenen, yumruklanan, tırmalanan, sıkılan, ezilen bedenin acısı, sızısı ne de onca şiddetin üstüne hakkında açılacak “görevli memuru darp”, “direnme”, “görevi yaptırmama” gerekçeli soruşturmalarla verilecek cezaların tasası vardır. Yolunmuş saçlarla, çiziklerle, morluklarla dolu şiş yüz, derbeder kılık ve yalınayaklarla (ayakkabıları giydirmemişlerdir) çıkarken oradan, o odadan sana kalan şey, direnmenin verdiği iç huzur, irade, düştükleri komik hallerin gülümseyişi ve “güc”ün güçsüzlüğüne bir kez daha tanık olmanın tazelenen bilincidir.
Hapishanede bedene saldırı ve direniş öykülerimizden en unutulmaz olanlarından biri ayakkabı eylemlerimizdi. F tipleri açıldığından itibaren ayakkabı aramasını protesto etmek için, uzun yıllar boyunca, devrimci tutsaklar hastaneye, mahkemeye vb. ayakkabısız gittiler. Böylece F tipi hapishaneler uzun süreli bir “yalınayak” direnişinin mekanı ve sebebi oldu. Yalınlık direnç oldu tutsaklarda, 12 Eylül’ün tek tip elbise dayatmalarına karşı elbisesiz olarak mahkemelere gidiş gibi.
Mahkemeye giderken, ringden inmeden önce, askerler yerleri ve nezarethanenin içini bol suyla iyice ıslatırlar. Ama bu onları tatmin etmez. Akşama kadar o su olur ki buharlaşır, ılıklaşır diye, ara ara sulamayı ihmal etmezler. Bu kadar mı? Değil. Özellikle duruşmaya çıkacağın ringe bineceğin sırada koridorları bir kez daha ıslatırlar. Bazen hızlarını alamayıp nezarethanedeki oturaklara da su döktükleri olur. “Sayemizde buralar temizlik yüzü gördü” diye espri yaparsın. Vatan savunması için kritik önemdeki bu onurlu görevi büyük bir titizlikle yapan askerlere “Niye böyle az döküyorsun, biraz daha su getir. Bak şuraya dökmemişsin”. “Bravo, hepiniz madalyayı hak ettiniz” dersin. Şaşırırlar hepsi, ezberleri bozulur. O yalınayaklı yolculuklardan geriye onların direnç karşısındaki acizliği, direniş karşısındaki korkularının tanıklığı kalır. Ve tabi mağrur bir gülümseyiş…
Bu kadar da değil, hastanede tanımadığın yoksul bir kadının, asker çemberini yarıp ayakkabılarını sana vermeye çalışması. Nezarethanede adli tutukluların birbiriyle yarışırcasına “Abla al, benim terliğimi giy” ısrarları… Halkımızın yürekten ve yalınayakları kendinden bilmesinden gelen o sıcak sahiplenişleri, paylaşımcılığının yalın güzelliğine bir kez daha tanık olmanın için kaplayan büyük mutluluğu kalır.
İçerde, dışarıda egemenler saldırırken hoyratça, ideolojimize, politik duruşumuza, insan oluşumuza, kadın kimliğimize… en çok bedenlerimizi hedef alırlar. Ve bedenimizle, yalınlığımızla, yalınayaklarımızla direniriz bunlara. Yalınlığın her hali bize aittir, bizim taraftadır.
Sadece biri hariç: Yalnızlık! Egemenlerindir o!
O yüzden içerde, dışarıda, hücreyi, tecridi, tek olmayı, toplumsuz bireyi, bizsiz beni yücelttikçe yüceltir, dayatırlar.
Ama bizler direnişin yalınayaklı haliyle dikenli, taşlı, engebeli yolları, sarp yokuşları hep beraber aşıp, özgür dünyanın ışıklı zirvesine hep beraber ulaşacağız. Mutlaka.
Deniz Tepeli
Sincan Kadın Kapalı Hapishanesi
Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 28. sayısında yayımlanmıştır.
The post Yalınayak: ” Direnişin Yalınayak Halleri ” – Deniz Tepeli appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post ” SUBLİMİNAL ” – Büşra Cengiz appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>İletişim denilen şeyin var olabilmesi için, iletişime açık en az iki canlıya ihtiyaç vardır. İletişim bu iki kişi arasındaki “etkileşim”den doğar. Sağlıklı bir iletişimin anahtarı ise az önce bahsettiğimiz “etkileşim”in ta kendisidir. Eğer bu olmazsa ya iletişim ortadan kalkacaktır ya da bu münasebetin kendisi “tek yönlü iletişim”e dönüşecektir. Biz buna “telkin” ya da komut” diyebiliriz. Tıpkı günümüzde olduğu gibi yukarıdan aşağı doğru örgütlenen toplumlarda “tek yönlü iletişim” favori iletişim biçimidir. Dünyaya sahip olduğunu düşünenler tebaalarına farklı yöntemlerle telkinlerde bulunurlar. “Çalış”, “tüket” ve “itaat et”! Kimi zaman ve kimi yerlerde bunu doğrudan yapan efendiler kimi zamanda bunu gizli kapaklı yollarla yapmaya çalışırlar. Özellikle “Kitle İletişim Araçları” bu “tek yönlü iletişim” biçimini gizli kapaklı yöntemlerle uygulamak konusunda bir hayli ustadır.
Birden fazla yolla, başka bir deyişle, tekrara düşen telkinlerle yinelenen mesajlar, subliminal mesaj olarak adlandırılıyor. Akıllı ürün yerleştirmeden, çok hızlı görüntü verme yöntemine; resminin içine gizlenmiş kelimeler veya görüntülerden, alışılagelmiş sembollere kadar bir çok yöntemi olan subliminal mesaj gönderme, 1900’lü yıllardan bugüne kullanılagelmekte!
Gözümüzün gördüğü her görüntü, kulağımızın işittiği her ses ya da soluduğumuz her kokunun ancak çok sınırlı bir kısmını algılayabiliyoruz. Ancak tüm bu veriler beynimizin bir köşesinde kaydediliyor ve depolanıyor. Mesela, merdivenleri çıkarken kaç tane olduğunu saymasak bile, bu sayılıyor ve kaydediliyor. İşte subliminal mesajların hedefi, algılayamadığımız ama depolanan verilerin bölgesine yönelik oluyor.
Sübliminal mesaj denince akla gelen en önemli deneylerden biri, reklamcı James Vicary’nin takistoskop cihazıyla yaptığı deneydir. A.W Volkman tarafından geliştirilen takistoskop, bir saniyenin 1/3000’i gibi kısa bir sürede açılıp kapanan objektif kapağı sayesinde mesajlar (görüntü ya da resim) yansıtan bir film projektörüdür. Bir sinema salonunda gerçekleştirilen bu deneyde, projektörle yollanan “cola için ve mısır yiyin” mesajı salondaki mısır satışlarını % 57.8, cola satışlarını % 18.1 arttırmıştır. Günümüzde bu yöntem, filmlere gözümüzün algılamadığı ek kareler eklenmesine dönüşmüştür. 24 kareden oluşan videoya yerleştirilen 25. kare, gözün bu kareyi görmezden gelmesi yüzünden fark edilmez, ancak subliminal mesaj olarak algılanır
Hollanda Nijmeyen Üniversitesinden Johan Karremans‟ın bir çalışmasında susuzluğu gösteren konuları göstermiş ve bunlardan önce saniyenin binde biri sürede “Lipton” diye mesaj göndermiştir. Bundan sonra, deneklere bir içecek seçmeleri söylendiğinde, %80 oranında “Lipton” markasını seçmişlerdir
Bir diğer belirgin örnek ise “Kuzuların Sessizliği” filminin afişindeki kelebekte saklıdır! Kelebeğin baş kısmında çıplak kadın bedenlerinden oluşan bir kurukafa vardır. Korku ve arzuyu aynı anda içeren bu mesaj, bizde filme dair bir merak uyandırır. Özellikle reklam filmlerinde, içecek şişelerinin, dondurma, çikolata ya da sandviçlerin fallik imgeyle tanımlanması sık kullanılan bir tekniktir.
2000 yılında ABD seçimlerinde G. Bush’un ekibi, rakibi Al Gore’u hedef alarak bir reklam filmi yapıyor. Reklam filminin bir bölümünde geçen bureaucrats kelimesinin rats (sıçanlar) kelimesi Al Gore’un yüzünün üstüne gelecek şekilde yerleştiriliyor.
Bu mesajların büyük çoğunluğu görsel yollarla verilse de kimi zaman farklı duyu organlarına yönelik mesajlarda üretilebiliyor. Yaşadığımız topraklarda dört, dünyada on beş adet şirket, sadece tüketici davranışlarını değiştirecek kokular üzerine çalışıyor. Giyim mağazaları, süpermarketler, AVM’ler bu kokularla donatılırken, kimi ürünlerde cezbedici kokularla ürünün tüketimini arttırmayı başarabiliyor. Girdiğiniz bir süpermarketin, ısısı, ışıklandırılması, çalınan müzikler ve raf dizilimi dahi sizi tüketime daha doğrusu daha çok tüketime davet ediyor.
Fakat mesele subliminal mesajlar olunca komplo teorileri ile gerçekler birbirine karışıyor. Özellikle yaşadığımız topraklarda her görüntüden bir anlam çıkarma kaygısı, “allah diyen aslan” tadında karikatürize edilerek önümüz sürülüyor. Bu “niyetli” okumalar, subliminal mesajlar gerçeğinin ciddiyetini tartışılır hale getiriyor. Çizgi filmlere yerleştirildiği söylenen “sex” kelimeleri, herhangi bir görüntüdeki herhangi bir siluetin “kahve falına” bakarcasına “çıplak kadın”lara benzetilmesi açıkçası meseleyi sulandırıyor. Hele ki bütün bunların dünyanın ahlakını bozmak için masonlar, yahudiler ya da illuminati tarafından yapıldığının iddia edilmesi ise meseleyi büsbütün inandırıcılıktan uzaklaştırılıyor.
Fakat bu iddiaları bir kenara koyacak olursak, yıllardan beri insanları daha rahat kontrol altına almak için envai çeşit yol deneyen devlet adamlarının, kapitalistlerin ve reklamcıların bu ve benzeri yöntemleri kullanmadıklarını söylemek en hafif tabirle saflık olur. Yaşamımızın göbeğine yerleşmiş tüketim malları onların üzerine sürülmüş cinsel çağrışımlar, kulağımızın ardında “tüket tüket” diye fısıldayan dış sesler, kafamızı kaldırdığımız her noktada yüzümüze çarpan reklamlar, politikacıların, patronların durmadan ürettikleri yalanlar, her gün ve her dakika bilincimize saldırmaya devam ediyor. Saldırının kendisi bilinci alt – üst ederken, bedenlerimizi ve yaşamımızı da kontrol ediyor. Gerçekler ise tüm bu makyajın ve karmaşanın ortasında bizler tarafından bulunmayı bekliyor!
Büşra Cengiz
Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 27. sayısında yayımlanmıştır.
The post ” SUBLİMİNAL ” – Büşra Cengiz appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post Otonom Kültür Sosyal Merkez AKSC appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>Şirketlerin kar hırsından uzak, otorite ve hiyerarşinin olmadığı bir toplumun temellerini atabilmek adına mütevazi bir çaba AKSC. Üsküp’te karşılıklı yardımlaşmayı ilke edinip, kapitalist sistemin değerlerine karşı paylaşma ve dayanışma gibi değerleri toplumsallaştırmaya çalışan kolektif bir çaba. Otonom Kültür ve Sosyal Merkez-AKSC, 2013’ten bu yana öz örgütlülüğe dayalı yöntemiyle Makedonya’daki toplumsal muhalefetin de mekanı…
Meydan: İçinde yaşadığımız sistem sadece ekonomik ve siyasi yaşama değil, aynı zamanda kültürel ve sosyal yaşama da saldırıyor. AKSC varlığını tam da bu saldırıya karşı konumlandırıyor. AKSC ne kadar süredir devam ediyor ve neyi amaçlıyor?
AKSC: Aslında Makedonya’daki siyasi durum Türkiye’dekine benzer. Sanırım şunu söylemek yanlış olmaz; burada da devletin başındakiler Yeni Başlayanlar İçin Neo-Liberalizm dersi alıyorlar. Sağ kanat partiler yıllardan beri siyasi iktidarı elinde tutuyor. Sert neo-liberal politikalarla, toplumsal kesimlerin tümünde, kontrol yavaş ancak sağlam bir şekilde kazanılmaya çalışılıyor. Hal böyle olunca insanlar bir şeylerin değişebileceğini düşünmüyor, giderek umutlarını kaybediyor. Son on yılda nüfusun %10’u başka coğrafyalara göç etti.
AKSC, otonom, kültürel ve sosyal merkez kelimelerinin kısaltması. Burada mütevazi bir şekilde yapmaya çalıştığımız, bu değişim umudunu yeşertebilmek. AKSC, bir grup aktivist tarafından kolektif bir şekilde işletiliyor. Bu kolektif için insanlar bir araya geliyor ve farklı alanlarda ne yapılacaksa bunlar organize ediliyor. Bu planlama aşamasında birçok inisiyatif beliriyor.
Basitçe ifade etmek gerekirse, burada yapmaya çalıştığımız mevcut sisteme muhtaç olmadığımızı hissettirebilecek bir işleyiş ve sistemin değerlerinin yerine kendi değerlerimizi oluşturabilmek. Eleştirel düşünce, tartışma ve eylem… AKSC’nin felsefesinin özünde yatan kavramlar bunlar. Bu mekanda eşitlik, doğrudan demokrasi, dayanışma ve karşılıklı yardımlaşma gibi kavramlar etrafında bir işleyiş oturtmaya ve bunu yaymaya çalışıyoruz.
Mekanın ekonomik yeterliliğini kendimiz sağlamaya çalışıyoruz. Yani bizim etkinliklerimize katılanların dayanışmaları sayesinde işlerliğini devam ettiriyoruz.
AKSC’nin etkinliklerinden ve işleyişinden biraz bahseder misiniz?
AKSC, herkese açık bir mekan. Herhangi biri bize bir etkinlik yapma isteğiyle başvurabilir. Bu noktada neye izin vereceğimizde hemfikir olmasak da, neye izin vermeyeceğimiz de hem fikiriz: parti, dinsel ya da milliyetçi propagandanın yapılacağı etkinlikler. Bunun dışında neyi nasıl yapacağımızı belirlediğimiz haftalık karar alma süreçleri işletiyoruz. Karar alma süreçlerinde dikkat ettiğimiz ilke konsensüs.
Haftalık programımızda, tartışmalar, paneller, söyleşiler, film gösterimleri, şiir dinletileri, atölyeler, sergiler, kitap tanıtımları, ücretsiz dil atölyeleri gibi farklı etkinlikler var. AKSC, Makedonya’daki ilk üretim-tüketim kooperatifine ev sahipliği yapıyor. Bu projemiz daha başlangıç aşamasında olsa da, bu meseleye oldukça heyecanla yaklaşan insanlarla kooperatif projemizi büyütmeyi hedefliyoruz.
Aylık çıkardığımız fanzinle ay içerisinde yaptıklarımızdan ve sonraki aylarda yapmayı planladıklarımızdan bahsediyoruz. Fanzini de kolektif bir şekilde AKSC inisiyatifi olarak çıkartıyoruz.
Bir de ekoloji alanında yapmaya çalıştıklarımız var. Vodno Ormanını Koruma İnisiyatifi olarak ekolojik alanda da faaliyet gösteriyoruz. Sadece toplumsal bir duyarlılık yaratmayı istemiyoruz. Bu alanda ciddi olarak bir hareketlenme yaratmayı düşünüyoruz.
Peki ya inisiyatifler? AKSC’de kaç gönüllü bütün bu işler için koşuşturuyor?
2013 Kasım’ında açıldığı ilk günden bu yana, AKSC farklı inisiyatiflerin ana merkezi konumunda. Makedonya’daki toplumsal eylemlerin büyük bir çoğunluğu burada organize edildi. Kolektifin kendisi, burayı sürekli kullanan 15 gönüllüden oluşuyor. Ancak burayı kullanan ve burada inisiyatif alan diğer insanlarla beraber düşündüğümüzde ortalama 100 kişiden bahsedebiliriz.
Bu tarz kolektif alanlarda dayanışma ilişkisinin önemli olduğunu biliyoruz. AKSC’nin dayanışma içerisinde bulunduğu buna benzer mekanlar var mı? Bu dayanışma ilişkisini siz nasıl anlamlandırıyorsunuz?
Yakın coğrafyalarla güçlü bir dayanışma bağımız var. Örneğin, Sofya’daki Adelante sosyal merkezinden yoldaşlar, Selanik’teki Yfanet kolektifi ve Belgrad’daki Inex Film merkezinden arkadaşlarla güçlü bir dayanışma ilişkisi geliştirdik. Bunun yanında, geçtiğimiz sene, Avrupa’nın dört bir yanından yoldaşlar ziyarette bulundular. Bu bizi daha fazla dayanışma ilişkisi kurma noktasında cesaretlendirdi. Mücadele küreselleşiyor, dolayısıyla biz de küresel bir mücadeleyi yükseltmeliyiz. Mücadelelerimizin birleşmesi bu açıdan önemli.
Son olarak eklemek istediğiniz bir şey var mı?
Geçtiğimiz günlerde, aramızdan birkaçımız geçen aylarda işgal edilen üniversitelerden birinde otonom alanda öğrencilerin düzenlediği derslerden birine katıldık. Miligram’ın itaat üzerine deneyi ile ilgili şu bilgi dikkatimizi çekti. Kendi yorumumla aktaracak olursam, İnsanların %65’i başka bir insanın canını acıtmak için otoriteye boyun eğer. %35’de olmaktan mutluyuz. Güçlü kalın ve direnişi yaşatın. İletişime geçmek isteyenler Facebook/AKSC2’dan bize ulaşabilir.
Meydan Gazetesi gönüllülerine de bu röportaj ve dayanışma için teşekkür ederiz.
Bu söyleşi Meydan Gazetesi’nin 26. sayısında yayımlanmıştır.
The post Otonom Kültür Sosyal Merkez AKSC appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post ” İki Gün ve Bir Gece: Savaşmalısın ” – Zeynel Çuhadar appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>Filmin odak noktası olan ana karakter Sandra, hem iki çocuklu bir anne hem de ailesini toplumsal hiyerarşinin üst basamaklarına taşımak için çabalayan bir fabrika işçisidir. Yaşadıkları yeri sosyal konutlardan krediyle alınmış daha lüks bir eve taşımış olmaları, o ve ailesinin sistemin ne kadar içinde bir algıya tarzına sahip olduklarının bir göstergesidir.
Sandra’nın, sistemin kendi varoluşundan ileri gelen bunalımlarla baş edebilmek için işinden ayrılması öykünün bir anlamda kırılma noktasını oluşturuyor da denebilir. Sandra, kendini toparlayıp işe dönmeye karar verdiğinde kapitalist örgütlenmenin tahammülsüzlük duvarıyla karşılaşır. Sistem onu kendi dişlileri arasında çoktan eritmiştir. İşini elinden almıştır bir kere. Sandra’nın ayrılmasıyla oluşan boşluğu çalışanların fazladan mesai yapmasıyla kapatabildiğini gören iş patronu, onun yokluğunda, iş arkadaşlarına Sandra’nın tamamlanan emeği karşılığında 1000 Euro prim vereceğini açıklar. Artık tehlikede olan sadece Sandra’nın işi değil onunla birlikte gelen sorumluluklardır aslında. Çocuklarının bakımıdır, okul masraflarıdır, imza attığı ev kredisi anlaşmasıdır, toplum gözünde sarsılacak “güçlü” ve “normal” imajıdır da bir bakıma.
Sandra’nın işi zordur, iş yerindeki kaderini tayin edecek olan oylama gizli olacaktır. Bu oylama, düzenleyenin işine gelmektedir çünkü bir insanın işini kaybetmesine neden olma düşüncesi, diğer işçilere ruhsal bir sorumluluk yükleyeceğinden dolayı, patron akıllıca bir hamleyle verilen oyun, isimlerle bağlantısını keser. Vazgeçilebilir bir kişi olduğu algısıyla değersizleştirilmiş Sandra, bu çalışma hayatının parçası olduğu için girdiği ruhsal bunalımları aşmış bu sefer de “vazgeçilmiş” olmakla yüzleşmek zorunda kalmıştır.
Bu noktadan sonra Sandra, eşinin de büyük desteğiyle durmak bilmeyen “savaşmalısın”, “mücadele etmelisin” telkinleriyle ayağa kalkar ve tek tek iş arkadaşlarıyla görüşüp kendi mücadelesini vermeye başlar. Bu başlangıcında sistem içi bir mücadeledir, ama sonunda radikal bir karşı koyuşa evrilecektir. Sandra kapıları çaldıkça, sistemin çalışma sektörü, sosyo-kültürel konum ya da ilişki kurma biçimi fark etmeksizin bütün yaşamları tektipleştiridiğini görürüz. Çıkarlarının peşinde koşarak yakın olduğu insanlara sırtını dönen, yozlaşmış insan davranışlarıyla karşılaşırız.
Sandra, aslında kendisi gibi ezilen, ek işlerde çalışarak yaşamını süren iş arkadaşlarıyla birlikte sistemin nihai hamlesiyle karşılaşır. İş patronu Sandra’nın mücadelesi sonucunda sözleşmeli işçilerden birinin sözleşmesini yenilemeyip Sandra’yı işe geri almayı teklif eder. Sistem Sandra’nın mücadelesini dahi kendi işleyişine entegre etmenin yolunu bulmuştur. Buradan yola çıkarak ilişkisel bir akıl yürütme yaptığımızda sistemin işleyişine temelden müdahale etmeyen taleplerin, bir anda nasıl sistemin çıkarı doğrultusunda şekillendirilebilme olasılığına sahip olduğunu görürüz.
Ama Sandra suyun akışını değiştirmeyi seçmiştir, makineyi durdurmayı, mücadeleyi büyütmeyi seçmiştir. Patronların kan kokan ağızlarından dökülen her bir kelimenin, ezilenlerin yaşamına bir saldırı olduğunun farkına varmış, kendi gibi olanların safına geçmiştir. Gerçekleştirdiği karşı koyuşla Sandra, hem kendi ruhsal sağlığına kavuşmuş hem de bizlere topyekûn bir mücadelenin önemini yeniden hatırlatmıştır.
Zeynel Çuhadar
The post ” İki Gün ve Bir Gece: Savaşmalısın ” – Zeynel Çuhadar appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post “Benlerden Biz Olmak” – Didem Erbak appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>Anarşistler her koşulda her zaman örgütlü olmuşlardır
“Ben”i önemseyerek “biz” olma çabasındaki anarşizmin örgüt ve örgütlülük gibi kavramlarla olan ilişkisini anlamak için, yaklaşık iki yüz yıllık anarşizm tarihini incelemeliyiz. Bu incelemede göreceğiz ki anarşistler her koşulda örgütlü olmuşlardır. Anarşizm ezen ezilen çelişkisinde diğer -izm’ler ile en belirgin farklılığını, iktidar kavramına yaklaşımında belirginleştirmiştir.
İktidarsız ilişkiler özgürlüğün garantisidir
Anarşistler “iktidarı” yıkılması gereken bir kavram olarak tanımlarken, yaratılacak iktidarsız ilişkilerin özgürlüğün garantisi olduğunu savunurlar. Sosyalistlerse toplumu dönüştürebilmek için “iktidarı” kazanılması gereken bir araç olarak tanımlar ve iktidarı kazanmayı savunurlar. -Belirtmeliyim ki araç, her denemede amaca dönüşmüştür- Anarşistlerin iktidara yaklaşımı şu düşünsel farklılığı netleştirmiştir: Sosyalistler, “Devrim yapmak istiyorsan toplumsal iktidarı kazanır ve toplum içi ilişkilerini belirlersin” anlayışındayken; anarşistler, “Devrim yapmak istiyorsan şimdi, şu anda, toplumsal ilişkilerini dönüştürmeye başlarsın, iktidarı kazanmakla uğraşmaktansa yaşamın yeniden yapılandırılması için uğraşırsın. Böylece parça parça dönüştürdüğün yaşamların etkisiyle bütünü dönüştürürsün” anlayışındadırlar.
Anarşistler için bireyler arası “şimdi” başlayan iktidarsız ilişkilerde, bireyin dönüşümü ve toplumun dönüşümü iç içedir. Fabrikada patronun altında ezilen bir işçinin evinde bir eş, baba ya da anne olarak ezene dönüşmesi toplumsal bir sorunsal olduğu kadar, bireyin dönüşümüyle alakalı bireysel bir sorunsaldır. Bir ezilenin toplumsal ilişkiler içerisinde zaman zaman ezen olabileceğini, ezen ezilen çelişkisinin sadece ekonomik bir çözümlemeyle anlaşılamayacağı açıktır.
İktidarlı toplumlardaki toplum ilişkilerinde bir işçinin, erkek kadın ilişkisi içerisinde bir “erkek” olarak ezenleşmesi, edinilmiş bir gündelik davranış eylemidir. İşçinin bu iktidarlı davranışlarından sıyrılması, bu iktidarlı davranışlarının farkındalığıyla mümkündür. Böylesi bir farkındalık yaşamış olan birey, kendisi gibi farkındalıkları olan diğer bireylerle bu iktidarlı davranışlarını yok ederek, iktidarsız davranışların var edilmesini sağlayabilecektir.
Bireyin ve toplumun dönüşümü
Farkındalıklarımız ve kendimiz gibi olan diğer bireylerle kuracağımız bu “devrimci etkileşim” içerisinde, güçlenecek bir toplumsal ilişki biçimini yaratabiliriz. Bu dönüşüm, hem işçinin bireysel dönüşümü hem de içinde bulunduğu toplumsal ilişkilerin dönüşümü olacaktır. Ekonomik açıdan her daim ezilen olan bir bireyle her daim bir ezen olacak bireyi eşitleyemeyiz. Bu eşitsizlikte, bazı ender deneyimlerde patronun da çeşitli farkındalıklar yaşayarak dönüştüğü deneyimlenmiş olsa da bunun genelleşebileceğine inanamayız. İktidarın baskısıyla dönüşmek zorunda kalan bireydense, farkındalıklar ve etkileşimler sonrasında kendi iradesiyle dönüşen bireyin toplumu dönüştürmesini savunmuştur hep anarşistler. Bu, toplumsal bir devrimin olmazsa olmazıdır. Yani anarşizm bireyin kendinde başlarken, toplumsal ilişkilerinde sürer ve hiç bitmez.
Farkındalıkların ve etkileşimin, bireyin ve toplumun dönüşümdeki pozisyonunu anlamalıyız. Toplumsal ilişki, bireyin diğer bireylerle kurduğu ilişki anlamında olsa da her daim bireyin iradesi dahilinde değildir. İktidarlı ilişkilerle bezenmiş toplumlarda birey, içinde kaldığı bu iktidarlı ilişki biçimine uyum sağlamak zorundadır. Toplum içi yaşanan adaletsizliklerin bireyde yaratacağı farkındalıklar ve çevresiyle kuracağı etkileşimler, böylesi bir sistemin yıkılabilmesi için yeterli değildir. Hem bireyin kendisinin dönüşümünde hem de diğer bireyleri dönüştürme çabası içerisinde örgütlenmesi kaçınılmazdır.
İnsan ancak kendi kadar özgür insanların arasında özgürdür
İktidarsızlığımız –anarşistliğimiz- üzerimizdeki iktidarın baskısına karşı koymakla başlamaz. Bir başkası üzerinde baskı kurmamamızla başlar. Bireysel dönüşümümüzün sağlamasını, ancak ve ancak bir başkasıyla kurduğumuz ilişkide yapabiliriz. -Burada bir “başka”nın kapsamını açmalıyım, birey toplum ilişkisini parça ve parça, parça ve bütün ilişkisi çapında tartışırsak insanın diğer canlılar ve varlıklarla kurduğu ilişkide de bu şablonu bulabiliriz. Bu açının paralelinde, tüm canlı ve varlıkların da birer “başka” olduğunu düşünebiliriz.- Yani birey, yapısı gereği diğer bireylerle ilişki kurar ve bu ilişki, biz anarşistlerin çözümlemesi gereken şeydir. Ve anarşizm de bu ilişkinin kendisiyle uğraşır. Birbirimizi dönüştürebileceğimiz kaçınılmaz fırsat, kendimiz gibi olanlarla kurduğumuz ilişkilerdir. -İnsan ancak kendi kadar özgür insanların arasında özgürdür- Kendimiz gibi olanlarla kuracağımız ilişkinin kaçınılmaz fırsatından faydalanmalıyız.
Günümüzdeki bir anarşist anlayış olan “örgüt, örgütlenme eleştirisi ve örgütsüzlük savunusu”, olumsuz örgütlenme deneyimlerinin neden olduğu bir sonuçtur. Bu olumsuz deneyimlerin, iktidar kavramıyla ve iktidar davranışlarıyla bir sıkıntısı olmayan sosyalist deneyimler olması da dikkat çekicidir. Bu olumsuz örgütlenme deneyimlerinin olumsuzluk kaynağını, daha ayrıntılı incelemeliyiz. Başlangıçta bu olumsuzlukların sadece sosyalist örgütlerde yaşanıyor gibi tanımlanıyor olmasının da yanlış olduğunu söylemeliyim. Doğrusu, iktidarın kendisi ve iktidarlı davranışlarla sıkıntısı olmayan tüm örgütlenmeler için bu olumsuzluklar kaçınılmazdır. İktidarı olağan kabullenmek, özünde sorunlu bir anlayıştır. Bu anlayış ilk insandan bu yana, insanın insanla, diğer tüm canlı ve varlıklarla kurduğu ilişkilerin iktidarlı olduğu savını savunur. Yaşamın uyumunu görmezden gelirken, yaşamın içinde rekabet ve bencilliği bulmaya çabalar. Bu çaba, iktidarın davranışlarını normalleştirme çabasıdır. İktidar davranışı ise merkezi, otoriter, statülü ve hiyerarşik olmak zorundadır. Merkezi bir örgütlenmede, merkez konumundaki üst statülü bireylerin aldığı kararın tartışmasız bir şekilde hiyerarşik olarak daha alt statüdeki ve hatta statüsüz bireylerce uygulanıyor olması saçmalığının anormalliğidir.
Birçok kişinin sorumluluğunu kendi iradesinde bulunduran üst statülü bireyin bireyliğinden ve alınan kararı tartışmasız uygulayan alt statülü ve statüsüz bireylerin bireyliğinden aynı şekilde bahsedebilir miyiz? Bu ve benzeri ve daha farklı birçok uygulamayla bireyin yadsındığı aşikârdır. Ancak burada anlaşılmaz olan, iktidarsız ilişkileri savunan anarşistlerin örgütlenmenin karşısına koydukları olumsuz savların, iktidarlı örgütlerin deneyimlerinden üretilmesi talihsizliğidir. Bu talihsizliğin bir yanılgı olduğu da oldukça açıktır.
Anarşistlerin iki yüz yıllık tarihi boyunca sayısız örgütlenme yaratmış olduğu bilindiğinde ve yarattığı bazı örgütlenmelerin yüz yıla yakındır sürdürülüp örgütlü bir şekilde toplumsallaştığı düşünüldüğünde, günümüz yeni anlayışının büyük bir tarihsel bilgisizlikten oluştuğu söylenebilir. İki yüz yıllık tarih çok fazla kitap sayfası demekse ve okunmuyorsa, “günümüzdeki anarşist örgütlenmeler” başlığında çok da detaya inmeden genel bir araştırma yapılarak yüzlerce anarşist örgüte ulaşılabileceği de söylenebilir.
Anarşistler, bireyin yadsınmadığı ilişkilerle dolu yüzlerce örgütlenme kurmuş ve kurmaktadırlar. Çeşitli birçok yöntem deneyen anarşist örgütler, iktidarlı örgütlerin merkezi, otoriter, statülü, hiyerarşik modeline karşın; merkezsiz, bütünün parçaları yönettiği değil her parçanın kendini yönettiği ama parçaların oluşturduğu bir bütünün gücüyle, anti-otoriter, herhangi bir statü oluşturmaksızın gönüllü-geçici inisiyatiflerin üst-alt hiyerarşisi olmaksızın ve bireyin sonsuz söz söyleyebileceği forumlarla kurulu örgütler kurmuşlardır.
Çünkü ezen ezilen ilişkisinde bir ezilen olarak yalnızca bu ezilmişlikten ve sadece kendisini kurtarmak istemeyen bireylerdir anarşistler. Şunu bilirler; bu kurtuluş, toplumsal bir kurtuluş olmalıdır. Bu sebeple, her yerde, her zaman iktidarın adaletsizliklerine karşı koymuş ve tüm karşı koyanlarla birlikte örgütlenmişlerdir. Ve örgütlü mücadelelerinden asla vazgeçmemişlerdir.
Örgütsel ilişkiler, biz anarşistlerin kendimizi gerçekleştirebileceği tek olanaktır. İktidarların ezilenleri, kolay yönetilecek ve bireyliğini bulamamış birer “egoya” dönüştürmek istemesi ne kadar olağansa, biz anarşistlerin de hiçbir iktidar tarafından yönetilmeyecek örgütlü bireylere dönüşmek istememiz bir o kadar olağandır. Ve anarşist bir birey olmak istiyorsak bunu kapitalizmin keşmekeş yalnızlığında aramamalıyız. Çünkü bireyliğimizi, benlerden biz olan anarşizmin kalabalığında bulacağız.
Didem Erbak
Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 13. sayısında yayımlanmıştır.
The post “Benlerden Biz Olmak” – Didem Erbak appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>