hız – Meydan Gazetesi https://meydan1.org Anarşist Gazete Sun, 21 Apr 2019 18:53:25 +0000 tr hourly 1 https://wordpress.org/?v=5.3.13 Hızla Tüketilen Gerçekler, Yalanla Karışan Kafalar: Medya’da Dezenformasyon – Zeynel Çuhadar https://meydan1.org/2019/04/21/hizla-tuketilen-gercekler-yalanla-karisan-kafalar-medyada-dezenformasyon-zeynel-cuhadar/ https://meydan1.org/2019/04/21/hizla-tuketilen-gercekler-yalanla-karisan-kafalar-medyada-dezenformasyon-zeynel-cuhadar/#respond Sun, 21 Apr 2019 18:53:25 +0000 https://test.meydan.org/2019/04/21/hizla-tuketilen-gercekler-yalanla-karisan-kafalar-medyada-dezenformasyon-zeynel-cuhadar/ “Bir savaşın ilk kurbanı her zaman hakikattir.” Rudyard Kipling Yaşadığımız coğrafyada, özellikle siyaset yapmanın bir aracı olarak medyanın kullanımına ilişkin çeşitli yazılara daha önceki sayılarımızda da yer vermiştik. Üç yıl önce gazetemizde yayınladığımız “Tekrar, Tekrar, Tekrar” adlı yazıda, OHAL süreciyle birlikte gittikçe belirginleşen tekrarlarla; birbirinin aynı köşe yazıları, manşetler, sloganlarla itaatkarlaştırılan toplumun, medyada dezenformasyonla devletin […]

The post Hızla Tüketilen Gerçekler, Yalanla Karışan Kafalar: Medya’da Dezenformasyon – Zeynel Çuhadar appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>

Hızla değişen gündemler, birbirini izleyen olaylar ardından hızla yapılan açıklamalar, hızla akıp giden altyazılar, hızla değişen görüntüler, yüzleri hızla değişen ama birbirlerinin kopyası olmaktan öteye gitmeyen politikacılar… Hızın medyadaki kullanımı hangi örnekte ne şekilde kullanıldığına göre değişiyor. Ancak televizyon ya da bilgisayar ekranının bizden sakladıkları çoğu zaman aynı kalıyor.

“Bir savaşın ilk kurbanı her zaman hakikattir.”

Rudyard Kipling

Yaşadığımız coğrafyada, özellikle siyaset yapmanın bir aracı olarak medyanın kullanımına ilişkin çeşitli yazılara daha önceki sayılarımızda da yer vermiştik. Üç yıl önce gazetemizde yayınladığımız “Tekrar, Tekrar, Tekrar” adlı yazıda, OHAL süreciyle birlikte gittikçe belirginleşen tekrarlarla; birbirinin aynı köşe yazıları, manşetler, sloganlarla itaatkarlaştırılan toplumun, medyada dezenformasyonla devletin propagandasını içselleştirmesi için sürekli bir saldırıya maruz bırakıldığından bahsetmiştik. Şok ediciliği ve haber değerinin yükseltilmesi açısından sunuluş şekli, bu saldırının pekiştirilmesini güçlendiriyordu.

Toplumsal mücadeleler, savaşlar ve etkisini her geçen gün arttıran şiddet sarmalı içerisinde gözden kaybolan gerçekler, yalnızca tekrarlarla silinmeye başlamadı tabii ki zihnimizden. Hız ve hızın stratejik kullanımıyla ilgili uygulamalar gerek medyada gerekse kamuoyunda, gündelik sohbetlerimize uzanan ölçekte uzun yıllardır iktidarın ezilenler üzerinde kullandığı en etkili araçlardan birisi olarak karşımızda duruyor. Hızlı yemeye, hızlı konuşmaya, hızlı hizmete ve bir bütün olarak hızlı yaşamaya uyarlanmış günlerimiz; manipülasyonun, yalanın, dezenformasyonun da hızlısıyla şekillendirilmeye çalışılıyor.

Yalnızca seçim gündemiyle alakalı onlarca açıklamanın ardı arkasına yapıldığı, sürekli yeni bir bilginin açığa çıktığı bu döngünün içinde debelenip dururken gözümüzden ya da kulaklarımızdan (biraz da farkında olarak) kaçırdığımız bir şeyler olabilir mi diye sormak düşüyor bize. Acaba bu aktarımın alıcı tarafında olan bizler, bilgiyi yeniden üretmesek dahi sessizliğimizle şiddete ortak oluyor olabilir miyiz? Kipling’in başarılı bir şekilde tespit ettiği gibi, gerçeğin savaşla yitirildiği bir süreçte, gözlerimizdeki perdeyi kaldıracak olan tek yol olarak savaşın meşruiyetini sorgulamaktan başka bir seçenek kalıyor mu?

Bütün Bu Kirlilik Nasıl Başladı, Nasıl Büyüdü?

“Sadece 48 saat acemisin/ Önce tanır sonra kaybedersin/ Her şey kaybolur, ardından yalnız kalırsın/Dikkat,/ Beğenenlere dikkatli edin!”

Stromae, Carmen

Medya enformasyonda kirliliğin, hızla manipüle edilen gerçeklik ve bunun gözümüzün önündeki alışılmış formuna ulaştığı haline nasıl geldiği üzerine geçmiş ve güncel örneklerden yola çıkarak bir yorum yapmadan önce, biraz başa gidelim isterseniz.

Enformasyon Bombası adlı kitabında Paul Virilio, “hear it now” (anında duy) ve “see it now” (anında gör) şeklinde kavramsallaştırdığı kitle iletişim araçlarındaki değişimden bahsederken tüm bu sürecin bir şiddete dönüştüğünü anlatıyordu. Canlı yayınların aslında o kadar da “canlı” olmadığı, film yıldızlarının yerine geçen top modellerin de yalnızca bir teşhirin nesnesi olduklarını gösteren “sessizliğinden” dem vurarak, haber ya da bilgi alışverişinin bu modern yolunu şiddete ortak olmak olarak tanımlıyordu. 2019’da, yaşadığımız Ortadoğu ülkesinde savaşın, kanın, gözyaşının gerçekliği yanıbaşımızda bütün çıplaklığıyla duruyorken, Twitter gibi sosyal platformlarda en çok konuşulan konuların dizi/filmler ya da magazinsel bir gelişme olabildiği bir durumda, meselenin sadece dezenformasyonla değil iradi seçimlerle de bu hale gelebileceğini anlamamız için Virilio’ya tekrar kulak kabartmak gerekiyor.

Medyada hızın dezenformasyon üreticisi ve bir siyaset yapma biçimi olarak kökeni kitle iletişim araçlarına dayanıyorsa, yaşadığı sıçramanın büyük bir adımını da sosyal medya kullanımının artışında görmek hakkaniyetli olacak. Zira sesin ve görüntünün bilgi-bilgi-bilgi sürekliliğinde devamlı güncellenen ve bu sürece müdahale eden yan bilgiler, yanlış güncellemelerle bilginin gerçekliğinin sorgulanışı üzerinden yaratılan muammaların yapısı, artan sosyal medya kullanımıyla beraber katlanarak devam ediyor.

Sosyal medya kullanımının, yarattığı alternatif medya kanallarıyla devrimciler için kullanışlı bir araç olduğu yıllar boyunca sıkça dillendirildi. Ancak bu kullanımın toplumsal mücadelelere olan besleyici etkisinden söz ederken meselenin devletin manipülasyon aracı haline geldiği kısmını da akılda tutarak bir yorum geliştirmek gerekiyor. Kitle iletişim araçlarının hiçbirine, özü itibariyle bir olumlama yapmamak gerekiyor.

Peki Ya Hakikat Ne Kadar Hakiki?

1950 yılında çektiği Rashômon adlı filminde Akira Kurosawa, ormanda çıktıkları gezinti sırasında saldırıya uğrayan bir kadın ve samuray eşinin hikayesi üzerinden gerçekliği, hakikati sorguluyordu. Sırayla kameranın karşısına geçen ve yüzünü görmediğimiz bir adalet koyucuya olayın nasıl gerçekleştiğini kendi gözlerinden anlatan bütün failler ve tanıklar kendilerine göre, bambaşka hikayeler anlatıyordu. Gerçekleşmiş bir olayın fiziksel bir tasviri noktasında dahi farklılıkların açığa çıkabilmesi ve filmin sonunda da gerçeğin ne olduğuna ilişkin soru işaretlerinin fazlalığı gerçeğin ne olduğuna ilişkin önemli sorular sormamıza olanak sağlıyordu. Yorumcular tarafından “objektivitenin reddi” olarak da okunan Rashômon’u gözümüzün önünde tutarak gündemdeki haberleri, dolaşan tartışmaları düşünürsek akıllara şu soru gelecektir: Peki ya hakikat ne kadar hakiki?

Yanılsamaların Ötesine Geçmek, Gerçekliği Kendi Ellerimizle Yaratmak Mümkün

Hızla, tekrarlarla, yalanla ya da yaratılan muammalarla, zaten hakikiliği kuşkulu olan bilgileri bir kenara bırakmalı. Dokunabildiğimiz, izleyebildiğimiz, dinleyebildiğimiz dünya ölçeğinde, kendi yargılarımızla kendi yarattığımız gerçekliğin kurallarına göre yaşamak mümkün. Bize sunulan seçeneklerin hepsi, tıpkı bizim ürettiğimiz seçeneklerde olduğu gibi, yukarıda belirttiğimiz yöntemlerle manipüle edilmeye çalışılabilir (ki buna da müsait görünüyor). O halde saldırının karşısında durmanın tek etkili yolunun, kendi gerçekliğimizi yaratmanın peşine düşmekte olduğunu kavramalıyız. Kendi gerçekliğimizi yarattıktan sonrasının ise bu gerçekliğin kabulü noktasında inat etmekten geçtiğinin bilinciyle. Devletin, şirketin, medyanın dezenformasyonuna karşı kendi gerçeklerimiz için mücadeleye!

Zeynel Çuhadar

[email protected]

 

Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 49. sayısında yayınlanmıştır.

The post Hızla Tüketilen Gerçekler, Yalanla Karışan Kafalar: Medya’da Dezenformasyon – Zeynel Çuhadar appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>
https://meydan1.org/2019/04/21/hizla-tuketilen-gercekler-yalanla-karisan-kafalar-medyada-dezenformasyon-zeynel-cuhadar/feed/ 0
Kent ve Hız – İlyas Seyrek https://meydan1.org/2019/04/20/kent-ve-hiz-ilyas-seyrek/ https://meydan1.org/2019/04/20/kent-ve-hiz-ilyas-seyrek/#respond Sat, 20 Apr 2019 16:23:12 +0000 https://test.meydan.org/2019/04/20/kent-ve-hiz-ilyas-seyrek/ Hız hayatımızın her alanında önemli bir olgu haline gelmiş durumda. Hızlı hızlı üretmek, tüketmek, alışveriş yapmak, sorumluluklarımızı yerine getirmek, hep bir yerlere ulaşmak zorundayız. İnsanlar bir şeylere yetişmek ve hızlı olmak uğruna trafikte birbirine bağırıp çağırmakta; kalabalık sokaklardan geçerken birbirlerine çarpmakta; bir yerden bir yere giderken metroda, metrobüste yer kapabilmek için itişmekte; işyerlerinde yaralanmakta ve […]

The post Kent ve Hız – İlyas Seyrek appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>

Hız hayatımızın her alanında önemli bir olgu haline gelmiş durumda. Hızlı hızlı üretmek, tüketmek, alışveriş yapmak, sorumluluklarımızı yerine getirmek, hep bir yerlere ulaşmak zorundayız. İnsanlar bir şeylere yetişmek ve hızlı olmak uğruna trafikte birbirine bağırıp çağırmakta; kalabalık sokaklardan geçerken birbirlerine çarpmakta; bir yerden bir yere giderken metroda, metrobüste yer kapabilmek için itişmekte; işyerlerinde yaralanmakta ve yaşamlarını yitirmektedir. Vurgulamak gerekirse de bu olayların gerçekleştiği mekansal birimse kentlerdir.

Özellikle kapitalizmin, kitlesel üretim tarzıyla ve yeniden üretim için tüketime yönelik politikalarıyla birlikte hız ile ilişkisi ortadadır. Kapitalist toplumda yaşayan insanlar hızla gerçekleştirilen her eylemde sağlıklı düşünememekte ya da yeterince yaratıcı eylemlerde bulunamamaktadır. Bookchin’in Kentsiz Kentleşme’de bahsettiği gibi, “bu insanlar mevsimler ya da güneşin doğuşu ve batışı tarafından belirlenen tarımsal zaman devirlerini değil, -sabah dokuzdan akşam beşe modeli gibi- mekanik olarak belirlenmiş zaman aralıklarını izleyen hızlı tempolu uygar yaşamlar sürerler.”  Bu anlamda hızla yakın ilişkide olan kentsel mekanın doğal değil yapay bir karakteri vardır.

Hız ve Politika kitabının yazarı Paul Virilio’ya göre de “günümüzde içinde yaşadığımız toplumun bütün yapıları hareketin, hücumun, çarpışmanın, hızla ilerleme ve sızmanın egemenliği altındadır.” Bu egemenliğin mekanı da iktidarların belirleyip çıkarları uğruna dönüştürdüğü kentlerdir. Kapitalizm sermaye biriktirme motivasyonu, ilerleme mantığı ve bilim ideolojisi araçlarıyla hızla gelişip hemen her şehirde büyük ve yaygın bir biçimde endüstriyel üretim alanlarını oluşturmuştur. Hızlı endüstriyel gelişim hızlı bir köyden kente göç ve hızlı bir işçileşme oranı yaratmıştır. Bu sürecin sonunda şehirleşme olgusu politik, toplumsal ve ekolojik anlamda büyük bir soruna dönüşmüştür.

Milyonlarca insanın yaşayabildiği mega kentleri düşündüğümüzde kentler için hız hayati bir önem taşımaktadır. Kapitalizmin ihtiyaç duyduğu hız artışını olanaklı kılan gelişmiş teknoloji kent ile kapitalizm arasındaki ilişkinin belirleyici unsurlarındandır. Gelişmiş teknoloji için büyük ekolojik katliamlar ve insan sömürüsü gerekir. Hareketin kolaylığı ve hızlı gerçekleşmesi hem iktidarın mekanları kontrolünü hem de sermayenin birikimini ve dolaşımını arttırmaktadır.

Ayrıca kapitalizmin çıkarları için kullanışlı bir mekan olan kenti ve onun geçerliliğini sorgulamaya başlamak için Virilio’nun deneyimlerinin de önemli bir anlatıcılığı vardır: “Radyonun uzaklarda olduğunu anons ettiği Alman birliklerini, birkaç saniye sonra penceremden görmek, beni hız, zaman ve mekân kavramları üzerine çok düşündürdü… Savaş sırasında oturduğum Nantes şehri, birkaç saniye içinde yerle bir olurken, penceremden görünen yoğun kent dokusu yerini uzak tepelere bıraktı… Çocuk dünyamda, zaman içinde sürekliliği, istikrarı, ‘değişmezliği’ simgeleyen koskoca şehir yok olunca, tüm mutlak doğruları sorgulamaya başladım.”

Hız ve Yalnız Bireyler

Kentler genel olarak ormanlar, bataklıklar, bozkırlar, sarp tepeler ya da çalı çırpı gibi hareket etmeyi zorlaştıran alanlar tarafından çevrelenmiştir. Hızı kısıtlayan bu engellere karşın kent mekanı düzleştirilmiştir.

İnsanlar bugün geçmişteki insanların hayal bile edemeyeceği hızlarda seyahat etmektedir. Otomobiller, kesintisiz uzayıp giden dökme beton otoyollar, yeraltından ve dağların arasından ilerlemeye fırsat veren tüneller, metrolar, yüksek hızlı trenler ve nice raylı sistemler… Hareket ve hız teknolojileri insan yerleşimlerinin merkezlerden çevre mekanlara kadar genişlemesinin yolunu açmıştır. Ayrıca kent mekanı salt hareketin bir aracı, bir işlevi haline geldikçe kendi içindeki uyarım kapasitesini de yitirir; sürücü mekanın içinden geçip gitmeyi ister, onun tarafından uyarılmayı değil.

Ten ve Taş kitabının yazarı Sennett’in dediği gibi “modern toplumun coğrafyası içinde seyretmek çok az fiziksel çaba ve dolayısıyla kendini verme gerektirmektedir.” Yani yollar düzleştirilip düzenli bir hale sokuldukça, dromomanlar yani hızın iktidarları tarafından kontrol edildikçe, yolcunun hareket etmek için sokaktaki insanları ve binaları hesaba katma gereği de azalır, karmaşıklığı gittikçe azalan bir ortamda ufak hareketler yapması yeterlidir. Sennett’e göre, ulaşımdaki teknik yenilikler sayesinde hız 19. yüzyılda farklı bir karaktere sahip olmuştur. Bu teknolojik yenilikler gezen bedeni rahatlatmıştır. Rahatlık dinlenme ve pasiflikle birlikte konuştuğumuz bir durumdur. Yani 19. yüzyıl teknolojisi hareketi tedricen bu tür pasif bir bedensel deneyim haline getirmiştir. Hareket eden beden ne kadar rahatlarsa toplumsal olarak da o kadar geri çekilip yalnız başına ve sessizce hareket etmeye başlamıştır.

Hız ve Mekan

Bireylerin ve toplumların düşündüklerini eyleyebilmeleri için somut ve fiziksel mekana da ihtiyacı vardır. İktidarlı ilişkilerin veya liberal temsili demokrasinin belirlediği bir siyasi ortamda kent, özgürleştirici bir mekansallık olmadığı gibi hız olgusuyla kurduğu ilişkiyle de özgürleştirici değildir. Daha çok tüketmek, daha hızlı ulaşım toplumun kendi ihtiyaçlarını karşılamak için değil şirketlerin daha çok kar etmesi içindir. Hızlı ulaşım ilerlemeci ideolojinin ya da kapitalist medyanın sunduğu gibi bir özgürlük değil mekanları daraltan ve monotonlaştıran bir baskı aracıdır.

Gerek içinde yaşadığı mekanın farkında olmayan gerekse bu mekan içinde sömürüyle ve yaşamına yönelik saldırılarla karşılaşan bireyler ve toplumlar, mekandan ürettikleri hafızalarını ve o mekanda deneyimledikleri özgürlüklerini yitirmektedir. Hızın bireye ve topluma yönelik böylesi etkilerini düşündüğümüzde iktidarların kentte en çok istediği olgulardan biri olması şaşırtıcı değildir.

İlyas Seyrek

[email protected]

Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 49. sayısında yayınlanmıştır.

The post Kent ve Hız – İlyas Seyrek appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>
https://meydan1.org/2019/04/20/kent-ve-hiz-ilyas-seyrek/feed/ 0
FÜTÜRİZM – Şeyma Çopur https://meydan1.org/2019/04/19/futurizm-seyma-copur/ https://meydan1.org/2019/04/19/futurizm-seyma-copur/#respond Fri, 19 Apr 2019 19:58:16 +0000 https://test.meydan.org/2019/04/19/futurizm-seyma-copur/   Bir Yarış Arabası mı Daha Güzel Yoksa Bir Yunan Heykeli mi? “Dünyanın güzelliğinin, yeni bir güzellikle daha da zenginleştiğini açıklıyoruz: Bu güzellik, hızın güzelliğidir.” diyordu Marinetti ve bir yarış arabasının bir Yunan heykelinden daha güzel olduğunu aynı cümlenin devamında ilan ediyordu. Marinetti, 1909 yılında Fütürizm Manifestosu olarak yayınladığı bildirgede “İdeal ekseni, kendi yörüngesinde hızla […]

The post FÜTÜRİZM – Şeyma Çopur appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>

 

Bir Yarış Arabası mı Daha Güzel Yoksa Bir Yunan Heykeli mi?

“Dünyanın güzelliğinin, yeni bir güzellikle daha da zenginleştiğini açıklıyoruz: Bu güzellik, hızın güzelliğidir.” diyordu Marinetti ve bir yarış arabasının bir Yunan heykelinden daha güzel olduğunu aynı cümlenin devamında ilan ediyordu.

Marinetti, 1909 yılında Fütürizm Manifestosu olarak yayınladığı bildirgede “İdeal ekseni, kendi yörüngesinde hızla ilerleyen dünyayı dolaşan dümeni elinde bulunduran insanı yüceltmek istiyoruz.” diyerek amacını ortaya koymaktaydı. 20. yüzyılın henüz başlarındayken, hızın kontrolünü elinde bulunduran ve diğer yandan o hıza ayak uyduran insanı sanata konu haline getirmişti. Bu, Marinetti’nin ve dolayısıyla fütürizmin, kendinden önceki akımları sanatın tüm alanlarında yok saymasını beraberinde getirmişti.

Müzeleri ve Kütüphaneleri Yerle Bir Etmek

Fütürizmin ilk örneklerinden itibaren görebileceğimiz bu yok sayma, fütürist eserlerde eski olana karşı yeninin savunulmasıyla açığa çıkmaktaydı. Durağanlığa karşı hareket, ilerleme ve hız; portre ve manzaralara karşı makineler ve teknoloji. Fütüristlerin, eskiyi sürdüren yapılar oldukları için müzeleri ve kütüphaneleri yıkma isteği de burayı işaret ediyordu.

Boccioni’nin “Kent Yükseliyor” isimli tablosu fütürizme dair ortaya çıkan ilk eserlerden biriydi. İsminden de anlaşılacağı üzere eser, kentin insan yaşamıyla kesiştiği hızlı yaşama, ilerlemeye, makineleşmeye ve endüstriyel üretime bir övgüydü.

Giacoma Balla’nın ise 1912 yılında yaptığı “Tasmalı Köpeğin Dinamizmi”inde anlaşılmaya yeterince açık olmayan bu övgü, yayınladığı Fütürist Resmin Teknik Manifestosu’nda ve Balla’nın diğer eserlerinde açıklığa kavuşuyordu.

Savaş Güzeldir, Çünkü Çiçekler Açan Bir Çayırı Mitralyözlerin Ateşten Orkideleriyle Zenginleştirir…

1. Dünya Savaşı’na kadar etkisi süren fütürizm, bulunduğu coğrafyalarda, özellikle İtalya’da, yalnızca hız ile özdeşleşmekle kalmamış; sonuna kadar savunduğu teknolojinin, savaş dönemlerinde ürettiği silahları da saldırganlığa övgüsüyle savunmuştu. Bu yüzdendir ki savaş, ırkçılık ve faşizmle de doğrudan ilgisi bulunmaktaydı. Paul Virilio’ya göre ise bu itki teknoloji ve faşizmin kaçınılmaz bağdaşıklığından kaynaklanmaktaydı. Diğer bir deyişle teknoloji hakkında iyimser olanlar faşizmle de yakından ilgiliydi. Oysa gerçek sanatçının teknolojiyle ilişkisi Virilio’ya göre onu deforme etmek üzerinden olmalıydı.

Fütürist Manifesto’da faşizm pek çok farklı şekilde dile getirilmekte ve faşizmin karşısında bulunan tüm hareketlerin yok edilmesi gerekliliği vurgulanmaktaydı: “Savaşı yücelteceğiz (dünyanın tek hijyen yöntemi); militarizm, vatanseverlik, özgürlüğün yıkıcı tavrı ve kadınlar uğruna ölmeye değer ölümcül güzel fikirler taşıyacağız.” ve manifestoyu yazan Marinetti ekliyordu: “Savaş, gün ışığını gören en güzel fütürist şiirdir.” 1. Dünya Savaşı’nın ardından kübizme teknik olarak bıraktığı bu savaş övgüsü fütürizmin son dönemlerine dek etkisini sürdüren bir odak noktası oldu.

Makineleşen İnsan, İnsanlaşan Makine… Hız ve Durağanlık

Paul Virilio 1990 yılında yayımlamış olduğu “Kutupsal Durağanlık” kitabında teknoloji, enerji ve hızın bir tür durağanlığa sebep olduğunu söylüyordu. 20. yüzyılın teknolojik kazaların yüzyılı olduğunu söylerken de anlaşılacağı gibi her yeni teknolojik gelişmenin beraberinde olumsuzluklar getirdiğini ve genel anlamıyla bir olumsuzluğun da hızın sebep olduğu durağanlık olduğunu kastediyordu. “Örneğin uçakta oturup ekranları izleyen pilotun durağanlığı. İnsanlar seyahat etmenin ne kadar hızlı gerçekleştiğinden bahsederek memnun oluyorlar ancak bir tür felce sebep olduklarının farkında bile değiller.” Telekomünikasyonun da büyük bir felce sebep olduğunu belirten Virilio, makinelerin hızla gerçekleştirdikleri işleri yalnızca izlemekle yükümlü insanın halini durağanlık olarak adlandırıyordu. Eylemler, eylemleri hızla gerçekleştiren etken bir makine ve olup bitenlere müdahalesi olmaksızın edilgenleşen, durağanlaşan insan.

Dünden Bugüne, Bugün de Makine

Fütürist bir yaklaşım olduğu belirtilmeden ve fütürist olma iddiası taşımadan gerçekleşmiş olsa da bedenini karmaşık operasyonlar, prostetikler ve robot kolları ile modifiye eden Stelarc’ın performanslarında teknoloji, makine ve hıza övgü görülür. Bedenin, insanla bedenin kurduğu ilişkinin çağa uygun olmadığı düşüncesiyle gerçekleştirilen performanslarda Stelarc’ın yapmaya çalıştığı şeylerden biri de bedenin makine ile uyumlu hale getirilmesidir. Kendi ifadesiyle beden, şekil ve işlev olarak yetersiz ve şu an içinde yaşadığı kompleks teknolojik dünyada var olan makinaların hassasiyeti, hızı ve gücü ile yarışamayacak bir yapıdadır.

Farklı dönemlerde ortaya çıkmış olsa da Fütürist sanatçılar ile Stelarc arasında gözle görülür bir ilişki söz konusu. Her ikisi de sanatın nesnesi haline getirdiği makineye bir tapınma gerçekleştirirken bu tapınma karşı konulmaz olarak hız kavramını bizim karşımıza çıkarır. Şimdilik makineyi kullanma işlevine sahip insan, asla makineye üstünlük sağlayabilme pozisyonuna erişmemiştir. Dolayısıyla fütürizmde yapılan bu tespit daha sonraki dönemde Stelarc’ın insanı, teknolojiye ayak uydurmak zorundalığıyla gelişmek ve ilerlemek için tasarlanmış ve tek işlevi bu olan bir prototip olarak algılamasıyla tekrar ortaya çıkmış olur. Bu gelişme ve ilerleme ise hız ile doğru orantılı bir çizgisel düzlemde yer almaktadır.

Sanayi Devriminde Hızlı Üretim, Hızlı Tüketim, Daha Çok Hareket

Fütürizmin 20. yüzyılda ortaya çıkmış olması bir tesadüf değildi elbette. Üretimin ve tüketimin; yaşam biçimlerinin tamamen başkalaşmasını beraberinde getiren Sanayi Devrimi hemen bu dönemin öncesinde 18. yüzyılda kendini göstermiş ve 19. yüzyılın sonlarına kadar hızla coğrafyalara yayılmıştı. Sanayi Devrimi her şeyden önce daha hızlı üretim demekti. Dolayısıyla bu, bir insanın tek başına ürettiği ürünün kat kat fazlasının daha kısa bir sürede üretilmesi anlamına geliyordu. Fütürizmin insanı yetersiz görecek derecede makineye tapınması, bir anlamda Sanayi Devrimi’nde inanılmaz bir hareketliliğe sebep olan makinelerin icadı ve kullanımıyla ilişkiliydi. Makinelerin ürettiği bir ürünün yine makineyle hızlı bir şekilde taşınması, hızla işleyen tüketim süreci ve her defasında tekrar eden bu hız döngüsü fütüristik eserlerde rastlanan arabaları, edebi eserlerde yer alan insanı makineye benzetme sanatını ve kentlere yapılan övgüyü açıklamamıza yardımcı oluyor.

Kapitalizmin ortaya çıkışıyla beraber ürettiği her şeye yabancılaşan insanın, elbette kendini dışavurmanın bir yöntemi olarak görülebilecek sanatla da kurduğu ilişki aynı kalamazdı. Sanatın anlamı, eylenişi, işlevi zamanla farklılaşıp değişecekti. İktidarların kendi gücünü sembolleştiren eserleri yaptırdığı, egemen olduğu kimselerden saray içinde vakaları en ince detayına kadar çizenlere… Sanat zaman içerisinde yalnızca kişinin kendi ifadelerinin bir biçimi olarak değil aynı zamanda farklı birçok amaca da hizmet eden bir hal aldı.

Fütürizm aslında yabancılaşmanın belli bir oranda yansımasıdır. İnsanın kendi doğasına yabancılaşmasının, makine insan olmasının ve kendine özgü ifade biçiminin dış dünya ile doğrudan ilişkilenmesi, ondan ayrılamamasıydı…

Sanayi devrimiyle beraber yabancılaşma ne kadar hız kazanmışsa, üretilen şeyler üreten kişinin onda yarattığı özgürlükle değil ürün olarak değerlenmiş ve görülmüş olması da aynı şekilde hız kazanmıştır. Haliyle sanat da içinde bulunduğu çağın hızına maruz kalmış ve yabancılaşmaya uğramıştır.

Geçmişte makineleştirilmeye çalışılan insanın yerini günümüzde robotların almaya başlaması hiç kuşku yok ki fütürizmi daha fazla etkileyecektir. Robotların meydana getirecekleri eserlerin, Yunan heykellerinden daha güzel olup olmadığı tartışmasını insanların mı yoksa robotların mı yapacağınıysa çok geçmeden göreceğimizi iddia edebiliriz.

Şeyma Çopur

[email protected]

Bu yazı Meydan Gaztesi’nin 49. sayısında yayınlanmıştır.

The post FÜTÜRİZM – Şeyma Çopur appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>
https://meydan1.org/2019/04/19/futurizm-seyma-copur/feed/ 0
Sömürünün Hızlısı Fast Fashion- Mercan Doğan&Yadigar Aygün https://meydan1.org/2019/03/04/somurunun-hizlisi-fast-fashion-mercan-doganyadigar-aygun/ https://meydan1.org/2019/03/04/somurunun-hizlisi-fast-fashion-mercan-doganyadigar-aygun/#respond Mon, 04 Mar 2019 10:55:45 +0000 https://test.meydan.org/2019/03/04/somurunun-hizlisi-fast-fashion-mercan-doganyadigar-aygun/ Hızlı yaşıyoruz. Hızla yataktan fırlıyor, hızlı ulaşım araçlarıyla işe ucu ucuna yetişiyor, hızlı hızlı çalışıyoruz ki kapasitemizin üzerinde işler yaparak kariyer basamaklarında hızlıca yükselebilelim. İş çıkışı hızlıca eve dönüp ev işleriyle uğraşıyoruz. Her şey bittiğinde saat çok geç oluyor, dinlenmemiz gerekiyor; hızlıca uykuya dalmak için çabalıyoruz. Yarın neleri hızlı hızlı halletmemiz gerektiğini planlarken uyuyakalıyoruz. Haftada […]

The post Sömürünün Hızlısı Fast Fashion- Mercan Doğan&Yadigar Aygün appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>

Hızlı yaşıyoruz. Hızla yataktan fırlıyor, hızlı ulaşım araçlarıyla işe ucu ucuna yetişiyor, hızlı hızlı çalışıyoruz ki kapasitemizin üzerinde işler yaparak kariyer basamaklarında hızlıca yükselebilelim. İş çıkışı hızlıca eve dönüp ev işleriyle uğraşıyoruz. Her şey bittiğinde saat çok geç oluyor, dinlenmemiz gerekiyor; hızlıca uykuya dalmak için çabalıyoruz. Yarın neleri hızlı hızlı halletmemiz gerektiğini planlarken uyuyakalıyoruz.

Haftada bir ya da iki gün olan çalışmama günlerimizde hızlıca tüketebilmek için çalışıyoruz. Çünkü kapitalizm için hızlı ürettirmek kadar hızlı tükettirmek de bir zorunluluk. Hızlıca içiyor, hızlıca yiyor, hızlıca alışveriş yapıyoruz. Ortada bize dayatılan bir hız var ve bu hıza yetişemedikçe doyumsuzlaşıyoruz. Buna yaşamak denirse “hızlı yaşıyoruz”…

Yaşamın her alanında olduğu gibi giyim sektöründe de hız gün geçtikçe artıyor. Dünyada her yıl 80 milyardan fazla giysi satılıyor ki bu sayı 20 yıl önceki giysi satışının yüzde 400 fazlası demek.

Hal böyleyken dünyada 1951’den itibaren yaygınlaşmış, yaşadığımız coğrafyada ise 1985’te ilk McDonalds’ın açılmasıyla gündelik dile yerleşen fast food kavramı modaya uyarlandı; fast fashion (hızlı moda) kavramı ortaya çıktı.

“Moda”nın Tarihi ve Hızlanışı

Moda kelimesinin kayda geçen ilk kullanımı 1568 tarihli Oxford İngilizce Sözlüğü’nde: “Mevcut zaman diliminde toplum tarafından benimsenen kıyafet biçimi” olarak tanımlanmıştı. Latince “modus” yani “yöntem ve usül” kelimesinden türetilen moda teriminin -16. yy. giysi tarihi üzerine çalışmalarıyla bilinen Ann Rosalind Jones and Peter Stallybrass’a göre- “yerinde duramayan değişiklik” anlamını edinmesi ise 16. yüzyılın sonlarında gerçekleşmişti. Yani Avrupa’da modaya uygun giyinme davranışı en az Ortaçağ’dan beri sürüyor.

Giysilerin Tarihi’ne Bakış (Survey of Historic Costume) kitabında Phyllis G. Tortora ve Keith Eubank’ın anlatımına göre, Ortaçağ’da giysi modasının temel işlevi toplumsal sınıfı belirtmekti; modaya uyabilenler soylular ve kraliyet ailesiydi. Fransız Devrimi’nden sonra ise daha geniş kesimlere hitap eden bir moda anlayışı geliştirilmişti. 19. yüzyılda konfeksiyon yani endüstriyel yöntemlerle giysilerin üretimi başlayınca daha da geniş kesimler modanın gelişimine dahil olmaya başladı.

İçinde yaşadığımız dönemde moda döngüsü -toplumun neredeyse tamamı için- bir şeyin en son çıkanını isteme arzusunu pekiştiren bir süreç; bir giysinin zamanı geçtiğinde onun yerine bir (ya da daha fazla) yenisi alınır ve döngü bu şekilde devam eder. Moda kuramcısı Malcolm Barnard’a göre moda, artık bu planlanmış eskimenin adıdır.

15 yıl öncesine kadar marka başına bir senede çıkarılan koleksiyon sayısı en fazla 4 iken Zara ve H&M gibi fast fashion öncüsü markalar günümüzde neredeyse haftada 1, yılda 50-52 koleksiyon çıkartıyorlar. Şirketler bir giysinin tasarımından mağazaya ulaştığı ana kadar olan süreyi yedi güne kadar indirebildikleri küresel bir zincir oluşturmuş durumdalar.

“Modayla baş etmek balık satmak gibidir. Sudan yeni çıkmış, taze olması gerekir. Aynı son moda kesilmiş trend renklerin yarattığı bir ceket gibi. Dün tutulan balık satmayabilir. Satması için indirim gerekebilir.” diyen Amancio Ortega, İspanya’nın en zengini ve dünyanınsa 6. zengini. Zara, Pull&Bear, Massimo Dutti, Bershka, Stradivarius, Oysho gibi markalardan oluşan Inditex Grup’un kurucusu olan Ortega, hızlı modanın sırrını şöyle açıklıyor: “İşinizin başarısı modayı ne kadar ucuza sunabileceğinize bağlıdır.” Ancak hızlı modanın hızının ve ucuzluğunun sırları bundan çok daha fazlası…

Hızlı Modanın Hızı Kadın Sömürüsünde Saklı

Hızlı modayla yaklaşık haftada bir yenilenen rafları merak eden tüketiciler, mağazaları yılda ortalama 17 kez gezmeye başladı. Yani hızlı moda, tüketiciyi en son moda ürünleri en uygun fiyata satın alabilecekleri bir yarışa sokma amacına başarıyla ulaştı. Moda sektörü, kapitalizmin bir tüketim toplumu yaratmak için kullandığı en etkili araçlarından biri. Ve hedeflenen tüketicilerin ağırlıklı olarak kadınlar olması tesadüf değildi.

Geleneksel olarak ataerki tarafından erkeğe bağımlı cins olarak tanımlanan kadının ikincil konumu kapitalizm tarafından yeniden üretildi. Yani Emma Goldman’ın neredeyse bir asır önce söyledikleri hala geçerliliğini koruyor: “Bizler henüz, kadının bir ruhu olmadığı, erkeğin basit bir eklentisi olduğu, kendi gölgesinden korkacak kadar çok güçlü olan beyefendinin sırf rahatını sağlamak adına onun kaburgasından yaratıldığı mitini aşabilmiş değiliz.”

Bugün ticari bir proje haline gelen kadının bedeni ve ruhu, hem tüketirken hem de üretirken tükeniyor; tüketiliyor. Beden sürekli yeni imajlarla bezenmesi gereken bir meta olarak görülüyor. Bu imajların elbette hızlı modaya uyum sağlayacak şekilde, hızla değişmesi gerekiyor.

Baudrillard’ın tüketim toplumu anlayışında söz ettiği modada kapitalizm tarafından dayatılan modellere karşı konulamıyor çünkü moda sürekli kendini yenileyerek popüler kültür ile birlikte zihinlere işleniyor. Tüketim arzusunu artırmak için kullanılan reklamlar yaşamın her alanında. Tüketiciyi özendirmek için kullanılan modeller de birer tüketim nesnesi. Bugün birçok model, askıda duran kıyafetlere uygun bedenlere sahip olmak için sağlıksız besleniyor; uzun saatler aç kalıyor. Haberlerde bu sebeple yaşamını yitiren modeller sık sık karşımıza çıkıyor. Hızlı modanın sırları bir bir ayyuka çıkıyor.

Kapitalizm bu alanda kadın bedenini metalaştırmakla kalmıyor, yaratılan güzellik algısı ile sömürüsünü toplumun bütün kesimlerine yayıyor. Tüketiciler, tükettikleri kadar kabul görülüyorlar toplumda. Bugün ayrıcalıklı ve biricik kimseler olmanın yolu, hızlı modanın en hızlılarından olmaktan geçiyor. Tüketici ne kadar hızlanırsa hızlansın yetişemiyor modanın hızına, bu hıza yetişemedikçe doyumsuzlaşıyor, mutsuzlaşıyor; tükeniyor.

Işıltılı Vitrinlerin Arkasında Doğanın ve Yaşamın Sömürüsü Var!

Hızlı modanın tek sırrı tükettikçe tükenen tüketiciler değil elbette. Hızlı modayı yönlendiren küresel şirketlerin rekabette diğerlerinden bir adım önde olmak, giysilerin maliyet ve fiyatlarını ucuzlatabilmek için üretim yaptırdıkları şirketlerde işçilerin köle gibi çalıştırılmasını görmezden geliyorlar.

Örneğin ABD’de satılan giysilerin %95’i 1960 gibi yakın bir tarihte bile ABD’de üretiliyorken bugün sadece %3’ü o coğrafyada üretiliyor, %97’si ise Kamboçya, Pakistan, Bangladeş gibi kapitalizm içinde yoksul bırakılan coğrafyalarda. Modanın yükselen hızına en karlı şekilde yanıt vermek isteyen birçok şirketin yöneldiği bu coğrafyalarda, ortalama bir konfeksiyon işçisi günde 16 saat çalışarak yaklaşık 3 dolar kazanıyor ki bu işçilerin çoğunluğunu kadınlar ve çocuklar oluşturuyor. Bangladeş’te yaşları 5-14 arasında değişen çocukların yüzde 15’i tekstil fabrikalarında, oldukça kötü koşullarda çalıştırılıyor.

Tekstil işçilerinin yaşamları, fast fashion şirketlerinin gözünde ürettikleri giysilerden de işçilerin güvenliği için alınması gereken önlemlerden de çok daha ucuz. Çoğu kişi hatırlar; 2012’nin sadece Eylül ayında Pakistan’da bu şirketler için üretim yapılan fabrikalarda çıkan yangınlar sonucu toplam 314 işçi yaşamını yitirmişti. 2013’te Bangladeş’te gerçekleşen Rana Plaza katliamında bina içinde çatlaklar olduğu defalarca bildirilmesine rağmen, üretim durmasın diye şirket yönetimi tarafından tedbir alınmaması sebebiyle, 1134 işçi göçük altında kalarak yaşamını yitirmişti ve 2000 işçi ciddi şekilde yaralanmıştı.

Bu katliamlar milat kabul edildi ve büyük moda markaları işçilerin çalışma koşulları konusunda daha sorumlu davranacaklarını taahhüt eden sözleşmelere imza attılar. Toplumun her kesiminde tepkiye yol açan bu işçi katliamları bir şey değiştirdi mi peki? Bugün gelinen noktada fast fashion hiç de hız kesmiyor.

Sadece tekstil atölye ya da fabrikalarındaki işçiler değil sömürüye maruz kalan, çiftçiler de farklı bir sömürüyle karşı karşıya kalıyor. Moda sektöründe kullanılan pamuğun büyük çoğunluğunun üretildiği Hindistan’da son 16 yılda 250.000 civarında çiftçi, yani her 30 dakikada bir çiftçi, aldıkları borçlar ve kazançlarındaki düşüş sebebiyle borçlarını ödeyemedikleri için çaresizlikten intihar etti. Çoğunun çocukları pamuk için kullanılan tarım ilaçları yüzünden engelli doğdu veya kanserden yaşamlarını yitirdi. Neden mi çaresizlikten intihar ediyorlar? Yükselen talep sebebiyle daha fazla üretim yapabilmek için Monsanto gibi şirketlerden GDO’lu tohum, bu tohumların sebep olduğu hastalık ve böceklere karşı kimyasal ilaçlar satın almak zorunda kalıyorlar ve maliyet gittikçe artıyor. Bu döngünün içinde giderlerin parasını karşılayamama tehdidiyle karşılaşınca pamuğu büyük üreticilere düşük fiyata satmak zorunda kalıyorlar ve giderler iyice karşılanamaz hale geliyor.

Hindistan vb. coğrafyalarda sömürü sadece çiftçilere yönelik değil elbette. Sadece bir pamuk tişörtün üretiminde 2700 litre su kullanılıyor ki bu miktar bir insanın 900 günlük su tüketimine eşit.

Pamuk üretimi yapılmayan, deri işlenen bölgelerde ise hem milyonlarca hayvan derisi ya da kürkü için katlediliyor hem de her gün milyonlarca litre atık Ganj nehrine dökülüyor. İçme sularına, şebeke sularına, yeraltı sularına krom karışıyor. %100 pamuklu olmayan her giysinin içine katılan polyesteri üretmek için gereken karbon ayakizinden bahsetmiyoruz bile. Moda, günümüzde petrolden sonra en çok kirlilik yaratan, doğayı en çok talan eden ikinci sektör haline geldi, birinciliğe oynuyor.

Sözün özü; hızlı olan sadece moda değil. Bedenlerimiz ve hatta zihinlerimiz günden güne metalaşırken yoksullaşmayı, hastalık ve katliamları, ekolojik yıkımı, yaşamın tamamının talanını hızlı yaşıyoruz; buna yaşamak denirse…

 

 

Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 48. Sayısında yayınlanmıştır.

 

The post Sömürünün Hızlısı Fast Fashion- Mercan Doğan&Yadigar Aygün appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>
https://meydan1.org/2019/03/04/somurunun-hizlisi-fast-fashion-mercan-doganyadigar-aygun/feed/ 0
“Tüketime Uyumlu Bütçeye Uyumsuz” – Emircan Kunuk https://meydan1.org/2016/05/03/tuketime-uyumlu-butceye-uyumsuz-emircan-kunuk/ https://meydan1.org/2016/05/03/tuketime-uyumlu-butceye-uyumsuz-emircan-kunuk/#respond Tue, 03 May 2016 20:40:39 +0000 https://test.meydan.org/2016/05/03/tuketime-uyumlu-butceye-uyumsuz-emircan-kunuk/ 1970’li yılların başlarında mobil iletişimin ilk teknolojisi olan Birinci Nesil (1G) telefonlar ortaya çıktı. Aradan geçen 45 yılda 2G ve 3G ile tanıştık. Tam 3G’den 4G’ye geçecekken dillendirilen 5G’ye geçme isteği ve sonra ikisinin ortasında 4.5G’de karar kılınması ise kafalarda soru işaretleri yarattı. Geliştirilen her mobil teknoloji, yazılımcılar tarafından “nesil” olarak ifade edilir. 3. nesil […]

The post “Tüketime Uyumlu Bütçeye Uyumsuz” – Emircan Kunuk appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>
Meydan Gazetesi- Tüketime uyumlu Bütçeye uyumsuz Emircan Kunuk

1970’li yılların başlarında mobil iletişimin ilk teknolojisi olan Birinci Nesil (1G) telefonlar ortaya çıktı. Aradan geçen 45 yılda 2G ve 3G ile tanıştık. Tam 3G’den 4G’ye geçecekken dillendirilen 5G’ye geçme isteği ve sonra ikisinin ortasında 4.5G’de karar kılınması ise kafalarda soru işaretleri yarattı.

Geliştirilen her mobil teknoloji, yazılımcılar tarafından “nesil” olarak ifade edilir. 3. nesil ile 4. nesil mobil teknoloji arasında, belli bir takım farklılıklar ve geliştirilmiş özellikler mevcuttu; bunların birincisi hız, ikincisi frekans miktarı. 4.5G teknolojisi, bilgiye ulaşım hızı bakımından 3G’ye oranla 12 kat daha hızlı, frekans miktarı ise 5 kat daha fazla.

Daha iyi kavrayabilmek için mobil iletişimdeki hızı, bir arabanın hızına; frekans miktarını ise yollardaki şerit sayısına benzetebiliriz. 3G teknolojisi tek şeritli bir yolda saatte 10 km hızla giden bir aracı, 4.5G teknolojisi ise 5 şeritli bir yolda trafik olsa bile 12’lik hız ile hareket edebilen aracı temsil ediyor. Bu örnekten de anlayacağımız gibi 4.5G, mobil iletişimi bir hayli hızlandıracak bir teknoloji.

1 Nisan tarihiyle resmi olarak 4.5G teknolojisine geçmemiz, 4G’yi neden atladığımız sorusunu akıllara getiriyor. 4.5G teknolojisi, sadece bu coğrafyada kullanılan bir teknoloji. Normalde 3G teknolojisinin ardından gerekli altyapının oluşturulması gerekiyordu. Ancak Cumhurbaşkanı Erdoğan, 2014’te 4.5G’yi ortaya atarak yeni bir teknolojinin geliştirilmesinde ilk adımı atan oldu.

Erdoğan’ın 4G’yi atlayıp 5G teknolojisine geçme isteği ve altyapının uygun olmaması nedeniyle 4.5G’ye geçme önerisi ise devlet -ve dolayısıyla iktidarların- ekonomisini canlandırmaya yönelik bir hamleydi.

Telefon kullanıcılarının erişim hızındaki artış, devletin 4.5G ihalesinden elde ettiği geliri arttırır ve bu da devlet ekonomisinin büyümesi ile sonuçlanır. Devletin büyüyen ekonomisinden halkın payına düşen olmayacağı çok belirginken, 4.5G’nin de halktan yana getirisi olmayacağı şimdiden açıkça görülüyor. Sonuçta şuanda kullanılmakta olan mobil cihazların büyük çoğunluğu 4.5G’ye uyumsuz. Daha fazla hız isteyenleri tüketime çağıran 4.5G’ye uygun cihazlar ise, halkın cebine uyumsuz.

Emircan Kunuk

Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 33. sayısında yayımlanmıştır.

The post “Tüketime Uyumlu Bütçeye Uyumsuz” – Emircan Kunuk appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>
https://meydan1.org/2016/05/03/tuketime-uyumlu-butceye-uyumsuz-emircan-kunuk/feed/ 0
“Kapitalizm Rayında” – Emre Bayyiğit https://meydan1.org/2014/07/25/kapitalizm-rayinda-emre-bayyigit/ https://meydan1.org/2014/07/25/kapitalizm-rayinda-emre-bayyigit/#respond Fri, 25 Jul 2014 18:28:39 +0000 https://test.meydan.org/2014/07/25/kapitalizm-rayinda-emre-bayyigit/ 25 Temmuz’da açılacak olan hızlı tren projesiyle Ankara-İstanbul arası 6 saat süren yol 3 saate düşecek. Peki hızdan kazanılacak zaman nerelerde harcanacak? Uzun zamandır yapılan reklamlarla, ha açıldı ha açılacak denilen hızlı tren projesi, sonunda 25 Temmuz’da açılıyor. Kapitalizmin ‘’hız’’ı, bu hızlı tren serüveninde sık sık sekteye uğradı. 6 saatlik yol; tünellerle, köprülerle, hızlı trenlerle […]

The post “Kapitalizm Rayında” – Emre Bayyiğit appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>

25 Temmuz’da açılacak olan hızlı tren projesiyle Ankara-İstanbul arası 6 saat süren yol 3 saate düşecek. Peki hızdan kazanılacak zaman nerelerde harcanacak?

Uzun zamandır yapılan reklamlarla, ha açıldı ha açılacak denilen hızlı tren projesi, sonunda 25 Temmuz’da açılıyor. Kapitalizmin ‘’hız’’ı, bu hızlı tren serüveninde sık sık sekteye uğradı. 6 saatlik yol; tünellerle, köprülerle, hızlı trenlerle 2-3 saate indirilecek de ne olacak? Hızdan kazanılan zaman, nerelerde harcanacak? İş yerinde mi, yoksa yeni adı “Alışveriş ve Yaşam Merkezi” olan tüketim merkezlerinde mi?

Yine aceleci davrananlara hatırlatmak gerekir ki; 10. yılına giren Pamukova tren kazası da, hükümetin seçim meydanlarında “Hızlı tren getirdik!’’ diye kalkınma propagandası yapma iştahıyla, daha altyapı çalışmaları tamamlanmadan eski rayların kullanılması sonucu gerçekleşmişti.

1950’li yıllarda ABD’nin öneri ve müdahaleleri ile Türkiye’de neredeyse bir anda durma noktasına gelmişti demiryolları. Aslında bu, karayolları altyapılarının başlangıcına tekabül etmekteydi. 2. Dünya Savaşı’ndan karlı çıkan otomotiv şirketleri, karayollarına geçmenin kapitalizmin sömürü kanalını genişletmesi olduğunu anladı. Böylece ürünlerini tüketicilere ulaştırmakla kalmayacak, bu tüketicileri için petrole dayanan yeni bir tüketim alanı daha yaratacaktı.

Kapitalizmin üretimde olduğu gibi ulaştırmada da temel gereksinimlerinden biri olan “hız”ı sağlamak için, TCDD 2003 yılında hızlı tren hatları döşemeye başladı. Son on yılda 26 milyar TL kamu yatırımı alan TCDD, özel sektörün iştahını kabartacak bir konuma gelmeye başlamıştı. Ulaştırma Bakanı Binali Yıldırım, yasa ile yeniden düzenlenecek devlet-kapitalizm ilişkisini, “özelleştirme değil serbestleştirme” olarak adlandırmıştı. Türkiye’nin bu konuda bakması gereken bir yer var: İtalya’daki No Tav hareketi.

No Tav hareketi, 2005 yılından bu yana İtalya, Susa Vadisi’nde, sermayenin dolaşımını hızlandırmaya çalışan şirketlere ve devlete karşı haklı mücadelesini sürdürmeye devam ediyor. İtalya’nın Torino ve Fransa’nın Lyon şehirleri arasında inşa edilmesi planlanan bu tren hattı; Lyon’u Budapeşte’ye, oradan da Ukrayna’ya bağlamayı planlayan AB projesinin bir parçası.

No Tav hareketi, mevcut olan tren hattının zaten fazlasıyla yeterli olduğunu; bu bölgede İtalya’yı Fransa’ya bağlayan iki karayolu, bir otoban, bir demiryolu hattı, bir karayolu tüneli bulunduğunu belirtiyor. 90′ların başından beridir vadi halkı projeye karşı örgütlenmiş, direnmek için komiteler kurmuştur. Çevre köylerin yapısının bozulması ya da bu köylerin tamamen ortadan kalkacak olması, yapılan bu projelerin ekonomik ve sosyal felaket boyutlarını da göstermektedir.

Tren yolları, yeryüzünün her bölgesinde olduğu gibi, yeri geldiğinde savaşlara cephanelik, yeri geldiğinde sürgünlere taşınan insanlara yol olmuştur. Kapitalizm, oluşturacağı yeni pazarlar için yaşamsal alanları katletmeye, insan dışındaki varlıkları yok saymaya devam ederken; halklar, varoluşunu sömürü, talan ve ekolojik kıyım üzerinden sürdüren bu katillere karşı, direnişi tüm kararlılığıyla sürdürüyor.

The post “Kapitalizm Rayında” – Emre Bayyiğit appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>
https://meydan1.org/2014/07/25/kapitalizm-rayinda-emre-bayyigit/feed/ 0