The post Nash Denkliği – Ece Uzun appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>Nash ve arkadaşları bir barda oturmaktadırlar. Arkadaşları etrafla ilgilenirken Nash elinde bulunan kâğıtlardaki matematik denklemleriyle uğraşmaktadır. O sırada kapıdan içeri çok güzel sarışın bir kadın ve onun kadar güzel olmayan dört arkadaşı girer. Bu sırada güzel sarışın kadını “tavlamaya” dair bir sohbet başlar. Arkadaşlarından biri şöyle der: “Bu size bir şey hatırlatmadı mı? Adam Smith’in kuramını hatırlayın, modern ekonominin babasının. ‘Rekabet durumunda kişisel hırslar ortak çıkarlara hizmet eder.’ Yani her koyun kendi bacağından asılır.” Konuşmalar sürerken Nash düşünmeye devam eder ve “Adam Smith’in görüşleri düzeltilmeli” der. “Eğer hepimiz sarışın kadını tavlamaya çalışırsak birbirimizin önünü keseriz ve hiçbirimiz onu elde edemeyiz. Sonra arkadaşlarını tavlamaya çalışırız ama onlar da bize yüz vermezler; çünkü kimse ikinci tercih olmaktan hoşlanmaz. Peki kimse sarışın kadını tavlamaya çalışmazsa? Birbirimizin yoluna çıkmayız ve diğer kızların da aşağılanmamasını sağlarız. Hepimizin kazanmasının tek yolu bu. Adam Smith şöyle demişti: ‘Gruptaki herkesin kendisi için en iyisini yapması gerekir.’ Doğru ama eksik. Çünkü en iyi sonucu almak için gruptaki herkes hem kendi hem de diğerleri için en iyisini yapmalı!”
Bu sahne John Nash’in hayat hikayesinin anlatıldığı Akıl Oyunları filminde, Nash’e Nobel Ekonomi Ödülünü kazandıracak olan Nash Denkliği teorisinin ilham sahnesi olarak kurgulanmıştır. Sahnenin kadın erkek ilişkilerine ilişkin sıkıntılı bir bakışın temsili olduğu aşikar. Öte yandan, John Nash’in gerçekten de böyle bir deneyim üstünden kendi teorisini oluşturmasının gerçek mi, yoksa Hollywood kurgusu mu olduğu net değil. Ancak denklik, bir matematik kuramı olmasının yanı sıra ekonomide yeni bir yaklaşımın öncülü rolündedir. Nash denkliği “tutsak ikilemi”nin genişletilmiş halidir.
Tutsak İkilemi Nedir?
Tutsak ikilemi, bireyin tercihlerindeki işbirliği eğilimini gösteren bir strateji oyunudur. Bu ikileme göre; bir suç çetesinin iki üyesi tutuklanarak hapsedilmiştir. Her bir tutuklu diğeriyle iletişim kurma olanağına sahip olmaksızın, tecrit edilmiş durumdadır. Savcılar tutukluları tutsak etmek için yeterli delile sahip değillerdir. Her iki tutuklu da bir yıldan az bir ceza ile kurtulmayı ummaktadır. Aynı zamanda savcılar her bir tutsağa bir pazarlık önermektedir. Her bir tutsağa ya diğerinin suç işlemiş olduğuna dair tanıklık ederek diğerine ihanet etmesi ya da sessiz kalarak diğeriyle işbirliği yapma fırsatı verilir. Sunulan seçenekler ve sonuçları şöyledir:
A ve B’nin ikisi de inkar ederse ikisi de yalnız birer yıl tutsak edilecektir.
A ve B karşılıklı olarak itiraf ederlerse ikisi de ikişer yıl tutsak edilecektir.
A itiraf eder B sessiz kalırsa A serbest bırakılır, B 3 yıl tutsak edilecektir.
A sessiz kalır, B itiraf ederse A 3 yıl tutsak edilecektir, B serbest bırakılır.
Bu ikilem, ilk olarak 1950’lerde California’daki RAND kuruluşundan Merril Flood ve Melvin Drescher tarafından bir oyun olarak biçimlendirildi. Birkaç ay sonra, Albert Tucker tarafından ilk defa tutsaklara dair bir anektod olarak farklı bir biçimde ifade edildi.
Bu teste/oyuna tabi tutulanların seçimleri, o zamana kadar iddia edilen ekonomi yaklaşımını alt üst etti. Çünkü söz konusu birey sadece kendi çıkarını değil, kendisiyle aynı suçlamaya tabi tutulan bireyin tercihini ve yapmış olduğu tercihin diğer bireye etkisini de düşünerek hamle yapıyordu. Sadece kendi çıkarının dışında başka bir tercihe yöneliyordu; işbirliği.
Klasik Ekonomide Değişen Algı
“Yaşlı adamın içinde bulunduğu berbat durumu düşününce acı çekiyordum; ve şimdi benim sadakam onu biraz olsun avutuyor ve bana da huzur veriyor.” Thomas Hobbes, neden bir dilenciye altı peni verdiğini açıklıyor. (Erdemin Kökenleri’nden-Matt Ridley)
1970’lerin sonuna gelindiğinde tutsak ikilemi, ekonomistlerin “bireysel çıkar” saplantılarına dair yanlış olan her şeyi simgeliyordu. Hobbesçu yaklaşıma göre, Adam Smith’in de söylediği gibi, birey kararını her zaman kendi çıkarı doğrultusunda vermeliydi. Bireyin kendi çıkarına göre davranması akılcı olduğu halde, iddia edilenin aksine, neden işbirliğine yönelmişti?
Bu sorunun cevabının, aynı zamanda tutsak ikileminin değiştirdiği şuydu: A şirketi piyasada elde etmek istediği karı hesaplarken rakip firmayı da düşünmeliydi. Eğer A şirketi B şirketi ile aynı ürünü üretiyorsa ve piyasaya sunacağı ürünün fiyatında artış yapacaksa B şirketinin fiyat artışı yapıp yapmayacağını düşünmek durumundaydı. Yani Coca Cola ve Pepsi istedikleri karı elde edebilmek için pazarı bölüşmeli, işbirliğine yönelmeliydi. Liberal ekonomistler bu durumu, insan davranışlarının sadece Hobbescu bir bakış açısıyla açıklanamayacağı yönünde temellendirdiler.
İşbirliği
“Şurası kesin ki, birlikte yaşayan hayvanlarda, toplumsal olmayan yetişkin hayvanların hissetmediği bir duygu vardır; yardımlaşma.” Darwin
Antik Yunan’da Sokrates’le başlayan toplum içinde insan davranışlarının ahlaki eylemi, çağlar boyunca felsefenin ana temalarından biri olmakla birlikte; ekonomi, psikoloji, sosyal bilimler gibi pek çok disiplinin de konusu olmuştur.
Bireyin yalnızca kendi çıkarını düşündüğü savı Hobbes’la birlikte bu farklı disiplinlerde de savunulmuş; bir yandan insanın doğasında diğerlerini alt etmek, rekabet etmek gibi kapitalizmin üzerinden yükseldiği değerleri, öte yandan da böyle bir durumda insanları birbirinden koruyacak devlet mekanizmasını yüceltmiştir.
Toplumsal düzenin ve bireyler arasındaki uyumun, bireylerin yalnızca kendi çıkarlarını savundukları bir “ben merkezcil” davranış eğiliminden daha baskın olduğu görüşü sadece liberal düşünceyi değiştirmemiş; kapitalist mantığın farklı bir versiyonunun olabileceği gibi bir yanılsamaya yol açmıştır.
Liberal ekonominin henüz 50-60 yıldır dillendirmeye başladığı “işbirliği” sadece insanın değil, tüm toplumsal canlıların eğilimidir. İnsanlar arasındaki bu ilişki doğadaki karşılıklı yardımlaşma ilkesinden gelir. Ekonomide “oyun kuramı”, “tutsak ikilemi” gibi yeni teorilerle, canlılar arasındaki bu ilişki liberal düşüncenin bir parçası gibi gösterilmeye çalışılsa da, toplumsal dayanışma ve karşılık yardımlaşma yüzyıllardır anarşist düşüncenin üzerinden düşüncelerini şekillendirdiği değer, ilke ve eğilimdir.
Sürekli rekabet ve bireyin çıkarını maksimize etmek gibi, insan doğasında olduğu iddia edilen insan davranışları, kapitalist bir ekonominin kendisinde bile işlememektedir ki karşılıklı yardımlaşma ilkesi liberalize ediliyor. Karşılıklı yardımlaşma ilkesi, kapitalizmin “iş”birliği yalanını teorize etmek için oluşturulmuş bir ilke değildir. Kapitalizmin ve devletin varlığının insan doğasına aykırılığını temellendirir. Toplumsal dayanışmanın, yaşamın sürdürülebilmesinin kaçınılmaz bir unsuru olduğunun savunulmasıdır.
Oyun teorisiyle, kapitalist ekonomiyi anlamak için oluşturulmuş bu popüler denkliğe bir de buradan bakmakta yarar var. Kropotkin’in “Tüm hayvan topluluklarında dayanışma, burjuvaların bizi iyice aptallaştırmak için her türlü nakarat biçiminde erdemini övdükleri yaşam mücadelesiyle karşılaştırılamayacak kadar önemli bir doğa yasasıdır.” sözünü, liberaller bile kabul etmişe benziyor.
Ece Uzun
Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 46. sayısında yayınlanmıştır.
The post Nash Denkliği – Ece Uzun appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post Kötü İktidardır – Hüseyin Civan appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>Felsefi önermeleri net bir şekilde ortaya koyabilmek; bu budur diyebilmek hiçbir zaman kolay olmamıştır. Genellikle doğru ya da yanlış olarak kabul gören önermeler dahi, doğru değil mi, yanlış değil mi sorgulamasından kaçınamaz. Bu felsefenin bir gerekliliğidir. Ortaya konulan önermenin doğruluğunu ya da yanlışlığını etraflıca tartışır. Sadece bilimsel verilere uygun ya da uygun değil demek, felsefe için tarihin hiçbir döneminde yeterli olmamıştır ve olmayacaktır. Bu düşünce ve düşünmenin kendisiyle ilgilidir. Daha önce ele alınan bağlamlardan farklı bağlamlar zaman içerisinde belirginleşebilir. Bu da bazen aynı meseleleri, aynı kavramları, aynı önermeleri hiç bitmeyen bir şekilde felsefi düşünce ve düşünmenin konusu yapmaktadır.
Felsefe düşünce tarihi boyunca bu şekilde ele alınan kavramlardan birisi de kötülüktür.
Neden Kötülüğü Tekrar Sorguluyoruz?
Kötülüğün kaynağını bulmaya yönelik sorgulama, içerisinde onunla mücadele etme ve böylelikle onu ortadan kaldırma isteğini de taşır. Özellikle aydınlanma etkisiyle, metafizik nedenlendirmelerden ziyade daha maddi temelde nedenlerle açıklanmaya çalışılan kavram, bu isteğin mümkün olduğundan hareket eder. Yani kötülük, bilimsel bir şekilde açıklanabilirse, onu oluşturan etmenler yok edilebilir. Ancak bu tarz düşünme sadece bireye odaklanır. Bu anlayış kötülüğü suçla eşitler, yok etmenin yolu iyi bir ceza sistemi yaratmaktır. Bugün suç ve ceza sisteminin, kötülüğün engellenmesinde işe yaradığının düşünülmesi bir yana, tam tersi bir etkiye sahip olduğu açıktır. Öte yandan, “eylemi” suç diye niteleyenin de ceza verme yetkisine sahip olanın da varlığı tartışılmadan kötülüğü bu basitlikte ele almak açık bir indirgemeciliktir. Ve tabi ki bunu yapmak birilerinin işine gelir!
Kötülüğe yönelik farklı felsefi yaklaşımlar, hep deneyimlenmiş bir kötülükten yola çıkar. “Kötü olan eylem” i eyleyen ve bu eylemden muzdarip olan… Dolayısıyla mesele (kendi eylemi üzerine düşünebilen) birey, eylemlerini gerçekleştirmesindeki iradesi ve eylemlerinin sorumluluğu üzerinden şekillenir.
Bu tarz örneklendirmelerin farklılığı, kötülüğü ele alırken sadece kötülüğü eyleyen ve bundan etkilenen ikiliğinden çıkarmaya yardımcı olmuş, meselenin daha geniş bir perspektiften ele alınmasını sağlamıştır. Ancak yine de bu daha geniş perspektif, toplumsal olan ile eşitlenmiş, kötülük ve buna kaynaklık eden nedenler etraflıca konuşulmadan bir oldu bittiye getirilmiştir. Ya da bu (ortaya çıkan kötü durumun toplumsal ve psikolojik değerlendirmeleriyle sağlanan) daha geniş perspektif kötülüğün kurumsallaşmış hallerini soyut bir biçimde ele almaya meyletmiştir.
Kötülük Probleminin Siyasallaştırılması
Kötülük probleminin siyaset ile ilişkilendirilmesindeki en büyük örneklerden birisi II. Dünya Savaşı olmuş; bu süreçte yapılan katliam benzeri toplu kötülük örneklerine referanslı birçok yazı kaleme alınmıştır. II. Dünya Savaşı’ndaki “Rasyonalize edilmiş katliamlar”, kötülük meselesinin sadece dinsel kökenlerinden kurtarılmasının yetmeyeceğini açık bir şekilde göstermiştir. Bu durumu açık bir şekilde ifade eden birçok düşünür, böylelikle kötülük problemini başka toplumsal durumlarla ilişkilendirmeye çalışmıştır.
Ancak burada bir başlangıç noktası sorunu vardır. Keza insanlık, II. Dünya Savaşı öncesinde de katliamlar yaşamıştır. II. Dünya Savaşı’nda yaşanan “büyük kötülükler” rasyonel bir şekilde nedenlendirilerek felsefi düşünmenin bir konusu yapılıyorken; bundan önceki “büyük kötülükleri” metafizik motivasyonlarla nedenlendirip, başka boyutlarla ele almamak bir çelişkidir. Dinsel ya da rasyonel nedenlendirmeler, açığa çıkan bu toplu kötülük durumlarını açıklamada güdük kalıyorsa; bunlar arasında bağ kurabilmek, durumu açıklayabilmek için başka bir dayanak noktasına ihtiyaç vardır.
Kropotkin ve Anarşist Ahlak
“Büyük kötülükler”in henüz toplumsal ve psikolojik ilişkilendirmelerle ele alınmadığı; ortada ne eleştirel teoricilerin ne postyapısalcıların olduğu; kötülüğe ilişkin örneklendirmelerin ne Arendt’in Nazi Subayı Eichmann örneğine ne de Foucault’nun Riviere örneğine referans verilerek yapıldığı bir dönemde; 19. yüzyılın sonlarında Pyotr Kropotkin Anarşist Ahlak’ı kaleme alıyordu. Ve sanıldığının aksine metafizik nedenlendirmelerle ya da dogmatik ilkelerle ahlaka konu olan kavramları değerlendirmiyordu.
Daha önce bahsettiğimiz gibi kötülüğe ilişkin yazılanlar deneyimlenmiş kötülük örneklerinden yararlanırlar. Anarşist Ahlak’ta bu örnek, dönemin en ünlü seri katillerinden Karındeşen Jack’tir.
İşlenen cinayetler üç ayrı çerçevede ele alınır. İlki Jack ve katlettiği kişi arasındadır. İlk değerlendirme doğrudan iki birey arasındaki eyleme odaklanır. Bir birey diğerinin yaşamına son vermiştir. Eylemde bulunanın davranışı diğer bireyin varlığını ortadan kaldırmaya yöneliktir.
İkincisi, Jack’i cinayetlere yönelten nedenlerdir. Bunda içinde yetiştiği kültürden okuduğu kitaplara, düşüncesini şekillendiren “dış etmenler” vardır. Bu noktada birey ve içinde bulunduğu nesnellik ve deneyimleri söz konusudur. Şüphesiz bu çerçeve önemlidir. Çünkü bireyin içerisinde yaşadığı sistem söz konusudur.
Ama tam da bu aşamada bir üçüncü çerçeve belirir. Bu üçüncü çerçeve yine “dış etmenler” ile ilişkilidir. Üçüncü çerçevede Kropotkin, “Jack ve bütün Jacklerin katlettiğinin on katından da fazla sayıda kadın, erkek ve çocuğu soğukkanlılıkla katletmiş bir yargıç” sorunsalını ortaya koyar.
Bireyin düşüncesini şekillendirebilen, hareketlerini belirleyebilen “dış etmenler”, Kropotkin’in Anarşist Ahlak’ında nesnel bir veri ya da kaçınılmaz bir gerçeklik değildir. Öte yandan birbirinden bağımsız da değildir. Sistematik bir şekilde işleyen kötülük söz konusudur üçüncü aşamada. Bu ilişkisellik “dış etmenler”in politik bir çözümlemesiyle anlaşılabilir.
Kötü Olan İktidardır, İktidarlıdır
Daha önce vurguladığımız gibi, bu alt başlıkta olduğu gibi iddialarda bulunmak o kadar kolay değildir. Anarşizm nasıl mevcut düzene ilişkin bir eleştiri, özgür bir toplumu gerçekleştirmek için bir ideoloji ve hareket, bu topluma ulaşmak için bir yöntem ve örgütlenme biçimiyse aynı zamanda felsefi bir bakış açısıdır. Ve bu bakış açısının temelinde iktidar ve iktidarlı olanı incelemek önemli yer tutar.
Kötülüğü sadece birey, iradesi ve sorumluluğu üzerinden ele almak bir alanı görünmez kılacaktır. O da bireyin içerisinde bulunduğu nesnel gerçekliktir. Ancak burada gözden kaçan, nesnel gerçekliğin içindeki iktidarın ya da kötülüğün kurumsallaşmış halleridir. Önemli olan, nesnel veri gibi kabul edilen kurumsallaşmış iktidara/kötülüğe odaklanmaktır. Kropotkin’in yapmaya çalıştığı, kötülük meselesinde, bireyin eylemlerini gerçekleştirdiği, eylemlerini gerçekleştirirken etkilendiği, eylemleriyle etkilediği, onun dışındaki dünyada doğal gibi anlaşılan, ancak hiç de öyle olmayan iktidar ve iktidar ilişkilerine odaklanmaktır.
Hobbesçu Varsayım
Ahlak felsefesinin konusu gibi görünen kötülük meselesi, aslında siyaset felsefesi açısından da önemlidir. Bir doğal durumda kaçınılmaz olarak ortaya çıkan Hobbesçu evrensel savaş düşüncesi, insanın özünde kötülük olduğu varsayımına dayanır. Seçimlerinde özgür olan bireyler, kötülüğe meyilli olduklarından ve böyle bir durumda birbirlerine kötülük yapacaklarından dolayı bu özgürlüğü kısıtlayacak bir kuruma ihtiyaçları vardır. Bu devlettir. “Kötü insan” oldukça devlete ihtiyaç vardır. Devlet toplumsal çatışma temelinde kurulduğu için, ontolojik olarak kötülüğe ihtiyaç duyar. Hem de bu kötülüğün ebedi olması lazımdır ki, devlet de varlığını sürdürebilsin. İnsan doğasına kötülük yüklenmesinin sebebi işte budur.
Sözde özünde kötü olanı kontrol altında alan bu kurumsallaşma, yine sözde meşruluğunu bireylerin “varlılığını” devam ettirebilme kaygısıyla kazanır. Ancak ne pahasına? Özgürlük! İktidar ve kurumsallaşmış bir iktidar biçimi olarak devlet “özgürlük” yiyen canavarlardır.
Anarşist felsefe, iktidarı, ister bireyler arasındaki ilişkilerde ortaya çıkmış olsun, isterse de kurumsallaşmış biçimleri olan devlet ve kapitalizm olsun; özgürlüğün tezatı olarak ele alır. İktidar ve iktidarın biçimlerinden kurtulmadan özgürlüğün gerçekleşebileceğini düşünmez.
Burada özgürlük meselesine ilişkin bir ayrımı ortaya koymak, hem “kötüyü eyleme özgürlüğü” gibi bir çelişkiyi fark etmeye olanak sağlayacaktır hem de kötüyü ısrarlıca insan doğasına yıkmaya çalışan bir iktidar fikrinin de altını boşaltacaktır. Bu ayrım özgürlüğün toplumsallığı fikridir.
Özgürlüğün Toplumsallığı
Bakunin’in “insanın sadece özgür insanlar arasında özgür olacağı” önermesi tam da bu duruma odaklanır. Bir kişinin bile özgür olmadığı bir toplumda iktidar ilişkileri devam ediyordur ve bu yüzden, doğrudan ya da dolaylı bu iktidar ilişkisinin sürdürülmesi sağlanıyordur. İşte, özgürlüğün tam da bu kolektif niteliği, onu önümüze “bireyin her istediğini yapma serbestliği” olarak değil de “kolektif bir sorumluluk” olarak çıkarır. Dolayısıyla, Hobbesçu doğal durumda birbirini öldürmeye odaklanan insanlar fikri, özgür olmayan insanları zorunlu kılar.
Bunun nedeni açıktır; özgürlüğün olduğu bir durumda iktidarın varlığı anlamını yitirir. Özgürlük gerçekleşmeden kötü ve kurumsallaşmış kötülükten kurtulunamaz.
Kötülük probleminde, Kropotkin’in üzerinde durduğu işte tam bu meseledir. İktidar ve iktidar ilişkilerinin var olduğu toplumda, dolayısıyla özgürlüğün olmadığı bir toplumda kötülük zorunludur. Ancak burada Kropotkin’in bireyi ve bireyin toplumsal olan ile ilişkisini es geçmeden üstünde durduğu mesele, iktidar kurumları meselesidir. Yöneticiler ve halk, mülk sahipleri ve mülksüzler gibi zorunlu olarak dayatılan ikiliğe dayalı siyasi ve ekonomik sistemler yok edilmediği takdirde “kötülüğün sürdürüleceği”ni savunur. Bu, tabi ki bir öncelik sonralık ilişkisi değildir. Bireyler arasındaki iktidarlı ilişkilerin değişmesi için mücadeleyi, kurumsallaşmış kötülüklerden kurtulma mücadelesiyle eş zamanlı kılar.
Kötü, kötülük gibi kavramlar tartışılırken; varlığının sebebini bu kötülükten alan kurumsallaşmaların es geçilmemesi; bu kavramların özgürlükle ilişkisinin açıkça ortaya konması; ve meselenin sadece psikolojik, toplumsal açılardan değil de siyasal bir perspektifle ele alınması, kötülüğün kaynağını sorgulamakta bize iyi bir çerçeve sağlayacaktır. Tabi anarşist bir bakış açısıyla bu üçünün ilişkisi kurulduğu sürece…
Hüseyin Civan
[email protected]
Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 40. sayısında yayınlanmıştır.
The post Kötü İktidardır – Hüseyin Civan appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post Kötünün ve Kötülüğün Farkında Mıyız? – Mercan Doğan appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>Kötülüğün meşrulaşması, onun toplumun büyük kesimi tarafından coşkuyla desteklenmesi, kötülüğü kötülük olmaktan çıkarıyor mu? Onu normal ya da katlanılabilir mi yapıyor? Cevabımız hayırsa neden katlanıyoruz? Çünkü iktidar, (en sık kullandığını söyleyebileceğimiz için bu yazıda yoğun olarak bahsedeceğimiz) “korku ve manipülasyon”la ve (daha az bahsedeceğimiz) bir çok farklı yöntemle kötülüğün tanımını yeniden yapıyor.
Korkuyu Yükselten İktidar ve Yükselen Kötülük
Foucault’nun da bahsettiği, iktidarın disiplin altına alarak denetlediği, gözetlediği bireyi, “terbiye etme” yani istediği noktaya yöneltme işlevinde kullandığı yöntemlerden biridir korku. Binlerce yıl önce yaşayan Aristoteles, “kötülüğün beklentisi” olarak gördüğü korkuyu, “ilerideki yıkıcı ya da acı verici kötü bir şeyin zihindeki tablosuna bağlı bir acı ya da rahatsızlık olarak” olarak tanımlar. Zihindeki tablo denilen; daha önce görülen, duyulan ya da yaşananlar temel alınarak oluşur.
Günümüzde yapılan pek çok araştırma, iktidarların sesi olan medyanın, korku dolu bir gelecek tahayyülünde en önemli etkenlerden biri olduğunu ortaya çıkarır. İktidarını kaybetme korkusuyla dolu olan iktidar, birey ona karşı çıktığında ve toplum kötülüğü reddettiğinde neler yapabileceğini; şimdiye dek yaptıklarını hatırlatarak yani korkutarak anlatır. Bunun yanı sıra, art arda verilen “üretilmiş iç ve dış düşmanların şiddeti”, doğal afet denilen ancak doğal olmayan “kapitalizmin afetleri” bireyi günden güne tedirginleştirirken katliam, cinayet, işkence, tecavüz haberleri de korkuyu yükseltir.
Niccolò Machiavelli ve Thomas Hobbes’un ise korkuya dair vurguladıkları nokta, bir toplumda korkuyu kontrol edenin tüm toplumu da kontrol etme yetisine sahip olduğudur. Toplumsal korkuyu kontrol edenler, toplumu kontrol etmek isteyen iktidarlardır.
Bu koşullarda, politik iktidarların “korku politikaları”, ekonomik iktidarların güvenliği bir endüstri haline getirmesi, sosyo-kültürel iktidarların beslediği gözetim kültürünün etkisi düşünüldüğünde ve iktidarın bütün biçimlerinin kötülük yaptığı-yaydığı göz önünde bulundurulduğunda, bireylerin korkuyla edilgenleşmesi olağan hale gelir. Korkunun işe yaramadığı durumlarda etkili yöntemlerden biri ise manipülasyondur.
Manipülasyonla Sıradanlaşan Kötülüğün Kavranamazlığı
Manipülasyon genel olarak sözlük anlamıyla “yönlendirme, etkileme” demektir. Psikolojide “insanları kendi bilgileri dışında veya istemedikleri halde etkileme veya yönlendirme” anlamına gelir. Sosyoloji ise bu tanımı açar: Manipülatör, bilgiyi ya da olayı gösterirken, gösterilen hakkında yapılacak yorumların ve verilecek tepkinin iradi ya da özgür olmasını etkileyecek şekilde hareket eder; bazı yerleri öne çıkarır, bazı yerleri saklar, yorumunu katar. Ve sonuç olarak gösterilenle görünen arasında bir fark ortaya çıkarır. Bunun etkisiyle toplumda kanaat değişikliği, hatta davranış değişikliği oluşur. Toplumsal kötülük, bu kısımla ilgilidir.
İktidarın propaganda araçlarıyla gerçekleşen manipülasyon, kötülüğü sıradanlaştırıyor. “Yok canım, o kadar da olmaz” diyeceğimiz her şey üst üste önümüze konuluyor ve biz her seferinde bir öncekine alışmış olarak devam ediyoruz yaşamaya. Medyanın, eğitimin, devlet ve benzerlerinin manipülasyonu; haber bültenlerini meşgul eden, algılarımızı körelten bir hali aşarak sıradanlaşıyor. Toplumun ta içine, gündelik yaşantımıza, sokağımıza, evimize soframıza ve bizzat içimize sızıyor.
Kötülük her alana bu kadar sızmışken, içinde yaşadığımız toplumda günden güne artan gariplikleri artık anlamaya çalışmıyoruz bile. Yaşanan bütün adaletsizlik ve baskılar toplumun gerilimini günden güne arttırdıkça, muhakeme etme yetisi tıkanan toplumda anlamlandırılması zor kötülüklerin doğması da daha olağan hale geliyor.
Kötülük kavranamıyor. Hiç bir akıl 12 yaşındaki çocuğun tecavüze uğramasını anlamlandıramıyor. Ve üstüne bu çocuğu tecavüzcüsüyle evlendirmeyi öngören yasa tasarısı gündemleştiğinde, toplumun büyük kesimi yaşadığı duyarsızlaşmayla hareketsiz kalıyor, vurdumduymaz davranabiliyor. Apaçık kötülük diyebileceğimiz iktidar uygulamaları, her gün, her an, tekrar tekrar, aklımızı ve algılarımızı bombardımana tutarak bizleri edilgenleştiriyor, yaşananlar ya da olanlar karşısında hareketsiz, sessiz kılıyor. Ve kesinlikle bu sessizlik, bu hareketsizlik iktidarın yani kötülüğün işine geliyor. Bütün bunlar olurken, bireyden ve bireylikten söz etmemiz pek de mümkün gözükmüyor.
İktidarın İstediği: “Bireyliksiz Toplum”
İktidar bunu neden yapıyor, neyi amaçlıyor? Bireylik ortadan kalktığında, söz konusu hedef milyonlarca birey yerine sadece toplum – bir nesnellik olduğunda, şekillendirmenin ve toplumun dinamiklerini belirlemenin kolaylaştığını söyleyebiliriz. Böylece iyi ve kötüyü de, diğer bütün kavramlar gibi, yönettiği toplum için yeniden tanımlıyor iktidar. Kötülüğü kavranamazlaştırması da, sıradanlaştırması da bundandır; bu yazının konusu çerçevesinde baktığımızda, kötü olana “kötü” demeyelim diyedir.
Ortaya çıkan bu kötülük atmosferinde, kötülük yapmak ve kötülüğe sessiz kalmak kaçınılmaz olarak rutine dönüşmüş gibi gözüküyor. Peki bizler, bütün bunları yapanların ne kadar kötü olduğunun ve yapılanların ne büyük kötülükler olduğunun farkında mıyız?
Zerre kadar değerimizin olmadığı sistemde, sayemizde var olan iktidarın -manipülasyonla- kendi çıkarına göre oluşturduğu kuralları sessizce kabul mü edeceğiz? Yaşamlarımızı sınırlama ve sonlandırma yetkisine sahip olduğunu iddia eden devletin kontrol mekanizmalarına -korktuğumuz için- karşı duruş sergilemeyecek miyiz? Baskının ve zulmün bütün biçimlerine susarak ortak mı olacağız? Biz de mi kötü olacağız?
Kötülük Sarmalından Çıkmak?
Kötülüğün meşrulaştıkça toplum için bir rutin, gittikçe derinine indiğimiz bir sarmal haline geldiğini söylemiştik. Rutin olan, değiştirmesi zor olandır, bireye alıştırılmış olandır. Birey bir kez kötülük yaptığında, ikinci kez yapması kolaylaşır. Çünkü bir değer yitimi yaşamıştır. Birey bir kez kötülüğe sessiz kaldığında, ikinci kez de hareketsiz kalması kolaylaşır. Kötü olan durumun devam etmesinde pay sahibidir. Bu rutini bozmanın, kendisiyle çelişkili olduğu yanılgısına kapılır. Bir kere girmiştir sarmala, dün kabul ettiğini bugün reddetmek, olmayan bir seçenek gibi görünebilir.
Devletlerin ürettiği katliamlar, savaşlar, açlık ve sürgünler arasında; kapitalizmin ortaya çıkardığı yalnız, bencil, rekabetçi, sorgusuz sualsiz talep eden ve sürekli tüketen bireylerden oluşan bir toplumda; yani genel olarak “iktidarın kötülüğü” dört bir yanımızı sarsa da rutini bozmak, bu sarmaldan çıkmak nasıl mümkün olabilir?
Ve tekrarlıyoruz, asıl sorumuz şu; korkuyla sindirildiğimizin, manipülasyonla yanıltıldığımızın, günden güne kötülük sarmalında çürütüldüğümüzün yani kötünün ve kötülüğün gerçekten farkında mıyız?
The post Kötünün ve Kötülüğün Farkında Mıyız? – Mercan Doğan appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post ” Seçim Zorbalıktır ” – Hüseyin Civan appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>Devletin oluşumuna ilişkin kuramlar oluşturulurken, bireyin varlığına ilişkin öngörü ve düşüncelerden de yola çıkılmıştır. Bunların en bilinenlerinden biri Thomas Hobbes’un devletli ilişki biçimini yücelttiği düşünceleridir. Ona göre insanın doğasında kötülük vardır. Devamlı olarak çıkarı peşinde koşan bir varlıktır. Tüm insanları bu özelliğe sahip bireyler olarak düşündüğümüzde, hepsi bireysel çıkarlarını tatmin etmek için sürekli olarak birbiriyle çatışacaktır. Bireylerin birbirine karşı güvensizliğine dayalı böyle bir ortamda kaygıya dayalı bir yaşam hüküm sürecektir. Hobbes işte bu şekilde tasvir ettiği durumu, doğa durumu olarak adlandırır. Bu güvensizlik durumunun aşılması daha üst bir otoritenin oluşması ile ilgilidir. Tüm haklarını devlete devreden insan, ancak devlet aracılığıyla güvende olacaktır.
Geçtiğimiz günlerde, Diyarbakır’da, 17 yaşındaki bir liseli, okuldan eve dönerken elleri kirli ve terli olduğu gerekçesiyle tutuklanarak Diyarbakır D Tipi Cezaevi’ne gönderildi. “Güvensizlik ve kaygı ortamında”, devletin vatandaşa yönelik bu tarz müdaheleleri tabiki “güvenlik” nedeniyle.
Bugün, devlet varlığının doğası gereği üst otorite olma konumunu kaygısızca kullanmaktadır. Ve tabi yine aynı gereklilikle, bu zora dayalı otoritesi, ezilenlere yönelmektedir. Seçim arefesinde yaşanan, Ankara Katliamı aynı sürecin bir parçasıdır. Devlet, haklı bir gerekçeye ihtiyaç hissetmeden “zor kullanma hakkını” kullanmaktadır. İstisnai haller (vatandaşın güvenliği, terör tehlikesi…) yaratarak gerçekleştirdiği katliamlar artık neden ya da meşruiyet aramaksızın gerçekleşmektedir. Seçimler gibi, devlet iktidarının meşruiyetinin merkezinde olduğu iddia edilen bir süreç dahi, ezilenlere yönelik şiddet sarmalının ortasında vuku bulmaktadır.
Seçim Zorbalıktır!
Seçim gündemine ilişkin Meydan Gazetesi’nin 27. sayısında yaptığımız seçim değerlendirmesinde, seçimlerin kalem kalem hangi araçları kullandığını yazmaya çalışmıştık. Yalancılık, sihirbazlık, hipnoz, illüzyon yaratmak, kandırmaca, hile, manipülasyon ve sürü psikolojisi üzerine kurulan bir seçim pratiğinin hiçbir açıdan bireyin iradesini yansıtamayacağından bahsetmiştik. 1 Kasım’daki seçimler giderek yaklaşırken, seçimler ile ilgili gözden kaçırılmış bir özelliğin bir özeleştirisini vermek gerek. Seçim yukarıda da hatırlattığımız araçların yanı sıra, başlı başına bir zorbalık biçimidir. İçinden geçtiğimiz süreçte yaşanmakta olan devlet zorbalığı da aslında seçim süreçlerinin en önemli özelliklerinden biri olarak son derece somut ve ne yazık ki son derece kanlı bir biçimde karşımızdadır.
Zorbalık yöntemi, her ne kadar genel seçimlerde demokrasi kılıfıyla özenle kapatılmaya çalışılsa da, özellikle yerel seçimlerde kendini belirgin kılmaktadır. Yerel düzeyde ekonomik ve siyasi iktidarı ele geçirme çabası, adayların ya da grupların birbirlerini yok etmesine kadar gitmektedir. Burada bahsedilen gruplar sadece siyasi partiler düzeyinde değil, devletin en ufak yerel organizasyonundan (örneğin muhtarlık) payına düşeni almaya çalışan mafyavari yapılanmalara kadar uzanmaktadır.
Yerel seçimlerde açıktan işleyen zorbalık yönetimini bir kenara bırakırsak, özellikle genel seçimlerdeki demokrasicilik oyunu ile kamufle edilen zorbalık, 7 Haziran seçimlerinden bu yana 1 Kasım’a uzanan süreçte kendini belirgin kılmaya devam etmektedir.
Haziran seçimlerinden istediği meşruiyeti alamayan AKP hükümeti, 7 Haziran’dan önce ağzına pelesenk ettiği “seçilmiş irade” olma durumunu unutup, demokrasicilik oyunu ile kendi yarattıkları konum ve duruma tezat oluşturacak şekilde, 7 Haziran seçimleri yapılmamış gibi davrandı. Seçim illüzyonu ile edilen sözde meşruluğu edinmeden, bizzat AKP hükümetinin kendisi seçimleri manasız kıldı. Yani kendi kurdukları mantıkla “180 derece” ters bir durum yaratmış oldular.
Suruç Bombalaması ile zorbalığa dayanan, meşruluğunu da bu zorbalıktan alan yeni bir politika izlenmeye başlandı. 22 Temmuz’dan bu yana, sokağa çıkma yasaklarından katliamlara varıncaya, devlet zorbalık yöntemiyle, “terörle savaş” adı altında mevcut siyasi pozisyonunu korumaya çalışıyor. 7 Haziran öncesi Tayyip Erdoğan’ın ısrarla her fırsatta dile getirdiği, muhtarları bile bu konumundan dolayı kutsadığı “seçilmiş” olma durumu şimdilerde unutulan bir özellik haline geldi. Aslında devlet tüm araçlarıyla bu konumu vatandaşa unutturma konusunda kararlı. Yakın bir süre öncesinde, “atanmışların” yani valilerin emriyle görevinden alınan “seçilmiş” belediye başkanları durumun düzeyini ve 7 Haziran öncesindeki demokrasicilik oyununu anlamak açısından önemli bir örnek.
İki seçim arasında yaşanan bombalamalarla beraber, devletin katlettiği insan sayısı altı yüzün üstünde. Suruç’ta 33 ve Ankara’da 106 kişi dolaylı ya da doğrudan devlet eliyle katledildi. Sadece Cizre’de yaşanan bir haftanın üstünde süren OHALvari uygulamada katledilenlerin sayısı 22. Bunların arasında 35 günlük bebek de 60’lı yaşlarında insanlar da var. Peki bu durumu nasıl anlamak gerek?
Despotizm, totaliterizm, diktatörlük…
Mevcut hükümetin elinde bulundurduğu siyasal iktidar, farklı zamanlarda farklı isimlerle adlandırıldı. Diktatörlükten faşizme, totaliterizmden monarşiye, padişahlıktan başkanlığa farklı siyasal yönetim ve sistemlerle ilişkilendirildi. Zorbalıktan yola çıktığımızı düşündüğümüzde, bu kavramlaştırmanın da bir siyasal sisteme denk düştüğünü eklemek gerek. Uymak zorunda olunan ne bir anayasa ne de bir hukuk sistemi olan, sadece devlet başındaki kişi ya da grubun istek ve kaprislerine dayanan bu siyasal sistem despotluk olarak tanımlanır. Kelime, Yunanca’da efendi anlamına gelip, hane içinde köle ve hizmetçilere sahip olanlar için de kullanılmıştır. Keza fiili başkan Tayyip Erdoğan’ın, Bizans’tan Prusya’ya farklı tarihlerde farklı coğrafyalarda despot unvanına sahip yöneticilerin uygulamalarına taş çıkaran bir yönetim sergilediğini kabul etmek gerekir.
Öte yandan bu tarz benzetmelerle belki de gözden kaçırdığımız bir durumu dile getirmek gerek. Yazının başlangıcında da vurgulamaya çalıştığımız, bu tartışmanın bir biçim değil öz tartışması olduğudur; devletli sistemin falanca biçiminin diğer biçimlerinden daha az demokratik ya da demokratik olduğunu vurgulayarak bir kıyaslama yapmak değildir. Altı çizilen nokta devletin varoluşunda bu tarz bir öze sahip olduğudur. Daha önce yayınlamış olduğumuz sayılardaki farklı yazılarda, devlet zorbalığının açık bir şekilde ortaya çıktığı “istisnai hallerin” aslında anarşist bir perspektiften yola çıkılarak ortaya koyduğumuz bir yorumdur.
Yaratılmaya Çalışılan Korku
1 Kasım Seçimleri yaklaşırken, devlet, savaşı bir yandan meşru ve demokratik iktidarını kazanmak yani “seçilmiş” iktidar olabilmek için bir seçim propagandası olarak kullanmakta; öte yandan olası “seçilmiş” mertebeyi kazanamama ihtimalini de gözden kaçırmayarak, siyasi iktidarını cebren devam ettirmek için bir yöntem olarak kullanmaktadır.
Seçim propagandası olarak, özellikle Kürdistan coğrafyasındaki uygulamalar sadece katliamlar, operasyonlar, baskı ve şiddet aracılığıyla yıpratma amaçlı olarak kullanılmamakta; teknik açıdan da iktidarını riske sokacak herhangi durumu ortadan kaldırmaya yönelik girişimler olarak da, oy sandıklarının taşınmasından, ilçe bazında seçimlerin iptaline varıncaya sürmektedir.
Mevcut hükümetin aslında geçici olduğu, iktidardaki parti dışındaki tüm partiler tarafından ısrarla vurgulanmakta. Tabi bu sıfat, hükümetin hareket kapasitesinden herhangi bir şey azaltmıyor. Zorbalık uygulamalarıyla, seçim propagandası dışında hedeflenenler, 1 Kasım sonrasını öngörmek açısından önem taşıyor. 7 Haziran seçimleri sonrasındaki gibi, “istisnai” durumlar yaratılarak, devlet iktidarının kendi düzenini sağlamak için zor kullanması normal bir hale getirilmeye çalışılıyor. İki seçim arasındaki süreçte kendi hukuku ve yasalarını askıya alan iktidar, meşruluğunu dayandırdığı demokrasicilik oyununu da askıya almıştır. İşte böyle süreçlerde devlet özüne geri döner; varlığını borçlu olduğu zor kullanımını kendi düzenini kabul ettirmekte kullanır. Bu kabul tamamıyla zor aracılığıyla oluşturulan korkuya dayanır.
Cumhurbaşkanı’ndan geçici hükümetine, kolluk kuvvetlerinden medyasına zorbalık üstüne kurulu bu iç ve dış politika stratejisinin gizlediği bir şey var. İktidar konumunda elde edilmiş ekonomik ve siyasi çıkarların gelecekte yitirileceği korkusu… Bu korku, devleti tüm kurumlarını ve araçlarını kullanarak her şeye saldırmaya itiyor. Anarşist bir yoldaşın söylediği gibi “tarih sahnesinden ayrılmadan önce kendi dünyalarını yıkma”larının korkusu bu. Çünkü korkuları gerçekleştiğinde kendilerini neyin beklediğini biliyorlar. Yine aynı anarşist yoldaşın söylediği gibi, “Faşizmi sonsuza kadar yok etmeye hazırız, hatta cumhuriyetçi hükümete rağmen.”
The post ” Seçim Zorbalıktır ” – Hüseyin Civan appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post Anarşistlerin Ekonomi Tartışmaları (16) : Güney Afrika’da Karşılıklı Yardımlaşma – 1 appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>
Meydan Gazetesi’nin Anarşist Ekonomi Tartışmaları yazı dizisine, Zabalaza dergisinin 2009 Nisan tarihli sayısından, iki bölüm halinde yayınlayacağımız bir yazı ile devam ediyoruz. Zabalaza Anarşist Komünist Cephesi (ZACF)’den Stefanie Knoll imzalı yazının ilk bölümünde Kropotkin’in karşılıklı yardımlaşma kavramını tanıtılırken, bu kavram üzerinden Güney Afrika ekonomisinde önemli etkileri olan bağış kültürüne ve uluslararası STK yardımlarına eleştiri getiriliyor. Yazının bu ilk bölümü ayrıca, Kropotkin’in çalışmasından verdiği örneklerle, kapitalist ekonomi teorilerinin temel ilkesi olan rekabetin, insan ve hayvan toplumlarının hayatta kalmasında temel ilke olmadığını gösteriyor.
Stefanie Knoll
Karşılıklı yardımlaşma önemli ve geçerli bir anarşist kavramdır. Bu kavram, daha iyi bir dünyaya dair olguları, Güney Afrika dahil her yerde görebileceğimizi ve bu yeni dünyanın, mevcut kültürel pratiklerin üzerine ve genişleterek nasıl inşa edilebileceğini gösterir.
Kropotkin’in Çalışması Hala Geçerlidir
Piotr Kropotkin sadece önemli bir anarşist militan ve düşünür olmakla kalmayıp iyi bilinen bir coğrafyacı ve bilim insanıydı. En ünlü kitabı olan “Karşılıklı Yardımlaşma”, Sosyal Darwinizm’e [1] ve insan doğası hakkındaki genellemelere [2] sağlam bir eleştiri getirir. 19.yy’dan başlayarak insan doğasının özünde iyi mi yoksa kötü mü olduğu hakkında bir tartışma süregelmiştir. İdealistler insanın aslında iyi olduğunu ve savaşların uygarlık yüzünden olduğunu savunurlar. Diğer yandan -dünya çapında egemen politik düşünce olan- gerçekçiler, insanların özünde kötü olduğunu ve devlet araya girmediğinde her zaman birbirlerini öldüreceklerini (Hobbes’un herkesin herkese karşı savaşını) savunurlar ve böylece devleti, barışı getirmek ve sürdürmek için gerekli, çatışmaları çözümleyen bir kurum gibi gösterirler. “En güçlü olan hayatta kalır” teorisi böylece devletin varlığını meşrulaştırdığı gibi, devletle iç içe olan felaketleri, kolonileştirmeyi, emperyalizmi ve kapitalizmi de meşrulaştırır; her zaman devlete bağlı olmayan (ama çoğu zaman dine bağlı) ırkçılık, cinsiyetçilik [3], heteroseksizm [4] ve engelli ayrımcılığı [5] da yine bu teori ile meşrulaştırılan felaketlerdir. Fakat ilk defa Kropotkin’in kapsamlı biçimde gösterdiği gibi, insan doğası diye bir şey yoktur ve bu gerçek artık antropolojide[6] genel geçer kabul görmektedir. İnsanlar, ne doğası gereği iyi, ne de doğası gereği kötüdür; iki doğaya birden sahiplerdir. Bu yüzden mesele, bugün toplumda ortaya çıkan çatışmaları, yoksulluğu ve diğer sorunları nasıl çözeceğimizi bulmaktır.
Karşılıklı Yardımlaşma Nedir?
Karşılıklı Yardımlaşma, insanların birbirine yardım etmesi kavramı, ilk olarak Kropotkin tarafından kapsamlı bir şekilde incelenmiş ve aynı adlı kitapta 1902’de yayımlanmıştır [7]. Kropotkin, karşılıklı yardımlaşmanın insan evriminde önemli bir etken olduğunu düşünür ve çalışması “en güçlü olan hayatta kalır” düşüncesine önemli bir eleştiri getirmiştir. Bu kitabında Kropotkin, çeşitli hayvan ve insan toplumlarında karşılıklı yardımlaşmanın önemini gösterir. Karşılıklı yardımlaşmaya dayalı toplumların nasıl daha barışçıl olduğunu gösterirken verdiği örnekler, yine antropologlar tarafından dünya çapındaki barışçıl toplumların ortak özellikleri olarak kabul edilmektedir. Modern antropoloji Kropotkin’in insan doğası diye bir şeyin olmadığını söyleyen teorisini onaylamıştır. Kropotkin, bu büyük tartışmada herhangi bir tarafı tutmak yerine, insanlarda ve hayvanlarda hem karşılıklı mücadelenin, hem de karşılıklı yardımlaşmanın olduğunu, ama türlerin hayatta kalması için, karşılıklı yardımlaşmanın daha önemli olduğunu göstermiştir. İnsanlar arasında çatışmadan daha fazla yardımlaşma vardır.
Karşılıklı yardımlaşma, insanların bireyci davranmak ya da daha kötüsü çatışmak yerine yalnızca maddi olarak değil, manevi olarak da yardımlaşması demektir. Yaşamın birçok alanında insanların rekabet etmek yerine herkesin yararına olacak şekilde beraber hareket etmesi demektir. Toplumsal dayanışmanın herkes için daha iyi olduğunun ve çatışmak yerine birbirimize yardım ettiğimizde yaşam kavgasını daha iyi vereceğimizin farkına varmak demektir. Diğer insanları düşman olarak değil, yoldaşların ve arkadaşların olarak görmek demektir. Karşılıklı yardımlaşma, eşit bir karşılık beklemeden paylaşmak demektir. Karşılıklı yardımlaşma ayrıca, birbirimizle savaşmak yerine ahenk içinde yaşamanın bir örneğidir. Karşılıklı yardımlaşmanın en genel örnekleri, daha iyi sonuçlar için beraber avlanmak, tehlikelerden korunmak için beraber yaşamak, her tür işte birbirine yardım etmek, ihtiyaç zamanlarında birbirine destek vermektir. [Güney Afrika kültüründen somut örnekler, yazının devamında tartışılacaktır.]
Karşılıklı yardımlaşma, yardımın tamamen eşit olmasını ima etmez. Karşılıklı yardımlaşma daha çok “herkesten yapabildiği kadar, herkese ihtiyacı kadar” şeklinde bilinen komünist prensibe göre işler. Bunun prensibin kökeni, hepimizin bir olduğu, bütün insanlığın birbirine ait olduğu ve hepimizin her birimiz için çalışmamız gerektiği düşüncesidir. Kropotkin, karşılıklı yardımlaşma pratiği sayesinde insanların bazı gerçeklerin farkına vardıklarını yazar: Bu deneyimler, insanların birbirlerine bağlı olduklarını, her birinin mutluluğunun herkesin mutluluğuna bağlı olduğunu ve herkesin eşit olduğunu fark etmelerini sağlar. Bunlar, birazdan detaylıca tartışacağımız, Afrika’daki Ubuntu kavramına çok yakındır. Ancak karşılıklı yardımlaşma, bu yardımın tek yönlü olduğunu da ima etmez. Tek yönlü yardımlaşma başka bir şeydir, onun adı hayırseverliktir.
“Kilise” ve Hayırseverlik
Tıpkı devlet gibi, kilise de insanların arasına girerek karşılıklı yardımlaşmayı yok etmeye çalışır. Genelde kiliseler, camiler, sinagoglar ve tapınaklar [9] imeceyi yok eder ve yerine hayırseverliği koyarlar.
Hayırseverlik karşılıklı değildir. Sahip olanın olmayana vermesi, bir bağımlılık durumu yaratır. Hayırsever kişi, insanları güçlendirmez, onların tekrar ayakları üzerinde durmalarını sağlayacak şekilde yardım etmez. Kropotkin’e göre hayırseverin “yukarıdan esinlenir bir havası vardır ve bu yüzden yardımı alan insana karşı belli bir üstünlük ima eder” [7]. Muhtaç insanlara yiyecek ve giyecek dağıtan bir örgüte para vermek, hayırseveri suçluluk duygusundan kurtarır. Meşhur tabirle, hayırseverler gizlide çaldıklarının bir kısmını ortalık yerde geri verirler. Tabii ki, kıtlık gibi büyük kriz durumlarında, yetersiz gıda yüzünden insanlar açlık çekiyorsa, aç olanlara yemek verilmelidir. Fakat genelde yemek vermek, dışarıdan bedava yemek ithal etmek bağımlılık yaratır ve yerel ekonomiyi yok eder. İnsanların bağımsızlığını ve kendine yeterliliğini yok eder.
Hayırsever yardımlar sadece kiliseden gelmez. Aynı nedenlerle, STK yardımları da herkesin eşit ve özgür olduğu yeni bir dünyanın yaratıldığı süreçlere zarar verir.
Güney Afrika’da 2003’den beri örgütlü olan ZACF’nin ismi, Zulu ve Xhosa dillerinde mücadele anlamına gelir. Daha önce ZabFed ismiyle, çoğu Soweto ve Johannesburg’da bulunan anarşist kolektiflerin, 80 ve 90’larda verdiği ırkçılık karşıtı mücadele sonrasında, Platformist-especifista düşüncesine yakınlaşması ve birleşmesi ile başlayan ZACF, işçi mücadelesinin yanı sıra Gauteng’da Özelleştirme-Karşıtı Forum ve Topraksız Halk Hareketi gibi toplumsal hareketlerle birlikte çalışmıştır. ZACF’la ilişkili ve 1990’larda bir yeraltı kolektifi olarak başlamış olan Zabalaza Kitapları, anarşizm, devrimci sendikalizm ve kadın özgürlüğü konusunda klasik ve güncel kitaplar, kitapçıklar ve müzikler yayınlamaktadır.
Hayvanlar ve İnsanlarda genel olarak karşılıklı yardımlaşma
Kropotkin, kitabında böceklerin ve diğer hayvanların arasındaki karşılıklı yardımlaşmayı uzunca betimler. Hayvanlar arasındaki karşılıklı yardımlaşmayı anlatmak, Kropotkin’in evrimsel gerçeklere dayanan tezini kuvvetlendirir çünkü nihayetinde insanlar da belli hayvan türlerinden gelirler. Bu örnekler, insanlar insan olmadan önce bile doğal bir içgüdü olarak karşılıklı yardımlaşmanın var olduğunu gösterir.
Kropotkin, çok geniş bir çeşitlilikte örnekler verir ve hayvanlar aleminde genel kuralın rekabet değil karşılıklı yardımlaşma olduğunu gösterir. Şöyle yazar: ‘Karıncalar ve kanatlı karıncalar “Hobbes’cu Savaştan” firar etmişlerdir ve bu sayede durumları daha iyidir.’ [7]
Doğada görebileceğimiz gibi birçok hayvan türü sürüler halinde yaşar. Kropotkin, hayvanların sadece kendi türleriyle değil başka türlerle de yardımlaştıklarını gösterir (örneğin korunma amacıyla beraber hareket eden Zebralar ve Zürafalar). Hayvanların beslenme ihtiyacı ya da potansiyel eş için rekabet ederken birbirlerini öldürdüklerini inkar etmez. Ancak bize anlatılan “öldür ya da öl” olaylarının, hikayenin tamamı olmadığını net olarak ortaya koyar. Bazı hayvan türleri yaşamın akışı içinde ancak belirli durumlarda birbirlerini öldürürler ve bunu en sık yapanlar türlerinin en çok hayatta kalanları değillerdir. Çoğu hayvan türü ise sadece yardımlaştıkları ve birbirlerini gözettikleri için hayatta kalabilirler.
Kropotkin karşılıklı yardımlaşmanın hayvanlarda genel bir kural olduğunu gösterir ve bu kuralı insanlara doğru genişletir. Özellikle insan türünün, yeryüzünde var olduğu zaman diliminin çoğunda (silahları icat edene kadar) çok korumasız olduğu için bu kurala bir istisna teşkil edemeyeceğini yazar. Yani insanlar eskiden beri, birbirlerine yardım etmek ve tehlikelerden korunmak için toplum içinde yaşamışlardır. Kropotkin şöyle yazar: “Dizginlenmeyen bireycilik, modern bir oluşumdur” [7].
Kropotkin, avcı toplayıcı toplumlardan tarım toplumlarına, Ortaçağ Avrupa toplumlarına ve günümüze kadar her dönemdeki insan toplumlarında karşılıklı yardımlaşmanın nasıl var olduğunu gösterir. Karşılıklı yardımlaşmanın, sömüren köle sahiplerine ve patronlara karşı, ya da insanları hem diğer toplumlara hem de kendi toplumlarına karşı savaşa süren otoriter şeflere, krallara ve diğer politikacılara karşı emekçilerin ve yoksulların bir korunma aracı olduğunu gösterir. Bu otoriteler insanları sömürmekle kalmaz, [sömürüyü sürdürebilmek için] vergi ödemeyenleri ya da orduya katılmayı reddedenleri cezalandırırlar. Kropotkin, insanların sadece küçük bir kısmının savaş çıkarmayı sevdiğini, çoğu insanın tek istediği şeyin, ailesi, arkadaşları ve komşularıyla birlikte barış içinde yaşamak olduğunu net bir şekilde ortaya koyar. Şöyle yazar: “Savaş, insanlığın hiçbir döneminde varoluşun olağan bir durumu değildi. Savaşçılar birbirlerini yok ederken ve papazlar bu katliamları kutlarken halklar günlük yaşamlarını sürdürür ve kendi yaşam mücadelelerine devam ederlerdi. [7]
Dahası Kropotkin, yoksul insanların arasındaki dayanışmayı yok edip yerine bürokrasiyi koyan devletin karşılıklı yardımlaşma pratiklerini nasıl yok etmeye çalıştığını gösterir. Otorite, kendi yiyeceklerini yetiştiren yoksulları rahat bırakmak yerine vergi koyarak daha fazla çalışmaya zorlar.
Ancak, kendimizi “kötü” insanlardan korumak için savaşmamız gerektiğini ve insanın kendi kötücül doğasından korunmak için devletlere ihtiyacımız olduğunu söyleyenler sadece politikacılar değildir: tarihçiler de “insan yaşamının savaşlarla geçen kısmını abartmış ve barışçıl zamanları önemsememişlerdir. […] belli ki kitlelerin yaşamına hiç dikkat etmemişler çünkü toplumun çoğu barış içinde yaşamına devam ederken çok azı savaşa katılır” [7]. Bize sürekli, insanların savaşçı yaratıklar olduğu ve doğası gereği birbirlerini öldürdüğü söylenir. Fakat gerçekler tam tersini gösterir ve Kropotkin bunu ilk işaret edenlerdendir. Çoğu insan barış içinde yaşamayı tercih eder. Kropotkin “Gerçekte insan, anlatılan savaşçı varlıktan o kadar uzaktır ki…” [7] der. Toplum içindeki karşılıklı yardımlaşma, kaçımızın barışçı çizgilerde yaşamayı tercih ettiğini, savaşmak yerine yardımlaşmayı tercih ettiğini gösterir.
Dahası, karşılıklı yardımlaşma olmadan yoksullar ve işçi sınıfından insanlar hayatta kalamaz. Kapitalist sistem işçilerin bile kendi başlarına hayatta kalmasını imkansız hale getirir. İşte bu yüzden karşılıklı yardımlaşma kapitalist toplumda hala vardır, bu nedenle büyüyor ve daha iyi bir dünya inşa etmek istiyorsak büyümek zorunda.
Karşılıklı yardımlaşma, devlet ve kilise gibi devletsi yapıların onu yok etmeye çalışmasına rağmen; bireyciliği yaratan, “en uygun olanın hayatta kalması” teorisine yeni anlamını veren ve 100 yıldan fazladır süren kapitalizme rağmen bugün hala varlığını sürdürüyor. Gerçekten de, çoğu zaman kapitalizm içinde geçinebilmek için sömürmek ve bencil olmak gerekliymiş gibi gözükür. Fakat Kropotkin’in yazdığı gibi: “İnsandaki evrimsel gelişimi barış ve bolluk dönemlerine rastlayan karşılıklı yardımlaşma eğilimi o kadar eski bir kökene dayanır ve insan türünün evrimi ile o kadar iç içe geçmiştir ki, tarihin bütün talihsizliklerine rağmen bugüne kadar korunarak kalmıştır. [7]
DİP NOTLAR :
Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 28. sayısında yayımlanmıştır.
The post Anarşistlerin Ekonomi Tartışmaları (16) : Güney Afrika’da Karşılıklı Yardımlaşma – 1 appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>