The post “Hüseyinler” için Karar Çıktı appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>Devletin “FETÖ” olarak adlandırdığı, Gülen Cemaati soruşturmaları kapsamında yargıladığı İstanbul eski Valisi Hüseyin Avni Mutlu ve İstanbul eski Emniyet Müdürü Hüseyin Çapkın’ın davasında kara çıktı. Davaya bakan mahkeme, Mutlu’nun 3 yıl 1 ay 15 gün hapis cezasına çarptırılmasına karar verdi ve tahliyesine hükmetti. Hüseyin Çapkın da 2 yıl 1 ay hapis cezasına çarptırıldı.
İstanbul’da valilik ve polis şefliği yaptıkları dönemde yasakladıkları 1 Mayıs’larda ve Gezi Parkı Direnişi sırasında, eylemcilerin üzerine atılan gaz bombaları ve plastik mermiler, coplarla hatırlanan, devletin bu iki eski yetkilisi ile ilgili, anarşist gazete Meydan’ın 40. sayısında yer alan yazıyı paylaşıyoruz.
https://meydan1.org/gundem/2017/09/gezi-huseyinlerin-degil-halkin-direnisi-furkan-celik/
The post “Hüseyinler” için Karar Çıktı appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post Gezi Hüseyinlerin Değil Halkın Direnişi – Furkan Çelik appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>15 Temmuz darbe girişiminin ardından başlayan tutuklama-yargılama süreçleri algı operasyonlarını da beraberinde getirdi. Bunlardan biri İstanbul eski Valisi Hüseyin Avni Mutlu’nun ve İstanbul Emniyet eski Müdürü Hüseyin Çapkın’ın “FETÖ”den tutuklanması oldu. Devlet Hüseyinleri tutuklamıştı ancak görev yaptıkları dönemde patlak veren Taksim Gezi direnişini de unutmadı. Coğrafyanın her yerine sıçrayan direnişi “FETÖ” ile ilişkilendirerek hem yapılan eylemlerin altını boşaltmak istedi, hem de işlediği cinayetlerin faturasını kolay yoldan kesti. Direnişi “FETÖ” örgütlemişti, eyvah kandırıldık!
Hüseyinler haklarında 3’er kez ağırlaştırılmış müebbet ile yargılanıyorlar ve haklarında daha bir dolu suçlama var. Bunlardan bizi ilgilendireni Gezi Parkı ile ilişkilendirdikleri kısım. Dönemin İstanbul Emniyet Müdürü Hüseyin Çapkın’ın “eylemcilerin sokakları ele geçirmesine göz yumması” ve aynı dönemde İstanbul Valisi olan Hüseyin Avni Mutlu’nun “Gençler, Gezi parkında kuş sesleri, ıhlamur kokusu ve arı vızıltısıyla huzurlu bir sabah varmış doğru mu? Aranızda olmak isterdim” şeklinde tweetler atması eylemcileri meşru gösterdiği suçlamalarıyla Gezi Parkı eylemlerinin önünü açtığı dillendiriliyor. Bu suçlamalar “havuz medyasında” büyük bir algı seçiciliği ile servis ediliyor. Neden mi? Gezi Parkı olaylarının arkasında “FETÖ”var!
Hafızalarımızdan silinmeyecek direnişe değinmeden önce eski dostlar yeni düşmanlar Hüseyinlerin sabıkalarına bir bakmak gerek. Çapkın Hüseyin’in İstanbul Emniyet Müdürlüğü’ne kadar yükselişi boşuna değildi. Gittiği her ilde devletin bekası için çalıştı. Halka yapılan işkence ve zor kullanmalarda bireysel inisiyatifini fazlasıyla kullandı. 1995 yılında Manisa’da 16 yaşındaki lise öğrencisi bir genç operasyonla gözaltına alındı. 11 gün boyunca Manisa Emniyet Müdürlüğü’nde işkence gördü. Raporlar, ifadeler vs… İşkence kanıtlandı. Genç kurtuldu kurtulmasına ama işkenceci polisleri kollayan, mahkeme kararlarını dahi geçiştiren, işkencecilerin görevlerine devam etmelerini sağlayan görevine henüz yeni artanmış olan Hüseyin Çapkın’dı. İzmir’de başka bir genç, Baran Tursun, polisler tarafından “dur” ihtarına uymadığı için vuruldu. Olay, tutanaklara “trafik kazası” olarak geçirilmişti ama hastanede Baran’ın kafasının arkasında belirgin kurşun yarası vardı. Baran Tursun cinayetinin peşini bırakmayan ailesi dava süreci boyunca polisler tarafından tehdit edildi, haklarında polise hakaretten bir dolu dava açıldı. Olayı örtbas etmek isteyen, katil polisleri kollayan dönemin İzmir Emniyet Müdürü Hüseyin Çapkın’dı.
Bugün “güven timi” olarak sokaklarda terör estiren sivil polis anlayışının “sokak timleri” ve “huzur timleri” olarak projelendirilmesini sağlayan ve esnafın polise bilgi vermesi için bu timi kullanmayı savunan da Hüseyin Çapkın’dır. Polislere GBT (Genel Bilgi Tarama) üzerinden ödüllü puan sistemi getirerek halkın yol üzerinde saatlerce bekletilip aranması talimatını getiren de bilin bakalım kim?
Gelelim diğer Hüseyin’e. Hüseyin Avni Mutlu’ya. Kürt halkına yönelik yoğun saldırıların olduğu dönemlerde Kürt illerinde görevini “layığı” ile yerine getirdi. Tarih 28 Eylül 2009. Diyarbakır-Bingöl sınırı Lice’nin Şenlik köyü. Bir mezrada 12 yaşındaki Ceylan isimli kız çocuğu parça parça edildi. Mayın olsa yerde çukur olur, patlayıcı olsa eli yüzü harap olur. Ama öyle değildi. Doğrudan tepeden inme bir bombayla parça parça edildi. Yıllarca katliama ilişkin ne soruşturma açıldı ne de dava. Yetkililer göz göre göre sessiz kaldılar. O zamanın Diyarbakır Valisi Hüseyin Avni Mutlu’ydu. Tarih 1 Mayıs 2013. 1 Mayıs Emek ve Dayanışma gününü Taksim Meydanı’nda kutlamak isteyen 17 yaşındaki Dilan arkadaşlarıyla beraber Tarlabaşı’ndan Taksim Meydanı’na gitmek istiyordu, istediği buydu. Taksim Meydanı’na ulaşan her sokak polisler tarafından abluka altına alınmıştı. Meydana ulaşmak isteyenlere polis saldırıyordu, o sırada isabet etti Dilan’ın başına gaz bombası. Aylarca komada kaldı, ölümle pençeleşti Dilan. Emri veren de, “ne yapacaktık ya?” diyen de İstanbul Valisi Hüseyin Avni Mutlu’ydu. AKP döneminin savaş politikasına hizmet etmek için sıkça bölgeye giden Hüseyin, “barış” sürecine uygun vali imajı ile Diyarbakır Valiliği’ne atanmış ancak devletin sözde barış altındaki savaş politikasını eksiksiz yerine getirmişti. “Barışçıl” olmaktan zerre anlamadığını son olarak Gezi eylemlerinde de gördüğümüz, yüzlerce insanın yaralanmasına, ölüme sebebiyet veren kişi de Hüseyin Avni Mutludur.
Gelelim “Hüseyinler”in arkasına saklanan algı operasyonuna, yani Taksim Gezi Direnişi’ne. Taksim Gezi Direnişi’nin patlak verdiği dönemde Hüseyinler’den biri İstanbul Valisi diğeri İstanbul Emniyet Müdürü’ydü. Ne büyük rastlantı değil mi? Değil aslında, her ikisi de bu dönemde iktidarın sadık ve güvenilir iki dostuydu.
Hafızalarımızdan silinmeyecek direnişin ilk günlerinde gerçekleşen zabıta-polis iş birliğindeki saldırılar Hüseyinler tarafından koordineli bir şekilde gerçekleştirildi. 31 Mayıs günü İstanbul’un farklı semtlerinden Taksim’e gelen yüz binlerce insan, başta İstiklal Caddesi olmak üzere, tüm ara sokakları, Tarlabaşı’nı, Dolmabahçe’yi, Halaskargazi Caddesi’ni, Gümüşsuyu yokuşunu doldurup dört bir yandan Taksim’e yürümek istiyordu. Bu muazzam kararlılığa karşı devlet güçleri bir meydanı sadece 24 saat tutabilecekti. 31 Mayıs akşamüstü polisin yoğun saldırısı ile İstiklal Caddesi kontrol altına alınmıştı, fakat ara sokaklarda eylemciler sabaha kadar bekleyerek sokakları tutmaya devam etti. Sokaklardaki inat “sık bakalım sık bakalım” diye slogan atarken polisler yorgun ve aptallaşmış bir şekilde ambulanslarla oradan oraya biber gazı nakletmekle uğraşıyordu. Taksim’deki kararlılığa destek için aynı anda coğrafyanın her yerinde başlayan eylemler oldu. Gündüz gece demeden süren bu eylemler iktidarı fazlasıyla korkuttu. Sadece 48 saat içinde Türkiye genelinde 5 bin 685 kişi gözaltına alındı. Yüzlerce kişi polis saldırılarında yaralandı. 7 devrimci genç katledildi. 4 yıl oldu ancak Taksim Gezi Direnişi hafızalarımıza öyle bir kazındı ki, bizler unutturmamak; düşman algı operasyonlarıyla unutturmak için hala çabalıyor.
Unutmamak gerekir; çünkü örgütlü bir halkın gücü karşısında hiçbir güç duramaz. Hatırla, polis Taksim meydanından nasıl da kaçmıştı, arkasına bile bakmadan. Arkasında onlarca ekipman ve polis aracını bırakarak… Dönemin başbakanı Reis Tayyip, aniden yurtdışı gezisi organize edip “durumları” ülke dışından yutkunarak izlemişti. Zenginler sofrasında “Geziciler” iftar bile açmışlardı, unutma.
Unutmamak gerekir; Ethem Ankara’nın göbeğinde silahla, Filistinli Lobna Allani Taksim’in ortasında fişekle vuruldu. Okmeydanı’nda Berkin, 1 Mayıs Mahallesi’nde Mehmet, Eskişehir de Ali İsmail, Hatay’da Ahmet Atakan, Abdocan… Unutma Taksim’de yanan ateş sokak sokak sıçradı, her yere yayıldı. Biz kazandık unutma.
Tüm bu süreçte “polise emri ben verdim”, “polisimiz destan yazdı” diyen Tayyip, şimdi emir verdiklerini “FETÖ”cü diyerek attı içeri. Bir algı operasyonunun, Taksim Gezi Direnişi’nin ardında “FETÖ” var diyebilme uğraşıdır Hüseyinler.
Hafızalarımız gerçekleri unutmuyor, unutmayacak! Ethem’in, Berkin’in, Ahmet’in, Ali İsmail’in ve diğer kardeşlerimizin katillerinin kim olduğunu unutmadığı gibi, “emri veren”leri unutmadığı gibi, Hüseyinler’in kim olduğunu unutmadığı gibi!
The post Gezi Hüseyinlerin Değil Halkın Direnişi – Furkan Çelik appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post ” Sadıksa Vali Devlet ‘Baki’ ” – Emrah Tekin appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>Geçtiğimiz ay, politik gündeme hakim olan konulardan biri de, Recep Tayyip Erdoğan’ın, partisinin 20. İstişare ve Değerlendirme Toplantısı’ nın son günü söylediği sözlerdi. Erdoğan, Ankara-Kızılcahamam’da düzenlenen toplantının basına kapalı bölümünde, erkek ve kadın öğrencilerin bir arada yaşadığı öğrenci evlerini gündeme getirmişti. Erdoğan konuşmasında, kendisinin temsil ettiği siyasi geleneğin muhafazakar-mutaassıp toplumsal normlarının, bu coğrafyadaki toplumun genelinde var olduğu varsayımıyla, kadın-erkek öğrencilerin aynı evde yaşamalarının “kabul edilemez olduğunu” ve gerekirse adli ve polisiye müdahalelere uygun düzenlemeler yapılabileceğini belirtti. Bu sözlerin kamuoyunda tartışılmaya başlanmasıyla da, önce İstanbul Valisi Hüseyin Avni Mutlu, ardından da Adana Valisi Hüseyin Avni Coş, Erdoğan’ın bu sözlerini talimat telakki eden ve derhal durumdan vazife çıkaran açıklamalar yaptılar. Bunlardan, özellikle Adana valisinin açıklaması, kamuoyunda yoğun tepki çekti ve bir süre gündem oluşturdu.
Adana valisi Hüseyin Avni Coş’un, mülkiye müfettişliği yaptığı sırada, Erdoğan’ın İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanlığı dönemindeki yolsuzluk soruşturmasından aklanmasını sağlaması nedeniyle; devlet-iktidar-vali ilişkisi bu örnekte kişisel bir menfaatler birliği gibi görünse de, aslında sözünü ettiğimiz bu ilişkide, çok daha derin bir aidiyet algısı söz konusudur. Bu algıyı biraz daha iyi anlayabilmek için, TC devletinin yakın geçmişinden bir örnek verebiliriz. 1986 yılında, dönemin başbakanı Turgut Özal, Malatya’ya bir gezi düzenlemiştir. Seçim otobüsünün üzerine orada toplananları selamlamak için çıktığında, boyu kısa olduğundan, etrafındaki insanlar yüzünden görülemediği için çevresindekileri çömeltmesi istenir. Özal bunun üzerine etrafındaki insanlardan çökmesini ister, herkes çöker, ancak bir kişi hala ayaktadır: Malatya Valisi Naim Cömertoğlu. Turgut Özal valiye dönerek, “Vali Bey siz neden çökmüyorsunuz?” diye sorar. Vali Cömertoğlu’nun cevabı oldukça çarpıcıdır: “Devlet çökmez sayın başbakanım.”
Devletin ceberrut yüzünü, uygulamaları ve söylemleriyle bulundukları idari mevkide belirginleştiren valiler, bu eylemlerini, geçtiğimiz yasaklı 1 Mayıs ve hemen sonrasında gelişen Taksim Direnişi sürecinde yoğunlaştırarak, kentlerin bu en yüksek mülki amirlerinin ellerinde bulundurdukları yetkilerle, aslında nelere kadir oldukları algısının, kamuoyunda daha iyi anlaşılmasını da sağladılar.
Taksim Meydanı’nın eylem ve mitinglere kapatılmasıyla yasaklı hale gelen 1 Mayıs’ta, yasağa rağmen alana ulaşmak isteyen binlerce kişiyi engellemek için, İstanbul’daki toplu ulaşım araçları, İstanbul Valisi Hüseyin Avni Mutlu’nun talimatıyla büyük oranda durduruldu. Taksim Meydanı’na çıkan tüm metro, metrobüs, otobüs, şehir hatları vapurları ve yolcu motorları valilik emriyle seferlerini durdururken; araç trafiğinin yanı sıra, meydana giden tüm yaya trafiği de kapatıldı. Böylelikle valilerin, önceki yasaklı 1 Mayıslardan (2007, 2008, 2009) tanıdığımız, halkın toplu ulaşımını engelleme-yasaklama yetkisini tekrar hatırlamış olduk. Yine Taksim Direnişi sürecinde, Gezi Parkı’nın “valilik emriyle” bir açılıp bir kapatılmasıyla da, valilerin, halkın ortak kullanım alanlarını, insanların kullanımına açma ve kapama yetkisine de sahip olduklarını öğrenecektik.
Valiler, son dönemde AKP iktidarının yaşamın her alanında baskıcı ve otoriter karakterini belirginleştirmesiyle, mevcut iktidarın sözcüleri gibi görünseler de, gerek 1923 sonrası cumhuriyet döneminde, gerekse Osmanlı İmparatorluğu dönemlerinde merkezi devlet yönetimiyle arasında içselleşmiş bir bağ kurmuşlardır. Devletle kurmuş oldukları bu aidiyet bağı dolayısıyla, valilerin nezdinde devletin bireye olan yaklaşımını da görmek mümkün.
1944 yılında, o dönemlerde Avrupa’da yükselen ırkçılık yanlısı hareketlerin bu coğrafyaya da sıçraması nedeniyle düzenlenen ırkçılık yanlısı eylemlere katılmaktan dolayı tutuklanan Osman Yüksel Serdengeçti’ye dönemin Ankara Valisi Nevzat Tandoğan’ın sözleri şöyledir: “Sizin milliyetçilikle, komünizmle ne işiniz var? Milliyetçilik lazımsa onu biz yaparız. Bu ülkeye komünizm gelecekse, onu da biz getiririz. Sizin iki vazifeniz var: Birincisi çiftçilik yapıp mahsul yetiştirmek, ikincisi çağırdığımızda askere gelmek.” Dönemin Ankara valisinin bu sözlerinde cisimleşen bu durum, valiler nezdinde devletin bireye olan bakışının bir özetidir aslında. Günümüzde, Adana valisinin “Gavat” hitabında ya da İstanbul valisinin, geçtiğimiz 1 Mayıs’ta başından biber gazı kapsülüyle yaralanan Dilan Alp’e yönelik “Marjinal örgüt üyesi” sözleriyle de tanıdığımız bu durum, devletin hiçbir zaman değişmeyecek algısıdır. Devletlerin karakteristik yapıları farklılaşsa da valilerin devletle kurduğu ilişki, devlete derinden bir bağlılık ve sadakat içerir.
Muktedirin Sadık Temsilcileri: Sömürge Valileri
Britanya İmparatorluğu’nda kraliçe tarafından, sömürgeleştirilen bölgelere, “Genel Vali” adı verilen sömürge valileri atanmaktaydı. Birleşik Krallık’ın devlet literatüründe, “sadık, sadakatle bağlı” olarak çevrilebilecek “loyal” sıfatıyla tanımlanan sömürge valileri söz konusu sömürgede imparatorluğun ve kraliçenin gücünü temsil eden figürlerdir. Benzer bir biçimde Osmanlı İmparatorluğu’nda da bir sömürge valiliği sistemi uygulanmaktaydı. Osmanlı İmparatorluğu işgal ederek sömürgeleştirdiği bölgeleri eyalet olarak adlandırılarak, buralara beylerbeyi adı verilen valiler atıyordu. Beylerbeyi adı verilen bu sömürge valilerinde de belirleyici temel kriter “payitahttaki sultanın sadık kulu” olması idi. Söz konusu eyalette, padişahın otoritesini temsil eden bu valilerin emrinde ayrıca, ”Tımarlı Sipahi Ordusu” adı verilen, sayıca merkezi yönetimdekinden fazla sayıda askere sahip bir silahlı güç de bulunmaktaydı. Merkezi yönetimdeki padişaha her yıl salyane, yani yıllık adı verilen, söz konusu sömürgeleştirilmiş bölgenin halkından zorla toplanan vergiler bu valiler aracılığıyla yollanmaktaydı. Gerek Osmanlı, gerekse Britanya İmparatorluğu sömürge valilerinden merkezi yönetimin asıl beklentisi ise, sömürgeleştirilen bölgeden azami sermaye akışının istikrarlı bir biçimde sağlanmasıydı. Sözünü ettiğimiz bu sömürge valilerinin merkezi yönetimle olan bu “akçeli ilişkisi” de göz önünde bulundurulduğunda, kendilerinden istenen “sadakatin” anlamı da daha çok belirginleşiyor. TC devletinin yakın tarihinde de benzer bir sömürge valiliği sistemi uygulandığını söyleyebiliriz. Devletin “derin varlığını” askeri operasyonlarla belirginleştiren bu sömürge valileri de elbette devletle olan ilişkilerinde sarsılmaz bir sadakat içerisindeydiler.
Sömürge Valiliği: OHAL’in Sadık Valileri
TC devletinin, Kürdistan’a ve Kürt halkına yönelik olarak yürüttüğü inkar ve imha politikalarının sonucu olarak sürdürdüğü savaşla birlikte, 1987 yılından itibaren bölgede “Olağanüstü Hal” uygulaması başlatıldı. Bölge de “Olağanüstü Hal Bölgesi (OHAL)” olarak tanımlanmaya başlandı ve Ankara yönetimi tarafından buraya bir bölge valisi atandı.Böylelikle Kuzey Kürdistan’ın önemli bir bölümü TC Devleti literatüründe “Olağanüstü Hal Bölgesi” olarak tanımlanıyordu. Olağanüstü hale uygun olarak, kendilerine olağanüstü yetkiler verilen bu bölge valileri, kamuoyunda da “Süper Vali” olarak adlandırılıyordu. OHAL valileri, asıl olarak,devletin bölgede yürüttüğü savaşı koordine etmekle görevliydiler. Olağanüstü Hal’in etkin olarak uygulandığı 1987-2002 yılları arasında 17 bin insanın fail-i devlet cinayetleriyle katledildiği gerçeği ortadayken, bu “Süper Valilerin” söz konusu “görevlerini” başarıyla yürüttüklerini söyleyebiliriz. Şimdilerde zaman zaman, insan hakları örgütlerinin çalışmaları sonucu kamuoyu gündemine gelen; köy yakmalar, boşaltmalar, insanları helikopterlerden ya da asit kuyularına atmalar, JİTEM cinayetleri ve gözaltında kayıplar vb. fail-i devlet cinayetleri, bir sömürge valiliği sistemi olan OHAL valiliği uygulamalarının sonuçlarıdır. Devletin bölgeye yönelik askeri ve psikolojik saldırılarını yoğunlaştırdığı bu dönemde bölgede valilik yapan Hayri Kozakçıoğlu ve Ünal Erkan gibi isimler, yukarıda sözünü ettiğimiz devlet katliamlarında daha öne çıkan isimlerdi. Daha önce görev yaptıkları il valilikleri ve emniyet müdürlükleri dönemlerinde adları devrimcilere yönelik ev ve sokak infazları ve işkencelerle gündeme gelmiş bu isimler, devletin Kürdistan’da sürdürdüğü savaşın koordine edilmesi açısından oldukça uygundu. Kürt Özgürlük Hareketi’nin direnişinin de etkisi sonucu, bir sömürge valisinden beklenen sermaye akışını sağlama ve kapitalizmin sömürgedeki istikrarını inşa etme, koruma “görevi” konusunda, OHAL valilerinin Ankara’yı tatmin edebildiğini söylemek ise oldukça güç. Bu yüzden devlet şimdilerde,neoliberal-kapitalist politikalara sahip AKP aracılığıyla “çözüm süreci” adı altında Kuzey Kürdistan bölgesinde istikrarlı bir kapitalist inşa sürecini hayata geçirmek istiyor.
Tek Partileşen AKP’nin Sadık Valileri
2011 Haziran seçimleri sonrası AKP iktidarının yöntemlerini daha da sertleştirmesi ile birlikte, zaten TC’nin geleneğinde var olan devlete derinden bağlı valiler algısı, bu mevcut bağın yanı sıra iktidara olan bağlılığı da belirginleştirdi. Bazı muhalif çevrelerce “AKP Valisi” olarak da adlandırılan bu durum, AKP’nin iktidarında giderek tek partileşme gerçeğini de ortaya koyuyor. CHP’nin tek parti döneminde olduğu gibi “şimdilik” ilgili ilin vali ve belediye başkanının, CHP il başkanı olması gibi bir durum belki söz konusu değil. Ancak,bugün, tek parti ya da tek bir kişinin yönetimine dayalı rejimlerde örneklerine rastlanabilecek şekilde, Erdoğan’ın herhangi bir konuya dair sözünü ya da demecini acilen uygulanması gereken bir talimat olarak algılayan valilerle karşı karşıyayız. Valilik kurumu TC devleti anayasasının 127. Maddesinin 4. ve 5. fıkraları gereği yerellerin vasileri, yani illere vesayet eden kurumlar, olarak tanımlanmaktadır. Askeri vesayeti tasfiye ettiğini söylerken, neo-liberal politikalara dayalı kendi vesayetini inşa ederek, gitgide tek partileşen AKP iktidarında valilerin konumları, anayasanın bu maddesiyle de güvence altına alınarak önemini arttırıyor. İşte bu yüzden de tek partileşen AKP iktidarının bu söz konusu vesayeti istikrarlı bir şekilde hayata geçirmede Adana Valisi Hüseyin Avni Coş gibi, muktedirin herhangi bir konuya dair bir sözünü “emir telakki eden”, iktidarının bekası için meydanları ve parkları ezilenlere yasaklayan, polis-sivil faşist işbirliği şiddeti sonucunda öldürülen Ali İsmail Korkmaz için “arkadaşları öldürmüştür” diyerek gerektiğinde halka aleni yalan söyleyecek “sadık kapı-kullarına” daha çok ihtiyacı olacak.
Emrah Tekin
Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 15. sayısında yayımlanmıştır.
The post ” Sadıksa Vali Devlet ‘Baki’ ” – Emrah Tekin appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>