The post Devletlerin Anarşistlere Karşı İşbirliği, Roma Konferansı ve Interpol – Hüseyin Civan appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>
bir lahza-i teahhur bir darbe… bir duman… ve bütün bir gürûh-ı sûr, bir ma’şer-i vaz’ı temâşâ, haşin, akuur tırnaklariyle bir yed-i kahrın, didik didik, yüseldi gavr-ı cevve bacak, kelle, kan, kemik… ey darbe-i mübeccele, ey dûd-i müntakim, kimsin? nesin? bu salvete sâik, sebeb ne? kim? arkanda bin nigâh-ı tecessüs, ve sen nihân, bir dest-i gaybı andırıyorsun, rehâ-feşân. mâlik sensin o servet-i ra’dîn-i gayza ki her yerde hiss-i hakk u halâsın muharriki. sadmenle pâ-yı kaahiri titrer tegallübün, en gırca tâc-ı haşmeti sarsar takarrübün. silkib ukuud-u rikba-i a’sârı, en çetin bir uykudan uyandırır akvâmı dehşetin. ey şânlı avcı, dâmını bîhûde kurmadın! atdın… fakat yazık ki, yazıklar ki vuramadın! dursaydı bir dakîkacağız devr-i bî-sükûn, yâhud o durmasaydı, o iklîl-i ser-nigûn, kanlarla bir cinâyete pek benzeyen bu iş bir hayr olurdu, misli asırlarca geçmemiş. lâkin tesâdüf…âh o kavîler münâdimi, âcizlerin, zavallıların hasm-ı dâimi, birden yetişdi mahve bu tedbîr-i hârikı, söndürdü bir nefesde bu ümmîd-i bârikı; nakş etdi bir tehekküm içün baht-ı bî-şuûr târih-i zulme bir yeni dîbâce-i gurûr. kurtuldu; hakkıdır, alacak şimdi intikaam; lâkin unutmasın şunu tarih-i siflekâm: bir kavmi çiğnemekle bu gün eğlenen…(denî) bir lâhza-i teahhura medyun bu keyfini!
bir anlık gecikme bir patlama…bir duman…ve bütün bir şenlik alayı, sahnelediği oyunu seyreden kalabalık; haşin, azgın tırnaklarıyla bir kahredici elin, didik didik, yükseldi havaya bacak, kelle, kan, kemik… ey yüce patlama, ey öc alıcı duman, kimsin? nesin? bu saldırıya iten ne, sebep ne? kim? arkanda bin meraklı bakış ve sen yoksun, görünmeyen bir eli andırıyorsun, kurtarıcı. sesinde o öfkenin o korkunç yıldırımı var ki her yerde hak ve kurtuluş duygusunu tetikler. vuruşunla kahredici ayağı titrer zorbalığın, en gururlu, görkemli tâcı sarsar yaklaşışın. silkip yüzyılların boyunlarındaki ilmiklerini, en çetin bir uykudan uyandırır milleti dehşetin. ey şanlı avcı, tuzağını boşuna kurmadın! attın…ama yazık ki, yazıklar ki vuramadın! dursaydı bir dakikacık (bu hep) geçen zaman, ya da o durmasaydı o tâlihsiz* taç, kanlarla bir cinâyete pek benzeyen bu iş bir iyilik olurdu, benzeri yüzyıllarca geçmemiş. ancak, rastlantı… âh o güçlülerin dostu, güçsüzlerin, zavallıların değişmez düşmanı, birden yetişti etkisiz kılmaya, bu yakıcı planı, söndürdü bir nefeste bu parlak umudu; yazdı, alay etmek için bilinçsiz yazgı, zulüm tarihine bir övünme önsözünü. kurtuldu; hakkıdır, alacak şimdi öcünü; ancak; unutmasın şunu (ki) alçaklığın tarihi: bir milleti çiğnemekle bugün eğlenen (alçak) bir anlık gecikmeye borçlu bu keyfini -18 temmuz 1906-
1.Abdülhamit’e suikast girişimi sonrasında Tevfik Fikret’in kaleme aldığı bu dizeler, Osmanlı politik gündemine anarşizmi ve anarşistleri sokmuş, Avrupa’da soylu, zengin, kral ve başkanların korkulu dönemi haline gelmiş Eylemle Propaganda döneminin sınırlarını genişletmişti.
Tevfik Fikret’e bu dizeleri yazdıran eylemden (21 Temmuz 1905 Yıldız Suikasti) yedi sene önce, Osmanlı Devleti anarşizm karşıtı uluslararası bir işbirliği konferansına katılmış, sonrasında devlet güvenliği başlığında bir dizi kurumsal hamleler gerçekleştirmişti. Bu hamleler, özellikle devletin niteliğindeki değişimi gözlemlemek açısından önemli bir yerde durur; Osmanlı modernleşmesinin “güvenlik politikalarıyla” ilişkisini gözler önüne serer.
1898’de Roma’da, “Anarşistlere Karşı Toplumun Korunması” başlığıyla gerçekleşen konferans, bir yandan tüm devletlerin güvenliğini alacak Uluslararası Polis Teşkilatı’nın kurulmasına diğer yandan da eski devlet tarzı yapılanmanın sonuna geldiğinin açığa çıkmasına yol açmıştır. Güvenlik, suç, ceza, hukuk gibi kavramlarının anlamının ve uygulamalarının değiştiğinin açık bir göstergesidir bu konferans.
Modern devletin varlığının nedenini (raison d’etat/hikmet-i hükümet) oluşturduğu konferansın anarşistlere karşı yapılıyor oluşu ayrıca önem taşır. Diğer iktidar ilişkileri ve yapılanmaları gibi devletin de, varlığına karşı olan anarşistlere karşı düzenlenen konferansla, dost/düşman, imparatorluk/cumhuriyet tüm devletlerin varlıklarına bir neden yaratma çabasında anarşistlere karşı tüm devletler kardeş olmuştur.
Toplumun Anarşistlere Karşı Korunması Konferansı (1898)
10 Eylül 1898’de, Avusturya İmparatoriçesi Elizabeth’e bir suikast düzenlenmişti. Elizabeth, suikaste uğrayan tek soylu değildi. 1860’lardan beri Rus Çarları, İtalya Kralları, İspanyol bakanlar, hanedan üyeleri; birçok patron, banker suikaste uğramış 1930’lara kadarki bu dönem Eylemle Propaganda Dönemi olarak anılmıştır.
1898 yılında, Roma’da, anarşistlere karşı ortak bir tavır belirlemek; polisiye tedbirleri yaygınlaştırmak amacıyla farklı devletlerin katılımlarının gerçekleştiği gizli bir konferans gerçekleşti. Konferans bu amaca yönelik ilk adımdı. 21 devletin katıldığı bu konferans, anarşistlere karşı devletlerarası işbirliği oluşturmak maksadıyla gerçekleşmişti. Sonraki işbirlikleri düşünüldüğünde bu konferans bir başlangıçtı. Bu 21 devletten birisi de Osmanlı Devleti’ydi.
Anti-anarşist konferans… Konferans kısaca böyle anılıyordu. Yani aradaki rejim farklılıklarına rağmen, çıkar çatışmaları, hatta ezeli düşmanlıklara rağmen devletler, anarşistlere karşı birlikte hareket etme temennisinde kalmamış, bu işbirliğini konferansla birlikte kurumsallaştırmıştı.
24 Kasım 1898’de, 21 devletin katıldığı Roma’da gizli olarak toplanan konferans, 21 Aralık’a kadar sürdü. Konferansın üst başlığı “Anarşistlere Karşı Toplumun Korunması”ydı. Halbuki korunması gerekenler, soylular, zenginler, krallar ve başkanlardı!
Konferans, Almanya, Avusturya-Macaristan, Belçika, Bulgaristan, Danimarka, İspanya, Fransa, İngiltere, Yunanistan, İtalya, Lüksemburg, Monako, Karadağ, Portekiz, Romanya, Rusya, Hollanda, Sırbistan, İsveç-Norveç, İsviçre, Osmanlı Devleti gibi farklı siyasal rejimi olan devletleri bile bir araya getirdi.
Konferansın çağrıcılığını İtalya üstlenmişti. Bunda Avusturya-Macaristan imparatoriçesine suikast gerçekleştiren Luigi Lucheni’nin İtalyan olmasının payı vardı. Bu kötü şöhret, dünyanın farklı yerlerinde İtalyanlara karşı bir dizi linç kampanyasına neden olmuştu. İtalya, konferansı geniş tutmak istiyordu. Bu nedenler devletlerin egemenlik haklarına saygılı bir politika izledi. Örneğin, Bulgaristan Prensliği’ne çağrı yapılırken Osmanlı Devleti bilgilendirilmiş; olası bir sıkıntı oluşmasının önü alınmıştı.
Osmanlı Devleti’nin Konferanstaki Varlığı
Aslında, Osmanlı Devleti’nin II.Abdülhamit’e 21 Temmuz 1905’te düzenlenen suikaste kadar anarşistlerle ilgili doğrudan bir gündemi yoktu. Abdülhamit rejimi nezdinde öncelikli tehlike Jöntürklerdi. Onların da anarşistlerle ilişkisi yoktu ve yakınlık duymuyorlardı. Bu durum, anarşistleri öncelikli tehlike olmaktan çıkarsa da durum birkaç yıl içerisinde değişmişti. Dönemin diplomatik yazışmalarında, Avrupa’daki konsolosların önemli bir kısmı (özellikle İtalya konsolosu) Bab-ı Ali’yi anarşistlere karşı dikkatli olması yönünde uyarmıştı. Osmanlı Devleti’nde inşa edilmekte olan demiryollarında genelde İtalya’dan gelen işçiler çalışıyordu. Ve birçoğu politik nedenlerle Osmanlı’da çalışmayı tercih etmişti. Roma Konferansı, anarşistlere ve benzeri “sunuf-u eşirra”ya (eşkiyalık yapan sınıf) karşı mücadelenin ilk adımıydı.
Suçluların iadesi tarzı anlaşmalarda Osmanlı’nın yükümlülüğünün az olması, Avrupa’yla ilişkilerinin belli bir düzeyin ötesine geçmemesi, birçok devrimci için olduğu gibi anarşistler için de Osmanlı’yı cazip kılıyordu. Özellikle 1882’de İngiltere işgali altında olan ve saraydan bağımsız davranma olanağına sahip Mısır, İtalyalı anarşistler başta olmak üzere tüm devrimciler için çekim merkeziydi. Malatesta yakın tarihlerde, anarşistlerin örgütlediği Enternasyonal’e hem Mısır hem de İstanbul’daki işçilerin delegesi olarak katılmıştı. Anarşistler, Osmanlı’da hareketsiz kalmamış, imparatorluğa karşı özgürlük hareketlerinin içinde yer almışlardı. Özellikle 1866 ve 1897’de Girit’teki hareketlerde olduğu gibi. Tüm bunların dışında Bulgar, Yunan, Ermeni özgürlük mücadeleleriyle hep ilişkili olmuş; özellikle Bakunin’in imparatorluklardaki ezilen halkların özgürlük mücadelesine yönelik çağrı ve eylemleri; anarşist ideoloji ve hareketi bu mücadelelerde önemli bir yere koymuştu.)
1898’deki bu konferans, Osmanlı Devleti’ne Avrupa’da büyük bir avantaj sağlamıştı. Avrupa’daki imajı sıkıntı içerisinde olan Osmanlı’nın imajını kurtarmak için iyi bir fırsattı. Konferans, Osmanlı’ya bir avantaj daha sağlamıştı. Ermeni Özgürlük Hareketine karşı mücadelede uluslararası bir destek sağlanabilme ihtimali… Bu noktada, önemli araçlar oluşturulabilir, Avrupa devletlerinin desteği sağlanabilirdi. Konferans, yabancıların Osmanlı Devleti sınırlarına girişlerindeki kapitülasyonlar kaynaklı haklarını sınırlamak için de iyi bir fırsattı. Alınan kararlar, yapılan anlaşmalar Osmanlı Devleti’ne hukuki bir dayanak oluşturacaktı.
İçerik ve Kararlar
Konferansın öncesinde, konferansın içeriği ve programı katılımcılara bildirilmişti. Anarşistlerin sınırdışı edilmesi, iade ve teslimi; anarşist yayınların yasaklanması; anarşist eylemin ve anarşistin tanımlanması; her hükümetin kendi kanunlarına göre davranma hakkı saklı kalmak üzere anarşist eylem ve yayınların önlenmesine ilişkin en uygun araçların teklifi; anarşistleri polis gözetiminde bulundurmak ve sınırdışı etmek için gerekli araçları oluşturmak; anarşist görüşleri yayınlama ve yaymaya hizmet eden basılı evrakların dolaşımını engellemek için uygun araçların incelenmesi gibi konular bu program içerisindeydi.
Önceden bildirilen bu program konferansın sonunda karara dönüşmüştü. Toplam beş bölümden oluşan kararların ilki anarşist eylemin, siyasi eylem sayılmamasını içeriyordu. Anarşist eylem ve anarşistlerin siyasal alanın dışına itilmesi, neyin siyasala dahil olup olmayacağının devletler tarafından belirlenmesine ilişkin önemli bir adımdı. Böylelikle anarşistler, sadece suçlu iadeleri anlaşmalarının dışında tutulmuyordu aynı zamanda modern siyasal alanın sınırları da oluşmuş oluyordu ve bu alanda anarşistlere yer yoktu. Birbirine düşman iki devlet bile anarşistlerin iadesi noktasında uzlaşıyordu. Yani söz konusu anarşistlerse, her devlet birbiriyle dosttu.
Kararların ilk iki bölümü, temel ilkelerle ilgili sonraki bölümler ise idari ve polisiye önlemleri içeriyordu. Anarşistlerin yakından takibi, bunun için bir yönetim merkezinin oluşturulması, devletlerin bu yönetim merkezlerinin birbiriyle doğrudan haberleşmesi ve bilgi alışverişinin kolaylaşmasına yarayacak kurumların oluşturulması alınan kararlardandı. Sınırdışı ilan edilen anarşistlerin, bağlı bulundukları devlete geri gönderileceğinin kararı alındı. Eğer bu işlemi yapacak devletler, sınır komşusu değilse yol üstündeki devletler bu işleme yardımcı olacaktı. Yani anarşistlere karşı büyük devlet işbirliği!
Portrait Parle
Konferansta alınan kararların önemli bir kısmı, suçlu teşhisinde eşkal tanımlama yöntemine ilişkin kararlardır. Fransa’da kullanılan “portrait parle” denilen yöntemin tüm devletlerde uygulanması talep edildi. Antropometri de denilen bu işlem, parmak izinin gördüğü işlevi gören bir yöntemdi. “Suçluların” ve şüphelilerin baş ve gövdelerinin çeşitli ölçülerine saç, göz ve ten rengi vb. ayırt edici özellikleriyle cepheden ve profilden bir fotoğrafın yer aldığı bir bilgi toplama sistemiydi. Katılımcı devletlerin çoğu, bu yöntemi kullanacaklarını beyan etti. Osmanlı Devleti de bu yöntemi öğrenmesi için bir heyet oluşturdu.
Bundan kısa süre sonra, İngiltere kendi parmak izi sistemini geliştirdi. Fransa, Almanya, İspanya gibi devletler 1930’lara kadar antropometriyi kullandı. Bugün bu yöntem sadece INTERPOL tarafından kullanılmaktadır.
Konferanstaki kararların bir kısmı yasal önlemleri içeriyordu. Anarşist eylemlere yardımcı ya da teşvik edici davranışlarda bulunmak; anarşist örgütlere üye olmak; anarşist propaganda yapmak; anarşist tutsakların mahkemelerini duyurmak; anarşistlere toplantı yeri ve ikametgah sağlamak yasaklandı. Hapishane dışındaki anarşistlerin hareketlerini kısıtlama ve hapishanedekilerin tecrit edilmesi noktasında konferansta uzlaşıldı.
Avusturya, Almanya, Rusya ordu içerisinde anarşist propaganda ve eylem gerçekleştirilmesi ve buna yardım edilmesinin cezalandırılmasını diğer devletlere kabul ettirdiler. Anarşist eylemlerle ilgili haberlerin denetimi ve sansürü yine benzer şekilde kabul edildi. Kabul edilen bir başka öneri de suikastçilerin idam edilmesi önerisiydi.
Bu Konferansın Önemi Nedir?
Anarşistlere karşı bir dizi kararın alındığı ve işbirliği için yeni kurumların oluşturulduğu bu konferans, devletin değişiminde ve dönüşümünde de önemli bir yer tutar. Çünkü alınan kararlar sadece anarşistlere karşı alınmış değildir. Kapsamı sınırlamak ve genişletmek, devletlerin inisiyatifindedir. Keza, güvenliğe ilişkin bu denli kökten bir değişim, devlet varlığının toplumsal kabulünde de önem taşır.
Güvenlik kalkanına dönüşen devletin, olmadığı durumda güvensizlik tehdidi açığa çıkacağı, meşru güç kullanımına bunun için ihtiyaç belireceği ve böylelikle, devlet varlığının nedeninin (reason d’etat) güvenlik sorunsalıyla ilişkili hale geldiği bir durum oluşur.
Birbirine bağlı kavramlar olarak, devlet varlığının nedeni, devlet çıkarı, devlet güvenliği gibi kavramlar, özellikle mesele devletin güvenliği ve bekası olduğunda iki problem odağına işaret eder. İlki dış politikaya dayalı tehditler ve iç düzensizlikler, ayaklanmalar… Bu durum devletin, güvenliği sebep göstererek her türlü eylemini meşrulaştırmasının önün açar.
Modern devlete geçiş, iktidarın geleneksel değerlerden bağımsızlaşmasına sebep olmuş ve bu da devletin eylemlerini farklı şekillerde gerekçelendirme zorunluluğunu doğurmuştur. Bu noktada devletin iyiliği, devletin bekası, devletin çıkarları en önemli gerekçeler olarak devletin varlığının nedeni çerçevesinde karşımızda çıkar. Toplumdan kopuk, kendi çıkarları olan, toplumdan soyutlanmış bir devlet anlayışı oluşur. Devlet, kendine has bir varlık olarak kendine has çıkarları olan, aynı zamanda kendi eylemlerine dair kendi nedenleri olan bir özne olarak inşa edilmiş olur. Böylelikle devlet eylemlerinde asıl vurgu devletin bekasını sağlamaya yönelik biçimde şekillenir. Bununla birlikte kanun üstünlüğünden ziyade devletin güvenliği her şeyin üzerinde bir yasa olarak ele alınır.
Anti-anarşist konferans güvenlikle ilgili bir dizi kararın çıktığı bir toplantı olmasının ötesinde, geleneksel değerlerin yerine yeni bir değer sistematiğinin uluslararası ölçekte oluştuğu yeni bir mecradır.
Geleneksel devletten modern devlete geçişin en temel şartı toplumsal kontroldur. Konferansta alınan kararlar, toplumsal kontrol ile doğrudan ilintilidir.
Konferansa ihtiyaç duyulmasının temel sebebi, geleneksel devlet yönetimi tekniklerinin artık işe yaramıyor oluşudur. Güvenlik paradigması, güce karşı güç anlayışıyla şekillenir. Bu anlayış yalnızca dış politikada kullanılmaz. Gücü güç ile dengeleme stratejisi nüfusun bir kısmını gözden çıkarabilmeyi gerektirir. Güvenlik paradigması, riski tamamen ortadan kaldırmaya çalışmaz, zamansal ve değişken öğeleri hesaplayarak, var olanı veri alarak “düzenleme”ye çalışır.
Denetlemenin sürdürüldüğü alanlar ile denetim yoğunluğu yani itaati sağlamak için başvurulan cezalar arasındaki ilişki yönetmeye ilişkin önemli bir anlam ortaya çıkaracaktır. Geleneksel devlet yapılarında hükümdarın hükmettiği alan coğrafi olarak geniştir. Cezalar daha fazla şiddet içerir. Ancak, yönetici halkın gündelik hayatının çok sınırlı bir kısmına nüfuz edebilmektedir.
Modern Güvenlik Algısı
İktidar, modern anlamıyla yeniden kurulurken geleneksel olarak güç kullanarak cezalandırmanın yerine, ıslaha dayalı cezalandırmaya başlamıştır. Bu süreçte de kurumsallaşmış pratiklerin tekrarlanması yoluyla öncekinden daha güçlü ve yaygın hale gelmiştir. Devletin, geleneksel adalet yerine yeni yargı kurumları, yeni bir suç teorisi, yeni bir hukuk ve bu hukukun uygulanmasını kolaylaştıracak yeni bir polis teşkilatı ve hapishaneler gibi yeni kurumlar ve mekanizmalar oluşturmaya başladığı görülür. Tüm bunlar cezalandırma hakkının siyasal ve ahlaki açıdan meşrulaştırılması, eskinin iptali, modern hukuk sistemlerinin devreye sokulması gibi reformlar çerçevesinde karşımıza çıkmaktadır. Eskiden sıradan davranış biçimleri sayılanlar bu yeni sistemde suç haline gelebilmektedir.
Modern devlet, polislik gibi araçları kullanarak toplumsal yaşamın farklı alanlarına girme olanağı elde eder. Gözetleme ve şiddet araçlarının merkezi denetiminin pekiştirilmesi modern devletin ayırıcı özelliklerindendir. Konferansta kabul edilen Portrait Parle yöntemi bu noktada ayrıca önem taşımaktadır. Yeni kurum ve yeni yöntemlerle toplumsal kontrol sağlanmaya çalışılır. Profesyonelleşme ve merkezileşme bu kontrolde önem taşır.
Devletin sınırları içinde merkezi kontrolu sağlama sorunsalı, en belirgin şekliyle gözetleme, müdahale etme ve cezalandırma mekanizmalarıyla modern devlet yapısına içkindir. Öyle ki sınırları içine nüfuz etmek, bireylerin davranışlarını kontrol etmek, denetlemek ve cezalandırmak yeni ceza sistemine göre yasadışılıkları yok etmekten çok onları yönetmek için yeni mekanizmaları kullanmaktır.
Kent nüfusunun artması ve çalışma disiplininin değişmesi kamu düzenine ilişkin yeni normların ve uygulamaların oluşturulmasına neden olmuştur.
SONUÇ
Modern devlet bir kurumlar bütünüdür. Konferans, modern devlet otoritesini sağlayan idari gücün merkezileşmesi ve genişlemesi, yeni hukuk mekanizmalarının gelişmesi, devletin merkezileşmesi ve koordinasyonu açısından değişimlerin ortaya çıktığı bir zamanda gerçekleşmiştir. Modern devletin güvenlikle kurduğu yeni ilişkinin kurumsallaştığı bir yerdir.
Uluslararası güvenlik ve işbirliğinin tarihi açısından önem taşımaktadır. Modern devletin, bireyler üzerindeki gözetim ve denetimi ile bu konuda devletler arasında gösterilen işbirliğinin altını çizmek ve polis işbirliğinin geçmişi hakkında önemlidir. Bu konferans Uluslararası Polis Teşkilatı’nın kökeni oluşturmaktadır.
Roma Konferansı sonrasında, 1904’te Petersburg’ta toplanan konferans başta olmak üzere, buna benzer konferanslar oluşturulmuştur. Osmanlı Devleti de bu konferanslardan geride kalmamış, bir dizi güvenlik anlaşması imzalamıştır. Yasal düzenlemeleri ve idari uygulamaları Avrupa’daki devletlerden oldukça farklı olan Osmanlı, Avrupa’daki yasal düzenlemeler ve uygulamalarla kendi düzenlemelerini uyumlulaştırmaya çalışmıştır.
1876-1908 dönemini kapsayan bu uyumlulaştırma süreci, II. Abdülhamid dönemi güvenlik politikaları ve uygulamalarıyla devletin, nasıl bir modernleşme içerisine girdiğini göstermektedir. Bu süreç, Osmanlı için modern devlet aygıtının oluşmasına yönelik reformların gerçekleştirildiği bir süreçtir. Dünyevi otoritenin, devletin merkezileşme politikalarıyla kendi yansımalarını, siyasal kurumların farklılaşmaları ile gösterdiği dolayısıyla toplumun kontrol altına alınma sürecinin başladığı bir tarihtir.
Konferansa katılan birbirine düşman; imparatorluklardan cumhuriyetlere rejimleri birbirinden farklı devletler olmasına rağmen, uluslararası bir birliğin kurulmasında dönüm noktası oldu. Bilerek yaratılan korku ve katı güvenlik uygulamaları için uluslararası bir meşruiyet yaratıldı. Bütün polis teşkilatları arasında bir iletişim kurulmuş oldu. İlk kez bu konferansla beraber güvenlik konusunda uluslararası kurumsallaşmaya doğru adımlar atıldı.
Bu konferansı, 1904 yılında Petersburg’da gerçekleşen konferans izledi. Bu konferansta, 10 Avrupa devleti ile Osmanlı’nın da imzacısı olduğu; “anarşizme karşı uluslararası savaş için gizli protokol” imzalandı. Bu iki konferans bugün Interpol olarak bilinen uluslararası polis örgütünün kökenleri olarak görülebilir.
Eski devlet tarzı yapılanmanın sonuna gelindiğinin, yeni bir siyasi meşruiyet ve yeni bir hukuk inşasının önemli bir uğrağıdır Roma Konferansı. İçinde bulunduğumuz modern devletin kökenlerinin anlaşılmasında da, bu devletin rejim ve sistem değişikliğine neden ihtiyaç duyduğunun anlamlandırılmasında da önem taşır. Her şeyden öte, tüm bunların hepsi anarşistlere karşı yapılır. Bu manidardır. Çünkü devletin varlığının nedeni de, devlet ve kapitalistler eliyle gerçekleşen adaletsizliklere bulunan nedenler de anarşistler tarafından sorgulanmış ve hesabı sorulmuştur. Bugün devlet, hukuk, adalet, meşruluk gibi kavramları sorgulamaya girenlerin görmezden gelemeyeceği bir noktada durur anarşizmin tarihi. Bu tarih, şüphesiz ki anlamsızlığını anlamlandırmaya çalışan iktidar mekanizmalarına karşı mücadelede yükselir.
Hüseyin Civan
Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 49. sayısında yayınlanmıştır.
The post Devletlerin Anarşistlere Karşı İşbirliği, Roma Konferansı ve Interpol – Hüseyin Civan appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post “Asimilasyonun Yeni Adı Hacı Bektaş-ı Veli Lisesi” – Zeynel Çuhadar appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>Geçtiğimiz ay, Milli Eğitim Bakanı Nabi Avcı’nın katıldığı, seçimler öncesi devletin Alevilere karşı yeni bir “kazanma hamlesi” olarak yorumlanabilecek olan Hacı Bektaş-ı Veli Lisesi projesinin inşaatı yapılan temel atma töreniyle başlandı. Törene Pendik Seyit Seyfi Cemevi dedesi Musa Küçük ve projenin en büyük destekçisi ve aktörü Dost Eli Yardım Eğitim ve Kültür Vakfından Sakine Tükek katıldı. Projeye göre lise imam hatip liselerinin “Alevi” versiyonu gibi işleyecek, 17 saat Alevi öğretilerinin anlatıldığı derslerin olacağı okulda geri kalan saatlerde de genel lise müfredatı işletilecek. Projeye göre, bu okula farklı coğrafyalardan Alevi-Bektaşi dedeleri, akademisyenler ders vermek için gelecek. Öğrencilerin okula kabul edilmesi ise dede soyundan gelme kıstasıyla belirlenecek, soydan gelen öğrenciler kendi aralarında sınava tabi tutulup öyle kabul edilecek.
Peki bu proje nereden çıktı?
Aslında tamamen bu haliyle olmasa da bizler için yeni bir hamle değil alevi dedesi okulu. Bundan yaklaşık üç sene önce aynı haberin bir benzeri, Kartal’daki Zekeriya Göçer İlköğretim Okulu’nun adının “Hacı Bektaş-ı Veli İmam Hatip Okulu”na dönüştürülmeye çalışması ile gündeme gelmiş, sonrasında bunu kendi kültürlerine hakaret olarak gören velilerin yoğun tepkisiyle karşılanmıştı. Devletin alevi açılımı dediği süreçle gelen hamlelerden, aleviler üzerindeki asimilasyon politikalarından alevi çalıştaylarının, cami-cemevi projesinin rafa kaldırılmasıyla birlikte hem seçim öncesi oy kazanma hamlesi olarak, hem de bir Fethullah Gülen projesi olan cami-cemevi projesini egale edebilecek potansiyele sahip olmasıyla bu hamle, devlet için bir taşla iki kuş vurmak olacak adeta. Yok ettiği kültüre karşı kurduğu yeni hilkat garibesini meşrulaştırmaya olan ihtiyacını ise alevi halkının yumuşak karnı olan eğitim aracılığıyla gerçekleştirerek karşılamaya çalışacak.
Projede öne çıkan isimleri biraz daha yakından incelemek, meseleyi daha iyi anlamlandırmamıza yardımcı olabilir. Projenin devlet kanadında duran Nabi Avcı’nın ve Sakine Tükek isimli şahsiyetlerin işlevi apaçık ortada. Derneğin başkanı, Ak Parti İstanbul üçüncü bölge milletvekili adayı olan Sakine Tükek, işin seçim öncesi oy kazanma hamlesi olan tarafında karşımıza çıkıyor. Ayrıca mensubu olduğu Tükek ailesinin Cem TV’nin kurucusu olması da projenin “yabancıya gitmediği” izlenimini yaratıyor. Temel atma törenindeki konuşmasına devlet büyüklerine teşekkür ederek başlayan, aynı Sakine Tükek gibi Cem Vakfı ve İzzettin Doğan’la ilişkisi bilinen Musa Küçük ise pazarlamada bir diğer reklam yüzü olarak seçilmiş…
II. Abdülhamid’den bugüne devletin alevileri ehlileştirme çabasının bir yansıması olarak bu proje; yaratılan yeni aleviliğin de zemini olacak kuşkusuz. Aleviler değişen her yöneticiden sonra Yeniçeri Ocağı’nda yapılan katliamları meşrulaştırmak için yapıştırılan “kazan kaldırma” yaftasından bu güne etiketlemelere, kara çalmalara alışkın fakat yeni süreç beraberinde daha farklı etiketler de getirecektir. Okullarda yetiştirilecek dedeleri, kültürden yetişme dedelerin cem evlerinde istemeyeceği, farklı derneklerden halihazırda gelen tepkiler doğrultusunda aşikar. Zaten baştan beri planlanan “devlet alevisi” kavramının cisimleştirilmesi, bu sefer de “devletin alevilerinin” örgütlediği cem evlerinin kurulmasına yol açacaktır. Yıllardan beri alevi halkının büyük özverilerle yarattığı, devletin karanlık gölgesinin üzerinden eksik olmadığı gerçek cemevlerinin ise belki de şu sıralar en gözde yaftalama biçimiyle “paralel” cem evi olarak anılacağı günler yaklaşıyor gibi görünüyor.
The post “Asimilasyonun Yeni Adı Hacı Bektaş-ı Veli Lisesi” – Zeynel Çuhadar appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post “Osmanlı Döneminde Bulgaristan’daki Anarşistler” – Zlatko F. appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>Bu topraklarda devlet gücü iyice yerleştikten sonra, ezilenlerin mücadelesi çoğunlukla dini tarikatlar biçiminde olmuştur. Bunların en güçlüsü olan Bogomilizm; yasaları, vergileri, devleti ve dini otoriteyi reddetmesiyle anarşist düşünceye yakın düşer.
Osmanlı İmparatorluğu döneminde ise, ezilenlerin toplumsal mücadelesi hajduk (haydut) gruplar biçimini almıştır. Bunların çoğu, eşkıya olsalar da, yoksul halkla iyi ilişkilenmiş ve takdir edilmişlerdir.
Hajduklar, adalet ve özgürlük savaşçıları olarak o kadar ün kazanmışlardır ki, Bulgar “rönesansı” döneminde (19. yüzyılın ikinci yarısında), milliyetçi hareketin eğitimli özgürlük savaşçıları için bir model ve örnek olmuşlardır. Bütün baskıların öyle ya da böyle İmparatorluk eliyle gerçekleştirildiği bu zamanlarda, İmparatorluğu yok etmekle, Bulgar halkı adına bağımsız bir ulusal devlet kurmak arasındaki farkı anlayan çok insan yoktu. Yine de özgürlük savaşçılarının hareketi içinde Balkan Halkının Federasyonu için, hatta devletsiz bir toplum kurulması için, güçlü bir eğilim vardı.
Bulgaristan’daki devrimcilerin ve uluslararası örgütlü anarşizmin ilk teması 1869 Nisanında oldu. “Genç Bulgaristan” örgütünden iki temsilci, Cenevre’de Mikhail Bakunin ve Sergey Neçhaev’le buluştular. Aynı yıl Bakunin, dergisinde “Bulgar Devrimi İçin Bir Taslak” yazdı; Neçhaev de “Kolokol” dergisinde, Türk ve Romanya devletlerine karşı Bulgar özgürlük davasını desteklediğini belirtti; Romanya’da bulunan Bulgaristanlı devrimcilerle ve özellikle, Neçhaev’in “Devrimcinin El Kitabı”nı dağıttığı için birkaç ay boyunca tutsak edilen Hristo Botev’le kalıcı bir ilişki kurdu. Nikolay Meledin ve Nikolai Sudzilovsky gibi Rusya’da bulunan başka anarşistler de Bulgaristan’daki devrimcilere yabancı değildir, ama bunlar resmi Bulgar tarihinde geniş ölçüde görmezden gelinir.
Bağımsız Bulgar krallığının (1880’lerde) kurulmasının hemen ardından, ideolojik olarak modern anarşizme çok yakın olan “Pauperlikers” adında özgür bir toplumsal hareket ortaya çıkmıştır. Çoğunlukla güncel metinlerin Bulgarcaya çevirilerini yapmışlardır. Hareket, 15 yıl içinde kapitalist toplum ve yerel Marksist parti liderlerinin cadı kazanında erimiştir.
Birinci Dünya Savaşı öncesinde Bulgaristan halkı için en popüler politik mesele Osmanlı İmparatorluğu sınırlarında kalanların kurtarılmasıdır. Bu yüzden (1890’ların sonunda) oluşan ilk anarşist çevreler daha çok bu meseleye yoğunlaşmışlardır.
Bugün, bunların en bilineni “Tayfalar”dır. Cenevre’de Bulgarca anarşist metinler yayınlayıp dağıtan küçük bir öğrenci grubu olan “Cenevre Atölyesi”nden başlamış; Bulgaristan’a dönmeleriyle birlikte daha geniş bir grup oluşturarak kendilerine “Gemiciler” adını vermişlerdir. Grubun faaliyetlerinin çoğu Osmanlı İmparatorluğu’na karşı olmuştur. En büyük eylemleri II. Abdülhamit’e karşı suikast girişimi, İstanbul’daki Osmanlı Bankası’nı bombalama girişimi ve başarıya ulaşan, Selanik’teki Osmanlı Bankası’nın bombalanmasıdır (1 Mayıs 1903). Bu eylemler, İmparatorluğun içindeki Batı kapitaline yöneliktir, yani İmparatorluğun kendisine.
“Gemiciler”in fedakar ve yürekli eylemleri, özellikle Bulgaristan’da, örgütlü özgürlük hareketleri üzerinde anarşist düşüncenin etkili olmasını sağladı. Fakat aynı yılın sonunda gerçekleşen Ilinden-Preobrazhenie Ayaklanması’nı hazırlayan süreçte yer alan başka yüzlerce anarşist vardır. Ayaklanma ile birlikte bir toplumsal devrimin yaşandığı Stranca’da halkı örgütleyen Mihail Gerdzhikov, önemli bir anarşist ve (örgütün öncülü) FAKB’nin kurucularındandır. Ayaklanmayı örgütleyenlerin, katılanların, ünlü şarkılarda anılanların çoğu iyi bilinen anarşistlerdir ama bunlar sonradan, insanların kendi tarihinin bilgisi tümüyle devlet propagandası egemenliğine girmeye başladığında, rahatça unutulmuştur.
Balkan Savaşları’ndan sonra Bulgaristan sınırları dışındaki Bulgaristan halkının özgürleştirilmesi davası tamamen devlet propagandasına ve devlet-güdümündeki hareketlere dönüşmüştür. Anarşist hareket de faaliyetlerini sınırların içindeki mücadeleye ve Bulgaristan devletine karşı yönlendirmiştir. Bu yıllar, gittikçe yayılan devlete karşı harekete geçmenin birçok insana doğal geldiği, hareketin en güçlü yıllarıdır. Fakat bu başka bir hikaye.
Zlatko F.
Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 24. sayısında yayımlanmıştır.
The post “Osmanlı Döneminde Bulgaristan’daki Anarşistler” – Zlatko F. appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post Osmanlı’da Anarşizm – Sarayın Kapısına Dayanan Anarşistler: İtalyan İşçi Birliği appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>Bu topraklar üzerinde yaşayan anarşizmi incelemek, üzerine yorum geliştirmek tabi ki kolay bir iş değil. Özellikle son dönemde dünya üzerinde yaşanan toplumsal hareketlerle beraber düşünüldüğünde, anarşizmin toplumsal hareketler üzerindeki etkisinin giderek artmakta olduğu söylenebilir. Bu artan etki, kendini sadece anarşizmin doğrudan etkisi olarak göstermemekte. Anarşizmin siyaset arenasına soktuğu ve tartıştırdığı meselelerin ve kavramların, toplumsal hareketler üzerinde bıraktığı etkisi, hareketlerin mücadele hattı, yöntemi ve mücadelenin dayanağını oluşturan noktaları bütünüyle değiştirerek kendini göstermektedir. Bu değişimi, bu coğrafya üzerindeki toplumsal hareketlerde de gözlemlemek mümkündür.
Tüm bu dolaylı etkilerin yanında, anarşizmin doğrudan toplumsal hareketlere etki eden yanını içinde bulunduğumuz on senelik süreçte yaşamaktayız. Anarşist bir mücadelenin gelenek haline geldiği topraklardaki deneyimler, mücadelenin kendini yeni göstermeye başladığı diğer coğrafyalar açısından yardımcı olma niteliği taşıyor. Öte yandan anarşizmin yerelliklere özgü mücadele anlayışını savunan doğasıyla, bu deneyimlerin farklı özgün koşullarda nasıl daha da farklılaştırılabileceğini gözler önüne seriyor.
Bu topraklardaki anarşizmin, belki de taşıması gereken en önemli özelliği bu. Kendi özgün koşullarında kendini yaratan, kendi coğrafyasındaki mücadelelerin geleneğini bünyesinde barındıran, daha örgütlü, devrimci ve iktidarın bütün yeni biçimlerine karşı yaratıcı ve kalıcı faaliyetler ve söylemler geliştirebilen bir anarşizm.
Tüm bu kaygıları barındıran bir bakış açısıyla, özellikle Osmanlı’nın son dönemlerinde faaliyet yürüten, yürüttükleri faaliyetlerle mevcut siyasete etki eden anarşist hareketleri, örgütlenmeleri ve anarşistleri Meydan Gazetesi’nin bu sayısıyla birlikte irdelemeye başlıyoruz. Bu bölümünde çok derine inmeden Osmanlı’daki anarşizme genel hatlarıyla değinerek bir giriş yapmaya çalıştık. Şu ana kadar, Osmanlı’nın son dönemlerinde anarşist harekete ilişkin yazılanların yetersizliğini göz önünde tutarak hazırlayacağımız bu yeni bölümle, aynı zamanda boşluk gördüğümüz bu literatüre katkı yapmayı umuyoruz. Yine aynı bölüm kapsamında, Dario Antonelli’nin Meydan Gazetesi için kaleme aldığı İtalyan İşçileri Birliği’yle ilgili köşe yazısını da yayınlıyoruz.
Osmanlı’da Anarşizm
Anarşizmin bu topraklarda toplumsal bir etki yaratabilmesi, çok da uzak olmayan bir geçmişe sahip olsa da, anarşizm, bu coğrafyadaki başkaldırı ve mücadele geleneğiyle bağını kurabildiği oranda “sadece bir entelektüel çaba” olmaktan çıkabilmiştir.
Bu coğrafyada, kökleri 19. yüzyılın sonlarına kadar ulaşan anarşizmin, dönemin bütün dünyada ses getiren anarşist yönelimlerinden etkilenmemesi imkansızdı. “Eylemle propaganda” döneminin en etkili olduğu yıllarda, Osmanlı Devleti’nde anarşizmin kök salmaya başlaması rastlantı olmasa gerek. Osmanlı Devleti içindeki farklı etnik unsurların (özellikle Ermenilerin), özgürlükleri için girişmiş olduğu bir dizi “eylemle propaganda” sadece yöntemsel bir tercih değildi. Anarşizm, Osmanlı Devleti içerisinde Ermenilerin bir dizi örgütlenmesinde ideolojik olarak da yer bulmuştu.
Bu ideolojik örgütlenmede, Kropotkin’e yakın isimlerden biri olan Aleksandr Atabekyan’ın rolü büyüktür. 1891’e kadar birçok Batılı anarşistle iletişim halinde olan Atabekyan, dönemin tüm Ermeni devrimci hareketlerinde önemli bir kişiliktir. 1891’de, Londra’da aralarında Kropotkin’in de bulunduğu bir toplantıda Rusça makaleleri basmayı ve yaşadığı coğrafyaya ulaştırmayı üstlenir. Bu niyetle 1895’te Hamanykh’yi (komün) basar. Dergide sadece anarşizm ve Ermeni Devrimci Hareket’e ilişkin makaleler yoktur. Aynı zamanda Osmanlı Devleti’nin yürüttüğü Ermeni katliamı da derginin önem verdiği konular arasındadır.
Atabekyan, Ermeni Devrimci Federasyon’un içinde de önemli bir yere sahiptir. Bu federasyonun II. Abdülhamit’e girişeceği suikastler, bu eylem biçiminin Osmanlı Devleti’nde giderek artan bir siyasal ifade biçimi kazanmasına neden olacaktır.
Atabekyan’la hemen hemen aynı döneme denk düşen, anarşist yazının ilk eserini Kıbrısizade Osman Bey’in Fransızca yazdığı “Socialisme et Anarchie” oluşturur. Kitap, Sofya’da 1895’te basılmıştır. Bu kitap, anarşizm üzerine basılmış ilk kitaptır. Kitabın, anarşizm tarihinde çok sönük kalmış, ancak anarşist hareket açısından bir o kadar da zengin bir tarihe sahip Bulgaristan’da çıkması gayet anlamlıdır.
Bu dönemin politik zenginliğinin içinde, özellikle Ermenilerin ve Yahudilerin anarşist girişimleri dikkat çekmiştir. Osmanlı içindeki bu anarşist çevrelerin faaliyetleri, modernleşmeye çalışan Osmanlı içerisindeki, modern Batıya daha yakın (hem düşünsel, hem mekânsal) konumları olabilir. Ancak akıldan çıkarılmaması gereken bir nokta da, özellikle Batı dışı anarşizmlerin bu çevrelere etki edebileceği olasılığıdır. Nitekim bu girişimlerin Sofya ve Selanik menşeili girişimler olması dikkat çekicidir.
1910’da, yani Haydar Rıfat Beynelmilel İthal Fırkalar içindeki “Anarşist Fırkalar; Proudhon-Bakunin”e yer verdiği tarihte, bu coğrafyadaki birçok ideolojiye kaynaklık eden İştirak ilk sayısını çıkarttı.
İştirak’ta anarşizm ve anarko-sendikalizmle ilgili de birçok makale yayımlanmıştı. Sosyalist bir çizgiye daha yakın olan gazetede, bu makalelerin yayınlanmasında Baha Tevfik’in etkisi göze çarpmaktadır. Baha Tevfik, 1914’te ölene kadar, İştirak içinde, anarşizmin kendine yer bulmasını sağlamıştı. Materyalizm, Nietzsche, birey vb. konularda yazılarıyla Baha Tevfik, Abdullah Cevdet, Hüseyin Hilmi gibi önemli karakterlerin arasında kendine özgün bir yer edinebilmiştir. Yazdığı “Felsefei Ferd” kitabıyla, liberal olduğu tartışmalarına net bir cevap vermiştir.
İştirak içerisindeki “anarşist çevreler”in, Atabekyan ya da Selanik’te faaliyette olan “anarşist çevrelerle” ilişkisine dair hiçbir veri bulunmamasına rağmen, İştirak’ı hazırlayan düşünsel süreçlerde, özellikle Selanik’te faaliyette bulunanların etkisi göz ardı edilemez. Müslüman olmayan tebaada anarşizm, Osmanlı Devleti karşısında radikal bir tutuma bürünerek radikal eylemleri de içeren bir harekete dönüşmüş, modernleşmeyle birlikte ortaya çıkan aydın çevre içerisinde anarşizm aynı zamanda entelektüel bir birikimin oluşmaya başladığı bir düşünce de olmuştur.
Sarayın Kapısına Dayanan Anarşistler : İtalyan İşçi Birliği Ondokuzuncu yüzyılın 70’li ve 80’li yılları arası, Osmanlı İmparatorluğu’nun gerileme dönemine girdiği, hükümetin zayıfladığı, Mısır üzerindeki hâkimiyetin zayıfladığı, Balkanlar’da savaşların ve ayaklanmaların yoğunlaştığı bir dönemdir. Bu durum, Akdeniz’in doğu havzasının, enternasyonalistlerin ve devrimcilerin dikkatlerini yönelttiği bir coğrafya olmasına yol açmıştı. Aynı dönemler, bahsi geçen bütün bu bölgelerde enternasyonalistlerin ve devrimcilerin, İtalyan göçmen işçiler ve sınırdışı edilen siyasi işçilerin oluşturduğu grupları örgütlediği dönemlerdi. 1870’de aralarında anarşistlerin de olduğu kalabalık İtalyan topluluklarının yaşadığı Mısır-İskenderiye’de ilk anarşist örgütlenmeler oluştu. Bu örgütlenmelerden biri, 1877’de Verviers’teki (Belçika) AIT kongresinde temsil edildi. Aynı süreçte İstanbul’da, İtalyan İşçi Birliği (La Società Operaia Italiana di Mutuo Soccorso) 1863’ten beri faaliyet gösteriyordu. Bu birlik, sürgündeki 14 İtalyan işçi tarafından kurulmuştu. Radikal düşüncelerden etkilenen bu birliğe sadece işçiler üye olabiliyordu. 30 Nisan 1876’da, AIT’in İsviçre seksiyonunun çıkardığı “Jura Federasyonu Bülteni”nde bir makale, Türkiye’deki duruma adandı. “Türk hükümeti sıkıntıda… Hersek’teki savaş İstanbul’da bir devrime yol açabilir” başlığıyla verilen haberde, altı aydır ücretleri ödenmeyen tersane işçilerinin Donanma Bakanlığı’na gittiği, burada bakanın işçilerin delegesini yumrukladığı, sonrasında Veziriazam’a gittiğini, buradan da kötü bir şekilde kovulduğunu, son olarak da padişahla görüşmeye saraya gittikleri, ancak saraya girmeden iki birlik asker tarafından etraflarının sarıldığı yazıldı.
1878 Eylül’ünde İtalyan anarşist Errico Malatesta İskenderiye’dedir. Kasım’da İtalyan Konsolosluğu’nun önünde gerçekleştirilen bir eyleme katılan diğer anarşist eylemcilerle beraber, Fransız gemisiyle doğrudan Suriye’ye sürgün edilir. 1881’de, Londra’da düzenlenen anarşist kongrede, hem Osmanlı hem de Mısır temsil edilmiştir. Errico Malatesta, sadece Mısır Federasyonu değil, aynı zamanda İstanbul’daki anarşist örgütlerin de delegesi konumundadır. Bu birkaç veri bile tarihin bu belirli kesitinin tam anlamıyla keşfedilmeye ve tekrar değerlendirmeye ihtiyacı olduğunu gösteriyor. Özellikle Avrupa anarşizmi ve enternasyonalist hareketi ile genelinde Akdeniz havzasında, özelinde Türkiye’de anarşizmin ve işçi hareketlerinin arasındaki ilişkiye odaklanan çalışmaları devam ettirmeye daha fazla ihtiyacımız var. İtalya Anarşist Federasyonu’ndan Dario Antonelli
Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 23. sayısında yayımlanmıştır.
The post Osmanlı’da Anarşizm – Sarayın Kapısına Dayanan Anarşistler: İtalyan İşçi Birliği appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post “İmparatorluktan Cumhuriyete Kimi Kim Seçti ?”- Emrah Tekin appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>Osmanlı Devleti döneminde 1876’da ilan edilen ilk anayasa (Kanun-i Esasi) sonrası ilk seçimler 1877’de yapıldı. Ancak aynı yıl çıkan Osmanlı-Rus savaşı bahane edilerek Padişah II. Abdülhamit tarafından meclis kapatılıp anayasa askıya alındı. Yaklaşık 31 yıl sonra İttihat ve Terakki Partisi’nin faaliyetleri sonucu 1908’de ilan edilen II. Meşrutiyet sonrası aynı yılın Kasım-Aralık aylarında seçimler gerçekleştirildi ve onu 1912, 1914 ve 1919 yıllarında gerçekleşen seçimler izledi. Bu seçimlerde iktidardaki İttihat ve Terakki’nin karşısına muhalefet olarak önce Ahrar, daha sonra da Hürriyet ve İtilaf partileri çıktı. Ancak özellikle 1912 seçimleri, muhalif Hürriyet ve İtilaf partisine oy atmak isteyenlerin İttihat ve Terakki Partililer tarafından sopalarla dövülmesi nedeniyle “Sopalı Seçimler” olarak anıldı.
1923 Sonrası Tek Parti Dönemi
Cumhuriyet dönemi sonrası ilk seçimler, Lozan Antlaşması görüşmeleri sürerken gerçekleşti. İsmet İnönü, Lozan’da görüşmeleri yürüten heyetin başındaydı. Meclis içinde “Birinci Grup” olarak adlandırılan Müdafaa-i Hukuk grubuna muhalif olan “İkinci Grup” Lozan Antlaşması’nın imzalanmasına karşı çıkıyordu. Bu durumda antlaşmanın imzalanması tehlikeye girebileceğinden Mustafa Kemal meclise, seçimlere gidilmesi yönünde karar aldırdı. 28 Haziran 1923’te yapılan seçimleri muhalif “İkinci Grup” boykot etti ve katılmadı. Seçime tek parti olarak katılan Müdafaa-i Hukuk grubu bu seçimde Halk Fırkası adını alarak (Sonra CHF, sonra da CHP) tek parti yönetimini fiilen başlatmış oldu. 1924 yılında CHF’ye alternatif olarak Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası kurulsa da kısa bir süre sonra bu parti Mustafa Kemal’in emriyle, ”dini siyasi çıkarlara alet ettiği” gerekçesiyle kapatıldı. Cumhuriyet döneminin bu ilk muhalif partisi aynı zamanda benzerlerini ilerleyen zamanlarda ve yakın tarihte de sıkça göreceğimiz, devlet tarafından kapatılan partilerin ilki olacaktı. Bundan 6 yıl sonra 1930’da Mustafa Kemal’in emriyle, ikinci defa çok partili sisteme geçiş deneyimi yaşandı. Türkiye o dönemde “1929 Buhranı” denen ekonomik krizden önemli ölçüde etkilenmişti. Krize çözüm bulmakta zorlanan Kemalist devlet, krizin yaratabileceği toplumsal muhalefeti yeni ve “muhalif” bir siyasi parti üzerinden parlamento çatısı altında eritmek istiyordu. Bunun sonucunda 12 Ağustos 1930’da Serbest Cumhuriyet Fırkası kuruldu. Partinin kurucuları ve kadrolarının Mustafa Kemal’in güvendiği kişilerden olmasına özen gösterildi – ki zaten birçoğu yakın bir zamanda bu partiye katılmak için CHP’den istifa etmişti. Partinin devlet tarafından kurgulanan bu “muhalif” yapısına karşın, tek parti uygulamalarından ve 1929 Buhranı’nın ekonomik sonuçlarından bunalan kitleler bu partiye büyük ilgi gösterdiler. Serbest Cumhuriyet Fırkası’nın üye sayısı iki hafta içinde 15.000’e yaklaştı. 1930 yılı Ekim’inde yapılan yerel seçimlerde özellikle taşrada CHF’yi geride bırakan SCF, seçim sonuçlarına itiraz etti. Zira genel toplamda CHF seçimi kazanmış görünüyordu. CHF ve SCF yöneticileri birbirlerini seçimlere yolsuzluk ve usulsüzlük yapmakla suçladılar. Bir süre sonra 16 Kasım 1930’da SCF kendini feshetti. Yaklaşık 6 ay sonra 25 Nisan 1931’de yapılan seçimlerde CHF’nin karşısına bağımsız adaylar çıktı.1935 yılında yapılan seçimlere “partinin ebedi ve değişmez genel başkanı” sıfatıyla Mustafa Kemal’in belirlediği adaylarla ve isminde “fırka” ibaresini “parti” olarak değiştiren CHP tek başına katıldı. 1943 yılındaki seçimlere de tek parti olarak giren CHP’de, bir önceki seçimden farklı olarak adayları, 1938’de ölen Mustafa Kemal’in yerine cumhurbaşkanı olan “Milli Şef” İsmet İnönü atandı.
Türkiye’de tek partili dönem boyunca devlet tarafından, seçimlere siyasi kültürün önemli bir figürü olarak ayrı bir değer atfedilmiştir. Bunun göstergesi olarak başarısız çok partili sistem girişimleri de dahil olmak üzere, her seçim sonrası meydanlarda “Sandık Alayı” adı verilen törenler gerçekleştirilmiştir. Bu törenlerde oy sandıkları çiçekler ve bayraklarla meydanlarda dolaştırılırken, seçimlerle yaşanan bu “demokrasi bayramı” halka “kutlatılıyordu”. Ancak devletin tüm bu özendirme çalışmalarına rağmen, örneğin 1927 seçimlerine katılım %20 civarında kalmıştı.
Çok Partili Dönem
1945 yılında İkinci Paylaşım savaşının sona ermesiyle sıcak savaş yerini “Soğuk Savaş” dönemine bıraktı. TC devleti de bu soğuk savaş konjonktüründe çok partili “demokrasilerin” hüküm sürdüğü tarafta yer aldı. Siyasal yaşamını da işte bu çok partili “demokrasilere” uygun şekilde dizayn etmesi gerekiyordu. Bu dönem ilk siyasi parti 1945 yılında kurulan Milli Kalkınma Partisi idi. Bu partiyi daha önce CHP ile görüş ayrılığına düşen Celal Bayar ve Adnan Menderes gibi isimlerin 1946 yılı Ocak ayında kurduğu Demokrat Parti takip etti. Aynı yıl yapılan ve “Hileli Seçim” olarak da adlandırılan seçimleri DP’lilerin tüm itirazlarına karşın CHP’nin kazandığı ilan edildi. Ancak DP sonrasında yapılan üç seçimi üst üste kazandı (1950-54-57). DP’nin bu seçim başarılarında ABD yanlısı politikalarının etkili olduğunu söylemek mümkün. 1945 sonrası ABD’nin NATO üyesi üçüncü dünya ülkelerine SSCB-Doğu Bloku tehdidine karşı dağıttığı “Marshall Yardımı” adındaki ekonomik teşvikler ve fiilen savaşa girmemiş olan TC devletinin hazinesinde biriken altın ve döviz rezervi sonucu oluşan nisbi ve göreceli ekonomik refahı da bu etkenlere ekleyebiliriz. Fakat bu “refah dönemi” uzun sürmedi. Baş gösteren ekonomik sıkıntı nedeniyle DP hükümeti 1958 yılında ilk kez İMF heyetini davet etti, aynı yıl ilk “İstikrar Paketi” hazırlandı. Ekonomik bunalım kısa bir süre sonra siyasal sorunları beraberinde getirdi ve 27 Mayıs 1960 tarihinde Cumhuriyet döneminin ilk askeri darbesi gerçekleşti. Darbe sonrası seçimler 15 Ekim 1961’de yapıldı. Bu seçime Adalet Partisi, Yeni Türkiye Partisi, Cumhuriyetçi Köylü Millet Partisi ve CHP katıldı. Bu seçimleri dört yılda bir yapılan 1965, 69, 73 ve 1977 seçimleri izledi. 1965 seçimleri önce ilk siyasi partiler yasası çıkarıldı ve seçim sisteminde yapılan değişiklikle nispeten az oy alana partilerin de parlamentoda temsil edilmesi amaçlandı. Bunun sonucunda Türkiye İşçi Partisi (TİP) meclise 15 milletvekili soktu. Ancak 1969 seçimleri öncesi, iktidardaki AP’nin getirdiği baraj sistemi sonucu TİP, neredeyse 1965 seçimleriyle aynı oyu almasına karşın bu kez sadece 2 milletvekili çıkarabildi.
1960 sonrasının Türkiye siyasi yaşamındaki bir diğer değişiklik ise TBMM ve Cumhuriyet Senatosu’ndan oluşan çift meclisli sistemdi. 12 Eylül 1980 darbesine kadar süren bu sistemde Cumhuriyet Senatosu adı verilen meclis üyelerinin seçilme şartlarından birinin “üniversite mezunu olmak” olması nedeniyle halk arasında “Okumuşlar Meclisi” olarak da anılıyordu. TBMM’nin aldığı kararları denetleyen bir üst kurul gibi de işleyen Cumhuriyet Senatosu’nun 15 üyesi de cumhurbaşkanınca atanıyordu.
12 Eylül 1980 Darbesi Sonrası
Askeri darbe yönetiminin işbaşına gelmesiyle birlikte siyasi partiler kapatıldı ve siyasi faaliyetler yasaklandı. 1983 yılı Nisan ayından itibaren ise, ancak darbecilerin sakıncasız bulduğu ve veto etmediği partilerin kurulmasına ve siyaset yapmalarına izin verildi. 1983 Kasım ayında yapılan seçimlere “zararsız ve sakıncasız” partilerden sembolik olarak bir merkez sağ-liberal (Anavatan Partisi-ANAP), bir sosyal demokrat-sol Halkçı Parti(HP), bir de darbecilerin açıktan desteklediği milliyetçi ve devletçi (Milliyetçi Demokrasi Partisi-MDP) olmak üzere üç partinin katılmasına izin verildi. Bu seçimi 1991 yılındaki seçimlere kadar 8 yıl tek başına iktidarda kalacak olan ANAP kazandı. Ancak bu seçimlerden bir yıl sonra 1984 yılında yapılan yerel seçimler, darbecilerin kurguladığı icazetli “siyasal faaliyet alanını” deşifre etti. Çünkü bu seçimde bir önceki seçime veto edilerek alınmayan iki parti Sosyal Demokrasi Partisi (SODEP) ve DYP ikinci ve üçüncü parti oldu. Eğer bu bir genel seçim olsaydı darbecilerin desteklediği HP ve MDP barajı bile geçemeyecekti.
Koalisyon-İttifak-Cephe Dönemleri
1991 yılı Ekim ayında gerçekleşen ve DYP-SHP koalisyon hükümetini iktidara getiren seçimlerle birlikte 2002 Kasım ayında AKP’nin tek başına iktidar olmasına kadar yapılan seçimlerden, ikili ya da üçlü koalisyon hükümetlerinin kurulduğu sonuçlar çıktı. Bu koalisyon iktidarlarından yakın tarihte akılda kalanları 28 Şubat döneminde generallerin müdahalesiyle bozulan Refah-Yol (Refah Partisi-DYP) hükümeti ve bu müdahale sonrası kurulan ANASOL-D(ANAP-DSP, Demokrat Türkiye Partisi) koalisyon hükümetleriydi.
Şu anda iktidarı elinde bulunduran AKP’nin de, geçmişte dört siyasi eğilimi birleştiren ANAP ile benzer olarak ancak ilan edilmemiş bir çıkarlar ittifakı olduğunu söylemek mümkün. 1983 seçimlerine gidilirken ANAP lideri Turgut Özal, partisinde dört farklı siyasal eğilimi (sosyal demokrat-sol, liberal, milliyetçi, İslamcı-sağ) birleştirdiğini söyleyerek bu anlamda bir ittifaklar bütünü olduğunu fiilen ilan etmişti. İçinden geçtiğimiz bu süreçte alenileşen AKP-Cemaat çatışmasıyla ortaya çıkan durum da mevcut AKP iktidarının yekpare ve heterojen bir yapıya sahip olmadığını ortaya koyuyor.
Yaşadığımız topraklarda devleti yönetenler iktidarlarını, ezilenler üzerinde çeşitli koalisyon, ittifak ya da cephe formülasyonlarıyla hayata geçirdi. Toplumsal muhalefetin ve politizasyonun çok yüksek olduğu 1970’li yıların ortalarından itibaren kurulan Milliyetçi Cephe (MC) hükümetleri bu formülasyonun yükselen işçi sınıfı mücadelesi ve sokak muhalefetine karşı kurulmuş olanlarıydı. 1975 yılında AP, MSP, MHP ve CGP (Cumhuriyetçi Güven Partisi)’nin koalisyonuyla kurulan 1.MC hükümeti 1977 Haziran seçimlerine dek iktidarda kaldı. 1977 Haziran seçimlerinde CHP hükümet kuracak yeterlilikte milletvekili sayısına sahip olamadığından, Temmuz 1977’ye dek iktidarda kalacak olan 2.MC hükümeti AP, MSP ve MHP’nin koalisyonuyla kuruldu ve Ocak 1978 tarihine kadar iktidarda kaldı. Aslen tek başına bir AP hükümeti olan ama dışarıdan MSP ve MHP’nin desteklediği 3.MC hükümeti Kasım 1979’dan darbenin gerçekleştiği 12 Eylül 1980’e kadar iktidardaydı.
Söz konusu MC hükümetlerinin işbaşında olduğu tarihsel döneme baktığımızda 34 kişinin öldüğü 1 Mayıs 1977 ve 7 devrimcinin yaşamını yitirdiği 16 Mart 1978 katliamlarını hatırlarsak, adı geçen “cephelerin” kimlere karşı ve ne amaçla kurulmuş olduğunu da anlayabiliriz. MC hükümetleri döneminde sivil-faşistlere askeri eğitimlerin verildiği “Komando Kampları”nın fiilen kurumsallaştığı gerçeğini göz önünde bulundurduğumuzda aynı tarih kesiti içinde gerçekleşen devlet destekli başka katliamları gerçekleştiren devletin gayrı-resmi örgütlenmesi olan “kontr-gerillanın” temellerinin de bu dönemde atıldığı gerçeğini görmek mümkün.
Emrah Tekin
Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 16. sayısında yayımlanmıştır.
The post “İmparatorluktan Cumhuriyete Kimi Kim Seçti ?”- Emrah Tekin appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>