The post İklim Popülizmi: Beş Başlıkta İklim Grevi’nin Değerlendirilmesi – Zeynel Çuhadar appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>Dünya gündemini son yıllarda epey meşgul eden beş harfli bir sözcük var: İklim. Birleşmiş Milletler’in çeşitli raporlar yayınlayarak “farkındalık” yaratmaya çalıştığı, husumetlerini bir yana bırakan dünya liderlerinin “sorunun çözümü için” bir araya gelmesini sağlayan, dünya çapında çeşitli “aktivistlerle” hızlı bir şekilde örgütlenen iklim grevinin “Türkiye ayağını” örgütlemek için çeşitli çağrılar yapıldı, yapılıyor. En baştan söyleyelim, aslında yapılan çağrının nereye denk düştüğü ve iklim eylemlerinin yapısına ilişkin, benimsenen (ya da dayatılan) eylem biçimleri ve ideolojisi bağlamında dönüştürülebilecek bir karakteri olmadığı, uluslararası devlet/şirket siyasetinin bir parçası olduğu apaçık ortadaydı.
Uzun yıllardır kırdaki yerel direnişler ve kentlerdeki toplumsal etkisi yüksek eylem/etkinlik süreçleriyle dünyanın içinde bulunduğu krizleri durdurmaya çalışan ekoloji hareketi bir yanda dururken “iklim değişikliği siyasetine” adapte olanlar bilerek ya da bilmeyerek “projenin” bir parçası haline geliyor. Bu projenin temsilcilerinin kimler olduğuna gelmeden önce, iklim değişikliği hareketinin sözde mücadele yöntemlerinin neden ve nasıl ekoloji hareketine zarar verdiğine ilişkin birkaç söz söylememiz gerekmekte.
Bütün bu seferberlik ne için (ya da kimler için) yapılıyor?
İklim adaleti üzerine yapılan yorumlarda ortaya iki farklı bakış açısı çıktı şu zaman kadar. İklim değişikliğinin “yakıcılığına” dair felaket senaryoları çizenler yenilenebilir enerji kaynakları savunucuları ya da bu şirketlerde çalışmış insanlarken; iklim değişikliğini reddeden ve bunun gerçek bir dezenformasyondan kaynaklı bir yanıltma olduğunu söyleyen ABD, Brezilya gibi ülkeler bulunuyor.. Bu ikinci kısımda yer alanlar ise diğerleri gibi gerçekten inandıkları doğruları ifade etmek için değil, ilişkide oldukları fosil yakıt şirketleriyle işbirliklerinin bir sonucu olarak taraf seçiyor.
Böyle olması da doğal, zira yürütülen tartışmalarda bir yerde felakete sürüklenen dünyanın siyasi “temsilcileri” (Birleşmiş Milletler temsilcileri, devlet başkanları, şirket sahipleri vb.); diğer yanda çizilen olumsuz tablonun gerçek olması halinde bunun etkilerini doğrudan hissedecek olan sıradan insanlar yer alıyor. Dünyanın her geçen gün daha kötüye gitmesinin sorumluluğunu alacak olanın devletler ve şirketler değil de “sıradan” insanların olması gerektiği başka bir propaganda olarak alttan alta işleniyor.
İddiamız iklim meselesinde hiçbir sorun olmadığı, her şeyin yolunda gittiği değil elbette ancak yoğunluklu olarak STK’lar ya da “sivil girişimler” aracılığıyla yapılan bu tür hareketleri iklim meselesini umursamaktan ziyade belki de yeni bir piyasa olarak şekillendirdikleri (zaman zaman karşımıza karbon salınımı anlaşmalarıyla çıkan) iklim siyasetinin önemli bir parçası olarak gözlemleyebiliyoruz. İklim aktivizminin örgütleyici özneleri bağlamında STK’lar ve devlet/şirketler paralelinde işleyen bir mekanizma olduğu kolaylıkla farkedilebiliyor. Sözkonusu yapıların hiçbiri kapitalist şirketler ve devlet sorumluluğunda gerçekleşen ekolojik yıkımın nasıl başladığından bahsetmezken, aynı devletlerin yapacağı çeşitli düzenlemelerle yıkıma çare olunabileceği çok kolay dillendirebiliyor.
İklim Değişikliği aktivizmi, hangi sınıflar arasında yaygınlaşmayı hedefliyor?
İklim değişikliği eylemlerinin örgütlenmesini yapanlar, bulanıklaştırdıkları ekonomi-ekoloji, devletin yarattığı tahribatlar/katliamlar-yaşam savunucuları, merkeziyetçilik-ademi merkeziyetçilik gibi çelişkiler üzerinden ezen ezilen ilişkisinde tarafsız kalmayı tercih ediyor. Yoğunluklu olarak orta sınıfın siyaset yapma biçimi olarak aktivizmi kullanan bu yapılar, “zararsız protestolar”, “bilimsel doğruculuk” gibi silahlarıyla sistem içerisindeki pozisyonunu kaybetmek istemeyen ama “dünyanın geleceği için bir şeyler yapmak isteyen kararsızlar” için de iyi bir araç haline geliyor. Dünyanın pek çok yerinde geçmişteki örneklerde olduğu gibi, ezilenlerin yaşamlarındaki çelişkilere odaklanmayan ve gerçekçi çözümler üretmeyen iklim değişikliği aktivizmi, ekoloji hareketi ve sınıf mücadelesi gibi ortaklıkların sonucunda gerçekleşen devrimci alternatiflerin karşısında sistemin sürdürücüsü olmaktan başka bir işe yaramıyor.
“Aktivist”; devrimci, isyancı gibi kimlikleri örtmek için nasıl kullanılıyor?
En küçüğünden en büyüğüne, sarışından siyahına (hatta demokratından cumhuriyetçisine, solcu sendikasından sağcı sendikasına) neredeyse bütün iklim eylemcileri kendilerini “iklim aktivisti” olarak görüyor. Ancak iklim etkinliklerinin bulanıklaştırdığı “siyasi alan” gibi “aktivizm” kavramı da kurtuluşu, pek çok meseleyi örten ve mücadeleyi kısıtlayan bu kimlikte görüyor olabilir mi?
Yıllar önce gazetemizde yazdığımız aktivizm eleştirisinde şöyle bir tespitte bulunmuştuk: “Aktivist yapılanmaların ve kendine aktivist diyen kimselerin en belirgin özelliklerinden birisi konu odaklı çalışma yürütmesi” şeklindeydi. Bu durum ilk bakışta kulağa yanlış gelmese de, örgütlenen çalışmaların ideolojisinin “ideolojisizlik” olduğu düşünüldüğünde, ele aldığı herhangi bir konuyu apolitiklik maskesi altında sistemin sorumluluğundan çıkan bir alana taşımak istediği ortaya çıkıyor. Mücadelenin farklı meseleleriyle doğrudan bağlantılı olan iklim, insan/hayvan hakları, göçmen vb. konularda aktivizmin, başka bir ezen-ezilen ilişkisinin meşrulaştırılmasına kadar götürülebilecek bir yerde durduğunu söyleyebiliriz. Öte yandan toplumsal muhalefetin mücadele belleğine kazınmış devrimci, isyancı gibi kavramları örtmek için de alternatif olarak aktivist kavramının seçildiğini ve yükseltildiğini görmekteyiz. Sistemin devrimle ya da isyanla değişmeyeceği ön kabulüne dayanan aktivist kimliğinin polis, patron, siyasetçi gibi sistem koruyucusu statülere sahip kişilerin de kolaylıkla sahiplenebileceği bir kimlik haline gelmesi, söz konusu ön kabulün doğal bir sonucu oluyor.
Hareketin sözcüleri nasıl bir zeminde hareket ediyor?
Dünya çapında sürdürülen bu hareketin sözcülüğünü İsveç’li “aktivist” Greta Thunberg yapıyor. Cuma günleri yaptığı “okul greviyle” gündem olmaya başlayan Greta, şimdiden pek çok popüler yayın ve medya organları tarafından geleceğin liderleri arasında gösterilmeye başlandı. Geçtiğimiz aylarda eski ABD Başkanı Obama’yla bir görüşme yapmak için buluştuklarında Obama, Thunberg’e, “Sen ve ben bir takımız” şeklinde konuşmuştu. Washington’da gerçekleşen görüşmenin ardından Obama görüşlerini anlatırken “Yalnızca 16 yaşında olan Greta Thunberg daha şimdiden gezegenimizin en büyük savunucularından biri. Kendi neslinin iklim krizinin yüküyle baş başa kalacağını bilerek korkmadan gerçek adımlar attı. Obama Foundation’daki vizyonumuzun vücut bulmuş halini gösteriyor.” dedi.
Greta, kariyer yoluna emin adımlarla ilerlemeye devam ederken, “Obama Foundation” özelinde, küresel enerji politikaları ve iklim hareketi arasındaki bağlantıyı da görmek açısından tekrar tekrar güçlü örnekler üretmeyi sürdürüyor.
“Küresel İklim Grevi’nin” yaşadığımız coğrafyadaki örgütleyicisi “Sıfır Gelecek Hareketi” nedir?
Eylül ayında gerçekleşen iklim grevi, yaşadığımız coğrafyada “Sıfır Gelecek Hareketi” adı verilen bir platform aracılığıyla örgütlendi. Sıfır Gelecek’in internet sitesine girdiğinizde yapılacak olan kısa bir inceleme, meseleye dair baştan beri eleştirdiğimiz bütün başlıklara dair prototip oluşturabilecek kalıpları tekrar ediyor.
Sitenin “talepler” kısmının ilk maddesi, yerel ya da ülke çapındaki iktidarlara sesleniyor: “Bağlı oldukları meclis ve konseylerde iklim krizini gerçekte olduğu gibi, yani bir varoluş acil durumu olarak ele almalı ve ‘iklim için acil durum’ ilan etmeli.” Birleşmiş Milletler ve bağlı bulunduğu alt kurumlar aracılığıyla sürdürülen çalışmaların hepsi bu duruma yoğunlaşıyor “iklim için acil durum”. Ancak bürokratik araçlarla halkı baskı altında tutmak için ortaya çıkmış “acil durum, olağanüstü hal vb.” gibi uygulamaların iklim değişikliğini durdurmak için nasıl bir argüman olarak kullanılacağı muallakta bırakılıyor.
“Yenilenebilir enerjinin gelişimi için tüm engelleri kaldırın ve herkesin temiz, yenilenebilir enerjiye erişebilmesi için finansman programları oluşturun.” Taleplere devam ediliyor, yoksulların hayatını çalan, yaşamlarını sürdürebilmek için sağlıklı alternatiflerin hepsinin önünü tıkayan “finansman programlarından”, “ekonomik planlamalardan” yenilenebilir enerji için kaynak ayrılması isteniyor…
Bu çağrılara neden destek vermemek gerekmektedir?
“Şayet bir işverensen, yanında çalışanların 20 Eylül’de gerçekleşecek eylemlere destek vermesinin yolunu açabilirsin.”
Net bir şekilde tekrar ifade etmek gerek: odağını devletlerin imzalaması gereken anlaşmalardan çekmeyen ve iklim adaletini sağlamak için atılması gereken “gerçek adımları”, yani topyekün sistemin değişikliğini öngörmeyen hiçbir hareketin iklim değişikliği meselesine bir çare olamayacağını düşünüyoruz. Dünyanın felakete sürüklenmesini önlemenin yolu, ne Cuma günleri dikkat çekmek için yapılan bir günlük bir “grevden” ne de fonlu yapılar aracılığıyla yürütülen kampanyalardan geçiyor. Ekolojik dengenin tekrar sağlanması için mücadele edeceksek, bu yıkımın sorumlularının değil de, sonuçlarında yaşanan felaketlerin gerçek muhatapları olan ezilenlerle beraber yeni bir toplum inşa etmekten geçtiğini anlamamız gerekiyor. Ekoloji mücadelesinde talanın, katliamın son bulması için mücadele eden herkesi, devlet/şirket/STK işbirliğinde gerçekleşen bu “truva atı” çağrılara, eylemlere itibar göstermemek noktasında dikkatli olmaya davet ediyoruz.
The post İklim Popülizmi: Beş Başlıkta İklim Grevi’nin Değerlendirilmesi – Zeynel Çuhadar appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post İklim Borsası ve Yenilenebilir Enerji – Hüseyin Civan appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>İklim değişikliği, iklim krizi diye anılır oldu şimdilerde. Büyük haber kanalları, gazeteler, haber siteleri, bu söylemsel değişikliğe durumun aciliyetini vurgulamak için başvurduklarını söylüyor.
Bu aciliyetli durumu şöyle tarifleyelim; canlı türlerinin yaşamını sürdürmekte oldukları ekosistemlerin yapısının bozulması, bununla birlikte bitki ve hayvan türlerinde azalma, canlı yaşamını etkileyecek aşırı sıcaklar, yağışların az olduğu dönemde kuraklık, çok olduğu dönemde sel gibi durumlar yani yağış dengesizlikleri, yağış ritminin bozulmasına bağlı olarak besin üretiminde aksaklıklar, canlı kırımına yol açacak hastalıkların artması…
Tüm bunlar konuşulurken çözüm için tek mecra gözükmektedir! Paris Anlaşması…
İklim Krizine Çözüm: Gaz Borsası
Küresel iklim krizine karşı anlaşmalar, temel olarak sera gazı salınımını azaltmaya yönelik yapılmaktadır. Sera gazı salınımları, endüstrileşme oranı yüksek olan devletlerle ilgilidir. Salınımın azaltılmasına yönelik önlemler, uluslararası toplantılarla karara bağlanır. Uzun bir süredir gündemimizde olan Paris Anlaşması da bu türden bir anlaşmadır.
Bu anlaşmanın öncüsü olan Kyoto Protokolü de benzer nedenle devletlerin iklimi konuşmak üzere toplandığı mecraydı. İklim gündemiyle devletlerin toplanması bundan çok daha önce başlar. 1972’de Stockholm’de düzenlenen BM “İnsan Çevre Konferansı”, 1979 Birinci Dünya İklim Konferansı, 1988 Hükümetlerarası İklim Değişikliği Paneli, 1992 Rio Yeryüzü Zirvesi…
Fosil yakıt tüketiminin küresel çapta yarattığı tehditlerin ciddi çıkmazlara girmesinin ardından, dünyadaki ‘hava kirliliğinin’ yani salınan zararlı gazların emisyonundan doğan tahribatın telafisi için 1997’de Kyoto’da bir toplantı gerçekleşti.
Kyoto Protokolü’yle sera etkisine neden olan gazların salınımının 1990’daki düzeye düşürülmesi hedeflendi. Ancak bu protokol sekiz yıl sonra yürürlüğe girdi. Bunda devletlerin imza atma noktasındaki isteksizlikleri, imza geciktirmeleri hatta imza atmamaları etkili oldu. Öte yandan, protokol imzacısı olan ya da olmayan devletleri bağlayıcı herhangi bir üst merci bulunmadığından imzacı olmak ya da olmamak mesele değildi!
Kyoto Protokolü devletlere (dolayısıyla bu devlet sınırları içerisindeki şirketlere) zehirli gaz salınımı sınırlaması getiriyordu. Bunun anlamı şuydu; sınır dolana kadar doğaya zarar verebilirsin! Dahası sınır dolmadığı takdirde, bu kotayı başka devletlere satabilirsin! Yeni bir ticaret açığa çıktı: zehirli gaz ticareti! Yani doğaya verilen zararı konu edinen protokol karbon ticareti, yenilenebilir enerji vb. yöntemlerle doğayı bir pazar haline getirerek bütün bir doğanın metalaşmasını çare olarak sunan bir mekanizmaya dönüştü.
Sistemin mevcut “sınırsız” üretim ve tüketiminden vazgeçmek yerine sınırsız bir şekilde kâr etmek için ‘temiz havayı satmayı’ çözüm olarak sunan bu sistem, uluslararası karbon ticareti hamlesiyle doruk noktasına ulaşmıştır. Kuruluşunda ilk olarak taraf devletler açısından kendi mevcut emisyon salınımlarının 1990’daki oranlarından en az %5 oranında azaltıma gidilmesi yönünde bir yükümlülük veren Kyoto protokolü, ABD’nin araya girerek devletlerin yükümlülüklerinin icrası konusunda ‘esnekliklere’ gereksinim duyulduğunu belirtmesinin ardından, “kolaylaştırıcı” maddelerin devreye girmesiyle şekil değiştirmişti.
Bu arada, bu zehirli gaz ticaretine girebilmek için protokole imzacı olmaya gerek dahi yoktu. İmzacı olmayan devletlerin de yenilenebilir enerji ve enerji verimliliği programlarının geliştirilmesi veya birleştirilmesi amacıyla yatırım yapabileceği ve yatırım yaparken iş dünyasının, STK ve bireylere kadar ilgili her kesimin karbon denkleştirme amacı ile katılım sağlayabileceği bir yöntem olarak “Gönüllü Karbon Piyasaları” oluşturulmuştu!
Paris Anlaşması
Küresel İklim Krizi’ni dillendirenlerin, çözüm olarak Paris Anlaşması’nı işaret edenlerin görmezden gelemeyeceği gerçeklik; Kyoto Protokolü’nün başarısızlığıdır. İklim adaleti talep edenlerin, “yokoluş isyanlarında” bulunanların, iklim grevcilerinin bu anlaşmaların şirketler ve devletler için karlı bir mecraya dönüşmesini konuşmadan bu durumu eleştirmeden girişecekleri anlaşmanın imzalanması yönünde “sivil baskı” çabalarının nereye hizmet edeceği açıktır; zehirli gaz piyasalarına… Bu “eylemlerin” hedefine devlet ve şirketleri alamayacağı açık bir gerçekliktir.
Daha ötesi de var. Bugün “yenilenebilir enerji”nin kapitalizmin yeni bir sektörü haline döndüğü, yenilenebilir enerji şirketlerinin eko ya da doğa dostu ön sıfatlarla kurulacak yeni BP, Shell, ExxonMobil, Chevronlar olacağı açık bir gerçekliktir. Kaldı ki bahsi geçen fosil yakıt şirketleri bu yeni sektörün en önemli aktörleri konumundadır.
Neyin ihtiyaç, neyin kapitalizmin ve devletlerin daha fazla kar etme politikası olduğunun iyice belirginleşmesi gerekmektedir. Şu gerçekliği görmeden enerji şirketlerinin yarattığı bu muğlaklıktan kurtulamayız: Küresel İklim Değişikliği, yenilenebilir enerji şirketlerinin kendi STK’ları eliyle yürüttükleri bir lobicilik faaliyetidir. Bu iklim ve dolayısıyla doğanın içerisinde bulunduğu durumu es geçmek değildir. Bu 1800’lerde Paul Ehrlich’in yaptığı iklim değişikliği tespitin neden uzun bir süre bu “duyarlı” çevreler tarafından görülmediğini sorgulamaktır.
İhtiyaçların doğayla uyumlu bir şekilde karşılanması noktasında üretim-tüketim-dağıtım ilişkileri, devletler ve şirketlerden bağımsız bir şekilde örgütlenmezse içinde bulunduğumuz krizlerden ve kıyametlerden daha yıkıcı bir senaryoyla karşılaşmak şans meselesi değildir. Doğa üstündeki en büyük tahakküm olan devlet ve kapitalizm hedef alınmadığı takdirde; Stockholm, Rio, Kyoto, Paris…
Hüseyin Civan
Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 50. saysında yayınlanmıştır.
The post İklim Borsası ve Yenilenebilir Enerji – Hüseyin Civan appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post Küresel İklim Değişikliği – Mercan Doğan appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>İnsanın normal kabul edilen vücut sıcaklığı 36,12 ile 37,8°C arasıdır. Bu sıcaklık, ortalamanın bir derece dahi üstüne çıktığında yaşam fonksiyonlarımız tehlikeye girer. 40°C, durumun ölümcül olma eşiğidir. Bir insanın bedeni için birkaç derecelik fark bile bu kadar önemliyken küresel iklim değişikliği, dünyadaki canlı-cansız bütün varlıklar için kilit bir konumdadır.
Tarım ve Orman Bakanlığı’na bağlı Meteoroloji Genel Müdürlüğü’nün geçtiğimiz aylarda yayınladığı “2018 Yılı İklim Değerlendirmesi” bültenine göre, yaşadığımız coğrafya geçen yıl 1971’den bu yana en sıcak ikinci yılı yaşadı.
Geçtiğimiz yılla ilgili sıcaklık ve yağış gözlemlerinin 1981-2010 iklim periyodundaki normaller ile karşılaştırıldığı bültene göre yağışlar ise ortalama değerlerinin yaklaşık %15 üzerindeydi. 2018 yazının mottosu “esmiyor” iken aniden çıkan fırtınalar, bastıran yağmurlar herkesi şaşırtıyor; bu havada bir terslik olduğunu, görmek istemeyenlerin dahi gözüne sokuyordu. Bu yaz da benzeri bir durumun yaşanması bekleniyor.
Sadece yaşadığımız coğrafyada da değil bütün dünyada yapılan araştırmalar sonucunda gidişatın iyi olmadığına dair raporlar yayınlanıyor. Seller, kuraklık, deniz seviyesinin altında kalan ve kalacak olan bölgeler, tarım için elverişsiz iklim şartları vb. herkesi tedirgin ediyor.
1880’li yıllardan itibaren yapılan küresel meteorolojik kayıtlara göre, en sıcak 20 yıl 1996’dan bu yana olan 23 yıl içerisinde görüldü. IPCC (Birleşmiş Milletler Hükümetlerarası İklim Değişikliği Paneli) 1.5°C Küresel Isınma Özel Raporu ise 2006-2015 yılı sıcaklıklarının, sanayi öncesi döneme göre 0.87°C arttığını ortaya koyuyor. Son 10 yıl (2009-2018) ortalama sıcaklık değerleri de sanayi öncesi döneme göre 0.93°C artış gösterdi.
Ekolojik Yıkım Alarmları
Eskiden madenciler madene inerken yanlarına kafese koydukları kanaryaları alırmış. Bu kanaryaların fenalaşması madencilere ortamda metan gazının arttığını haber verirmiş.
1750’den beri dünyanın atmosferinin metan gazı yoğunluğu %150 oranında arttı ve metan, sera gazlarının %20’sini oluşturuyor. Bugün bütün yeryüzünü uyarabilecek kanaryalar yok etrafımızda ama canlı-cansız bütün varlıklar bir şekilde alarm halinde.
Yapılan araştırmalar, dünya 2°C daha ısınırsa okyanusların akciğeri niteliğindeki mercan resiflerinin tamamen yok olacağı ortaya koyuyor. Böcek türlerinin %40’ının yanısıra birçok başka türün de yakın gelecekte tükenmesi bekleniyor. İklim değişikliği sebebiyle daha hızlı yayılacak olan salgın hastalıklarla milyarlarca insanın yaşamını yitirmesi; kuraklık sebebiyle su savaşlarının, devasa iklim göçlerinin gerçekleşmesi de öngörüler arasında. Araştırmaların ortaya koyduğu bir başka veri ise 2050’ye kadarki otuz yılda sıcaklığın 3-5°C yükseleceği yönünde. 2080’e kadar ise 9°C yükselebilir ki bu canlı türlerinin çoğunun yok olması anlamına geliyor.
Hal böyleyken, son yıllarda küresel iklim değişikliği, etkileri ve çözüm yolları neredeyse bütün dünyanın gündeminde. Isınma başta olmak üzere tüm değişikliklerin bilimsel kanıtları ve sebeplerinden daha fazla söz ediliyor.
Mevsim normallerinin çok çok altında ya da çok çok üstünde hava sıcaklıklarını, tükenen ya da belli bir süre sonra tükenecek olan türleri, iklim kuşağı normallerinin çok çok dışında iklim hareketlerini; selleri, fırtınaları, yangınları, evlerini sırtlarına alarak bunlardan kaçmaya çalışan insanları “çocuklar bile biliyor”. İklim değişikliğinin devletlerin sömürü ve savaşlarıyla, kapitalizmin dünyayı güneşin değil daha fazla kârın etrafında döndürmeye çalışan şirketleriyle ilişkisini de… Çocuklar bile biliyor demişken, 15 yaşında dünyadaki iklim hareketinin sembollerinden biri haline gelen Greta Thunberg’in Davos’taki Dünya Ekonomi Zirvesi’nin katılımcısı olanlara söylediklerini hatırlayalım: “1500 özel jetle geldiniz. Dünyayı mahveden sizsiniz!”
Neydi Gerçekten Dünyayı Mahveden?
Tarih boyunca iklimde değişiklikler olmuştur; buzul çağı ya da uygarlıkları bitirdiği iddia edilen kuraklıklar eninde sonunda geçip gitmiştir. Güneşte yaşanan değişimler, büyük meteorlar ya da volkanik patlamalar dünyanın sıcaklığını değiştirebilecek güçtedir ancak dünyayı mahvedenler bunlar değildir.
1800’lerde ortaya çıkarak bütün gidişatı değiştiren sanayileşmenin etkileri iklim değişikliğinin bu kadar gündemleşmesinin en önemli sebeplerindendir. Son 2 yüzyılda gerçekleşen ekolojik yıkım, önceki 2 milyon yıldakinden fazladır. Ekolojik uyum yerine doğaya hakim olma ilkesi benimsenerek insanın doğadaki diğer bütün canlı-cansız varlıklardan daha üstün görülmesi bugün bu meseleyi bu kadar can yakıcı hale getirmiştir. Günümüzde ekolojik yıkımın önemli göstergelerinden olmasının yanı sıra birçok yeni yıkımın da sebebi olan kirli hava, o dönemde -sanayi doğayı hızlıca talana giriştiğinde- sanayileşmenin sembolü olmasından dolayı insanlar için övünç kaynağı olmuştur. Sanayileşmeyle birlikte ekolojik yıkımlar yalnızca gerçekleştirildikleri alanla sınırlı kalmamış, yapılan tahribatlarla açığa çıkan ağır gazlar ve atıklar, havayı da suyu da toprağı da tekrar tekrar kirletmiştir.
Öyleyse projeksiyonumuzu çevirmemiz gereken kısımda fosil yakıt denilen kömür, petrol, doğalgazın kullanımı var örneğin. Atmosfere yayılan gazların atmosfer üzerinde bir sera etkisi yaratması var. Toprağa vuran güneş ışınlarının çarpıp geri gitmesi gerekirken bu etki sebebiyle gidememesi; sıcaklığın beklenmeyen bir hızla artması, 350 ppm (milyonda parçacık sayısı) olması gereken atmosferdeki karbondioksit oranının 410 ppm’in üzerine çıkması var. Son 800 bin yılın hiçbir döneminde karbondioksit oranının bugünkü kadar yükselmediği biliniyor mesela. Acilen bu oranın 350 ppm’e dönmesinin gerektiği ancak bu gidişle 2050 yılında 500 ppm’e çıkacağı söyleniyor ve oradan dönüş yok.
Hiç şüphe yok ki projeksiyonumuzu çevirmemiz gereken kısımda devletler ve kapitalizm var. İddia edilenin aksine insanların değil onların enerji ihtiyacını karşılamak için kurulan hidroelektrik, jeotermal, rüzgar, güneş, termik, nükleer vb. santraller var. Tarımı endüstriyelleştirenler, toprağı kimyasallara boğanlar var. Hayvan endüstrisi var ve bu endüstrinin atmosfere saldığı gazlar sera gazlarının %11’ini oluşturuyor. Yeşili kesip griyi dikenler, doğanın tamamını rant alanına çevirenler var.
Bir Şeyleri Değiştirmek Lazım!
Bir uçağın havadayken arızalanıp düşme ihtimalinin %50 olduğu bilinirse o uçağa kimse binmez, uçak tamir edilir. Peki iklim değişikliğinin gidişatındaki risk oranı bundan çok daha yüksekken neden bu durum değiştirilmiyor?
Günümüzde iklim değişikliği sadece bireylerin, örgütlerin, toplulukların değil “yenilenebilir çıkar ve sürdürülebilir kâr” amacı güden devletlerin ve şirketlerin de gündemindedir. Bunlar çeşitli stratejik anlaşmalarla amaçlarına ulaşmaya çalışırlar.
Bir önceki dönemde bu anlaşmanın adı Kyoto Protokolü’ydü. Bu anlaşmayla kurulan, başta fosil yakıtlar olmak üzere pek çok unsurun ortaya çıkardığı tehdidin fazlaca büyümesinin ardından, gerçekleştirilen ekolojik yıkımın telafisi için karbon ticareti (kirli hava ticareti), yenilenebilir&sürdürülebilir enerji gibi yöntemlerle doğanın henüz yeterince talan edilmemiş kısımlarını da talana açan bir mekanizmaydı. Bugün söyleyebiliriz ki bu plan tutmadı. İklimin de, bir bütün halinde doğanın da, bu protokolle kurtarılamayacağını kendileri dahi kabul ettiler. Şimdi sırada başka başka planlar, anlaşmalar, stratejiler…
Bunlardan en çok konuşulanı Paris Anlaşması. Sadece devlet ve şirketlerin değil çeşitli STK’ların da umut bağladığı bu anlaşmayla Kyoto Protokolü’nün arasında çeşitli farklılıklar var. Sera gazı emisyonlarının azaltılmasına ilişkin örneğin; Kyoto Protokolü’ne göre sayıları kırkı bulan “gelişmiş devletler” emisyonlarını 2008-2012 arasında 1990 yılına göre en az %5, 2013-2020 arasında ise en az %18 azaltmakla yükümlüydü. Paris Anlaşması’nda ise böyle sayısal bir emisyon azaltım hedefi değil genel bir hedef bulunuyor; sanayileşme öncesi döneme kıyasla küresel sıcaklık artışını 2°C’nin olabildiğince altında kalmasını sağlamak ve en fazla 1,5°C (IPCC 1.5°C Küresel Isınma Özel Raporu) ile sınırlandırmaya çalışmak. Bu anlaşmaya göre Türkiye de dahil olmak üzere 195 devlet, emisyonların azaltılmasına katkı sağlamak durumunda.
Sıcaklık artışını 1,5°C ile sınırlandırmanın ancak karbon emisyonunu 2030’a kadar (sadece 11 yıl içinde) yarıya indirmek ve 2050’ye kadar sıfır noktasına getirmekle mümkün olabileceği açıklanmıştı. Ancak Uluslararası Enerji Ajansı’nın Yeni Politikalar Senaryosu’na göre bu süreç -gidişat değişmezse- 2,7-3°C’lik ısınmayla sonuçlanacak.
Patika Ekoloji Dergisi’nin ilk sayısında yapılan Kyoto Protokolü ile ilgili tespit bugün Paris Anlaşması’ndan bahsederken hala geçerliliğini koruyor: “Aslında toplanış amaçları bakımından ‘iklim değişikliğine’ dur demek için bir araya geldiklerini iddia eden bu büyük lobilerin, iklim değişikliğine karşı değil, kendi sömürü düzenlerini daha ‘temiz’ nasıl devam ettirebileceklerini konuşmak için masa başına oturdukları açıktır.”
Şimdi bir düşünün; daha fazla rant daha fazla kâr ve daha fazla çıkar uğruna var olan ekolojik yıkımın tamamının faili olan devletler ve kapitalizm iklim değişikliğini nasıl durdurabilir? İklim değişikliğini durdurmak için onlardan nasıl medet umulabilir?
Mercan Doğan
Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 49. sayısında yayınlanmıştır.
The post Küresel İklim Değişikliği – Mercan Doğan appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post Kasırga Uzmanı Timothy Hall, Betonlaşmanın Daha Fazla Aşırı Hava Olaylarına Yol Açabileceğini Söyledi. appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>NASA’da kasırga ve hava olayları uzmanı olarak görev yapan Dr. Timothy Hall, tüm dünyada etkisini belirgin bir şekilde göstermeye başlayan iklim değişikliklerinin özellikle aşırı betonlaşmış şehirlerde hissedileceğini söyledi.
İklim değişikliğinin yarattığı aşırı sıcaklar havada çok fazla nem olmasına yol açıyor. Havada biriken nem, geçtiğimiz hafta İstanbul’da yaşandığı gibi, çok şiddetli ve gök gürültülü sağanak yağışları tetikliyor.
Asfaltın koyu gri rengi güneşin ısısını yansıtmak yerine daha fazla emdiği için sıcaklıklar şehirlerde daha fazla hissedilir oluyor.
Yağmur, suyu emen toprak yerine asfalta döküldüğü için de pek çok bölgede sel yaşanıyor. Yani yaşananlar pek de “doğal” bir afet sayılamaz hale geliyor.
Kaynak: Patika Ekoloji Kolektifi
The post Kasırga Uzmanı Timothy Hall, Betonlaşmanın Daha Fazla Aşırı Hava Olaylarına Yol Açabileceğini Söyledi. appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post ” İnterfo’nun Kendisini Yaşıyoruz, Tek Yol Başkaldırmak “ appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>Japonya’da yaşanan aşırı sıcaklar, Yunanistan’da çıkan orman yangınları, Güney Asya’dan gelen HES felaketi haberi, Türkiye’de mevsim normallerinin üstünde geçen sıcak günler ve ani gelen yağışlar… Dünya alarm veriyor…
Yaşananlara yönelik açıklama yapan Ömer Madra ” İnterfo’nun (Latince cehennem) kendisini yaşıyoruz. Tek yol başkaldırmak. ” dedi.
Yaşanan aşırı iklimsel olaylara dikkat çeken Madra iklim mültecilerinin şu an Dünya genelinde çok kritik bir seviyede olduğunu hatırlatırken yangın, sel gibi olaylarda bölge yönetiminin yörede yaşayan insanlara yaptıkları acil olarak bölgenin terk edilmesi yönündeki çağrının da geçici de olsa bir noktada o insanları mülteci konumuna soktuğunu belirtti. ” Terk edin demek kolay ama nasıl olacak? ” diye devam eden Madra bu tarz ani ve aşırı iklimsel olayların daha da artarak devam edeceğini söyledikten sonra soruna çok daha kökten bir bakış açısıyla yaklaşılması gerektiğini ve devrimci bir dönüşüme ihtiyaç duyulduğunu ekledi.
The post ” İnterfo’nun Kendisini Yaşıyoruz, Tek Yol Başkaldırmak “ appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post Yeryüzü Kurumadan Kapitalizmi Kurutmak – Alp Temiz appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>“Yağmur yağmadı, barajlardaki su seviyesi yarıya düştü, İstanbul bu yaz susuz kalacak” haberleri gazetelerde, televizyonlarda boy göstermeye başladı. Peki, 4 milyar 762 milyon TL’lik Melen Çayı Projesi’yle, Melen’in suyunun %67’sini İstanbul’a yönlendireceğini söyleyen İSKİ, İstanbul’un su sorununu 2040 yılına dek çözeceğini iddia etmemiş miydi?
Suyu Tüketen Kim?
Kuraklık ve bizlerin “bilinçsiz tüketim”leri, kamu spotlarıyla ya da devletin, kendini daha iyi kamufle ederek bizleri yanılttığı diğer propaganda araçlarıyla vurgulanadursun, biz suyun nerede ne kadar kullanıldığına bir göz atalım. Devlet Su İşleri(DSi)’nin yaptığı manipülasyonlar ciddiye alınsa bile, suyun içme ve kullanma suyu olarak hane içinde kullanılması toplam tüketimin %15’i civarında. Daha genel geçer verilere bakıldığında ise, dünyada su tüketiminin %69 oranında endüstriyel tarım faaliyetlerinde, %23 oranında sanayi sektöründe ve %8 oranında içme ve kullanma suyu olarak gerçekleştiğini söylemek mümkün.
Konya Havzası içinde yer alan Tuz Gölü, 1915’ten beri %85 oranında küçüldü. Konya Havzası genelindeki organize sanayi bölgelerinin açılmasıyla birlikte sanayileşmenin artışı, gölün kurumasındaki en büyük etkenlerindendi. Havza içinde yer alan Seydişehir alüminyum fabrikası da açığa çıkardığı gazlarla, kurulduğu günden bugüne, bölge yaşamını yok etmekle kalmamış, tüm havzanın iklim yapısını daha da kurak hale getirmiştir.
Ancak iklim yapısının bozulmasına asıl neden olan etmen su varlıklarının “bilinçli” olarak, ekolojik uyumu bozacak biçimde kullanılmasıdır. Örneğin şekerpancarının çokça su tüketmesine rağmen endüstriyel şeker elde etmek üzere ürettirilmesi, özellikle Konya Ovası gibi sık sulama gerektiren kurak iklime sahip bir bölgede, yeraltı ve yerüstü sularının olağanüstü kullanımına neden olmuştur.
Endüstriyel tarım uygulamalarının neden olduğu aşırı su tüketimi sadece Konya Havzası’yla sınırlı kalmamıştır. Olağan yetişme zamanı dışında, seralarda oluşturulan yapay koşullarda yetiştirilen bitkilerin üretiminde, su girdisinin yüksek oranlarda olduğu gözlenmektedir. Tarlada yetiştiği zamandaki su tüketimi temel alındığında, serada üretilen bir patlıcan %20 daha fazla su tüketirken, bu oran biberde %25’e ulaşıyor, domateste ise %50’nin üstüne çıkıyor.
Asıl Sorumlu Kapitalizm
Kapitalizm kendi üretim ve tüketim ilişkileriyle, doğa içindeki bütün varlıkların ekolojik uyumuna yaptığı müdahaleler sebebiyle meydana getirdiği kuraklığı da fırsata çevirebilmekte. “Su Çerçeve Direktifleri” gibi suyu sözde koruyan kanun ve uluslararası sözleşmelerle, sanayi ve endüstriyel tarım sektörlerinin su kullanımı kolaylaştırılırken, halkın su tüketimine sınırlandırmalar getirilmektedir. Suyun halkça kullanımı yüksek ücretlerle tasarrufa zorlanırken; bütün bir akarsuyun organize sanayi bölgelerin tarafından tüketilmesi, derelerin boru içerisine hapsedilerek içinde bulunduğu yaşamdan soyutlanması ya da önüne çekilen barajlarla vadilerin nem, iklim ve yağış dengelerinin değiştirilmesinin önündeki gerek bürokratik gerekse yasal tüm engeller bir bir ortadan kaldırılmakta, suyun ticarileştirilmesi adeta teşvik edilmektedir.
Giderek artan, yerli ya da yersiz kuraklık propagandaları, suyun ücretlendirilmesi, zamlandırılması ya da yeni deyişle “fiyatında düzenlemeye gidilmesi” ile sınırlı kalmıyor, Melen Çayı Projesi gibi daha nice ihalelerle şirketlerin ve yerel-genel yönetimlerin ayakkabı kutularını doldurmaya imkân tanıyor.
Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 16. sayısında yayımlanmıştır.
The post Yeryüzü Kurumadan Kapitalizmi Kurutmak – Alp Temiz appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post “Rüzgar da Güneş de Kapitalizme Yetmez”- Alp Temiz appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>İnsanlık bir yandan varlığını doğadan ayrıştırarak onu daha ‘verimli’ sömürebilmek için ileri teknoloji ve ‘çevreci’ yöntemler geliştirmeye çabalarken, havanın, suyun, güneşin, yani tüm doğanın metalaştırılarak sömürülmesine de ön ayak oluyor. Yaşam için direnenlerin öfkesi, doğanın katline ferman yazan sürdürülebilir kalkınmacıların karşısında dinmemekte ısrar ediyor.
Dünyada kömür ve petrole dayalı fosil yakıt tüketiminin karşısına ‘yenilenebilir ve sürdürülebilir’’ olduğu iddia edilen enerji üretim yöntemlerinin sunulması Kyoto Protokolü ile ayyuka çıkmış, ardından dünya enerji devlerinin kendi politik hamlelerini de kullanmasıyla, küresel enerji sermayesinin kirli yüzü tekrar bize kabiliyetli manevralarını göstermiştir. Kalkınmacı poitikalarından vazgeçemeyen, ancak her nasılsa ‘çevreye duyarlı’ su çerçeve sözleşmeleriyle gönüllere taht kuran kimi AB ülkeleri ile gelişmekte olan bazı ülkeler, kamuoyunda resmen birer ‘halkla ilişkiler’ simsarları olarak ‘yeşil sermayeyi’ lehlerine kullanmayı ‘temiz enerji’ söylemiyle başarmıştır.
RES’lerin ve GES’lerin zararlarının gerçek boyutları gündem edilmemekte dolayısıyla bunlara yaşam savunucularının gösterdikleri tepki çoğu zaman anlaşılamamaktadır. RES’lerin ve GES’lerin zararlarının başlıcaları şu şekilde sıralanabilir:
RES’lerin Zararları
1- Yüksek dalgaboylu ses dalgaları
Yüksek dalgaboylu ses dalgası Rüzgarda elektrik elde eden pervaneler dönerken dalgaboyları yüksek sesler çıkarmaktadır. Bu seslerin bir bölümü işitilebilir uğultular iken büyük bir bölümü de insanın işitme aralığından dışarıda, ancak maruz kalındığında huzursuzluk verecek cinstendir. Bu yüksek dalgaboylu ve düşük frekanslı dalgaların uzun ve kısa vadede açığa çıkardığı zararlar henüz tümüyle tespit edilememiştir.
2- Dev Mıknatısların Elektro Manyetik Etkileri
Rüzgarın döndürdüğü paneller türbindeki çok güçlü bir mıknatısın dönmesini sağlayarak mıknatısın oluşturduğu manyetik alanın da yörüngesini sürekli değiştirir. Dönen mıknatıs, etrafındaki kablolarda bir elektrik akımı meydana getirir. Kayda değer bir elektrik akımı oluşturabilmek için ya paneller çok hızlı dönmeli ya da mıknatıs çok kuvvetli olmalıdır. Rüzgarın panelleri döndürme gücü belli bir sınırda olduğundan bu mıknatıs olabildiğince güçlüdür. İşte bu denli kuvvetli bir mıknatısın oluşturduğu elektromanyetik alan, etkileşim içinde olduğu alandaki birçok maddeye etkide bulunacaktır. Buna bağlı olarak etki alanında kalan tüm varlıkların kimyasal ve genetik yapısında değişiklikler meydana getirecektir. Elektromanyetik dalgalara maruz kalmak kanserin birincil nedenidir.
3- Göçmen Kuşların Parçalanması
Göçmen kuşlar çok uzun mesafeleri katettiklerinden bünyelerindeki enerjiyi en verimli şekilde kullanabilmek için kendilerini büyük rüzgar akımlarına bırakarak daha az kanat çırparak göç ederler. Bu büyük rüzgar koridorları aynı zamanda göç yollarıdır. Rüzgardan elektrik elde eden santraller de hızlı dönmeleri istendiğinden bu rüzgar koridorlarına kurulurlar. Göç yollarında karşılarına çıkan bu dev pervanelere kapılan göçmen kuşların büyük bölümü bu pervanelerin kendilerine çarpmasıyla parçalanarak ölmektedirler.
4- Kurulum sürecindeki katliamlar
RES’lerin kurulacakları bölgede rüzgarın hız kaybetmemesi için etraftaki mevcut orman alanları “temizlenir”. Genellikle RES’lerin devasa parçaları bölgeye mevcut yollardan sokulamazlar. Bu yüzden daha geniş yeni asfalt yollar inşa edilir. Daha geniş yollar için daha çok ağaç kesilir, daha çok orman varlığı yok edilir. RES’lerin parçaları kurulacakları yere ulaştığında artık bir araya getirilmelidirler. Bu parçaların montajı için ihtiyaç duyulan atölyenin de inşaatı dolayısıyla yeni katliamlar yapılması kaçınılmazdır.
5- İklim değişikliğine yol açan rüzgar yönü ve şiddetindeki değişmeler
Rüzgarlar hareket eden bir hava kütlesi olmalarının yanı sıra beraberlerinde nem ve sahip oldukları sıcaklık dolayısıyla ısı (bu ısı, gideceği yere göre soğuk ya da sıcak olabilir) da taşırlar. Yavaşlayan rüzgarlar, doğal hedeflerine ulaşamadıklarından iklim değişikliğine neden olurlar.
6- Rüzgar momentumdur, varlığı hava akımının hızına bağlıdır
Her ne kadar rüzgarın yenilenebilir enerji kaynağı olduğu iddia edilse de bu basit bir şekilde imkansızdır. Rüzgar, havanın hareketi ile meydana gelir. RES’lerin pervaneleri hava akışının hızını yavaşlatarak rüzgarı azaltır, hatta uzun mesafede yok ederler. Bütün yeryüzündeki hava koridorları birbirleriyle bağlantılı olduğundan bunlardan herhangi birindeki tıkanıklık büyük ölçekte değişiklikleri de tetikler.
GES’lerin Zararları
1- Yansıyamayan radyasyon yeryüzünde kalır
Güneş panelleri güneşten gelen ışınları soğurarak bu ışınlardaki radyasyonu elektrik enerjisine dönüştürürler. Bu panellerin çalışmasındaki ana prensip ışıkla gelen enerjiyi en yüksek düzeyde soğurmaktır. Normalde yeryüzüne düşen ışınların (dolayısıyla enerjinin) büyük kısmı uzaya yansıyacakken güneş panellerinin etkisiyle bu enerji yeryüzünde kalmakta ve ısı yoluyla dağılarak yeryüzünün sıcaklığını artırmaktadırlar.
2- Değersiz görülen yaşam alanlarının yok edilmesi
Yeryüzünün her bölgesi pek çok çeşitte varlık için yaşam alanıdır. Bütün bölgelerin ve bütün varlıkların etkileşim içinde olduğu ve ayrı ayrı ele almanın bazı noktaları gözden kaçırmalara yol açabileceği gerçeği bir yana, güneş tarlaları ile kaplanması planlanan “çorak alanlar” dahi birçok türde (sürüngenlerden eklem bacaklılara, mikroorganizmalardan bitkilere kadar pek çok varlığa ev sahipliği yapmaktadır. Bu alanların çorak olarak nitelendirilmesinin nedeni kendini doğanın efendisi ilan eden insanların bu alanlar üzerinden yeterince fayda elde edilemediği algısından kaynaklanmaktadır. Bu bölgeler her ne kadar insan için gözden çıkarılabilecek yerler de olsa insan dışındaki diğer varlıkların kullanımını kısıtlayacağından büyük bir adaletsizliğe yol açacaktır.
3- Panel soğutma sistemleri suyu kirletir
Güneş santralleri enerji çevrimi esnasında ısınan mekanizmalarını soğutmak için çok miktarda yeraltı suyunu kullanırlar. Her ne kadar kirlilik dendiğinde suyun içine farklı kimyasalların karışması gibi algılansa da normal koşullarında 10 derece olan suyun 60 derecenin üzerine çıkarılıp tekrar geri salınması da bir kirlilik faktörüdür.
Kapitalist toplumun, bugün ekosistemin gördüğü zararı telafi edebilmek adına fosil yakıt ve kömür tüketimine karşı sunduğu ‘temiz’ enerji yöntemlerinin, – yani bir alternatif olarak sözde yenilenebilir enerjinin- mevcut üretim ve tüketim sistemini karşılaması için göstermesi gereken randıman, ancak yaşamları kökten yok ederek mümkün olabilecektir. Sistemin bize sürdürülebilir olarak sunduğualternatifler, aslında sosyal, kültürel ya da canlı yaşamlara karşı, kapitalizmin sürdürülebilirliğini sağlama amacını taşımaktadır. Yani efendiler bizlere “altın yumurtlayan tavuğu kesmeme”yi salık verirken bizleri, tüm varlıkları ‘sürdürülebilemez’ bir yaşama hapsetmektedirler.
Alp Temiz
[email protected]
The post “Rüzgar da Güneş de Kapitalizme Yetmez”- Alp Temiz appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>