The post 2.5 Yaşındaki Havin Ömür’ün İlaçlarının Alınmasını SGK Engelledi appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>Spinal Muskuler Atrofi (SMA) hastası olan 2,5 yaşındaki Havin Ömür Aydar, 8 aylık onaylı ilaç alma raporuna sahipti ve ilaçların yedinci dozunu ocak ayında alması gerekiyordu. Ancak Sosyal Güvenlik Kurumu’ndan (SGK) gelen yazı ile ilaçların alınması reddedildi.
The post 2.5 Yaşındaki Havin Ömür’ün İlaçlarının Alınmasını SGK Engelledi appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post Ürünler Taze Yaşamlar Çürük – Nergis Şen appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>Hibrit tohumlar, GDO’lar, katkı maddeleri, ilaçlar… Artık yediğimiz hiçbir şeye güvenemediğimiz günlerdeyiz. Neye elimizi atsak mutlaka elimizde kalacak bir kusurunu buluyoruz. Doğal, organik diye alıp yediklerimizde de bir şeyler çıkabiliyor. Kimileri gıdanın ömrünü daha fazla uzatıp kar edebilmek, kimileri de mahsulün azlığı sebebiyle ürünleri “ziyan” olmasın diye bu uygulamaları yapıyor.
“Pazardan aldıklarını yıkamadan yeme!” öğütleri, özel programlarda “Aldıklarınızı bol suyla yıkayın, pestisit kalıntıları olabiliyor!” ve “Ülkede pestisit kullanımı çok fazla, artık her yediğimizde var!” şeklinde ortaya atılan söylemler… Bu pestisit kulaklarımızı bayağı tırmalar oldu.
Tarımda bitkiler için “zararlı” bakteri, virüs ve haşereleri öldürmek veya zararlı etkilerini ortadan kaldırmak amacıyla kullanılan; sentetik kimyasallarla birlikte bazı bitkisel kökenli organik bileşenler, dezenfaktanlar veya benzeri pek çok madde ve yöntemler pestisit olarak adlandırılmaktadır. Pestisit kelimesinde “pest” zararlı “cid” öldürücü yani zararlı, öldüren madde anlamını taşımaktadır. Kısacası pestisit, herhangi bir istenmeyen canlının yani pestlerin yayılmasını engelleyen, öldüren, uzaklaştıran veya ondan koruyan her türlü bileşik veya bileşiklerin karışımıdır.
MÖ 1500’lü yıllarda insanlar bitkilere zarar veren böcekleri uzaklaştırmak için elbette farklı yöntemler kullanıyorlardı. Bu zararlı böcekleri uzaklaştırmak için taç yaprağı, sülfür, arsenik ve karınca ilk kullanılan yöntemlerdendi. 1800’lü yıllara gelindiğinde katran yağı, acıağaç ve çeşitli sülfür uygulamaları kullanılmaktaydı. 1939 yılında istenmeyen böcekleri öldürmek amacıyla çok zehirli bir böcek öldürücü olan DDT bulunmuştu. DDT, kolayca vücut dokusundaki yağlarda çözülerek gıda zincirinde birikmeye başlar. Pestisit özelliğinin keşfinden bugüne kadar biyosfere yayılan miktarı 450.000 tondur.
1940’lı yıllardan önce arsenik, civa, bakır, kurşun içeren pestisitler kullanılırken daha sonra sentetik organik yani klorin hidrokarbon (aldrin, dieldrin, toxaphene, lindan) pestisitler kullanılmaya başlanmıştır. Bu yıllarda dünya üzerinde 30 çeşit pestisit kullanıldığı tespit edilirken 2. Dünya Savaşı sonrasında yapılan araştırmalarla pek çok yeni ve etkisi daha yüksek pestisit ortaya çıkmıştır. 1950 yıllarında pestisitlerin oluşturduğu kalıntılara artık insan vücudunda da rastlanmaya başlanmıştır. 1970’lerde bitkilerden uzak tutulmak istenen zararlı organizmaların pestisitlere karşı direnç kazandığı saptanmış ve pestisitlerin etkili olması amacıyla günümüze kadar kimyasalların oranı sürekli yükseltilmiştir.
Dünyada en fazla kullanılan pestisit çeşidi herbisitlerdir (ot öldürücüler). Herbisitleri insektisitler (böcek öldürücüler) ve fungusitler (mantar öldürücüler) takip eder. Keneleri, halı ve toz böceklerini, kemirgenleri, balıkları, kuşları, yumuşakçaları, yuvarlak solucanları ve toprakta bulunan diğer segmentsiz kurtları öldürmek için de pestisit çeşitleri bulunmaktadır.
Pestisit Kullanımı
Dünyanın genelinde tarım ilacı üretimi yaklaşık olarak 3 milyon tondur ve pestisit kullanımı hemen hemen her yıl %1 civarında artış göstermektedir. Pestisitler gelişmiş devletlerde fazla kullanılmaktadır ve en fazla kullanıldığı gözlemlenen yer Hollanda’dır. Tüm dünya göz önünde bulundurulduğunda pestisit kullanımının %35’i Kuzey Amerika’da, %25’i Batı Avrupa’da ve %19’u Asya’dadır.
Türkiye’nin pestisit kullanım değerleri incelendiğinde; hektar başına pestisit kullanımı 700 gram gözükse de her yerde aynı miktarda pestisit kullanılmıyor. Örneğin yaş meyve-sebze üretiminin yaygın olduğu Antalya’da kullanılan pestisit miktarı hektar başına 26 kg olup Avrupa’da en fazla pestisit kullanımı gerçekleşen Hollanda’nın iki katıdır.
2009 yılında yapılan araştırmada, Türkiye’de üretilen pestisit miktarının -ithalat rakamları da dahil- 53.669.356 kg olduğu belirlenmiştir. 2008 yılında “gönderilen gıda ve yemlerin standartlara uygun sayılmaması” yönünden 125 ülke arasından 2. sırada yer almıştır. Bunun sebebi ise; pestisit kalıntıları, toksin kalıntıları, küf, böcek vs. olarak gösterilmiştir. Türkiye’de 2015 yılı itibariyle tarımda izinli 335 civarı pestisit kullanılmaktadır ve pestisit tüketimi ortalama 33000 tondur. 2016 yılına ait verilerde bu miktarın %47’sini insektisitler, %24’ünü herbisitler, %16’sını fungusitler ve %13’ünü diğer pestisit çeşitleri oluşturmaktadır.
Pestisit kullanımı daha çok polikültür tarımın yapıldığı Akdeniz ve Ege bölgelerinde gerçekleşmektedir. Özellikle Adana, Mersin ve Antalya’da yıllık pestisit kullanım miktarı Türkiye’de kullanılan pestisit miktarının %40’ını oluşturmaktadır. Ege bölgesinde ise en fazla pestisitin kullanıldığı yer İzmir’dir. Ürün olarak bakıldığında pestisit kullanımı %40 pamuk ve hububat, %27 turunçgil ve üzüm başta olmak üzere meyveler, %16 oranında da sebzelerdedir.
Pestisitlerin Ekolojik Döngüdeki Yeri
Pestisitler püskürtme yoluyla doğrudan bitkinin üzerine, tohuma ve toprağa uygulanmaktadır. İlaç kalıntıları içeren bitki ve toprakların su ile teması sonucunda pestisit kalıntıları toprağın alt katmanlarına ve oradan da yeraltı sularına ulaşır. Yeraltı sularına ulaşan pestisit kalıntıları derelere, göllere, denizlere ve içme sularına karışırlar. İçme suyuna karışan pestisit kalıntıları, bu yolla insanlara da ulaşmış olur. Ayrıca bu süreçte toprağa ulaşan pestisit kalıntıları toprağın da verimini yok ederek toprakta yaşamını sürdüren toprak solucanlarının da ölümüne sebep olur. Toprak ve su arasında oluşan sirkülasyon nedeniyle havaya karışan pestisit; yağmur, sis veya kar yağışıyla tekrar yeryüzüne geri döner ve asit yağmurlarına sebep olur.
Pestisitler doğal döngüde pek çok canlının yaşamını tehdit etmektedir. Tarım ilaçları nedeniyle kuşların yumurta kabukları zayıflamakta ve üremeleri sonuçsuz kaldığı için soyları tükenmektedir. Ayrıca yaşam alanları her geçen gün yok olan pek çok kuş; pestisitlerden etkilenmiş böceklerden beslenmeleri sonucu ölmektedir.
Pestisitlerin belirgin bir şekilde yaşamını etkilediği bir diğer canlıysa arılardır. Nikotin mekanizması temelli neonikotinoid olarak adlandırılan pestisitlerin arılar üzerinde doğrudan öldürücü etkisi olduğu gibi sinir sistemlerini etkileyerek felç, hafıza kaybı, öğrenme yetisi bozukluğu gibi dolaylı yollarla arılara zarar verdiği gözlemlenmektedir.
Pestisitler kontrolsüz ve gereksiz yere kullanıldığında bireylerin yaşamını ve yaşam alanlarını da ciddi anlamda tehdit etmektedir. Pestisitlerin insan vücuduna girmeleri ağız, solunum ve deri yoluyla gerçekleşmektedir. Beyin, meme, prostat, lösemi kanseri ve diyabetin de meydana gelmesinde pestisitlerin etkili olduğu saptanmıştır. Bazı pestisitlerin sinir sistemini etkileyerek öğrenme bozukluğu gibi etkiler yaratma durumu bulunurken mutasyon etkisine sahip oldukları da saptanmıştır. Geçtiğimiz yıllarda Amerika’da yapılan bir araştırmada çağın hastalığı olarak adlandırılan pek çok hastalığın kaynağının pestisitler olduğu düşünülmektedir.
Dünya Sağlık Örgütü’nün yaptığı sınıflandırmada en çok kullanılan 700 pestisitin 33’ünün insan sağlığına zararlı, 48’inin oldukça tehlikeli, 118’inin orta derecede tehlikeli ve 239’unun daha az tehlikeli olduğu belirlenmiştir. Pestisit kalıntıları anne sütünden bebeğe de geçebiliyorken yine Dünya Sağlık Örgütü’nün 1995 yılında yayınladığı rapora göre, her yıl dünyada yaklaşık 1 milyon insan pestisit sebebiyle zehirlenmekte ve 20.000 kadar insan ise yaşamını yitirmektedir.
Bu verilerin sonucunda belirtmek gerekir ki tarımda yaşanan her yıkım bize aynı adresi göstermektedir. İnsanların tarımsal faaliyetlerini gerçekleştirirken doğal ve ekolojik dengeyi bozmadan uyguladığı yöntemlerin zaman içerisinde kapitalizmin kar hırsıyla ve rekabet düzeni sebebiyle dönüşüme uğratılmasıyla varılan nokta yine yıkım olmaktadır. Kapitalist kaygılarla dolaşıma sokulan ve özellikle tarımda kullanımı artan her uygulamanın toprağa, suya, canlı-cansız tüm varlıklara yok oluşu getirdiğini söylemek abartı olmayacaktır. Bu sebeple kapitalist kaygılarla değil de ihtiyaçların giderilmesi amacıyla, yok oluşu değil ekolojik uyumu tarifleyen ve işaret eden tarımsal pratikleri, üretim ve tüketim yollarını da başka yazılarda konuşmaya devam edeceğiz.
Nergis Şen
The post Ürünler Taze Yaşamlar Çürük – Nergis Şen appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post “Yeni Sürüm Grip H3N2” – Özlem Arkun appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>İlk duyduğumuzda bir asteroid adı ya da yeni üretilen bir otomobil markasını çağrıştıran H3N2, aslında bu kış bizi yatak döşek yatıran grip virüsüne verilen ad. Bütün bir kış bizi öksürtüp aksırtan, yatak döşek yatıran hatta kış bitse de kendi bitmeyen bu grip, domuz ve kuş gribinden sonra popüler gripler listesinde üst sıralarda yerini aldı. Şiddetli vücut ağrısı, titreme, ateş ve öksürük gibi belirtilerle ortaya çıkan bu hastalık özellikle metropollerde salgına dönüşürken, birçoğumuz aldığımız antibiyotiklere, antivirallere ve kutu kutu ilaçlara rağmen bir türlü iyileşemedik.
İyileşemedik…
İyileşemeyiz de. Çünkü bu salgında yatak döşek hastalanan çoğumuz doktora ya da eczaneye gidip ilaçlarımızı aldıktan sonra tekrar işe dönmek zorunda kaldı. “Dinlenemeden iyileşemeyeceğimiz gerçeğini” bir kenara bırakarak, “ne olursa olsun çalışmamız gerektiği gerçeği” ile yeniden iş yerlerimizde aldık soluğu. Hastalığı değil de belirtilerini ortadan kaldıran ilaçlar alarak işe gidip gelirken; metroda, otobüste, metrobüste ve iş yerinde bu salgına hepimiz teker teker ve tekrar tekrar yakalandık.
Böylesi bir döngü içinde iyileşmek zaten inanılması güç bir masal gibi. Zaten hastalıkların birini atlatsak bir diğeri başlıyor, çünkü bu sistem kendi başına hastalık üretiyor. Bu kışa damgasını vuran H3N2’nin yeni moda bir spor arabayı çağrıştırması bundandır.
Sağlık endüstrisi üretimde hız kesmiyor
Kapitalizm içindeki her endüstri gibi sağlık endüstrisi de üretimi ve sürdürülebilirliği oldukça önemser. Bu nedenle hastalığın ya da onu oluşturan koşulların ortadan kaldırılmasına değil, hastalığın devamlılığına odaklanır. Ayakta kalmak için hasta insanlara ihtiyaç duyan bu sistem, elbette sizi sağlıklı olmadığınıza inandırmak, hatta hasta etmek için bütün olanaklarını kullanacaktır.
Medya aracılığıyla tanıştığımız “yepyeni” griplerden mustarip olan bizler, son model ilaçlardan medet umar hale geliriz. Domuz gribi gider, kuş gribi gelir, grip gider, kuşlar gider, tavuklar itlaf edilir, geriye Kırım Kongo kanamalı ateşi kalır… Hastalıkların biri biter diğeri başlar, istatistiklerde kolesterol aralığı değişir kolesterol hastası oluruz, tansiyon aralığı değişir tansiyon hapı alırız. Bu da yetmez, kırışığımıza krem, kelimize merhem bulur, satar, sattırır.
İlacım olmadan asla!
İlaç tüketimi son on yılda üç katına çıktı. Özellikle psikiyatri ilaçlarının tüketimi geçtiğimiz yıl neredeyse 37 milyon kutuya ulaştı. Bu da yaklaşık 380 milyon TL’lik bir pazar oluşturuyor. İlaç endüstrisinin silahtan sonra en büyük ikinci endüstri olduğunu hesaba katarsak, basit bir ağrı için doktora gittiğimizde neden 5 farklı ilaç kutusuyla çıktığımız daha anlaşılabilir oluyor. Zaten bunları kullandığımızda yan etkilerinden dolayı “yeni bir takım” ilaç kullanacağımız da garanti.
Peki, iyileşebilecek miyiz doktor?
Hasta ve hastalık üretmek üstüne kurulu bir “sağlık endüstrisi” içinde iyileşmek bir yana, sapasağlamken çürüğe çıkmak an meselesi. Gripten kalkmak için iki üç gün yatıp dinlenmek, kuvvetli beslenmek yeterli belki ama sonu gelmeyen bir çalışma temposu içinde, bozulmayan yoğurtlarla, çekirdeği içinde filizlenen domateslerle beslenirken, metrobüs kuyruğunda beklerken ya da masa başında yarı felç bir şekilde çalışırken hayatta kalmak bile meziyet.
Durum böyleyken “bu halimize şükür en azından yarı ölüyüz” demektense bir derman bulmak gerek ama bu dermanın ilaçlarda ya da hastanelerde olmadığı aşikar. Zaten bunun reçetesi olsa da yazılmazdı.
Özlem Arkun
Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 16. sayısında yayımlanmıştır.
The post “Yeni Sürüm Grip H3N2” – Özlem Arkun appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post ‘Hastalanıyoruz’- Mine Selin Sayarı appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>Tıp ile yaşarken ölmeyi öğreniyoruz
Bugün ilaç şirketleri, ilaçlarının tanıtımı için en yüksek miktarda yatırımı reklam masrafları için değil, halkla ilişkiler uzmanları ve doktorlara harcıyor. İlaç şirketleri kendilerini meşrulaştıran doktorları kendi elleriyle yetiştirirken, doktorlar bilim adı altında insanlara zehir yazıyor. Üstelik sadece ilaç değil, sağlıklı beslenme piyasası da, yan sektör olarak devreye giriyor.
Kardiyolog dernekleri uluslararası şirket tekellerinin ‘kalp dostu’ gıda ürünlerinin tanıtımını yaparken, kolestrolün kalp krizinin nedeni olmadığı, bu ilaçların ticari bir rant aracı olduğu, kolestrol ilaçlarının asıl hastalık nedenini sakladığı başkaca doktorlar tarafından bas bas bağırılıyor. Kötü beslenmeden, hareketsizlikten ve şehir yaşamından kaynaklanan kalp rahatsızlıkları, insanın yaşamını bütünlüklü bir şekilde değiştirmesi ile önlenebilecekken, hastalığın nedeni değil sonucu olan kolestrolü düşürmek için üretilen ilaçlar, dünyanın en çok satanlarında birinci sıraya oturuyor. Aslında tıp, zehirlenen insanın sararmaya başlayan suratına makyaj yapmakla görevlendiriliyor. Bu şekilde insanlara zehrin kendisiyle, kirli havayla, fast foodla, aşırı şekerli ürünlerle, ağır çalışma koşullarıyla, yalnızlık, bencillik, stres ve rekabetle yaşamak öğretiliyor. Bir insanın sağlıklı olması için yapabileceği en iyi şey, hastalık hiç oluşmadan onu önlemek iken, bugün doktorlar hastalığın devamlılığı üzerinden kar ederek var olabiliyor. Çünkü hastalığı önlemek adına yaşamı dönüştürmek, tanı koyarak ilaç yazmaktan çok daha ‘masrafsız’ oluyor. Ve aslında bu gerçek, kimilerinin hiç ‘işine’ gelmiyor..
Tıp yalnızca tıp değil..
Sadece hastalanmıyoruz. Toplumsal roller de tıp tarafından belirleniyor. Örneğin yapmaktan nefret ettiği bir işi yapmak zorunda kalan bir kimse kronik mutsuzluğa sahip ise, bu durum depresyon tanısının ardından kişiye yazılan anti depresanlar ile geçiştiriliyor. Adına tedavi denilen bu yöntemle kişi ilk olarak ‘uyumsuz’, ‘karşıt’ vb. tanımlarla karşılaşmadan, politik sorumluluklarından kurtuluyor.
Doktor ise hastasının sorununun sistemden kaynaklanmadığı, meselenin tamamen biyolojik olduğu yönündeki ‘tanısı’ ile hastanın ve sistemin suç ortağı oluyor. Üstelik kişinin yaşam koşulları değişmediği takdirde anti depresanın hastayı tedavi başarısı istatistiklerde ‘yok’ kabul edilmesine rağmen, kişileri yaşam boyu kendine bağımlı kılan ilacın kullanımı hiç durmadan artıyor.
Aynı şey kolestrol ilaçları, kalp rahatsızlıkları, obezite, hipertansiyon, ağrı kesiciler söz konusu olduğunda da aynı şekilde işliyor. Ve dünyanın en çok satan bu ilaçları, kişinin hastalığını önlemeyi değil, tedavi adı altında hastalığının sürdürülebilir kılınmasını amaçlıyor.
Hastaneler hiç bu kadar yaşam merkezi olmamıştı…
Evet sistem artık herkesi muayene etmek, yüksek teknolojideki makinelerini kullanarak bunlar üzerinden kar etmek, her eve en az iki reçete yazmak, kutu kutu ilaçlarla ecza dolaplarını doldurmak ve bir velinimet olarak müşterisini her daim kendisine bağımlı kılmak istiyor. Anlayacağınız, bir yaşam merkezi olarak hastaneler alışveriş merkezleri kadar cazip hale getirilmek isteniyor. Geçtiğimiz yıllarda AKP’nin hastanelere ulaşımı kolaylaştırma politikası ile içinde AVM’lerin de olduğu devasa şehir hastaneleri projesi, bu anlayışı temsil ediyor. Hasta insan, bir tüketici olarak hastane şirketlerinden mümkün olan en yüksek oranda ‘alışverişe’ teşvik ediliyor. Tabi bu alışverişten, herkes ancak ‘nasibine’ düşeni alabiliyor.
‘Herkese eşit eziyet hakkı’ mı?
Günümüzde sağlık meselesi iktidarın gündelik politikaları ve onların karşıtlığı üzerinden öyle sıkışmış bir tablo içerisinde tartışılıyor ki, tıbbın sorgulanamaz olma durumu tarihte hiç bu kadar keskin olmamıştı. Sağlığı toplumun her kesimine eşit şekilde dağıtma talebi üzerinden yapılan muhalefet politikaları, yalnızca sıkışmış bir siyaset biçimini değil, aynı zamanda iktidarların ve sağlığın ortağı şirketlerin de ağzını sulandırıyor. Kar mantığı üzerinden şekillenen tıbbın eşit dağıtılmasını istemek, aslında büyük bir kör dövüşüne işaret ediyor. Bu taleple birlikte toplumun tüm dikkati, bu yıkıcı sistemin devamını sağlayan iktidarın ve doktorların verdiği zarardan, iktidarların tüketim toplumunun devamlılığını sağlamak için üzerine düşeni yeterince yapmadığına kayıyor.
Böyle bir düzende hizmetlerin daha eşit dağıtılmasını istemek, insanların hasta edici yaşam ve çalışma koşullarına devam etmesini meşru kılıyor. Eğer tıp, bizleri hasta eden sistemin bir devamcısı ve uygulayıcısı haline gelmişse, aslında ilk önce tıbbın kendisini sorgulamamız gerekiyor.
Bildiğin gibi değil..
Yeşilçam filmlerinde bir sahne vardır belki hatırlarsınız, mahallenin doktoru hastanın evinde, yatağının başında ona bir arkadaş olarak nasihatlarda bulunur. Doktor hastasına nasıl yaşaması gerektiği, nelere dikkat etmesi gerektiğini söyler. Doktor olmak, ilaç yazmak değildir aslında. Ve aslında ‘doktor olmak’ da değildir; karşındakinin yaşamını dert edinebilmek, sahip olduğun bilgiyi ihtiyacı olanla paylaşmaktır. Artık sağlık bilgisi hastanelere ve tıp ‘profesörlerinin’ tekellerine öyle bir kapatılmıştır ki, en basit sağlık bilgilerini bile yıllar yılı kaybetmiş buluruz kendimizi. Artık her müdahale yüksek teknolojilerle hastanelerde yapılmaktadır. Halbuki bugün herhangi bir krize müdahalenin hastane merkezli olmasından dolayı ölen insan sayısı, hastanelerin sağladığı üstün teknikler sayesinde kurtulan insan sayısından fazladır. Ve bütün yaşamsal bilgiler, hastanelere muhtaç olmamız için bizden uzaklaştırılır. Onlarca yan etkisi olan ilaçları kullanmadan önce bir zamanlar evde kullanılan tedavi yöntemleri ‘koca karı’ işi olarak çoktan bir kenara atılmıştır.
Yaşamak, ama nasıl?…
Acaba tarihte hiç olmadığı kadar kitlesel hale gelen bu hastalıklar mı teknolojiyi geliştiriyor? Yoksa bu kadar büyük endüstrinin, yapay gıdaların, hızlı üretim ve tüketim yaşantısının, şehirlere kapatılarak yalnızlaştırılan insanların olduğu bir toplum mu hastalığın kendisi? Hastalık dediğimiz nedir? Örneğin insanların doğal gelişiminin bir sonucu olan menopoz, östropoz önlenmesi gereken bir hastalık mıdır? Bütün bir yaşamı boyunca ‘hastalıklı’ bir şekilde ölümsüzlüğü kovalayan insanlar mı olduk? Yoksa mutlu, sağlıklı, bizim ve özgür olan bir yaşam mı istiyoruz? Bu yazı böylesi önemli bir mesele için yalnızca bir başlangıç niteliği taşıyabilir ancak: Büyüyünce ne olmak istersiniz demiyorum, nasıl yaşamayı düşlerdiniz?
Mine Selin Sayarı
[email protected]
The post ‘Hastalanıyoruz’- Mine Selin Sayarı appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>