The post Eğitim Paravanı Rüşvet Karavanı – Merve Arkun appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>Alternatif eğitim modelleri, içinde bulunulan sistemin eğitim modeline karşı bilgiyle kurulabilecek başka bir yol arayışı. Sadece ne öğrenildiğinin değil, aynı zamanda bunun nasıl öğrenildiğinin de önemli olduğunu anlamamıza olanak verir.
Eğitimin devletli sistem içerisinde “düzene uygun kafalar yetiştirmek” amacıyla kurulduğu, içinde bulunduğumuz zamanda, her zamankinden daha açık bir şekilde kendini belirginleştiriyor. Devletin “kendi ideolojisine uygun değerlerle şekillendirmek istediği nesiller” projesinden dertli olan herkesin şimdilerdeki arayışlarında karşılarına çıkan alternatif çabalardan birisi, Montessori yöntemiyle eğitim.
Aslında, özel okullarda çocuklarının “normal” okullardan daha iyi bir şekilde eğitim alması ya da özel yetişmesini karşılamak için oluşturulmuş bir metod değil Montessori. Ama yaşadığımız coğrafyada ekonomik olarak belirli bir zümreye hitap eden okullarda uygulanan metotlardan birisi olması, yöntemin böyle görülmesine neden oluyor.
Metodun özü bir doktor, pedagog ve antropolog olan Maria Montessori’nin çocuğun bireyselliğini önemseyen bir eğitim anlayışına dayanıyor. Kendi seçimlerini yapan çocuğun, eğitimcinin ona etkisi olmaksızın isteklendirilmesi ve kendi eylemlerinin sonucu olan hatalarını kendisinin denetlediği bir işleyiş. Montessori, böylelikle çocuğun birey olabilmesini ve sosyalleşmesini dışarıdan dayatılan bir süreç içerisinde değil, kendi özgür seçimleriyle ilişkilendiriyor.
Yönteme ilişkin, alternatif eğitim modelleri içerisindeki tartışmalar bir kenarda dursun; yöntemi satmak ve böyle bir piyasa oluşturma çabası son 5 yıl içerisinde yaşadığımız coğrafyada sık rastlanan bir olgu haline geldi. Bu niyetle açılmış özel okulların temel hedefi, bu kaygıya sistem içinde bir çözüm bulmak ve bundan para kazanmak.
Eğitim şirketleri, bu alternatif eğitim meselesinden önemli miktarda para kazanmış olmalı ki TÜRGEV de bu alana çöreklenmiş. Vakfın İstanbul’un hemen hemen her yerinde reklam panolarını kaplamış kampanyasında Montessori eğitmenlerine eğitim başlığındaki ibare göze çarpıyor. TÜRGEV gibi, eğitimin mevcut devlet iktidarına göre şekillendirilmesinde önemli rolü olan bir vakfın, bu alternatif alana girişi oldukça tezat.
TÜRGEV’in eğitim meselesindeki politikasını anlamak, sistem dışı alternatiflerin önündeki engelleri görmek açısından önemli. Bu alternatiflerin sistem dışı kalabilme imkanı, bu ve buna benzer STK’ların hamlelerini anlamaktan geçiyor.
Aile Vakfı
Recep Tayyip Erdoğan’ın İstanbul Belediye Başkanı olduğu dönemde, 1996’da, onun girişimiyle kurulan İstanbul Gençlik ve Eğitime Hizmet Vakfı (İSEGEV) 2012 yılında çalışma kapsamını genişletmiş ve Türkiye Gençlik ve Eğitime Hizmet Vakfı’na dönüşmüştür.
Önce yüksek öğrenim yurdu olarak verilen hizmetler, sonrasında ilköğretim ve anaokulu seviyesinde eğitim veren okullar kurmaya, 2015 yılında kendi üniversitesi olan İbni Haldun Üniversitesi’ni açmaya kadar gitmiştir.
Vakfın kuruluşunda Bilal Erdoğan, Esra Albayrak (Tayyip Erdoğan’ın kızı ve Hazine Bakanı Berat Albayrak’ın eşi), Serhat Albayrak (Berat Albayrak’ın abisi, Turkuvaz Medya’nın CEO’su, Çalık Holding Yön. Kur. üyesi), Reyhan Uzuner (Bilal Erdoğan’ın Kayınvalidesi, darbe girişiminde halkı sokağa çıkarmak için silahlı milislerden oluşan bir platform kurduğu iddia edilen, Cemaatin Hizmet Vakfı mütevelli heyetinde bulunmuş, TCDD’den imtiyazlı ihale aldığı iddia edilen Betra A.Ş. patronu Orhan Uzuner’in eşi), Ziya İlgen (özellikle darbe girişimi sürecinde darbeyi Tayyip Erdoğan’a haber veren eniştesi olarak tanınan, Tayyip Erdoğan’ın belediye başkanlığı sırasında sahip olduğu gıda şirketi ortağı, Bilal ve Burak Erdoğan’ın denizcilik şirketi ortağı) gibi isimler yer alıyor.
Vakfın kurulduğu tarih düşünüldüğünde, sonraki yıllarda yaşanan siyasal ve ekonomik süreçlerde, vakıf kurucusu bu isimlerin, yaşanan süreçlerdeki kilit noktalarda belirgin konumda bulunmaları şaşırtıcı değil. TÜRGEV’in 1996’dan günümüze evrilen pozisyonu, vakfın çalışma gösterdiği alandan ziyade ailesel bağların kurumsallaştığı yapı olmasıyla ilişkili.
Devlet-Şirket Ortaklığı
Vakfın şimdiki yönetim kurulundaki isimlerle bu aile yapısı her ne kadar gizlenmeye çalışılsa da, vakıfla ilgili herhangi bir politika kurucu üyelerin içerisinde olmadığı bir işleyişle belirlenemiyor. Bilal Erdoğan’ın özellikle 17-25 Aralık Yolsuzluk sürecinde, vakıfla özdeşleşen isminin belirginliğinden, farklı yönetim kurulu üyeleri isimlerinin belirginleştirilmesiyle kurtulmaya çalışılmış. Ancak Esra Albayrak’ın değişmeyen konumu, vakfın bu aileler için önemini anlamaya olanak veriyor.
Öte yandan, mevcut yönetim kuruluna şöyle bir göz atmak, Erdoğan ve AKP’nin siyasal iktidarı elinde bulundurduğu dönemde ön plana çıkan şirketler ve siyasi yapılar arasındaki ilişkiyi görmek adına ayrıca önemli. Şimdiki Yönetim Kurulu Başkanı, Fatmanur Altun AKP İstanbul yöneticiliği, Büyükşehir Belediye meclis üyeliği, THY Yöneticiliği, KADEM vakfı yöneticiliği; başkan vekili Ahmet Bayraktutar’ın Star Medya Grubu yöneticiliği; yönetim kurulu üyesi Murat Şeker’in Ziraat Bankası ve THY yöneticiliği, Tülay Kalav’ın AKP İstanbul yöneticiliği bulunuyor. Yönetim kurulu üyelerinden göze çarpan bir başka isimse İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Mevlüt Uysal. Medyadan başka STK’lara; belediyelerden parti yöneticiliklerine vakıf etki alanını oldukça geniş tutuyor.
Eğitim Paravanı, Rüşvet Karavanı
Peki bu geniş etki alanı neden önemli? Özel eğitim sektöründeki kaliteyi arttırmak için değil tabi ki! Devlet kurumlarıyla şirketler arasındaki “hukuki olmayan” ilişkiyi gözden uzak tutmak, devlet bürokrasisinin içinde yer alıp kendinin ya da yakınlarının şirketlerine imtiyaz oluşturmak, imtiyaz isteyen şirketlerden yapılan işin maddi karşılığını alabilmek için.
Dört yıl önce yayınlanmış veriler ışığında, TÜRGEV’e doğrudan tahsis edilmiş 14 arazi bulunuyor. Bu araziler Adıyaman’dan Bursa’ya, İstanbul’dan Kütahya’ya farklı şehirlerde bulunan hazine arazileri, bakanlıklara ait araziler ya da şirketlerin (özellikle Cengiz Holding gibi şirketlerin) hibe ettiği araziler.
17-25 Aralık Yolsuzluk sürecinde inşaat şirketlerinin arazi ve bina hibelerinin yanında, yayınlanan tapelerle ortaya çıkan rüşvetler, TÜRGEV’in sürecin en önemli rüşvet merkezi olduğu gözler önüne serilmişti. Dönemin bakanlarından Zafer Çağlayan aracılığıyla Rıza Zarrab ve Bilal Erdoğan arasındaki para alışverişi, yine 17-25 Aralık Yolsuzluk sürecinde açığa çıkmış, bu para ilişkisinin, TÜRGEV’e bağış yoluyla kılıfına uydurulmaya çalışıldığı anlaşılmıştı. Rüşvet ve yolsuzluk soruşturması sürecinde TÜRGEV bağışları, bu sürecin ortak noktasıydı.
Bağışta bulunan şirketler arasında inşaat işçilerinin insani olmayan koşullarda çalışmaya zorlandıkları, kaza adı altında katledildikleri için yakın zamanda direnişe geçtikleri 3. Havalimanı’nın ihalesini alan Kalyon ve Cengiz İnşaat da yer alıyor. Taşyapı’nın 1.5 milyon, Kalyon İnşaat’ın 500 bin, Cengiz İnşaat’ın bir milyon, Mapa İnşaat’ın 6 milyon, Sinpaş GYO’nun 5.5 milyon, Ali Ağaoğlu’nun 100 bin, Mehmet Ali Aydınlar’ın 500 bin, İspa İnşaat’ın 750 bin, Altınok Kadıoğlu’nun A.Ş. 600 bin, Turgut İnşaat’ın 150 bin, OBP İletişim ve Medya Hizmetleri’nin 200 bin, İlbak Yapı ve Medya Hizmetleri’nin 375 bin, BBM Büyük Baskı Merkezi Matbaa’nın 600 bin, PC İletişim ve Medya Hizmetleri’nin 600 bin, 3. Mecra Reklam ve Turizm A.Ş.’nin 1 milyon 600 bin, ASL İnşaat’ın bir milyon, Özkoçaklar İnşaat’ın 200 bin, Haluk Ahmet Aksüs’ün 200 bin ve Özel Arnavutköy Hastanesi’nin 300 bin lira bağışladığı, yine bu süreçte açığa çıkanlar arasındaydı.
Özellikle 2012’de Royal Protocol’ün 200 milyon liralık bağışının açığa çıkmasıyla vakfın etki alanının yerel olmadığı belirginleşmiş, uluslararası gizli ekonomik ilişkilerin de hukuki bir yapıya büründürüldüğü bir mecra olduğu iyice gözler önüne serilmişti. Suudi Arabistan Kralı Abdullah’ın -imar yasağı olan- Kandilli’deki arsasına izin çıkarmak için yüklü bir bağış yaptığı da ortaya çıkmıştı.
Bakanlar Kurulu’ndan 2011’de çıkan kararla TÜRGEV’e vergi muafiyeti statüsü kazandırılmış, vakfın ekonomik faaliyetleri önündeki engeller kamu-özel ortaklığıyla aşılmaya çalışılmıştır. Böylelikle 5 bin lirayla kurulan TÜRGEV milyonlarca dolarlık varlığa kavuşmuştu.
TÜRGEV’in aile-bürokrasi-şirket üçgeninde, gizlediği ilişkilerin açığa çıkan tarafı belki de mevcut ilişkilerin binde biri durumunda.
Bugün özellikle Milli Eğitim Bakanlığı’nın attığı her adımda Bilal Erdoğan ve Esra Albayrak ikilisinin varlığı, eğitim alanında vakfı daha hareketli kılmayı hedefliyor. Montessori gibi özgürlükçü uygulamalarla bir yandan milliyetçi-muhafazakar eğitim yumuşatılmaya çalışılıyor; diğer yandan da deşifre olmuş görünmez ilişkiler unutturulmaya ve vakfa saygınlık kazandırılmaya çalışılıyor. Eğitim paravanı altında rüşvet karavanını sürenler, tuttukları çeşmelerin başlarını kaptırmamaya, mevcut pozisyonlarını korumaya çalışıyor.
Merve Arkun
Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 46. sayısında yayınlanmıştır.
The post Eğitim Paravanı Rüşvet Karavanı – Merve Arkun appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post “Erkeğin Mirası Erkeğe Adaletsizliği Kadına” – Zeynep Kocaman appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>Geçtiğimiz günlerde Erdoğan’ın kızı aynı zamanda da KADEM’in (Kadın ve Demokrasi Derneği) Başkan Yardımcısı Sümeyye Erdoğan Ak Parti Brüksel Siyaset Akademisi’nde, “Dünyada Müslüman kadın algısı ve eşitlik mücadelesi” konulu bir ders verdi. Konuşmasında cinsiyet eşitliğini değil, cinsiyet adaletini savunduğunu belirten Erdoğan, miras konusuna da değindi. Erkeğin evi geçindirme sorumluluğundan bahsederek, aynı sorumluluğun kadında olmadığını, böylelikle de erkeğe daha çok miras düşmesinin adaletli olduğunu söyledi. Adaletsizliğin merkezinde konum tutanların adaletten bahsederek adaleti savunmaları başlı başına bir ironi olsa gerek!
Pekâlâ, Sümeyye Erdoğan’ın söylediği gibi mirasın, erkeğe kadına oranla daha fazla düşmesi gerçekten adaletli midir? Ya da İslam’da bahsedildiği üzere, kadın hem babasından, hem de evleneceği erkekten pay alacağından; kadının geçimini sağlamakla yükümlü erkek, kadına oranla mirasta daha fazla pay sahibi olmalı mıdır?
Bu sorular ya da bu “sorunlar” farklı mecralarda tartışıladursun bu yazıda bizim üzerinde duracağımız mirasın, kime daha az ya da fazla düşeceği değil. Tam tersine bu tartışmalar kadının gerçek konumunu göz ardı ederek, erkeğin sahip oldukları üzerinden kadına konum biçen tartışmalar. Biz yazımızda kadın-erkek arasındaki ezeli mülkiyet ilişkisinden ve gerçek adaletten bahsedeceğiz, ataerkil sistemde her konuda olduğu gibi miras tartışmalarında da kaybedilmiş kadın kimliğinden bahsedeceğiz.
Ahlak Mirası: Evlilik
Mirasın anlamı mülk, evlilikte mülk paylaşımı demektir. Geçmişten günümüze tüm yasal evlilikler aslında kadının toplumsal ahlakını garantilemek için yapılır. Böylece kadının ahlakı, çekirdek ailede babaya, evlilik yoluyla da evlendiği erkeğe emanet edilir. Evlilikte her anlamda “sadık” kadınlar ise devletin sözde kanunları ile ödüllendirilirler.
1907 yılında İsviçre’den yola çıkan 1926’da Batı hayranı Cumhuriyet durağında inen, kadına belirli haklar veren kanunlar, medeniyetin mirası olarak gelmişlerdir. Devlet bu kanunları yıllarca pratikte uygulamasa da, 2001 yılına gelindiğinde batının gözünden çıkmaya ramak kala alelacele yeniden düzenlenirler. Birçok kez değiştirilen-yenilenen “pek medeni” kanunlarda en çok da “eşitlik” kavramı yüceltilir. Mülk paylaşımı yani miras tartışmalarında da aynı eşitliğin gözetilmesi, sözde kadın ve erkeği eşitlemiş olacaktır. 2002 yılında yapılan değişikler “aile hukuku” adı altında “evde erkek kadar kadının da sözü geçer”, “karar yetkisi ve bakım yükümlülüğü kadın kadar erkektedir”, “evlilik birliğini ortak temsil” gibi maddelerle “eşitlikçi” gibi görünse de kadının ezilen konumunu değiştirmekte hiçbir işe yaramamıştır.
2011’de devlet açısından bir milat olarak görülen Avrupa Konseyi ülkelerince İstanbul’da imzaya açılan böylece adını İstanbul Sözleşmesi olarak hafızalarımıza kazıyan kadına yönelik şiddetin önlenmesini amaçlayan sözleşmenin maddeleri hatırlanırsa kadın cinayetlerinin son 4 yılda yüzde 1400 arttığını da kimilerine hatırlatmak gerekir.
Kanunun devreden çıktığı durumlarda örneğin, “yasal olmayan” bir evlilikte kadının konumu “ahlaksızlık” olarak görülür. Erkek kadını ya da kadın erkeği herhangi bir gerekçeyle terk ettiğinde kimse kimseden yasal yollarla “hesap soramaz”. Kadın toplum tarafından “ahlaksızlıkla” yaftalanır, dahası birlikte olduğu erkek tarafından “kanunsuzca” cezalandırılabilir. Yani öldüresiye dövülebilir, sokağa atılabilir, çocuklarından men edilebilir vs. Erkek ise konumundan herhangi bir şey kaybetmez, tam tersine ahlaksız ilişkinin bir parçası değildir artık. Toplumda evliliğin kadına bir ahlak mirası olduğu düşünülürse ortada gayri resmi evlilikten doğan çocuklar varsa örneğin, kanun bu ahlaksızlığı temizlemek adına çocuğa bir tek soyadı borçludur, çocuklar henüz doğmamışlarsa noter imzasıyla erkeğin kabulü beklenir, toplum nezdinde ise anneleri ile aynı kaderi paylaştıklarından maalesef aşağılayıcı sıfatlarla yaftalanırlar.
Evlilik kadını taçlandırır derler! Özellikle de annelik sıfatıyla kutsallaştırılıp toplumda “özel” hissettirildiğimizde evliliği çoğu kez terk edemez hale geliriz. Diğer yandan manevi duygular göz ardı edilerek sadece ekonomik bir kurtuluş olarak görülen evliliklerse, patron-işçi ilişkisine benzer, tahammül sınırlarımızı zorlayana dek sürer. Günümüzdeyse sıkça tanık olduğumuz evlilik sözleşmesi denilen kadın ve erkeğin mülkünün paylaşımını önceden garanti altına alan “iktisadi çaba” ise tek bir şeyle açıklanabilir; “tamamen ekonomik”. Anlaşılan şu ki evlilik başımızda taç değil adeta ayaklarımızda bir zincir gibidir.
Televizyon kanallarında yayınlanan evlilik programlarında bile çoğu kadın evi, arabası, bankada parası olan ve çocuksuz erkeği eşi olarak seçmeyi tercih ediyor. Bu mülk arayışı, sadece yoksul kadının zenginliğe imrenişi mi yoksa yoksun kadının bir nebzecik rahatlama isteği mi? Günümüzde evliliğin tüm bu sorulara bir yanıt olarak sunulması bile kadının toplumdaki konumunu bize çok net özetliyor aslında.
Kadın evlilikle her açıdan hem sosyal hem de ekonomik mülkiyete dayalı bir ilişkinin ezileni olarak karşımıza çıkıyor. Başlık parası adıyla zorla evlendirilen, karşılığında 3 öküz, bilmem kaç dönüm arsa eden kadından zenginleşen erkek, yıllarca eve kapatılan kadından bedavaya hizmet alarak zenginleşen erkek toplumda kadının üzerine basa basa yükseliyor. Diğer yandan ataerkil sistem, doğurduğumuz küçük erkeklerin zihinlerine ilmek ilmek işleniyor ve onlar büyüdüklerinde “ahlaksız” kadının erkek adaleti olmak üzere miras bırakıyorlar adaletsizliği.
Emeğin Mirası: Yoksulluk
Evlilikle eve kapatılan kadın tüm yaşamsal ihtiyaçlarını da erkeğin ekonomik kazancına göre sağlamak zorunda. Bu kadına sadece yoksul bir yaşamı değil, beraberinde dış dünyadan yoksun bir yaşamı da getiriyor. Kadının yoksulluğu evlenmeden önce, evlendikten sonra, boşandıktan sonra gibi evrelerle sürüyor. Evlenmeden önce ailede kadın için düşünülen tek ekonomik birikim “çeyiz”, evlendiği gün düğün töreninde elde ettiği “takı” evlendikten sonra bir miktar “nafaka” oluyor.
Ev dışında çalışan her kadın için de durum benzerdir. Kadın emeği denilince akla ilk gelen “görünmeyen emek”tir. Hem evde hem iş yerinde, erkeğe göre vasıfsız, kolay görülen tüm işler kadını ezilen konuma hapseder. Çalışan kadın işinden eve döndüğünde ev işleri, çocuk bakımı gibi işlerle ezilmişliğini sürdürür. Kadın böylece ataerkil toplumun getirisi olarak yoksul ve yoksun bir yaşam sürmek zorunda bırakılır.
Ölümcül Miras: Kadınlık
Cinsiyet ve toplumsal cinsiyet birbirinden farklıdır. Cinsiyet, kadın ve erkeğin doğuştan biyolojik farklılıklara sahip olmaları, toplumsal cinsiyet ise bir kültür ürünü olarak, kadın-erkek arasındaki sosyal sınıflaşmadan kaynaklanan rollerle toplumsal olarak inşa edilir. Toplumsal cinsiyet, kişilerin davranış şekillerini belirleyerek, onlara nasıl ideal bir erkek ya da ideal bir kadın olacaklarını belirli normlarla ve kalıplarla öğretir. Kadın ve erkek kimliklerini oluşturarak tek tipleşmeye sebep olur.
Toplumsal cinsiyet rolleri kişiye çeşitli sorumluluklar verir. Kişinin karakteri, duyguları, hisleri, hırsları, motivasyonları, toplumun öğrettiği söylemler ve yaşam deneyimleri doğrultusunda şekillenir. Dolayısıyla başka bir karaktere sahip insanlar toplum tarafından bambaşka insanlara dönüştürülürler. Bu süreç, toplumun değer yargılarıyla ve dinle daha da meşrulaştırılır.
Toplumsal cinsiyet statüleri kadın ve erkeğin tanımını belirler. Bu tanımlar çerçevesinde kadın ve erkeğin hangi kıyafetleri giymeleri, vücutlarını nasıl şekillendirmeleri ve hangi isimlere sahip olmaları gerektiği de bellidir. Bu iki cinsiyetin üzerinde de kurulan baskı kadınların omuzlarına ağır bir yük olarak biner. Toplumda erkek, etken özne durumundadır. Bunun sonucu olarak da para kazanma, aile ekonomisini kalkındırma, güçlü olma gibi sorumluluklar erkek olmakla özdeştirilir. Kadın ise toplumda itilen karakterdir. Edilgen konumuna getirilen kadının sorumluluğu çocuğuna bakmak, ev işleri yapmak, toplumsal rolleri ise, pasif, anaç, şefkatli, hassas ve itaatkâr olmaktır. Bu sorumluluklar, kadının üzerinde erkeğe oranla daha çok baskı kurar. Çünkü kadının rolleri erkeğe göre yaşamın her alanında daha pasiftir ve kadın erkeğe hizmet etmek için tasarlanmıştır. Bu durum gerek ev alanında gerek iş hayatında birbirinden farksız değildir.
Kadın, tüm bu toplumsal sorumluluk ve rollerle adeta kimliksizleştirilir. Kadının kimliğini yitirmesi ve toplumun şekillendirdiği karaktere dönüşmesiyle kadına ölümcül bir miras kalmaktadır; “kadınlık”.
Ataerkilliğin Mirası: Adaletsizlik
“Erkek” olmak, “kadınlık” içerisinde tanımlanan her türlü gerçekliğin, duygunun ve davranışın toptan reddine dayanır. “Kadınsı” olarak tanımlanan hiçbir özelliğe izin vermemelidir. Toplumda beklenen “erkeklik” biçimlerini sergilemeyen ya da kabullenmeyen kişilerse üçüncü, muğlak ve hastalıklı cinsler olarak yaftalanırlar. Çünkü ideal olan “erkek” toplumda olunması istenen “erkek” ya da “kadın”dır.
Biyolojik erkekliğin dışında hegomonik olan erkeklik, toplumdaki erkeklerin buna göre şekillendiği, bunun için rekabet edeceği bir söylemdir. Bu anlamda özelliklerini koruyamayan, koruyamadığı düşünülen her erkeğin erkekliğinden şüphe edilir. Toplumda erkeklik “dölleyici, koruyucu ve geçindirici” özelliklerin sürdürülmesiyle her defasında yeniden üretilir. Bir “erkeklik sertifikası” olarak görülen sünnet, yine erkeklik ölçütlerinden biri olarak kabul edilen askerlik ile erkeğin kendi rolüne hazırlanması yani “adam” edilmesi gerekir. Örneğin, sünnet küçük erkeğin kendini çevresindekilere ispatlaması, asker ve padişah kıyafetleri altında “erkek” yani adam olmasıdır. Bir erkeğin tüm bunları deneyim edinmesi, iyi ve kötüyle tanışmış olması, bunlar hakkında yorum yapması beklenir. Çünkü daha sonra kendi kümesinin horozu, askeri ve koruyucusu olacaktır. Tüm bu erkeklik ritüellerini bilmeyenin ve yaşamayanın adamdan sayılmadığı toplumda, namus cinayetlerini, aile katliamlarını neden hep erkeklerin işlediğini sormamıza da gerek yoktur.
Erkeklik, sonsuz rekabet ve kişisel bir savaş halidir. Kadınlar içinse yaşam, bir savaş değil, bir savunma, kendini kanıtlama süreci değil, bir koruma sürecidir. Bir kadın eğer toplumun kendisinden beklediği kadınlık biçimini koruyamazsa aşağılanan ve olumsuzlanan bir kadınlığa hapsedilir. Erkek ise erkekliğini koruyamazsa toplum tarafından “hadım” edilir. Ataerkilliğin hem kadın hem de erkek açısından reddedilmesi zorunludur. Ancak bir kez “hadım” edilmekten korkan erkekler, her defasında kadını yok ederek yaşamayı sürdürdüklerinde bu düzen asla değişmeyecektir. Ataerkilliğin bıraktığı miras kadına şiddet kültürü ve katliamlar olarak dönecektir.
Reddi Miras
Yaşadığımız dünyada erkeğin kadına bıraktığı miras sadece mülkü değil, aynı zamanda çalınan bir yaşamdır. Bugüne kadar kadına sözde eşitlik ve adalet sağlamak adına çıkartılan tüm kanunlar da erkeğe hizmet etmiştir. Devlet içinse kadının konumunu iyileştirmek yani “hastalığı” tedavi etmek “hastalığı” ortadan kaldırmaktan çok daha kolaydır. Bu yüzden her alanda ortadan kaldırılması gereken, toplumda “hastalık” olarak görülen hep kadın olmuştur. Bugün farklı mecralarda cinsiyet eşitliğini ya da cinsiyet adaletini tartışanlar, kadının kaybedilen kimliğini, yoksulluğunu ve adaletsizlikleri dillendirmekten ısrarla kaçınırlar. Çünkü onlar erkekleşmişlerdir.
Yaşadığımız dünyada biz kadınlar için görülecek tek bir dava var; özgürlük davamız. Bu davayı devletin adliye saraylarının kapılarında değil erkek-kadın arasındaki mülkiyetli ilişkiyi reddederek, adaletsizliklere karşı koyarak, ataerkil düzene reddi miras diyerek kazanabiliriz. Erkek öldüğünde ortaklık biter, bir miktar mülk kalır geriye ancak erkeklik öldüğünde özgür bir yaşama sahip olabiliriz. Ve geriye onlardan bırakılacak bir şey kalmadığında ancak özgürlüğümüze kavuşabiliriz.
The post “Erkeğin Mirası Erkeğe Adaletsizliği Kadına” – Zeynep Kocaman appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>