kapatılma – Meydan Gazetesi https://meydan1.org Anarşist Gazete Sat, 15 Jun 2019 09:31:35 +0000 tr hourly 1 https://wordpress.org/?v=5.3.13 Yalınayak: Bir Çocuğun Tutsak Yaşamı – Merve Arkun https://meydan1.org/2019/06/15/yalinayak-bir-cocugun-tutsak-yasami-merve-arkun/ https://meydan1.org/2019/06/15/yalinayak-bir-cocugun-tutsak-yasami-merve-arkun/#respond Sat, 15 Jun 2019 09:31:35 +0000 https://test.meydan.org/2019/06/15/yalinayak-bir-cocugun-tutsak-yasami-merve-arkun/ Yakın zamanda, iktidara yakın medya kanalları aracılığıyla gündeme gelen “ev tipi hapishaneler”, hapishanelerde bulunan bebeklerin ve çocukların karşı karşıya kaldığı hak ihlallerini ve mağduriyetleri yeniden gündeme getirdi. Resmi bir açıklama yapılmış olmasa da Adalet Bakanı Abdülhamit Gül’ün talimatı ile gerçekleştirileceği duyulan projenin pilot bölgesi, 42 kadın tutsağın çocukları ile birlikte kaldığı Ankara Sincan Hapishanesi oldu. […]

The post Yalınayak: Bir Çocuğun Tutsak Yaşamı – Merve Arkun appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>

Yakın zamanda, iktidara yakın medya kanalları aracılığıyla gündeme gelen “ev tipi hapishaneler”, hapishanelerde bulunan bebeklerin ve çocukların karşı karşıya kaldığı hak ihlallerini ve mağduriyetleri yeniden gündeme getirdi. Resmi bir açıklama yapılmış olmasa da Adalet Bakanı Abdülhamit Gül’ün talimatı ile gerçekleştirileceği duyulan projenin pilot bölgesi, 42 kadın tutsağın çocukları ile birlikte kaldığı Ankara Sincan Hapishanesi oldu. Projenin ilk aşamasında 48 stüdyo daire ve çocukların sosyalleşmesi için alanların da inşa edileceği iddia edildi. Ancak proje henüz resmi olarak duyurulmasa da “ev tipi hapishane” uygulamasının, hapishanedeki çocukların ve bebeklerin yaşadıkları hak ihlallerini ortadan kaldırmayacağı belli.

Hapishanelerdeki çocukların sayısına dair en son bilgi 2018 yılına ait. Ceza ve Tevkif Evleri Genel Müdürü Şaban Yılmaz’ın 2018 yılının Kasım ayında yaptığı açıklamaya göre, 31 Ekim 2018 tarihi itibariyle, cezaevlerinde 0-6 yaş arası toplam 743 çocuk var. Bunların 343’ü ise 0-3 yaş arası bebekler…

Yaklaşık 1,5 yıl önce açıklanan bu rakamın, içinde yaşadığımız coğrafyanın siyasi atmosferi düşünüldüğünde, bugün daha da artmış olması ise şüphe götürmez bir gerçek.

Hapishaneler aracılığıyla kapatılan her bir bireyin yaşantısı düşünüldüğünde, bu kapatılmanın bebekler ve çocuklar için çok ağır bir yükü beraberinde getirdiği, geri dönüşü çok zor travmalara sebep olduğu ortada. Bugüne kadar hapishaneler alanında çalışma yürüten sivil toplum kuruluşları, insan hakları örgütleri ve tutsak aileleri aracılığıyla haberdar olduğumuz sayısız örnek, bu ağır yükü açıkça gösteriyor. Koğuş kapasitesinin neredeyse 3 katı sayıda tutsağın aynı koğuşta yaşaması, hapishanelerde kışın yaşanan ısınma-yazın yaşanan serinleme sorunu, temiz suya düzenli olarak erişim problemi, sağlığa erişimin kısıtlanması gibi ne yazık ki “genelleşmiş ve olağanlaşmış” sayısız uygulamanın yanında hapishaneler, bebekler ve çocuklar için tam anlamıyla yaşamdan koparılma demek.

Hapishane koşullarındaki temiz hava azlığından kaynaklı astım, hapishanelerdeki bebekler ve çocuklar için olağan hale getirilirken; güneş ışığından mahrumiyet de çocuklar için ileride raşitizm benzeri birçok hastalığın sebebi oluyor. Hapishane kantininde bebek bezi ya da mama bulunmaması, bebek ve çocukların hastane sevklerinin yapılmaması ya da sevklerin engellenmesi gibi durumlar, hapishanelerdeki çocukların sağlık durumları açısından geri dönülemez sonuçlara sebep oluyor.

Bugüne kadar hapishanelerde bebeklere ve çocuklara yönelik hak ihlalleri zaman zaman gündeme gelse de devlet bu mağduriyetlere bir yenisini eklemeye, çocukların ilerleyen yaşantılarında travmatik sonuçlar yaratacak uygulamalara devam ediyor.

Erken doğumla henüz 6 aylıkken dünyaya gelen Emine bebek hapishane koşullarında yaşama tutunmaya çalışıyor, hapishanede doğmuş başka bebekler toprağa basamıyor, ilk adımlarını özgürce değil parmaklıklar ve beton duvarlar ardında atmak zorunda bırakılıyor. Anneler ise kimi zaman hastaneye bir türlü sevk edilmedikleri için hapishane çalışanları arasında doğum yapmaya zorlanıyor kimi zaman da doğumhane kapısında bekleyen polisler tarafından doğum sonrası hapishaneye geri götürülüyor, yaşama henüz gözlerini açmış bebek hapishaneye sevk ediliyor, kapatılıyor…

5275 sayılı Ceza ve Güvenlik Tedbirlerinin İnfazı Hakkında Kanun’un 16/4. maddesinde “Hapis cezasının infazı, gebe olan veya doğurduğu tarihten itibaren 6 ay geçmemiş bulunan kadınlar hakkında geri bırakılır” dense de hemen her zaman olduğu gibi devletin adaleti adaletsizlik oluyor. Yüzlerce bebek hapishane koşullarında yaşama gözlerini açıyor, yüzlerce çocuk yaşıtlarından-arkadaşlarından çok uzakta yaşamak zorunda bırakılıyor. Bebekleri için mama isteyen annelere hücre cezası veriliyor. Küçücük bedenleri hücrelere, koğuşlara, hapishanelere kapatılan bebekler ve çocuklar, maruz bırakıldıkları tüm bu uygulamalara karşı yaşama tutunmaya çalışıyor.

Devlet her zaman yaptığı gibi şimdi de kendi yarattığı adaletsizliğin kılıfını değiştirerek bu adaletsizliği yok saymak istese de başaramayacaktır. Ev tipi hapishaneler, iktidar eliyle özgürlüklerinden yoksun bırakılan yüzlerce bebek ve çocuk için “daha iyi bir alternatif “ olmayacaktır.

Bir insanı hapsetmenin, kapatmanın, kapatarak ehlileştirmenin iyi bir hali yoktur, olamaz. Olabilecek en iyi hal, kapatılanın bebekler ya da çocuklar değil, kapatılanın topyekün hapishaneler olduğu haldir.

 

Merve Arkun

[email protected]

Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 50. sayısında yayınlanmıştır. 

The post Yalınayak: Bir Çocuğun Tutsak Yaşamı – Merve Arkun appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>
https://meydan1.org/2019/06/15/yalinayak-bir-cocugun-tutsak-yasami-merve-arkun/feed/ 0
Anarşist Teori ve Pratik Tartışmaları (4) Hapishaneler ve Suç- Alexander Berkman https://meydan1.org/2017/11/14/anarsist-teori-ve-pratik-tartismalari-4-hapishaneler-ve-suc-alexander-berkman/ https://meydan1.org/2017/11/14/anarsist-teori-ve-pratik-tartismalari-4-hapishaneler-ve-suc-alexander-berkman/#respond Tue, 14 Nov 2017 16:46:04 +0000 https://test.meydan.org/2017/11/14/anarsist-teori-ve-pratik-tartismalari-4-hapishaneler-ve-suc-alexander-berkman/   Geçtiğimiz sayıda “Suç ve Ceza” başlığı altında Kropotkin’in hapishaneler, suçlu psikolojisi ve intikam üzerine incelemelerini aktardığı yazısını sizlerle paylaşmıştık. Kropotkin, hapishanelerin kendi varoluş iddiasıyla çeliştiği, insanlar arasında gelişmiş anti-sosyal davranışları engellemeye çalışırken yeni suçlar ürettiğini, yeni anti-sosyal davranışlar yarattığını söylüyordu. Anarşizmin ideolojik karakterini oluşturan başlıca çözümlemelerden biri olan bu “kapatılma’nın işlevsizliği” görüşü, birazdan okuyacağınız […]

The post Anarşist Teori ve Pratik Tartışmaları (4) Hapishaneler ve Suç- Alexander Berkman appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>
 

Geçtiğimiz sayıda “Suç ve Ceza” başlığı altında Kropotkin’in hapishaneler, suçlu psikolojisi ve intikam üzerine incelemelerini aktardığı yazısını sizlerle paylaşmıştık. Kropotkin, hapishanelerin kendi varoluş iddiasıyla çeliştiği, insanlar arasında gelişmiş anti-sosyal davranışları engellemeye çalışırken yeni suçlar ürettiğini, yeni anti-sosyal davranışlar yarattığını söylüyordu.

Anarşizmin ideolojik karakterini oluşturan başlıca çözümlemelerden biri olan bu “kapatılma’nın işlevsizliği” görüşü, birazdan okuyacağınız metinde paylaşılan bir düşünce. Bunun yanında Alexander Berkman; cezalandırma ve toplumsal tecrit arasındaki ilişki, bir kurum olarak hapishaneye alternatif olarak sunulan ıslahevlerinin, cezalandırma ve koruma işlevlerini sürdürmesi üzerinden söz konusu tartışmayı daha da derinleştiriyor.

Benzer şekilde intikam ruhu ve bunun çeşitli toplumlardaki gelişimini örneklerle zenginleştiren Berkman’ın yazısınının günümüz mücadelelerini anlama ve yorumlama sürecine katkısı olacağını düşünüyoruz.

Emma Goldman’ın editörlüğünü yaptığı Mother Earth dergisinin Ağustos 1906’da yayınlanan 6. sayısından alıntılayarak çevirdiğimiz bu metnin, tartıştığı başlıkları üzerine farklı anarşist düşünürlerin yazılarını yayınlamaya devam edeceğiz.

 


Modern hayırseverlik, ceza infaz kurumları repertuarına yeni bir rol biçti. Önceden hapishanelerin sözde gerekliliği, sadece cezalandırıcı ve koruyucu özelliklerine dayandırılırken, bugün daha da önemli olduğu iddia edilen yeni bir işlev, bu kurumlarda somutlaştı: Islah. Dolayısıyla artık bu üç amaç – ıslah, ceza ve koruma – zorunlu fiziksel kısıtlamayla, kişiyi belirsiz bir süre boyunca, az ya da çok yalnızlaştıran bir kapatılma yoluyla elde edilmeye çalışılıyor.

Toplum, kendi güvenliğini sağlamak için suçlular olarak adlandırılan belirli unsurları hapsederek toplumsal yaşama katılmalarına engel olmaktadır. Suçlunun bu geçici tecridi, hapishanelerin koruyucu rolünü oluşturur. Tamamen olumsuz karakterdeki bu koruma topluma fayda sağlar mı? Koruma sağlar mı?

Gelin bunun bazı sonuçlarını inceleyelim. İlk olarak hapishanelerin söz konusu cezalandırıcı ve ıslah edici aşamalarını araştıralım.

Toplumsal bir kurum olarak cezanın kökeni iki kaynağa dayanır; Birincisi, insanın ahlaki bir özne olduğu ve bu yüzden, compos mentis (aklı başında) olduğu sürece davranışlarından sorumlu olduğu varsayımı ve ikincisi, intikam ruhuyla istenilen kısasa kısas. Şimdilik, insanın özgür iradesi konusundaki tartışmalı meseleyi bir kenara bırakıp ikinci kaynağı analiz edelim.

İntikam ruhu, tümüyle hayvani bir eğilimdir ve görece fiziksel gelişimin belli bir derece zeka ile birleştiği durumlarda kendini görünür kılar. İlkel insan, yaşadığı çevrenin koşulları gereği, kendi kişiliğini ya da çıkarlarını tehlikeye sokan hayvan ya da insan saldırgana karşı içgüdüsel, kendini dayatma ya da koruma arzusunu yerine getirirken, tabiri caizse yasayı kendi eline almak zorundadır. Kendini koruma içgüdüsünden doğan ve yaşam mücadelesinde gelişen bu eğilim, vahşi insanda neredeyse kökenindeki içgüdüler kadar yaşamsal, ikinci bir içgüdü haline gelmiştir ve hatta kimi zaman onun acımasızlığı kendini koruma sınırlarını geçebiliyor.

Hayvanlar bile, intikam ruhuna sahiptir. Tutsak filler, açıkça gözlendiği gibi onları baskılamaya çalışan izleyicilerden intikam almak için buldukları yaratıcı yöntemler ile bilinir. Aynı şekilde köpekler ve çeşitli diğer hayvanlarda da çoğu zaman intikam ruhu görülür. Ancak intikam ruhu, zihinsel gelişiminin belirli bir aşamasında insanda en belirgin karakterine ulaşmıştır. Vahşi ve yarı uygar ırklar arasında birinin yanlışlarından -gerçekten ya da sembolik bir şekilde- kişisel olarak intikam almak; bireyin yaşamında çok önemli bir rol oynar. Onlarla birlikte intikam, en yaşamsal mesele olarak, çoğunlukla dinsel fanatizm karakterini alır. Özellikle bu kutsal görev babadan oğula, nesilden nesile aktarılır; ta ki hakaret suçlunun ya da onun soyundan birinin kanıyla temizlenene kadar. Çoğu zaman bütün bir kabile birleşerek, akrabasının ölümünün intikamını düşman komşudan almak isteyen üyesine yardım eder ve faile öldürücü darbeyi vurmak her zaman yanlış yapılanın ayrıcalığıdır.

Eski kan-davası ruhu, bazı Avrupa ülkelerinde dahi hala çok güçlüdür. Kafkasya’daki yarı-vahşiler, Güney İtalya, Korsika ve Sicilya köylüleri arasında kişisel intikamın bu biçimi hala uygulanmaktadır; bazılarında, örneğin Çerkezlerde açık bir şekilde; Korsikalılar gibi diğerlerinde ise gizlilik içinde bir güvenlik arayışıyla. Bizim sözde aydınlanmış ülkelerimizde dahi yeminli, sonsuz düşmanlığın kişisel intikam ruhu hala varlığını sürdürüyor. Güney Avrupa ülkelerinde çok yaygın olan Mafya tipi gizli örgütler bu ruhun tezahürü değil de nedir? Ve (yumrukla ya da silahla yapılan) düellonun temeli, bu doğrudan intikam ruhu, gerçek bir hakaret, yaralamaya ya da yeltenmeye karşı kişisel intikam isteği, düşmanın kanını dökmek pahasına olsa bile aynı temizleme isteği değil midir? Öfkeli erkeği, “onurunu ve mutluluğunu çalanın” hayatına kastetmeye iten bu ruhtur. Yaslı ebeveynlerinin intikamını arayan öfkeli ayak takımını, genç bir dul kadını ve sarsılmış bir çocuğu, linç kanunu zulmüne ulaştıran işte bu intikam ruhudur.

Bununla birlikte toplumsal gelişim, doğrudan ve kişisel intikam uygulamasını kontrol etme ve ortadan kaldırma eğilimindedir. Sözde uygar toplumlarda birey, kural olarak, yapılan yanlışlardan kişisel olarak intikam almaz. Bu yöndeki “haklarını” devlete devretmiştir ve devletin “görevlerinden” biri de vatandaşların yaptıkları yanlışlardan intikam almak için onların kabahatli tarafları cezalandırmak olmuştur. Böylece, toplumsal bir kurum olarak cezalandırmanın, intikam almanın başka bir biçimi olduğunu; devletin vatandaş için yegane yasal intikamcı haline geldiğini ve aynı barbarlık ruhunun bu kurumun içinde örtülü halde var olmaya devam ettiğini görüyoruz. Devletin cezalandırma güçlerinin dayanağı (teorik olarak) örgütlü bir toplumda “herhangi birine verilen zararın herkesi ilgilendirmesi” ilkesidir, zarar verilen vatandaşın kişiliğinde, bir bütün olarak topluma saldırılmıştır. Suçlu, öfkelenen toplumun ondan intikam alması için cezalandırılmalı, “yasanın görkemi doğrulanmalıdır”. Öfkelenen toplumun intikamını almak için suçlu cezalandırılmalı, “Yasanın görkemi temize çıkarılmalı”. Cezalandırmanın işlenen suç için yeterli olması ilkesi, cezalandırma kurumunun gerçek karakterini daha da açık bir şekilde göstermektedir: Eski Ahit’in “göze göz, dişe diş” ruhu gözler önüne serilir —neredeyse tüm sözde uygar ülkelerde bu ruhun hala canlı olduğunun ispatı ölüm cezasıdır: kana kan. “Suçlu”, işlediği suç için değil, bunun yerine toplumun gördüğü şekliyle, doğasına, koşullarına ve karakterine göre cezalandırılmaktadır. Başka bir deyişle cezanın niteliği, yerel intikam ruhunun yoğunluğunu dengeleyecek özel bir şekilde hesaplanır.

Öyleyse bu, cezanın doğasıdır. Ancak, söylemesi garip -ya da doğal, belki de- ceza infaz sisteminin ulaştığı sonuçlar, amaçlanan hedeflerin tam tersini ortaya çıkarmaktadır. “Uygar” intikamın modern biçimi, mecazi anlamda, tek bir vatandaşın düşmanını öldürür, ancak onun yerine toplumun düşmanını üretir. Devletin tutsağı, artık zarar verdiği kişiyi düşmanı olarak görmez; tıpkı vahşinin yaptığı gibi, onun gazabından korkar ve haksızlığın hesabını sormaktan korkar. Bunun yerine, doğrudan cezalandırıcısı olarak devleti görür; yasanın temsilcilerinde kendi kişisel düşmanlarını görür. Öfkesini besler ve intikamın yabani düşünceleri aklını doldurur. Yaşadığı talihsizliğin doğrudan sorumlusu olan kişilere karşı nefreti -tutuklayan memur, gardiyan, savcı, hakim ve jüri- git gide genişler ve makus talihine yenilir, toplumun tamamına düşman olur. Bu nedenle, ceza infaz kurumları bir yandan tutsak edildikleri süre boyunca toplumu tutsaklardan korurken, diğer yandan topluma karşı nefret ve düşmanlık tohumları ekerler.

Özgürlüğünden, haklarından ve hayatın zevklerinden yoksun bırakılan; iyi ve kötü tüm doğal dürtüleri bastırılan; hakaretlere maruz kalan, sert ve çoğunlukla insanlık dışı şiddet yöntemleriyle disipline edilen, cezalandırılan; nefret ettiği üniformalı zalimler tarafından kötü muamele gören, iyi niyeti suistimal edilen; tamamen umutsuzluğa düşen genç tutsağın doğmuş olmasına, onu dünyaya getiren kadına ve acılarından sorumlu olan herkese duyduğu öfke, gözlerinden okunur. Gördüğü muamele ve hapishanede tanık olmak zorunda kaldığı iğrenç manzaralar sebebiyle gittikçe acımasızlaşır. O zaman kadar kaybetmediği insanlığı, “disiplin”le ortadan kaldırılır. Güçsüz öfkesi ve karamsarlığı herkese ve her şeye karşı bir nefrete dönüşür. Yoksulluk içindeki yıllar gelip geçtikçe umutsuzluğu daha fazla yoğunlaşır. Dertlerini düşündükçe intikam arzusu yoğunlaşır, belki de o zamana kadar netleşmemiş olan eğilimleri, giderek değişmez bir saplantı haline gelen, güçlü anti-sosyal isteklere evrilir. Onu dışlayan toplum; artık onun doğal düşmanıdır. Kimse ona iyilik ya da merhamet göstermediği için; o da dünyaya karşı acımasız olacaktır.

Sonra serbest bırakılır. Eski arkadaşları onu reddeder; Artık eş dost arasında saygınlığı kalmamıştır. Toplum, eski tutsağı suçlar; ona aşağılama, alay ve tiksintiyle bakılır, ona güvenilmez ve taciz edilir. Hiç parası yoktur, bu “ahlaki cüzzamlıya” kimse yardım etmez. Sosyal bir İsmail’e(1) dönüşmüştür ve herkes ona sırtını dönmektedir, sonra o da herkese sırtını dönmeye başlar.

Hapishanelerin cezalandırıcı ve koruyucu işlevleri böylelikle kendi amaçlarına ulaşmalarını engeller. Yaptıkları yararsız olmaktan da öte kötüdür. Toplumun en acil yararına karşı kesinlikle olumsuz ve tamamen zararlıdır.

Ceza infaz kurumlarının ıslah aşaması da daha iyi değildir. Tüm hapishanelerin cezalandırıcı karakteri, (çalışma kampları, cezaevleri, devlet hapishaneleri) onların ıslah edilebilme olasılığını ortadan kaldırmaktadır. Tutsakların, suçlarının göreceli karakteri göz önünde bulundurulmadan rastgele yerleştirilmesi, hapishaneleri gerçek birer suç ve ahlaksızlık okullarına dönüştürür.

Aynı şey ıslahevleri için de geçerlidir. Özellikle ıslah için tasarlanan bu kurumlar, kural olarak en berbat yozlaşmayı üretirler. Sebebi açıktır. Sıradan hapishanelerden hiçbir farkı olmayan ıslahevleri, fiziksel kısıtlamalar uygular ve sadece cezalandırıcı kurumlardır. Cezalandırma fikrinin kendisi gerçek ıslahı engeller. Gönüllülükle ortaya çıkmayan, olası sonuçlara ve cezalandırmaya duyulan korku ile yaratılan ıslah süreci, gerçek bir ıslah olmaz; onun esaslarından yoksundur ve kişi korkularını yendiğinde ya da kişi geçici olarak onlardan kurtulduğunda, sahte ıslahın etkisi buhar gibi kaybolur. Yalnızca sevecenlik gerçekten reformcudur, ancak bu nitelik hem genç hem de yaşlı tutsaklara yapılan muamelenin hiçbir yerinde yoktur.

Bir süre önce on üç yaşında bir çocuğun hikayesini okudum. Aralıksız üç hafta boyunca, gece gündüz zincirlenen çocuğun işlediği korkunç suç, Yoksul Çocuklar Evi’nden kaçmaya çalışmaktan ibaretti (Home for Indigent Children, Westchester, N.Y., Weeks davası, Müdür Pierce, 1895 Noeli). Bu olayın o kurum için ne olağanüstü bir yanı vardı ne de cezalandırıcı bir özelliği. Amerika Birleşik Devletleri’nde talihsiz tutuklulara; kaba dayak ya da işkencenin yapılmadığı, deli gömleği giydirilmeyen, hücre hapsi ve “azaltılmış” diyetin (yarı açlık) uygulanmadığı tek bir hapishane ya da ıslahevi yoktur. Islahevleri, kural olarak, ünlü Brockway (Elmira, N.Y.) “ikna araçlarını” kullanmazlar, ancak bazılarında dayak uygulanmaktadır ve açlık ile zindan hepsine ait kalıcı bir özelliktir.

Islahevlerinin ceza niteliği ve küçümseyici etkisinin, gençleri zihinlerindeki özgürlük ve eğlenceden yoksun bırakması bir yana, bu kurumlarda kurulan ilişkiler çoğunlukla herhangi bir ıslahı engellemektedir. Tutsakları suçlarının ağırlığına göre sınıflandırmayı ve buna göre farklı yaklaşımlar ve uygun refakat gerektiren Islahevlerinde dahi bu sınıflandırmaya yönelik herhangi bir girişimde bulunulmaz. Çünkü bu da farklı yaklaşım şekilleri ve yoldaşlığa elverişli koşullar gerektirir. Sözde ıslah okullarında ve yatakhanelerinde -5 ila 25 yaş arasındaki- her yaştan çocuk aynı ıslahevinde tutulur, çeşitli işlerde çalıştırılmak, eğitim ve dini tören amaçlarıyla bir araya toplanırlar, oyun alanlarında karışırlar ve yurtlarda ilişki kurarlar. Tutsaklar çoğunlukla yaşlarına ya da itibarlarına göre sınıflandırılır, ancak göreceli yetersizliklerine hiç dikkat edilmemektedir. Bu yöntemlerin absürtlüğü adeta akıllara ziyandır. Dur ve düşün. Muhtemelen kötü ilişkilerinin bir sonucunda genç suçlu, seçkin bir ahlaksızlık çeşitliliği içerisine konur ve ıslah olması beklenir! Ve ülkenin anne babaları bu çılgınlık türünü sakince izler, ya doğrudan destekler, ya da sessizlikleriyle devletin yeni suçlular yaratma çalışmasını onaylar ve teşvik ederler. Ancak insan doğası böyledir, zifiri karanlık olmasına rağmen gündüz olduğuna yemin ederiz; eski credo quia absurdum est (saçma olduğu için inanıyorum) ruhu.

Ancak yine de suça batanların masum yoldaşları üzerindeki etkileri üzerinde durmak, bunu büyütmek gereksizdir. Ayrıca, ıslahevlerinin iyileştirici olduğu iddiası üzerine de daha fazla tartışmaya gerek yoktur. ABD’deki erkek tutsak nüfusunun %60’ının “Islahevleri”nden çıkma olduğu gerçeği, bize bu iddiaların geçersiz olduğunu kesin olarak kanıtlamaktadır. Nadir de olsa, genç tutsakların gerçekten ıslah olduğu durumlar ise hiçbir şekilde hapis cezasının ya da cezalandırıcı kısıtlamaların “yararlı” etkisi nedeniyle değil, bireyin doğuştan gelen gücüyle alakalıdır.

Kuşkusuz, insanlığın kaderinde en önemli rolü üstlenmekle birlikte, modern toplumun çeşitli “kazanımları” arasında başka hiçbir kurum yoktur ki, ceza kurumlarından daha erişilemez bir başarısızlık sergilediğini kanıtlamış olsun. Bu kurumların ayakta tutulması için “uygar” dünya her yıl milyonlarca dolar harcıyor ve bir sonraki yıl her seferinde iyileştirmeler için ek ödenekler alınmasına rağmen ortaya çıkan sonuç, kuruluş amaçlarını ilerletmek yerine geriye çekme eğilimi gösteriyor.

Hapishanelerin bakımı için harcanan yıllık para, Mars gezegeninin devlet tahvillerine yatırılsa ya da Atlantik Okyanusu’nun derinliklerine gömülse, aynı miktarda kazanç ve az zarar getirir. Cezalandırmanın hiçbir miktarı, hapishanenin içindeki ve dışındaki koşullar insanları suça yönlendirmeye devam ettiği sürece, suçun önüne geçemez.


1) İbrahimi dinlerce tanınmış bir peygamber olan İsmail, babası İbrahim tarafından tanrıya kurban olarak sunulmuştur. Sonrasında annesi Hacer’in etkisiyle sürgüne gönderilmiş, bütün dünya sürgünlerini temsil eden sembolik bir figür haline gelmiştir.

 

Metnin orjinali:

www.theanarchistlibrary.org/library/alexander-berkman-prisons-and-crime


Alexander Berkman

Çeviri: Zeynel Çuhadar

Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 41. sayısında yayınlanmıştır.

The post Anarşist Teori ve Pratik Tartışmaları (4) Hapishaneler ve Suç- Alexander Berkman appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>
https://meydan1.org/2017/11/14/anarsist-teori-ve-pratik-tartismalari-4-hapishaneler-ve-suc-alexander-berkman/feed/ 0
” ‘Pembe Cezaevleri’ Devletin Trans Politikası ” – Nergis Şen https://meydan1.org/2014/12/19/pembe-cezaevleri-devletin-trans-politikasi-nergis-sen/ https://meydan1.org/2014/12/19/pembe-cezaevleri-devletin-trans-politikasi-nergis-sen/#respond Fri, 19 Dec 2014 12:03:00 +0000 https://test.meydan.org/2014/12/19/pembe-cezaevleri-devletin-trans-politikasi-nergis-sen/ Adalet Bakanı Bekir Bozdağ, geçtiğimiz Nisan ayında LGBT bireylere mahsus bir “Müstakil Cezaevi” projesinin sürdürüldüğünü açıklamış, yeni bir gündem yaratmıştı.   Günümüzde hapishanelerde tecrit içinde tecrit yaşayan LGBTİ bireyler için bu projenin bir nebze olsun rahatlama olacağını, mesela kadın ve erkek koğuşlarında kalamayan transların tek kişilik hücrelerde tutulduğunu ve havalandırmaya bile diğer tutsaklarla beraber çıkamadıklarını […]

The post ” ‘Pembe Cezaevleri’ Devletin Trans Politikası ” – Nergis Şen appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>

Adalet Bakanı Bekir Bozdağ, geçtiğimiz Nisan ayında LGBT bireylere mahsus bir “Müstakil Cezaevi” projesinin sürdürüldüğünü açıklamış, yeni bir gündem yaratmıştı.

 

Günümüzde hapishanelerde tecrit içinde tecrit yaşayan LGBTİ bireyler için bu projenin bir nebze olsun rahatlama olacağını, mesela kadın ve erkek koğuşlarında kalamayan transların tek kişilik hücrelerde tutulduğunu ve havalandırmaya bile diğer tutsaklarla beraber çıkamadıklarını söyleyerek savunanlar kadar; bu projenin LGBTİ bireylere yönelik -zaten her alanda var olan- ötekileştirmeyi ve yalnızlaştırmayı pekiştireceğini söyleyerek karşı çıkanlar olmuştu. On binlerce kişinin katıldığı anketleri, projeye olumlu bakanlar bir kafa boyu farkla (yaklaşık %4) önde tamamlamıştı. Aylar geçti…

Pembe Hapishane

Kasım ayında Adalet Bakanı Bekir Bozdağ, İzmir’in Aliağa ilçesinde “Türkiye’nin ilk trans kadın cezaevi”nin kurulacağını açıkladı. Adalet Bakanlığı tarafından hazırlanan, şu anda meclis alt komisyonunda bulunan tasarının onaylanmasının an meselesi olduğunu söyledi.

Bir önceki hükümet döneminde Kadın ve Aileden Sorumlu Devlet Bakanı’nın bile “Eşcinsellik hastalıktır” dediği devlet, ne oldu da bir anda transları pek düşünür hale geldi, “pembe cezaevi” açmaya karar verdi? Translara ayrı hapishane kurulmasıyla hapishanelerdeki fiziksel – psikolojik – cinsel istismarın önüne geçileceğine gerçekten inanıyor ya da inandırabileceklerini düşünüyorlar mı?

Tam 14 yıl önce, yılın bu vakitlerinde devlet tarafından “Hayata Dönüş Operasyonu” adıyla gerçekleştirilmiş hapishane katliamlarının anısı hala tazeyken; pembe hapishane “Translara Tedavi Operasyonu” yapılmayacağının garantisini kim verecek mesela?

Bu “trans açılımı”nın altından ne çıkacak?

Hapishaneler, tutsaklık, kapatılma yeterince olumsuz olsa da, altından başka bir pisliğin daha çıkacağına emin olduğumuz projenin konuşulduğu günlerde, bir de yasa çıktı. “Aliağa’da açılacak olan hapishaneyi dolduracak kadar trans tutsak var mı bu topraklarda?” sorusunu kendine soran devlet, cevabı olumluya çevirmenin yolunu buldu. Yeni çıkan “hayasızca hareketler yasası”yla, birçok transı rahatlıkla kapatacak bahaneler bulabilecek. Yeni hapishane için yeni yasa çıkartıldı yani bir nevi. Suçlar yaratıldı, hapishaneler planlandı, translar tanındı. Yeni bir “suçlu profili” yaratıldı, işlem tamam.

Bir dönemin Kemal Sunal filmlerinden aşina olduğumuz bir hikâye vardır. Mekan Kürdistan’ın ücra bir köyü, zaman özellikle 80 öncesi. Köylüler devletin köye gelmesini isterler. Devlet demek, elektrik- su demek; hastane, okul, yol demektir ne de olsa. Sonra bir gün devlet gelir. Ardından askerlik kâğıtları, vergi borçları, faturalar, yükümlülükler… Devlet köyü tanır, ama hayrına tanımaz.

İzmir’de kurulacak olan hapishaneyle, devlet, yıllardır yok saydığı, katlettiği transları bir nevi “tanıdı”. Hapishanelerde uğradıkları ötekileştirmeyi “gidermek” için translara özel bir hapishane tasarladı. Tıpkı Kemal Sunal filminde olduğu gibi, devlet bu kez de transları tanıdı, ama hayrına tanımadı .

Adalet Bakanı Bekir Bozdağ, geçtiğimiz Nisan ayında LGBT bireylere mahsus bir “Müstakil Cezaevi” projesinin sürdürüldüğünü açıklamış, yeni bir gündem yaratmıştı.

 

Nergis Şen

[email protected]

Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 23. sayısında yayımlanmıştır.

The post ” ‘Pembe Cezaevleri’ Devletin Trans Politikası ” – Nergis Şen appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>
https://meydan1.org/2014/12/19/pembe-cezaevleri-devletin-trans-politikasi-nergis-sen/feed/ 0