The post Kapitalizmin Kutlu Yılbaşısı appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>Yule’dan Noel’e.
İsa’dan önce yüzyıllardır kutlanan Yule bayramı, İsa’dan sonra 300’lü yıllarda Christmas bayramına dönüşmüştür. Roma’nın pagan tanrısı Saturn’ün kutsandığı Yule Germen asıllı paganlar tarafından gerçekleştirilen bir kış bayramıdır. Kış gün dönümünde düzenlenen bayram 12 gün boyunca sürdürülen bir hediyeleşme ve eğlence zamanıydı. En uzun gecenin ardından, gündüzlerin uzamaya başladığı astronomik hareketin toplumdaki etkisi…
Güneş ve ay tutulmalarını tanrısal zanneden toplumlar gece ile gündüz arasında gerçekleşen “savaşın” güneş (tanrısı) tarafından kazanılmasını da tanrısal olarak yorumlamışlardır. İsa’nın gelmesinden 300 sene sonrasında Bizans’ta kuvvetlenen Christian – Hıristyan yani vaftiz edilmiş insanlar İsa’nın doğumu kutlamak isterler. İlk hiristyan imparator olarak namlanan 1.Konstantin bu isteği paganların Yule’u ile birleştirir. Dördüncü yüzyıldan itibaren beraber kutlanan bu ikili bayram git gide değişir. Yule seyrelirken Christmas,yani İsa’nın doğumu ise kutlamalarda git gide kuvvetlenmiştir.
Noel Keltçe kökenli bir kelimedir ve kendisiyle tarihte ondördüncü yüzyılda karşılaşırız. Noio ve Hel kelimelerinin birleşimiyle oluşmuştur. Anlamı yeni gün(eş)tir; yani yine güneş ile karşı karşıyayız. Kelt mitolojisinde güneş tanrısı Belenus’dur.
Ve kutsal krallardan Oak yine kutsal kral Holly’e yenilmiştir. Holly güneşli günlerin sembolüdür. Bu iki kutsal kralın savaşı da Aralık ayındadır. Ayrıca yunan mitolojisinde ise güneş tanrısının adı Helios’tur.
Her şey astronomik mi?
Astronomide 21 Aralık en uzun gecedir. Paganlarda ise 22 aralık haftası güneş tanrılarının bayramıdır, hıristiyanlar için İsa bu hafta doğmuştur. İsa’nın doğum tarihi, doğumunun üzerinden 300 sene sonra Birinci İznik Konsülü’nde konuşulmuş ve kararlaştırılmıştır Christmas. İlk hıristiyan imparator Konstantin, İsa’nın doğumunu güneş tanrısı Satürn’ün Yule bayramıyla birleştirmiştir.
İsa’nın doğumundan önce yüzlerce yıldır yapılan bu bayramla Yule bayramının benzeri bir çok bayram başka başka toplumlarda kutlanmaktadır. Çünkü kutlanan tanrı değil bütün toplumsal yaşamı etkileyen artan ışık ve azalan karanlıktır, bekletilen tohumların ekiminin ve hasatının erken habercisidir. Yaşamın bereketinin, yavaşlayan ekonomik ve sosyal yaşamın hızının artmasıdır.
Her şey astronomik.
Dünyanın yer ekseninin ekliptik düzleme 23 derece 27 dakika (23° 27′) eğik olması sebebiyle güneş ışığının gelme açısıyla ilişkili olarak Kuzey Yarımküre’de günler uzamaya, Güney Yarımküre’de ise azalmaya başlar. Tarihin güneylilerce değil de kuzeylilerce yazıldığını düşünürsek yazılan tanrıların Kuzey yarımküre tanrısı olması da kaçınılmazdır. Astronominin yanı sıra Kuzey yarımkürenin karasallığının Güney yarımküre karasallığından fazla olması, bir coğrafya bilgisi olarak bize Kuzeyde daha çok tanrının olmasını açıklar.
Ne Christmas Ne Noel Ne Yule; Artık tüm bayramlar kapitalizmindir.
Fransızca’dan Türkçe’ye geçen Noel kelimesinin anlamı “dünya dili” İngilizce’de Christmas’dır. Bu coğrafyada ‘Noel’ yeniyıl, yılbaşı gibi kelimeleri karşılamakatadır. Ve dünyaca Nicola diye bilinen Noel Baba da Noel Baba’dır. Noel baba figürü ise ilk defa Coca Cola tarafından bir reklamda kullanılmıştır. Beyaz ve kırmızı renklerinin kullanıldığı Noel Baba figürü bu reklamla popülerleşmişti ve tün dünyada da bu renklerle kullanılır.
İsa toplumlarca, astronomiden ve coğrafyadan etkilenerek yaratılmış her tanrıyı yenmiştir. Kapitalizm ise, her tanrıyı yenen tek tanrının oğlu İsa’yı bile tüketerek bugün tanrıların 22 Aralık haftasını tüketim haftasına dönüştürmüştür.
Binlerce yıldır kutlanan bu haftadan günümüze kalabilecek tek şey ise karşılıksız sevgi ve saygının bir göstergesi olabilecek bir hediye olmalıdır. Tabi bu hediye, duygularımızla ve ellerimizle yapacağımız karşılıksız bir hediye olmalıdır.
Kapitalizm de tüm tanrılar da isteklerinin karşılanmasını ister ve en önemlisi bunların sorgusuz sualsizce kabullenilmesidir. Ve bu adaletsizliğin kendisidir. Adalet tanrılarda ve tanrılaşan sistemlerde değil, kendimizdedir.
Emircan Kunuk
The post Kapitalizmin Kutlu Yılbaşısı appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post 12 Eylül Devlettir, 12 Eylül Kapitalizmdir appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>Yaşadığımız coğrafyada toplumun siyasi, ekonomik ve sosyal olarak değişimine neden olan 12 Eylül Darbesi’nin üzerinden 40 yıl geçti. 12 Eylül 1980 Darbesi, 1970’lerin özellikle ikinci yarısından itibaren yükselişe geçen devrimci sokak muhalefetini bastırmak ve ekonomik olarak da devletin kapitalist karakterini küresel anlamda esen neo-liberalizm rüzgarına entegre etmek gibi bir “işlevsellik” taşıyordu. Bu bağlamda 12 Eylül’ü, aynı yılın 24 Ocak tarihinde ilan edilen, ekonomik anlamda yapısal dönüşüm sağlayan kararlardan ve o kararın “mimarlarından” Turgut Özal ile onun temsil ettiği, şu anda da iktidarda bulunan, kendilerini de devamcısı addettikleri siyasi gelenekten ayrı düşünemeyiz. Dolayısıyla 12 Eylül, sadece askeri bir kliğin iktidarı ele geçirmesi değil, “sivil siyasette de” uzantıları olan ve toplumu siyasi, sosyal ve ekonomik anlamda “dönüştürmeye” odaklı bir darbedir.
12 Eylül’ün bu askeri ve “sivil” bileşenlerinin dışında, mevcut muhafazakar iktidarın güç tahkimini ve “yol temizliğini” kolaylaştıran, dış politika bağlamında bir başka faktörün de -bir başka söylemle fırsatın- altı çizilmeli. Dönemin Soğuk Savaş koşulları içinde düşünülmesi gereken bu “fırsatın” dinamiklerinden biri, ABD’nin SSCB ve komünizm tehdidine karşı devletlerin muhafazakar yapılarını güçlendirmeyi hedefleyen ve “Yeşil Kuşak Doktrini” olarak adlandırılan projesiydi. 1979’daki SSCB işgali sonrası ABD’nin ilk olarak Afganistan’da hayata geçirdiği bu proje, 12 Eylül Darbecileri için son derece kullanışlı oldu, askeri yönetim dönemi sonrası da istisnasız tüm iktidarlar için geçerliydi.
Bölgesel iktidar değişiklikleri bağlamında ise 12 Eylül’ü “çağıran” bir diğer gelişme 1979’da İran’da ABD’nin Ortadoğu’daki en önemli müttefiki olan Şah Rejimi’nin devrilmesiydi. Afganistan ve İran’dan sonra bölgede bir diğer önemli müttefiki kaybetme kaygısı yerini, 1974’teki Kıbrıs işgali ile başlayan ambargonun sessiz sedasız bitirilmesi ve nihayetinde 12 Eylül’ün ilk saatlerinde darbenin Washington’a “our boys did it- bizim çocuklar başardı” şeklinde müjdelenmesine bıraktı.
12 Eylül 1980’de gerçekleştirilen askeri darbe, 24 Ocak 1980’de ilan edilen yol haritasını eksiksiz bir biçimde uygulamak gibi bir hedefe sahipti. Ancak bu “hedefi” gerçekleştirmek için yaşanan grevleri, direnişleri, fabrika işgallerini ve bütün bu devrimci dinamiği harekete geçiren toplumsal örgütlenmeyi ortadan kaldırmak gerekiyordu. Darbenin, devrimcilere yönelik idamlar, hapis cezaları, işkenceler şeklinde tezahür eden bilindik “rakamsal” sonuçlarının dışındaki asıl bakiyesi ise -günümüzde x,y,z kuşağı gibi tanımlamalarla da karşılanan ve dönemsel olarak başarılı olduğu söylenebilecek- toplumun depolitizasyonu oldu. Ancak 12 Eylül’ün murad ettiği depolitizasyonun 1987-88 öğrenci direnişleri, işçilerin sokaklara çıktığı ve 1990’daki Zonguldak Madenci Grevi-Ankara Yürüyüşü ile devamını getirdikleri 1989 Bahar Eylemleri, 1980’lerin ikinci yarısında yükselişe geçen Kürt Özgürlük Mücadelesi, devletin yasakladığı her 1 Mayıs ve Newroz’da alanlara çıkılarak, günümüze gelindiğinde de Gezi Direnişi gibi toplumsal ve tarihsel kesitlerde tıkandığı görüldü.
İçinden geçtiğimiz süreçte ise 12 Eylül Darbesi’ni gerçekleştiren ya da darbeyi zımnen destekleyen kimi aktörleri hoşnut edecek gelişmeler gündemden düşmüyor. Korona Krizi’nin başında, devletin en tepesindeki ismin patronlara yönelik “yüzünüz gülüyor” komplimanları, dönemin patron örgütü TİSK Başkanı Halit Narin’in 12 Eylül’ü selamladığı “şimdi gülme sırası bizde” şeklindeki coşkusunun 40 yıl sonraki güncellenmiş hali. Benzer şekilde aynı “tepe ismin” patronlara, OHAL sayesinde grevleri engelleme icraatlarını duyurması da zihinlerdeki tazeliğini koruyor. Diğer taraftan darbenin “mağdurları” arasında gösterilen MHP’lilerin o dönem 12 Eylül’ü “fikri iktidarda kendisi zindanda” şeklinde tanımladığını hatırladığımızda, aradan geçen 40 yılın MHP’ye fikren ve bedenen bir iktidar bahşettiğini görüyoruz.
Aradan geçen 40 yılda Kürtler açısından devlet baskısı anlamında değişen çok fazla bir şeyin olmadığı ise sembolik anlatımı güçlü bir cümlede özetlenebilir: “Kamber Ateş nasılsın?”. Dönemin Kürt siyasi tutsağı Kamber Ateş’in hapishane görüşüne gelen annesinin ezberleyebildiği tek Türkçe cümle olan ve görüş boyunca defalarca tekrarlanan “Kamber Ateş nasılsın?” sözleriyle 12 Eylül, Kürtlere sadece ve sadece Türkçe konuşmayı dayatmıştı. Aradan geçen 40 yılda, kayyum atanan belediyelerdeki Kürtçe tabelaların, park ve meydan adlarının değiştirilmesi, mahkeme tutanaklarına geçen “bilinmeyen bir dil” ibareleri aslında 40 yıl öncesi ile sınırlı olmayan inkar politikasının bugün de devam ettiğini gösteriyor.
Ancak tüm baskılarına rağmen darbeler, ezilenlerin örgütlenme ve mücadelelerini tamamen bitiremiyor. Gerçekleşen her darbe sonrası, orta ya da uzak bir zaman diliminde yükselişe geçen mücadeleler, toplumdaki mücadele dinamiklerinin darbelerle tümden ortadan kaldırılamayacağını gösterdi. İçinden geçtiğimiz süreçte de bu genel doğrunun altını çizmek gerek. 12 Eylül mirasçısı mevcut iktidar, ilan edilmiş ya da fiili OHAL’ler ile bu dinamikleri ve bu dinamiklerin harekete geçme potansiyelini ortadan kaldırdığını düşünedursun, devletin ortadan kaldıramadığı bu toplumsal dinamikler çatlakları derinleştiriyor ve iktidarın içinde bulunduğu krizi perçinliyor.
Emrah Tekin
The post 12 Eylül Devlettir, 12 Eylül Kapitalizmdir appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post Kropotkin ve Gençliğe Çağrısı appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>Küreselleşmeyle neoliberal politikaların olumsuz etkilerinin ve milliyetçi muhafazakar ideolojilerin yükseldiği bir dönemde savaşı, nefreti ve yenilmişliği değil de paylaşma, dayanışma, yerellik, doğrudan eylem, doğrudan demokrasi ve özörgütlenme gibi kavramlarla yol alan bir teori ve pratik olan anarşizm, toplumsal yaşamı dönüştürmede giderek daha da büyük bir ihtiyaç haline geliyor. Çünkü anarşizm iktidarlı, bürokratik sistemlerin hantal düşünme biçimleri yerine yaratıcı pratiklerin içinde yeşermesine imkan sağlayarak sorunlara karşı temelden çözümün ipuçlarını veriyor.
Bugün anarşizmi düşünebilmemizi, konuşabilmemizi ve eyleyebilmemizi sağlayan büyük bir gelenek var. Bu geleneği bugünden bakarak anlayabilmek ve yorumlayabilmek, bu coğrafyada yaratılmakta olan anarşist gelenek için de önemli. Anarşizmin felsefesini ve örgütlülüğünü pekiştiren her bir kişinin önemli olduğunu düşünmek, yaşamıyla ve düşünceleriyle bugüne kadar ulaşan anarşist yoldaşlardan biri olan Kropotkin’i de anlamayı gerektiriyor.
Ayrıca sosyolojiden biyolojiye ekolojiden etiğe pek çok alanda yaşanan, doğayı ve toplumsalı anlayıp yorumlama çabalarının eksikliği, çok yönlü bir düşünür olan Kropotkin’e yüzümüzü dönmemizle sonuçlanıyor.
Kalemi kuvvetli bir bilim insanı olduğu kadar önemli bir politik ajitatör ve eylem insanı olan Kropotkin’in düşünceleriyle uyumlu pratikleri, yazdığı yazılara da yansıyor. Özellikle 20. yüzyılın ikinci yarısından sonra artan gençlik hareketlerini ve günümüzde toplumsal hareketlerin halihazırda en dinamik kesimlerinden biri olan gençlik mücadelesini göz önünde bulundurursak, Kropotkin’in belki de içinden geçtiğimiz günleri öngörürcesine 1880’de yazdığı, -bilimsel toplumsal analizleri de içinde barındıran ajitatif metni- “Gençliğe Çağrı” büyük bir önem kazanıyor.
Gençlik mücadelesinin yaratıcı özelliği ile anarşist hareketin yaratıcı ve dönüştürücü doğal özelliğinin yakından ilişkili olduğunu iddia etmemizi sağlayacak bir metin olarak Gençliğe Çağrı bugün, biriken ve giderek büyüyen sorunlara karşı mücadeleye çağrıyı yinelediği ve mücadelenin yolunun tam ve doğru bir şekilde belirlemek gerektiğini anlatması sebebiyle önemli hale geliyor.
Kropotkin’i ve çağrısı anlamak için yayınladığımız bu yazıda doğal olarak Kropotkin’i, yaşamını, düşüncelerini, Kropotkin’in yazı dilini, çevirisini, kullandığı kavramları ve metnin edebi yönünün yanı sıra, çağrıda değindiği önemli noktaları da ele alacağız.
Evrimci Bir Devrimci Anarşist: P.A. Kropotkin’in Yaşamı
Kısaca aktaracak olursak, 1842-1921 yılları arasında yaşamış devrimci anarşist Kropotkin coğrafya, biyoloji, etik ve jeoloji alanlarında çalışmalar yapmış, devrimci anarşist düşünür ve bir eylem insanı.
Kropotkin, Rusya’da, soylu bir ailenin oğlu olarak doğdu. Soylu çocukların yetiştiği okuldan sonra Çar I. Nikola’nın dikkatini çekerek askeri akademiye girdi. Ardından Çar II. Alexander’ın 1863’teki Polonya Ayaklanması’nı bastırması üzerine çarlık düzenine karşı ilk eleştirileri başladı. Rus narodnik hareketinden olan Herzen’den etkilendi.
Kropotkin askeri okula hiçbir zaman ilgi duymadı. Askeri derslerden ziyade fizik, kimya, matematik ve coğrafya dersleriyle ilgilenerek kendisini bu yönde geliştirdi. Bu sebeplerden kaynaklı 1862’de Sibirya’da görev yapmak istediğini söyleyerek oraya gitti.
Kropotkin kayıkla, vapurla, atla ve yaya olarak toplam 70.000 kilometre yol katetti. Adı sanı olmayan halkların devletten uzak bir ortamda karşılıklı yardımlaşma ve dayanışma içinde yaşadıklarını fark etti. Devletin faaliyetinin toplumsal yaşamı desteklemekten ziyade engelleme olduğunu düşündü ve doğal afetlerin yoğunluğuna, çetin iklim koşulları ve yiyecek sıkıntısına rağmen küçük topluluklarda yaşayan insanların birbirleriyle gerçekleştirdiği dayanışmanın şehir ve devlet otoritesinin olduğu alanlara göre çok daha fazla olduğunu deneyimledi. Eklem bacaklılardan insanlara toplumsal anlamda iç içe ve uyumlu yaşayan, birbirleriyle dayanışma içinde olan toplulukların hayatta kalmaya yatkın olduğunu, barış içinde yaşadıklarını ve gelişkin etik değerlerinin olduğunu gördü.
Sadece evrime ve beşeri coğrafyaya yönelmedi, Alexander von Humboldt’un yanlış gösterdiği dağ kuşaklarını düzeltti ve Rus Coğrafya Derneği başta olmak üzere çeşitli dergilerde yazılar yayımladı.
Fiziksel coğrafyayı ve beşeri coğrafyayı birlikte analiz etme fırsatı bulduğu yolculuğu, “Geçmişte üzerine titrediğim devlet disiplinine olan inancımı Sibirya’da kaybettim. Artık anarşist olmaya hazırdım.” sözünün alt yapısı oluştu.
1867’de ordudan ayrılarak St. Petersburg’a dönen Kropotkin, Coğrafya Topluluğu için çalışmalar yaptı. Bu dönemde pek çok konuda okumalar yaparak kendini geliştirdi.
Paris Komünü’nün haberini aldığında heyecanlanan Kropotkin, Komün hakkında “Bu bir toplumsal devrimin habercisi; gelecek devrimlerin başlangıç noktası” diyerek Avrupa’ya gitmeyi düşündü. 1872’de, insanlar dünyanın her yerinde adaletsizliklerle karşı karşıyayken ve halklar mücadele ediyorken bilim yapmanın lüks olduğunu, doğrudan politik mücadele içerisinde olmanın gerekliliğini düşünüp Avrupa’ya geçti. Özgürlükçü sosyalistlerin, anarşistlerin Avrupa’daki hareket noktası haline gelmeye başlayan İsviçre’deki Jura Federasyonu’nu ziyaret edip, onlarla yakınlaştı. “Saat yapımcıları ile bir hafta geçirdikten sonra görüşlerim berraklaştı. Artık bir anarşisttim.” diyerek Jura Federasyonu’nun politik görüşlerinden, örgütlü ve anarşist pratiklerinden etkilendiğini belirtti.
Jura macerasının ardından Kropotkin, Rusya’ya, memleketine politik mücadele vermek için geri döndü. Narodnik hareketlerle tanıştı, 1873’te ilk politik bildirisini yazdı. Politik faaliyetler gerçekleştirdiği için 1874’te tutuklandı. Okumalarına hapishanede zor da olsa devam etmeyi başardı. Hapishanede geçirdiği seneler boyunca deneyimledikleri, onun hapishanelere ve cezalandırma sistemine karşı nefretini oluşturdu.
1876’da hapishane hastanesinde iken yoldaşlarının desteği ile kaçtı. Onun bu kaçışı Tomasello’nun Erdemin Kökenleri adlı kitabında mükemmel bir karşılıklı yardımlaşma örneği olarak anlatıldı.
Hapishaneden kaçırıldıktan sonra İskoçya, İngiltere ve oradan da İsviçre’ye geçti, 5 yıl burada mücadele etti. İsviçre’de kaldığı süreçte kendisi gibi devrimci anarşist bir coğrafyacı Reclus ile tanıştı. Onunla coğrafya çalışmaları yaptı. Reclus için ayrıca parantez açmak gerekir çünkü Reclus Paris Komünü’nde bizzat yer almış, devrimci hareketin içinde mücadele vermiş biri ve toplumsal ekoloji kavramının ve alanının oluşmasında önemli bir etkiye sahip toplumsal coğrafya kavramını ve anlayışını ortaya koymuş; insanın doğanın bir parçası olduğunu anlatan önemli bir coğrafyacıydı. Reclus’nün Nouvelle Géographie Universelle (Yeni Evrensel Coğrafya) adlı eserinin Sibirya ve Rusya Asyası’nı konu alan altıncı cildine İsviçre’de geçirdiği yıllarda Kropotkin’in de çok büyük katkısı oldu. Kropotkin’le Reclus’nün radikal coğrafya geleneğine olan katkısı, son dönemdeki canlanmaya kadar hep göz ardı edildi.
Kropotkin 1879’da Le Revolte (İsyan) gazetesinin kurulmasına katkı sağladı. 1882’de İkinci Enternasyonal’e katılmak üzereyken, Lyon’da yakalanıp tutuklandı. Dayanışma gösterdiği kadar önemli dayanışmalar da gören Kropotkin’e bir başka büyük dayanışma yine hapishanedeyken geldi. 1885’de hapishanede yazdığı yazıların yoldaşları tarafından bir araya getirilmesi sonucu Bir İsyancının Sözleri kitabı yayınlandı. Geliri Kropotkin’e dayanışma olarak gönderildi.
Rusya ve Fransa’daki hapishane günlerinden sonra hapishane ve ceza sistemini eleştiren Rus ve Fransız Hapishaneleri’nde kitabını yazdı. Modern hapishane sisteminin kritiğini, hapishanelerin rehabilite etmekten çok insanları kapatarak suçu yeniden ürettiğini Foucault’dan yıllar önce dile getirdi.
1886’da Victor Hugo ve evrim konusunda en çok tartıştığı Spencer gibi ünlü yazar ve düşünürlerin de içinde olduğu büyük toplumsal baskı nedeniyle serbest bırakıldı.
1886’da Londra’ya yerleşen Kropotkin, bu dönemde yüzlerce makale yazdı, bilimsel çalışmalarıyla giderek ün kazandı. Kraliyet Coğrafya Derneği’nin verdiği ziyafette kralın şerefine kadeh kaldırmadı, yine bu yıllarda Cambridge Üniversitesi coğrafya profesörlüğü ünvanını reddetti.
Eylemle propagandanın doğrudan bir eylemcisi değildi; daha çok “Tek bir gözü kara eylem koca devi zangır zangır titretmeye yetiyorsa; birlikte, umudu ete kemiğe büründürür gibi bir araya geldiğimizde, neden dizlerinin üzerine çökertmeyelim ki?” şeklinde düşünüyordu.
Fakat kralların, başkanların, imparatorların anarşistlerin suikastleri eylemleri yoluyla öldürülmeleri eylemlerine cephe de almadı. “Bireyler suçlu görülemezler. Çünkü dehşet verici koşullar, onları bu eylemlere sürükledi” dedi.
Devrim fikrinin yaşam bulması gerektiğine inanıyordu, devrimi evrim kadar insan toplumunun doğasına uygun buluyordu.
1890’ların sonuna doğru okyanusun ötesine geçti; Kanada ve ABD’de birçok konferans verdi, konuşmalar gerçekleştirdi. Bu dönem Kropotkin’in düşünsel anlamda büyük gelişimler gösterdiği, kitaplar yazdığı, dünyanın dört bir yanında değer gördüğü yıllar oldu.
Nasıl ki Kropotkin askerlik mesleğini bırakmış, Sibirya’dan dönmüş, orada edindiği deneyimler çerçevesinde kendisini geliştirdiği, bilimsel çalışmalar yaptığı esnada dünyada vuku bulan devrimci, büyük toplumsal dönüşümlerden etkinerek o hareketlere destek vermek için yaptığı çalışmalarını bıraktıysa; 1917’de de Rusya’da bir devrim olduğuna dair haberler aldığında da hiç düşünmeden yeteneğini, devrimin hizmetine sunmak için memleketinin yolunu tuttu. Fakat Rusya’ya büyük bir heyecanla gelen Kropotkin’in karşılaştığı devrim, umduğu gibi değildi. Gerçekleşen devrimin gidişatıyla ilgili olarak Lenin’le görüşmesine, defalarca ona taleplerini ve kaygılarını dile getirdiği mektuplar yazmasına rağmen görüşleri dikkate alınmadı.
Kropotkin Şubat 1921’de Rusya’da, -yaşlılığının da etkisiyle çabaları yetersiz kalınca bilimsel çalışmalarına devam ederken- Etik kitabını yazdığı süreçte yaşamını yitirdi. Kitabın ikinci cildi tamamlanamadan kaldı. Kropotkin’in cenaze töreni ise anarşistlerin Rusya’da kalabalık olarak yaptığı son eylem oldu. Bu tören sadece ünlü bir devrimci anarşiste son veda değil aynı zamanda devrimci dahi olsa tüm iktidarların yozlaşacağına ve devrime ihanet edeceğine yönelik büyük anarşist ilkenin bir kez daha haykırıldığı ve tüm iktidarlara karşı mücadelenin bitmeyeceğini gösteren büyük bir gövde gösterisiydi. Bu dönemden sonra da kimi anarşistler baskı altında tutuldu, hapishanelere gönderildi; kimileri de katledildi.
Kropotkin’in Önemli Eserleri
Yaşamını yitirse de yazdıklarıyla devrimci anarşist hareketler ve toplumsal eleştirel düşünceler tarihine nefes vermeye devam edecek olan Kropotkin’i, düşünceleriyle de anlamak gerekmektedir. Yaşamı boyunca farklı dillerde, yüzlerce makale ve birçok önemli kitap yazan Kropotkin’in temel düşüncelerini anlamada etkili olacak birkaç kitabından bahsetmek yeterli olacak diye düşünüyoruz.
Ekmeğin Fethi: Le Revolte dergisinde yayınlanan makalelerden ortaya çıkan Ekmeğin Fethi kitabı, anarşist komünizm ilkeleri üzerine bir toplumsal devrimin nasıl gerçekleştirileceğinin taslağını çizmeye çalışmaktadır. Uzmanlaşmaya, emeğin ücretlendirilmesine, kafa ve kol emeği ayrımının yapılmasına karşı “herkesten yeteneğine göre, herkese ihtiyacı kadar” ilkesini anlatmaya çalışılmıştır.
Tarlalar Fabrikalar Atölyeler: Bu kitapta Kropotkin üretim sürecinin desantralize edildiği bir biçim ve mekansallık kurgulamıştır. Ona göre merkeziyetçi üretimin sorunlarına karşı her bir birimin kendine yeter çeşitlenmiş üretimi, gereksiz pek çok harcamanın önüne geçecek ve herkes için gerçek “refah” ve “zenginlik” böylece yaşam bulacaktır.
Karşılıklı Yardımlaşma: Kropotkin’in ünlü bir evrimci ve bilim insanı olarak görülmesinde etkili olan Karşılıklı Yardımlaşma, eklem bacaklılardan modern insan toplumuna tüm topluluklar ve toplumlar içindeki ilişkinin doğasına inerek önemli tartışmalar açmıştır. Kropotkin’den önce hayvanlar arası karşılıklı yardımlaşma fikrini Goethe ve Kessler ileri sürse de bu fikrin tam ve detaylı bir şekilde ortaya çıkarılıp sistematikleştirilmesi Kropotkin ile olur. Kropotkin, Darwin’e karşı olarak değil evrim teorisinde bulunan “en güçlü şekilde adapte olan hayatta kalır” ilkesindeki güçlü olmayı “karşılıklı yardımlaşabilen türler” olarak yorumlamaktadır. Ayrıca bu teoride türlerin gelişimini sağlayan faktörün daha çok karşılıklı yardımlaşma olduğuna inanan Kropotkin, en toplumsal türün hayatta kalmasının daha mümkün olduğunu savunmaktadır. Evrimin en önemli faktörü olarak karşılıklı yardımlaşma teorisi, devletsizliği savunan anarşist düşüncelerin toplumsal yaşamın hangi ilkeler çerçevesinde ve nasıl örgütleneceğine dair en önemli dayanaklarından birisidir.
Etik: Karşılıklı yardımlaşma, toplumsallık ve adalet kavramlarından hareketle geliştirdiği gerçekçi, yeni bir ahlak felsefesi anlatımını yaptığı kitapta Kropotkin, evrimsel süreçte edindiğimiz toplumsal ilişki kurma yetimizi ahlaki davranışımızın kökeni olarak ilan etmektedir. Ve tümüyle bizi bu ilişki kurma biçimine iten doğanın, ilk etik öğretmemiz olduğunu söylemektedir. Toplumsal yaşamın bir türün fiziksel ve zihinsel gelişiminin yanı sıra etik alanında da gelişimine fırsat yaratacağını açıklamaktadır. Fakat bu anlayışıyla Kropotkin bundan önce yapılan toplumsal ahlak tanımlamalarının da dışına çıkmaktadır: “Ahlakçıların hep uygulamak istedikleri o hakkı reddediyoruz, tek tek bireyleri bir ideal adına sakatlamayı.”
Kropotkin’in Günümüzdeki Önemi
Anarşizmin bilimsel temellendirmelerle ilişkili bir toplumsal dönüşüm teorisi olarak görülmesinde katkıları olan Kropotkin’in, doğayı ve toplumları incelerken önemli bilgi sistematikleri kurduğunu iddia etmek yerinde olacaktır. Doğanın ve toplumun gelişimini, evrimini ele alırken ve bilim yaparkenki determinist olmayan, bütünsel bakış açısı hala canlı ve geçerliliği olan düşüncelerinin varlığının nedenidir.
Bugün Kropotkin’in düşüncelerinin yeniden önem kazanmasının ve özellikle sosyal bilimlerde yeniden canlanmasının nedeni de bahsettiğimiz yöntemsel özelliğinden kaynaklanmaktadır. Devletli komünizme dair öngörülerinde ortaya çıkan sonuçlar onun siyasi öngörülerini sağlamlaştırırken, karşılıklı yardımlaşmanın güçlü ilkeleri antropolojiden radikal coğrafyaya, davranışsal psikolojiden etiğe pek çok alandaki bilimsel öngörüleri ve tezlerinin de canlı ve geçerli olduğunu kanıtlamıştır.
Kısacası Kropotkin mekanı, doğayı, coğrafyayı ve insan toplumunu beraber incelerken dikkate alınması gereken bir konumdadır.
Anarşist antropoloji ve arkeoloji geleneğinin “otorite uygulanmasıyla düşmüş olan toplumların ahlaki düzeyini yükseltmek için özgür komünizm kurumlarına olan inancımızı tarihten alıyoruz.” şeklindeki söylemleri bu alanda Kropotkin’in ismini geçerli kılıyorsa, Tomasello’nun “İnsan Ahlakının Doğal Tarihi” ve Mat Ridley’in “Erdemin Kökenleri” kitaplarındaki Kropotkin referansları da günümüzdeki davranışsal psikoloji ve insan bilimlerindeki Kropotkin etkisini bizlere göstermektedir. Ayrıca Simon Springer gibi günümüz anarşist coğrafyacıların da radikal coğrafya alanında Kropotkin ve Reclus’e yönelik referansları bu alanda da Kropotkin’i hatırlatmakta, onu güncel tartışmalara cevap verir olduğunu göstermektedir.
Bu coğrafyacılar Kropotkin’in “Coğrafya Nasıl Olmalıdır?” makalesindeki öngörüyü, geçerli ve güçlü söylemle yöntemi bize hatırlatmaktadır: “Coğrafya, insanlık için değeri olan duyguları yaratma yollarını sağlayan bir bilim olmalı; ırkçılığa, savaşa ve baskılara karşı mücadele etmeli; cehalet, haddini bilmezlik ve egoizmden doğan yalanları dağıtabilmelidir”.
Metne Geçmeden Önce: “Çeviren İhanet Edendir” –
Kropotkin’in Gençliğe Çağrı metnini daha iyi anlayabilmek için metnin daha önce Türkçe’ye yapılan çevirisi ve metnin dilini ele almak istedik.
“Traduttore Traditore”
İtalyanca konuşulan coğrafyalardan doğan bu söz, bugün bütün dillerde kendi anlamını var etmiştir.
Dil, en basit tabiriyle iletişimimizi sağlayan ve düşüncelerimizi, duygularımızı, hislerimizi karşı tarafa aktarmamızı sağlayan araçtır. Her düşünür, ideoloji, topluluk vs. dile ve içindeki kelimelere ayrı anlamlar yükler; haliyle kelimeleri ve dili dönüştürür. Bu sebeple çok fazla kavramı veya kavramları kendi anlamlarını aşarak kullanan düşünürlerin eserlerini çevirmek zahmetli ve zor bir süreçtir. Çünkü bu çevirileri yapabilmek için, çevirmenin kendi diline ve kaynağın diline hakim olmasının yanı sıra düşünürün dönüştürdüğü, yeniden anlam verdiği veya ürettiği kavramlara da aşina olması gerekir.
Yaşadığımız coğrafyada konuştuğumuz dile çevrilen çoğu anarşist eser, bu yetkinliklerden uzak bir şekilde çevrilmiştir. Kropotkin’in Gençliğe Çağrı’sı da ne yazık ki bir istisna değildir. Anarşist metinlere özgü ayrı bir çeviri sıkıntısı da şuradan gelmektedir; çoğunlukla eski otoriter sosyalizm destekçisi marksistlerin askeri darbe sonrası anarşizmi “keşfetmesi” ile başlatılan çeviri süreçlerinde, eski alışkanlıklarından ve kelime dağarcıklarından vazgeçmemeleridir. Bu hem anlamda kayma hem anarşistlerin kullandığı kavramları bilerek veya bilmeyerek tahrip etmeleri anlamına gelir.
Metnin çevirisinde gördüğümüz ve öne çıkan sıkıntıları iki ayrı kategoriye ayırabiliriz: Teknik ve içerik.
Teknik anlamda söylenecek şeylerin başında metnin dili geliyor. Çevirinin dili sürekli salınıyor, öz türkçe felsefi kavram kullanımından –bulunç bunun en öne çıkan örneklerindendi- hemen sonra Osmanlıca sayılabilecek kavramlar gözü ve kulağı tırmalıyor -eşhaş kelimesi-. Metnin diliyle ilgili bir diğer sıkıntı ise Fransızca’nın uzun cümle kurmaya elverişli yapısını Türkçe’nin uzun cümle yapısına uyarlanmadan direkt olarak çevrilmesidir.
Orijinal metinde olan bir cümlenin de Türkçe’ye çevrilirken “unutulduğunu” hatırlatmamız gerekiyor. Hem cümle yapısı hem kelime seçimleri tutarsız ve Türkçe’ye uyumsuz olduğundan, aslında çok sade ve heyecan dolu bir metin yerini okuması oldukça zor bir metne bırakmış.
Öncelikle metinde sıklıkla geçen “ruh” ve “yürek” sözcüklerinin iyi anlaşılabilmesi, metnin hakkıyla okunabilmesi için gerekli. Kropotkin’in kullandığı ruh kavramı, felsefede sıklıkla kullanılan, Hegelci bir “ruh” değildir. Kropotkin’in “ruh” kavramı, Aydınlanmacıların “akıl” kavramına benzer ve onu aşar. Her şeyi anlamlandırabilen “akıl”, Kropotkin’de düşüncenin soluk ışığından kurtularak, taraf seçme özelliğini/zorunluluğunu da kendine katarak “ruh”a dönüşür. Yürek ise coğrafyamızda da hakim olan anlamıyla yani cesaret ve tutkuyla eşdeğer kullanılmıştır.
Metnin yazıldığı dönemde “sosyalizm” kavramı henüz Marksistler tarafından işgal edilmemişti. Devrimler tarihinde görülen, Kronştadt’ın insan onuruna sığmayacak şekilde bastırılması, Mahnovist Kara Ordu’nun Kızıl Ordu tarafından arkasından vurulması, İberya devriminde bütün dünya faşistlerinin desteklediği Franco karşısında SSCB’nin tutumu gibi olayların hiçbiri henüz yaşanmamıştı. O zamanlar sosyalizm, içindeki bütün hatlarıyla toplumcu mücadeleyi anlatmak için kullanılıyordu. Kropotkin de bu hatları kabaca otoriter ve özgürlükçü olarak ikiye ayırırsak, sosyalizmi “özgürlükçü sosyalizm”i anlatmak için kullanıyor. Özgürlükçü sosyalizm, bugün hâlâ özellikle Avrupa kıtasında anarşizm ile eş anlamlı kullanılıyor. Metindeki sosyalizm gördüğünüz her yerin üstünü çizip yerine anarşizm yazıp okuyabilirsiniz, herhangi bir anlam karmaşası olmayacaktır.
Metinde vurgusu yapılsa da önemli kavramlardan biri olan “adalet”i tekrar etmekte fayda var. Adalet, günümüzde sıkça kullanılan hatta partilerin isimlerinde yer alan “adalet”ten farklıdır. Kropotkin’in “adalet”i, yasal olanla alakalı değildir. Çoğu zaman yasallık, adaletin değil tam tersine adaletsizliğin temelini oluşturur. Buradaki adalet, yasal olan değil insanın doğasına uygun olarak meşru olandır. Metinden örneklendirirsek yasa aksini söylese de grev yapan işçilerin yanında durmak adalettir.
Bahsedeceğimiz en son kavram, Kropotkin’in en önemli eserlerinden biri olan Ekmeğin Fethi’nin merkezini oluşturacak kadar değerli olan “ekmek”. Ekmek kavramını anlamak için tıpkı sosyalizm kavramı gibi o dönemin koşullarına hakim olmak gerekir. İş sahibi ve sağlıklı bir işçi kanını ve kemiğini verdiği işinden kazandığı parayla –ki çoğu zaman bu para ya geç gelir ya da gelmez- ailesini doyuramıyor. Ekmek o yüzden temel gıda malzemesi olarak bu aileleri hayatta tutmaya yarayan besinleri. Temel anlamının yanında “ekmek” karnının doyması, barınabilmek, korkmadan ve gelecekten endişe etmeden yaşamayı sağlayacak nesnel koşullar bütünü için de kullanılıyor.
Gençliğe Çağrı
Kropotkin, Gençliğe Çağrı metnini 1880 yılında kaleme alır. Kropotkin’in çok da genç olmadığı bir yaştan bahsediyorsak da onun, çağrısında yaşlı bir kişinin kendinden gençlere nasihat edermişçesine konuşmadığını baştan söylemek gerekir. Aksine, metni okuyan herkesin anlayacağı üzere Kropotkin gençlere seslenirken kendisi de gençtir ve bir gencin yüreğinde taşıdığı heyecanla başlar sözlerine. Bunu, okuduğumuz her bir cümlede görebilir, hatta hissedebiliriz. Ancak “Gençliğe Çağrı” yalnızca bizlerde uyandırdığı hislerle de sınırlı kalmaz, aynı zamanda Kropotkin’in yaşadığı döneme dair gözlemleriyle bezenen ve yüzyılı aşkın süredir geçerliliğini koruyan teorik bir metindir; çağrıya kulak vermenin bir önemi de buradadır. İçinde bulunduğu yüzyılı sarsmış birçok teorinin bile çöktüğü günümüzde “Gençliğe Çağrı” tespitlerdeki tutarlılığıyla ve sorun edindiği şeye ürettiği çözümlerle karşımızda durmaktadır.
Bu Çağrı Neden Gençliğe?
1800’lerin dünyasında “çağrı”nın önemli bir yeri vardır. Halkın ezildikçe ezildiği, ezenlerin ise ezilenlerin sırtından geçindiği bir yüzyılın sonunda devrimci mücadele dünyanın dört bir yanında yükselir ve devrimciler bütün ezilenleri, özellikle de işçileri, ezenler karşısında örgütlenmeye çağırır.
Kropotkin’in kaleme aldığı çağrı ise kendi yüzyılı içinde bile farklı bir karakter taşımaktadır. Kropotkin tüm ezilenlerin sesinden yükselen çağrıyı o dönem ezilmişliğiyle göz önünde olmayan, farklı bir kategori olarak pek görülmeyen gençlere yapmıştır. Çağrının neden gençlere yapıldığı ise metnin girişinde kendisini açık eder: “On sekiz ya da yirmi yaşında olduğunuzu, öğreniminizi ya da çıraklığınızı tamamladığınızı ve hayata henüz başlayacağınızı farz ediyorum. Sizi bastırmak için uydurulan batıl inançlardan arınmış bir aklınızın olduğunu, şeytandan korkmadığınızı, rahiplerin ve devlet adamlarının yalanlarını, boş laflarını dikkate almadığınızı varsayıyorum… Daha bu yaşta ne pahasına olursa olsun sadece kendi sefasını düşünen ve çürümekte olan toplumun yitip giden ürünleri olan züppelerden biri olmadığınızı, tersine yüreğinizi tam da olması gereken yere koyduğunuzu varsayıyor; bu nedenle sizinle konuşuyorum.”
Bu kısımda yer alan bir ifade önemlidir: “hayata henüz başlamak.” Kropotkin’in çağrısı gençleredir çünkü gençler devletin, patronların, dinin yalanlarıyla henüz çürütülmemiştir. Ancak aynı zamanda genç hayatın öyle bir noktasında durmaktadır ki bu nokta bir yol ayrımı anlamına gelir; ya kendisinden önce çürüyenler gibi yalanların bir parçası olarak, kendi çıkarlarını korumak adına ahlaki olarak çürüyecek ya da ne olursa olsun yaşamı boyunca karşılaştığı bütün yol ayrımlarında şimdi yaptığı gibi “adaletli” olanı seçecektir.
Kropotkin, yine metnin girişinde, “…yaşlılar (yürekte ve ruhta yaşlılar elbette) kendilerine hiçbir şey söylemeyecek bu satırlarla boş yere gözlerini yormaksızın bu kitabı bir yana bıraksınlar.” dediğinde de kastettiği ayrım budur. Kropotkin’in çağrısı yol ayrımında çürümeyi seçmiş, seçtiği yolda yürürken umutsuzluğa kapılarak “böyle gelmiş böyle gider”cilere değildir; çünkü onlar adaletsizlikleri görmemek için kendilerini kandırdıkları yalanlarla bu çağrıya da bir kılıf bulur ve yaşamlarını sürdürürler. Ona göre bu sözlerin ancak, ruhta ve yürekte genç olanlar için bir anlamı olabilir.
Kropotkin’in Düşüncesinde Yol Ayrımı
Çağrı metninin dayandığı temel, Kropotkin’in birçok kitabında bahsettiği temel düşüncelerden ayrı değildir. Hatta onlarla bütünlüklü halde düşünülünce esas anlamı ortaya çıkar.
Kropotkin, insanlık tarihinin iki farklı eğilimle şekillendiğini düşünür: Özgürlükçülük ve otoriteryenlik. Bu eğilim, yalnızca şartları belirleyen iktidarlar tarafından değil, kendi şartlarını oluşturma etkisine sahip bireyler tarafından da belirlenir. Metinden hareketle, bir meslek özgürlükçü eğilimle de otoriter eğilimle de gerçekleştirilebilmektedir. Kişi, elinde bulunan bir aracı adaleti sağlamak için de kullanabilir, adaletsizliği yol açmak için de… Kropotkin çağrı boyunca iyi bir edebiyatçı gibi betimlediği 1880’in sokaklarında ve evlerinde bu iki eğilim arasında bir karara varmak üzere şu soruyla karşımıza çıkar: “Pekâlâ, ne yapacaksınız?”
Pekala, Ne Yapacaksınız?
Gençliğe çağrı, iki farklı yaşamın içinde doğmuş çocukların gençlik dönemlerine dair varsayımlarla yazılır. İlki kendi ilgilerine, yeteneklerine yoğunlaşabileceği bir öğrenim görmüş, burjuva bir anne-babanın çocuğu olarak dünyaya gelmiş ve bulunduğu yol ayrımında sistemde “kafa emeği”ni icra edecek gençler. İkincisiyse yaşamını sürdürebilme gayesi sebebiyle hiçbir zaman kendisinin ilgilerine ve yeteneklerine yoğunlaşamamış, çocukluğundan itibaren hep çalışmak zorunda kalmış, işçi anne-babanın çocuğu olarak dünyaya gelmiş ve bulunduğu yol ayrımında sistemde “kol emeği”ni icra edecek gençler. Kropotkin birbirinin zıt kutuplarında, birbirinden apayrı görünen iki yaşamı aynı soruda bir araya getirir.
Metin boyunca farklı sokaklarda, farklı üniformaların içinde, farklı uğraşlar arasında buluruz kendimizi. Kropotkin varsayımlar üzerine kurduğu örneklendirmeleri iyi bir betimlemeyle, dönemin toplumsal yapısına ve ruhuna ayna tutacak şekilde yazmıştır.
İlk varsayımı doktorlar üzerinedir. Diyelim ki doktorsunuz… “Günün birinde iş tulumlu bir adam, bir hastayı görmeniz için sizin yanınıza gelecek ve sizi -karşılıklı komşuların gelip geçenin başları üzerinden neredeyse el ele değebildikleri- o daracık sokaklardan birine götürecek. Işığı titrek bir lambayla aydınlanan boğucu bir ortama gireceksiniz. Oldukça pis haldeki iki, üç, dört, beş kat merdiven çıktıktan sonra hasta kadını, soğuk ve karanlık bir odada, kirli bir paçavranın kapladığı bir paletin üstünde uzanmış halde bulacaksınız. Soluk, morarmış çocuklar ince giysilerinin içinde titreyerek oturuyor, gözlerini dört açmış bakıyorlar. Kadının eşi, hayatı boyunca ne olursa olsun günde on iki on üç saat çalışmış, son üç aydırsa işsiz.”
Paragrafın devamında betimlenen ev karşımıza “Peki şimdi ne yapacaksın?” sorusuyla çıkar. Bu sorunun nedeni ise açıktır. Hasta kadının hastalık sebebi yaşadığı yoksul hayattır ve muhtemelen yapılacak herhangi bir teşhis, önerilecek herhangi bir ilaç, yazılacak herhangi bir reçete onu sağlığına asla kavuşturamaz. Onu hasta eden şartlar var olduğu sürece, hastalık da var olacaktır. Üstelik bu ev, bir doktor için gittiği birçok evden yalnızca birisidir. Yoksulların hastalıklarına şahit olduğu gibi zenginlerin de “milyonda bir görülen” hastalıklarına şahit olacak ve bu iki yaşam arasındaki adaletsizliği gözlerini bağlamadıysa fark edecektir.
Bir başka varsayım, hukukçular içindir. Diyelim ki hukukçusunuz: “İşte bir diğer olay… Günün birinde adamın biri Paris’te bir kasabın çevresinde dolanıp durmakta. Derken bifteği kaptığı gibi kaçmaya koyulur. Lakin adam yakalanır, sorgulanır. İşsiz biri olduğu ve ailesinin dört gündür yiyecek hiçbir şeyinin olmadığı öğrenilir. Kasaptan adamı bırakması ve şikâyetçi olmaması istenir; ne var ki kasap ille de adaletin tecellisini ister. İşsiz hakkında dava açılır ve işsiz 6 ay hapse mahkûm edilir. Ne yaparsınız ki şu kör Themis bunu böyle istiyor işte. Ve bilinciniz -benzeri mahkumiyetlere her gün karar verildiğini görerek- bu topluma ve bu yasaya karşı isyan etmeyecek, öyle mi?!”
Bu örnek Kropotkin’in bu bölümde verdiği üç örnekten biridir. Örneklerin her birinde genç hukukçuya yasanın adalet demek olmadığını göstermeye çalışır. Aksine devletin ve hukukun her zaman güçlü olanı koruduğunu, adaletsizlik demek olduğunu gözler önüne serer. Gerçekten de verdiği her bir örnekte yasanın suçlu ilan ettiği kimseler, ezilenler olur. Köylü ve toprak ağasının çatışmasında köylü, işçi ve patronun çatışmasında işçi, işsiz ve zengin çatışmasında işsiz olmuştur. Kropotkin’e göre bunlar bir tesadüf değildir elbette. Genç bir hukukçunun karşısındaki soru onun seçeceği yolu belirleyecektir: Peki şimdi ne yapacaksın?
Yasanın adalet demek olmadığını görürken, yasaları çiğnemek pahasına -bu mesleği edinirken söylediğin gibi- “adaletin” peşinden mi gideceksin? Yoksa adaletsiz olduğunu bildiğin halde herkes gibi yasalara uyarak ezilenlere “suçlu” olduklarını mı anlatacaksın?
Benzer şekilde mühendislere de seslenir Kropotkin. Bir demiryolu yapımını örnek verir, kendimizi bütün enerjimizle o yol çalışmasının içinde bir parça olarak buluruz. Ancak yol çalışması bittiğinde demiryolundan geçen araçların devletin silahlarını taşıdığını, savaş araçlarının geçmesi için yolu yaptığımızı görmüş oluruz.
Kropotkin’in varsayımda bulunduğu bu üç alan diğer alanlardan bir yönüyle farklı denebilir. Çünkü tıp ve hukuk, ezilenlerin yaşamında doğrudan yeri olan iki alandır. Mühendislik ise ezilenlerin yaşam alanlarını yok ederek ezenler için yaşam alanı var edebilmektedir. Buraların içine girildiğinde ezen ile ezilen arasındaki adaletsizliğin nasıl da sürüp gittiği gözler önündedir. Ancak sonraki iki varsayımında durum farklılaşır. Ezilenlerin yaşamına doğrudan teması olmayan iki alandaki gençlere seslenir Kropotkin. Bu alanlardan ilki bilim, ikincisi sanattır. İlk olarak genç bilim insanına seslenerek, ustaca bir benzetmeyle, ona ne için bu alanda çalışmayı seçtiğini sorar: “Gökbilimci, fizikçi ve kimyacı gibi kendimizi saf bilime verelim. Bunlar sadece gelecek nesiller için verimli işlerdir. Bu, doğanın gizemlerinin incelenmesinin ve düşünsel yeteneklerimizin kullanılmasının bize verecekleri -kuşkusuz çok büyük- bir haz olmayacak mı düpedüz?.. O zaman ben de yaşamını hoşça geçirmek gayesiyle bilimi kendine iş edinen bilgini, bir ayyaştan, o da doğrudan hazzı aramaktan başka bir şey yapmayan ve bunu şarap kadehinde bulan bir sarhoştan neyin ayırdığını soracağım size… Bilge, hazlarının kaynağını kuşkusuz daha iyi seçmiş, zira kaynağı ona daha yoğun ve uzun süreli hazlar sağlıyor, hepsi bu! Her ikisi de, bilge de ayyaş da, aynı bencil amacı, kişisel haz amacını güdüyorlar.”
Bu benzetme, Kropotkin’in alaycı tavrını da ortaya koyar. Metni okurken onun genç birisi için fazlaca acımasız bir üslubu olduğunu düşünürüz. Öyle ki bilimi uğraş edinmiş bir gençle ayyaşı aynı kefeye koyması bizi rahatsız edebilir. Burada Kropotkin’in bunu özellikle tercih ettiğini söylemek yerindedir. Acımasız şekilde alaya aldığı, hatta küçümsediği, sivri biçimde eleştirdiği şey bencillik ve iki yüzlülüktür. Ona göre adaletsizliği yaratanlar yalnızca kendi çıkarları ve hayatı peşinde koşanlardır. Onlar, gördükleri adaletsizlikleri görmemek için kendilerini safsatalarla kandıranlardır. Benzetmenin hemen ardından konuşmayı farklı yönde sürdürür: “Fakat hayır, istediğiniz bu bencil yaşam değil. Bilim için çalışmaktan insanlık için çalışmayı anlıyorsunuz.” der.
Bununla da kalmaz, Kropotkin’in düşüncesinde yalnızca kişinin “iyi” bir amaçla yola koyulmuş olması yetmemektedir. Aynı zamanda içinde bulunulan durumun da sorgulanması ve ondaki “kötü” yanların da ortaya konması gerekir. Kropotkin’e göre insanlığa hizmet etmek için bilimle uğraşmaya kalkışan her kimse, yalnızca kendisini kandırmakla yetinmiş olacaktır. Bilim insanının önünde sorular ardışık olarak sıralanır. Yüce bir istekle hizmet ettiğimiz “insanlık” nedir?
Kropotkin insanlığa hizmet için bilimle uğraşacak gençlere cevabı vermekte gecikmez. Bilim çevrelerinde pek kabul gören, meşhur “insanlık” dedikleri şey, gerçekte toplumun onda birinden başka bir şey değildir. Çünkü sistem öyle bir haldedir ki bilgiye ulaşmak, bilgi üretmek, bilgiyi işlemek yalnızca bir grup azınlığın eline kalmıştır. Üstelik bu azınlığın ürettiği hiçbir bilgi, ezilenlerin yaşamında daha fazla sömürü dışında bir anlam da taşımaz. Kropotkin bu bölümde çok fazla örnek verir ve dahası etrafına dikkatlice bakan herkes için örneklerin sınırsız olduğunu söyler. Bilginin herkes için erişilemez olduğunu görmemek için gözlerimizin bağlanmış olması gerekir.
“Peki öyleyse ne yapacaksın?” sorusu tekrar karşımıza çıkmış olur. Bilgi üretmemekte midir çözüm? Kropotkin yine cevabı vermekte hızlı davranır: “Şu anda söz konusu olan, bilimsel gerçekleri ve keşifleri üst üste yığıp biriktirmek değil artık. Önemli olan, bilim tarafından kazandırılmış gerçekleri yaymak, onları hayata geçirmek ve onlardan ortak bir alan oluşturmaktır her şeyden önce. Önemli olan, bunu herkesin, bütün insanlığın onları özümsemeye ve uygulamaya yetenekli hale geleceği biçimde yapmaktır, bilim artık bir lüks olmaktan çıkmalı ve herkesin yaşamının bir temeli haline gelmelidir. Adalet bunu böyle gerektiriyor.”
Bilim insanlarıyla benzer bir yerden ele aldığı “sanatçı” varsayımına geçelim. Diyelim ki sanatçısınız: Kropotkin sanatı ele alırken onda bulunan ruha dikkat çeker. Bu ruh, yaratıcı ruhtur ve özgürdür. Sanatçı ise bu özgür ve yaratıcı eylemi gerçekleştirmesi yönüyle ondaki özellikleri barındırır. Ancak sanat, bayağılaşmakta ve yozlaşmaktadır. Sadece kendisi değil, sanatçı da bu yozlaşmanın ve bayağılaşmanın kurbanı olur. Özgür olmayan bir toplumda, özgür olmayan bir sanatçının, sanatını özgürce gerçekleştirmesi de beklenemez. Kropotkin onlara da şöyle seslenir: “…Fakat yüreğiniz insanlığınkiyle beraber çarpıyorsa ve gerçek bir şair olarak yaşamı duymak için bir kulağınız varsa o zaman çevrenizde dalga dalga kabaran şu acılar okyanusunun karşısında … duracak ve güzelin, soylunun kısacası yaşamın gelecek uğruna, insanlık ve adalet uğruna mücadele edenlerin yani ezilenlerin yanında saf tutacaksınız!”
Düşüncede ve Eylemde Tutarlı Olmak
Kropotkin doktorlara, hukukçulara, mühendislere, bilim insanlarına, sanatçılara seslenirken her bir uğraş için farklı örneklerle karşılaşmış olsak da hepsinin birbiriyle kurduğu teması görmek, çağrıyı anlamak için faydalıdır. “Gençliğe Çağrı” daha çok toplumdan bireye doğru şekillenen, yönelen bir metindir. Toplumsal ilişki biçimleri, sistemler, adaletsizlikler, yozlaşma gözlemlenmiş ve bireyin tüm bunlar içinde nasıl bir konumda kendisini var edeceği tartışılıyordur. Ancak hem örneklerin birbiriyle temas kurduğu hem de Kropotkin’in dikkat çektiği bir nokta daha vardır: Düşüncede ve eylemde tutarlılık.
Kropotkin bu noktayı, bireyle alakalı bir mesele olarak karşımıza koyar. Dikkatle okunduğunda “Pekala, ne yapacaksın?” sorusu da yalnızca toplum içinde bireyin nasıl konumlanacağına dair bir soru olmaktan çıkar. “Birey olarak kendini nasıl tamamlayacaksın?” sorusuna yakınlaşır.
Kropotkin’in düşüncesinde birey bütünlüklü olmalıdır. Bu bütünlüğün sağlanması ise bireyin düşündüğü şekilde eylemesiyle mümkündür. Her bir örnekte Kropotkin gençlere adaletsizliğin açığa çıktığı yerleri işaret etmiştir, haliyle metni okuyan bir genç artık adaletsizlikleri fark eder durumdadır. Çünkü yaşanan bir durumu adaletsiz olarak nitelemek, onun adaletsiz olduğuna karar vermiş olmak, bu şekilde düşünmüş olmak demektir. Bu, bir tür lanetlenmedir denilebilir. Çünkü bireyin zihninde yer eden bu düşünce ona yönelik bir eylemde bulunmasını da gerektirir. Bu eylem hiç değilse, adaletsizliğin “kötü” olduğunu varsayan bir zihnin adaletsizlik yapmamasındadır, adaletli olmasındadır.
Bu tabi ki kolay değildir. Kropotkin’e göre safsatalarla kendisini kandırmış, kendi çıkarları peşinde koşan hiç kimse bu bütünlüğe erişememektedir. Ancak bu, aynı zamanda, herkesin istediğinde gerçekleştirebileceği bir bütünlüktür. Yalnızca istemek ve göze almak gerekir. Bu yolun kolay olmadığının, düşünce ve eylemde tutarlı olanların devlet tarafından nasıl da tehlike olarak görüldüğünün o da farkındadır. Bunu en iyi şekilde, öğretmen varsayımıyla anlatabiliriz: “Herkes için yaygın, geniş ve insanca eğitim isteyecek, ama bunun bugünkü koşullarda ne okulda ne okul dışında olanaksız olduğunu görerek burjuva toplumun bizzat temellerine saldıracak, bu temelleri eleştireceksiniz. O zaman bakanlık tarafından açığa alınmış olacağınızdan, okulu terk edecek ve gelip aramıza katılacaksınız; bizimle birlikte bilginin çekiciliğini, insanlığın olması gereken halini ve ne olabileceğini, yetişkin ama sizden daha az bilgili insanlara anlatacaksınız. Bugünkü düzenin eşit, dayanışma ve özgürlük yönünde eksiksiz dönüşümünde sosyalistlerle birlikte çalışmaya başlayacaksınız.”
Eylemin Düşünceyle Uyumlu Olduğu Bir İş
Kropotkin metnin bu kısmına kadar halen cevaplanmamış bir soru olduğunu bilir. Bu soru, çağrıya kulak vermekle beraber nasıl bir yol izleyeceğini bilmeyen kişinin sorusudur. Haklı da bir sorudur. Çünkü Kropotkin buraya kadar, bugüne dek görmediğimiz, görsek dahi üzerine kafa yormadığımız, kendimizi bir parçası olarak görmediğimiz “adaletsizlik”i açıkça ortaya koymakla yetinir. Bireyin düşüncede ve eylemde bütünlüklü olması bile karşılaşacağı zorluklarla beraber düşünüldüğünde bazılarımız için oldukça soyut kalabilir. Bu noktada Kropotkin lafı fazla uzatmaya niyeti olmadığını belirterek “eylemin düşünceyle uyumlu olduğu bir iş” önerir bizlere. Bu iş, tabi ki devrimci olmakla tamamlanabilir. Metnin devamında devrimci olmanın adaletsizlikler karşısında adaletin safını tutmak; iktidarın karşısına halk olarak dikilmek ve iktidarı yok etmek anlamına geldiğini görürüz.
Halkın Gençlerine
Kropotkin, “halk” üzerinde özellikle durur. “Bir avuç insansınız” diyerek göz korkutmaya, inanç kırmaya çalışanlara ve umutlarıyla yola çıkmış genç devrimcilere hatırlatır: “Bize, bir avuç olduğumuzu, hedeflediğimiz bu devasa amaca ulaşmak için haddinden fazla zayıf olduğumuzu söylemek için gelmeyin. Bizi, adaletsizlikler yüzünden acı çekenleri bir sayalım bakalım kaç kişiyiz… Başkaları için çalışan ve has buğdayı efendilere bırakmak için yulaf ekmeği yiyip yulaf çorbası içen biz köylüler milyonlarca canız; halk denen olguyu tek başımıza oluşturacak kadar kalabalığız. Yırtık pırtık kıyafet giyinmek için ipekli kumaşları ve yumuşacık kadifeleri dokuyan biz işçiler de çok kalabalığız, fabrika düdükleri kısa bir mola yapmamıza izin verdiklerinde uğuldayan bir deniz misali meydanları ve sokakları sel gibi istila edip dolduruyoruz. Sopa zoruyla güdülen biz askerlere; subaylarının göğüslerini nişanlarla süslemek, omuzlarına bir iki yıldız, bir iki apolet daha eklemek için mermilere hedef olan bizlere, bugüne kadar hep kardeşlerine kıymış olan biz şu zavallı aptallara da bize emreden birkaç omzu kalabalığın bet benizlerinin attığını görmek için onlardan yüzümüzü çevirmemiz, silahlarımızı da onlara çevirmemiz yetecektir. Acı çeken ve hakaret edilen bizler, hepimiz, çok büyük bir topluluğuz. Her şeyi yutacak, sularına gömecek bir iradeye sahip olduğumuz andan itibaren adaletin gerçekleşmesi için kısa bir zaman yeter bize.”
Ve son bölümde halkın gençlerine seslenir. Halkın gençleri, “Gençliğe Çağrı”da seslenilen iki genç grubundan biridir. Kropotkin, diğer bölümün aksine bu bölümü çok uzatmaya gerek görmediğini belirtir. Çünkü halkın gençlerine -halkın gençleri, hayatı boyunca çalışmak zorunda kalmış ezilenlerdir- adaletsizlikleri göstermeye ihtiyaç yoktur. Onlar ki bu adaletsizlikler içinde çocukluğunu geçirmiş ve adaletsizliği yaşamışlardır. Çalıştığı işte, oynadığı oyunda, giydiği elbiselerde, insanlarla kurduğu ilişkilerde… Adaletsizliğin ne olduğunu iyi bilirler. Kropotkin onlara yalnız bir şey için seslenmek ister: Cesaret! Halkın gençlerinin ihtiyacı olan, ailesinin ve kendisinin katlanmak zorunda olduğu yoksulluk ve sömürü sisteminden kurtulmak için cesaret etmesidir. Bu cesaret ise ancak kendisi gibi milyonlarca ezilenin olduğunu görmekle mümkündür.
Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 52. sayısında yayınlanmıştır.
The post Kropotkin ve Gençliğe Çağrısı appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post Yunanistan’da Korona Krizine Karşı Anarşistlerden Eylem appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>Yunanistan’da bulunan Patras’ta anarşistler, bir market önünde eylem gerçekleştirdi.
Korona krizine dair gizlenmek isteneni söyleyen anarşistler pankartta “Bireysel sorumluluk değil. Devlet ve kapitalizmin suçudur. Dayanışma silahımızdır! Yaşam İçin Mücadele!” dedi.
The post Yunanistan’da Korona Krizine Karşı Anarşistlerden Eylem appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post Meydan Gazetesi’nin 52. Sayısı Yayınlandı appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>Meydan Gazetesi’nin “Korona Krizi’ne Dikkat! Paylaşma Dayanışmayla Beraberce” manşetiyle çıkan 52. sayısı Korona krizi nedeniyle sitemiz meydan1.org üzerinden dijital ortamda yayında.
Gazetemizin 52.sayısının pdf haline ulaşmak için: https://meydan1.org/arsiv/pdf/meydan52.pdf
The post Meydan Gazetesi’nin 52. Sayısı Yayınlandı appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post Ege Üniversitesi Profesörü Borçlarından Dolayı Yaşamına Son Verdi appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post Ege Üniversitesi Profesörü Borçlarından Dolayı Yaşamına Son Verdi appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post Marks Kapitalizm Analizi Yapan ve Bunu Yazıya Döken İlk Kişi Değildi! appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>Marks kapitalizm analizi yapan ve bunu yazıya döken ilk kişi değildi. Fourier ve Proudhon Marks’tan onyıllar önce kendilerine özgü kapitalizm analizini halihazırda yazmışlardı, Marks kendisinden önceki bu analizlerin farkında olmalıydı. Marks’ın yaptığı; bütün sosyalistlerin nihai ve dogmatik gerçeğe inanacaklarını bildiği için üst üste bir çok yanlış teori yazmaktan başka bir şey değildi. Marks ve Engels I.Enternasyonel‘i bile isteye yok ettiler, bu gerçek kendi aralarındaki kişisel mektuplarda görülebilir. 1872 Lahey’deki kongre Marks ve Engels’in de çok iyi bildiği gibi, I. Enternasyonel’i yok eden ve titizlikle oynanmış bir oyundu. Marks’ın takip ettiği aptal alman sosyal demokrasi geleneği 150 yıldır bir yandan işçi hareketinin ölmesine sebep olurken bir yandan da işçi hareketinin özgürce örgütlenmesini sonsuza kadar engellemek için akla gelebilecek her şeyi yapmıştır. Bunu da bütün yanlış teorilerini –ki genelde tam tersleri doğrudur- sosyalizmin dogmatik kuralları olarak kabul ettirerek yaptığı için işçi hareketinin en büyük düşmanı haline gelmiştir.
1848 yılında yazılan Komünist Manifesto’nun içeriği bile Fransız Fourierci Victor’dan intihaller ile doludur. Komünist manifesto 1843’de yazılan ve Marks ve Engels tarafından kabul edilen görüşlerin neredeyse ekleme olmadan Fransızca’dan Almanca’ya çevrilip sonrasında da başka bir başlık ve üstünde kendi isimleri ile yayımlanmıştır.
Marksist sosyal demokrasinin kendi kendine sönümleneceği fikrini düşünmek hata olur. Kapitalizm var oldukça o da var olacaktır. Çünkü devlet ve kapitalizm var oldukça, bu şiddet ve ekonomik haydutluğun simgesi olan devleti yıkmak istemeyen sadece onu ele geçirip tolere edilebilir hale getirmeye çalışan insanlar da var olacaktır. Onlar Devleti yıkmak değil sadece değiştirmek istiyorlar. Bu insanların toplamından Almanya’daki sosyal demoktasi partisi kuruldu ve o zamandan beri dünyaya yanıldı. Sosyal demokrasi kültürel bir hareket değil sadce marksist bir parti hareketidir. Kapitalizmin sayesinde hayatına devam edebiliyor, etini ve kanını kapitalizmin eti ve kanından alıyor , yanlızca kapitalizmin ölümüyle ölebilir. Başka bir açıdan bakarsak, sosyal demokrasi sözde bilimsel temellere dayandığı ve sözde doğru idealleri temsil ettiğini iddia ettiği için, kendini çok daha erken durdurması gerecek!
Hans Schreiber
Çeviri Kaynağı: http://www.ainfos.ca/en/ainfos41102.html
The post Marks Kapitalizm Analizi Yapan ve Bunu Yazıya Döken İlk Kişi Değildi! appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post Nobel’in Göremeyeceği, Kapitalizmin Çözemeyeceği Şey Nedir? – Havva Kızılay appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>Nobel Ödülleri, 1940-1942 yılları arasında İkinci Dünya Savaşı nedeniyle verilememiş olsa da aynı dönemlerde Nobel Barış Ödülü’nün aday isimleri oldukça manidardı. 1935’te faşist Mussolini, 1939’da Hitler, 1945’te ve 1948’de ise Stalin Nobel Barış Ödülü’ne aday olarak gösterilmişti. Her bir isim, dönemlerinin katliam ve soykırımlarının mimarıyken; Nobel Barış Ödülü’nün aslında “barış”tan neyi anladığı sorusunu sormak kaçınılmazdı… Bu tarihlerden yıllar sonra 2009 yılında Nobel Barış Ödülü’nü alan Barack Obama’nın ödül töreni sırasında yaptığı konuşma, Nobel Vakfı’nın barıştan ne anladığını açıkça gösteriyordu. Ödülü alan Obama, Afganistan işgalini olumlarken, açıkça “savaşın bazen gerekli olduğunu” söylüyordu.
Nobel Ödülleri verildiği isimlerle, Nobel Vakfı sponsorluk aldığı silah şirketleriyle, Nobel Ödülü jürisi taciz gündemiyle henüz unutulmamışken; Nobel Ödülü’nün bu yıl ekonomi başlığında verildiği çalışma da konuşulmaya başlandı.
2019 Nobel Ekonomi Ödülü, “küresel yoksullukla mücadeledeki deneysel yaklaşımları” sebebiyle, Abhijit Banerjee, Esther Duflo ve Michael Kremer’e verildi. Bu üç isim, küresel yoksulluğa çareyi “deneysel yollarla” arıyor. Kontrollü deneyler yoluyla yoksulluğa, açlığa, hastalıklara ya da ekonomik adaletsizliklere çözümler üretilebileceğini belirten bu üçlünün çalışması, küresel yoksulluğa yeni bir çözüm önerisi olarak konuşuluyor.
Nobel Ekonomi Ödülü’nü alan üçlü, “yoksulların ne satın aldıkları, ne yedikleri, çocukların sağlığı konusunda ne yaptıkları, kaç çocuk sahibi oldukları” gibi başlıkları deneysel yöntemlerle inceliyor ve çözümleri de bu deneysel yöntemlerle arıyor. Ödülü alan isimlerden Esther Duflo “Yoksulluğa karşı önerilen radikal çözümler genellikle işe yaramıyor. Yoksulluğa son vermenin anahtarı elimizde değil. Ama elimizde bilimsel verilerle çözümler üretebiliriz” diyor. Peki gerçekten Duflo’nun söylediği gibi, ekonomik adaletsizliklere “bilimsel verilerle” çözümler üretmek mümkün mü? Yaşadığımız yoksulluğun, açlığın, hastalıkların ve aslında tüm ekonomik adaletsizliklerin çaresini bilimle bulabilir miyiz?
Kapitalizm ekonomik adaletsizlikler sayesinde ayakta durabiliyorken; Nobel Ödüllü çalışmalar bu adaletsizlikleri ortadan kaldırmaktan öte ancak adaletsizliklerin esas sebebini görünmez kılmakta işe yarayabilir. Zenginliğine zenginlik katanlar, doymak nedir bilmeyenler, başkalarını sömürdükçe ayakta kalabilenler, bu yoksulluğun ortadan kaldırılmasına elbette izin vermeyecektir. “Küresel yoksulluğa çözüm”ün aranacağı en son yer belki de onun varlık sebebi olan kapitalist sistemdir.
Belli ki Abhijit Banerjee, Esther Duflo ve Michael Kremer’in gözden kaçırdığı bir şey var. “Küresel yoksulluk sorunu”nun esas kaynağını, yani kapitalizmi ortadan kaldırmadıkça ne açlığa, ne hastalıklara, ne de yoksulluğa çare bulunabilir. Yapılacak hiçbir deneysel araştırma, yoksulluğu ortadan kaldıracak bir çözüm sunamayacaktır.
Çünkü yoksulluğa çözüm kapitalizmin içinden değil, kapitalizmi yıkmaktan geçer.
Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 51. sayısında yayınlanmıştır.
The post Nobel’in Göremeyeceği, Kapitalizmin Çözemeyeceği Şey Nedir? – Havva Kızılay appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post Kolza’dan Kanola’ya Zehirleniyoruz – Furkan Çelik appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>Seneler önce Trakya’dan geçerken yol boyu sıralanmış ay çiçeği tarlaları görürdük. Ayçiçekleri adının hakkını vererek günebakarlardı tarlalar boyunca. Geçtiğimiz günlerde Bayramiç’teki Zeytinli Ekolojik Ortak Yaşam Topluluğu’ndan dostlarımızı görmeye giderken yine yolumuz düştü Trakya’ya. Gözlerim ayçiçeği tarlalarını ararken başka bir manzara, başka bir sarı ile karşılaştım. Başta tanıyamadık bu sarı çiçekleri, sonra biraz tartışıp araştırınca anladık ki bu çiçeklerin adı kanolaymış. Peki ayçiçekleri nereye gitti, bu kanolalar neyin nesiydi? Nereden gelmişti? Bu sorulara bulduğum yanıtlar bu yazıyı yazmama vesile oldu.
Kolza’dan Kanolaya
Bir çoğumuzun bağda, bahçede gördüğü sarı çiçekler vardır. İşte bu bitkinin adı kolzadır. Kolza bitkisinin genelde yağı kullanılır. Çünkü kolza içeriğinde %50 oranında yağ bulunduran bir bitkidir. Ancak kolza yağında insan sağlığına zararlı erusik asit, küspesinde de hayvan sağlığına zararlı glukosinolat bulunması nedeniyle sadece hafif sanayi makinalarının yağlanmasında kullanılmaktaydı. Kanada’da kolza bitkisi genetiği değiştirilip işlenerek Düşük Asitli Kanada Yağı (Canadian oil, low acid) olarak piyasaya sürüldü. İlk olarak ABD’de yüksek oranda ekimi gerçekleştirildi. Canadian oil, low acid isminden de anlaşılacağı gibi kolzanın genetiği değiştirilerek kanola (canola) bitkisi üretildi. Üretilen kanolanın içerisinde bulunan erusik asit ve glukosinolat oranı sıfıra yakın bir dereceye çekildiği için “zararsız olduğu” üretici firmalar tarafından ortaya atıldı.
Kanola Yağı Pazarlama Stratejisi: “Yağ satarım, bal satarım” oynayan kapitalizmin kanolayı pazarlaması gecikmedi
1980’lerde Amerika’da yiyecek endüstrisi büyük bir sorunla karşılaştı. 80’lere kadar Amerikan Kalp Vakfı, üniversitelerin beslenme bölümleri gibi resmi kuruluşlar “damar tıkayan” doymuş yağlara karşı “kalple dost” çoklu doymamış yağları (mısır, ayçiçeği, soya vb.) öne çıkarmaktaydı. Fakat 80’lerde çoklu doymamış yağların, özellikle de mısır yağı ve soya yağının birçok sağlık sorununa, özellikle de kansere yol açtığı ortaya çıktı. Bu yiyecek endüstrisini kilitleyen bir duruma yol açtı. Endüstri senelerce kötülediği tereyağı, böbrek yağı, iç yağı, hindistan cevizi yağı gibi yağlara geri dönemezdi. Zaten üretimi maliyetli olduğu için endüstri açısından dönmek mantıklı değildi. Bu sebeple ilk olarak zeytinyağına yönelim oldu. Fakat dünyanın ihtiyacını karşılamaya yetecek kadar endüstriyel zeytinyağı üretilmediği ve üretimi daha pahalıya geldiği için zeytinyağı da kapitalizm açısından bir çıkmazdı. Kanada’da kolzanın “ölümcül kısımlarının değiştirilmesiyle” üretilen kanola, kapitalizmin imdat kolu oldu.
İlk olarak Amerikan Gıda ve İlaç Dairesi’nde yasaklı olan kolza bitkisi güvenli gıdalar listesine alındı. Bir zamanlar yemek tariflerindeki zeytinyağı-tereyağ önerilerinin margarin olarak değiştirilmesi gibi ABD’de kanola yağı piyasaya sürüldükten sonra basılan birçok yemek kitabındaki tariflerde “zeytinyağı veya kanola yağı” ibareleri ile -genetiği değiştirilmiş- kanola yağı, zeytinyağına eş bir ürün olarak tanıtıldı. Hatta kanola endüstrisinin oluşturduğu lobi ile bir dönem tüm yemek kitaplarında bu vurgunun yapıldığı söyleniyor.
Kapitalizmin bu çabaları sonucu kanola yağı piyasaya hızlı bir şekilde yerleşti. 1990’ların sonlarına gelindiğinde kanola yağı satışları patlama yaptı. Sadece ABD’de değil Çin, Japonya, Avrupa, Bangladeş, Meksika ve Pakistan gibi devletlerde de büyük miktarda kanola yağı tüketiliyor. Gurme marketlerinde, sağlık ürünleri satan zincir mağazalarda, süpermarketlerde de satılıyor. “Kolesterol düşürücü” margarinlerde kullanılıyor. Özellikle restoranlarda, kızartmalar hidrojenize edilmiş kanola yağı ile yapılıyor. Şu anda ise dünya piyasasında gıda, biyodizel ve yağlı boya yapımında kullanılıyor.
Kapitalizmin Sağlıklı Diye Önerdiği Bir Ürün Gerçekten Sağlıklı Olabilir mi?
Kanolanın insan ve hayvan sağlığı açısından kanser riski taşıyan kolza bitkisinin genetiği değiştirilmesiyle elde edilmiş bir GDO’lu bitki olduğunu söylemiştik. Kolza yağının insanda ve hayvanda amfizem solunum sıkıntıları, kansızlık, kabızlık, aşırı duyarlılık, körlük, bağışıklıkta zayıflığa neden olduğu bilinmekte; ayrıca bu yağda yoğun bir şekilde bulunan erusik asitin akciğer kanseri ile bağlantıları üzerinde durulmaktadır. Sinir sistemi ve kan dolaşımında zararlı etkileri olduğu bildirilmektedir. Zararlı etkileri, kolza yağının doğrudan bir trans yağ asidi oluşu ile ilişkilendirilmektedir.
Peki Kolza Kanola’ya Dönüşünce Tüm Bu Zararları Yok Mu Oldu?
Şöyle ki Edirne Ziraat Odası Yönetim Kurulu Başkanı Cengiz Yorulmaz “ekilen kanoladan elde edilen tohumla yeniden ekilen kanola tohumunun kanserojen madde içermesine yol açtığını” belirtiyor. Yani ıslah edilmiş kolza tohumu tekrar ekildiğinde eski özelliklerini geri kazanıyor. Bu durumda kanola üreten çiftçi her sene ekim yapabilmek için hibrit tohum şirketlerinin genetik müdahaleli tohumlarını almak zorunda kalacak. Ayrıca bu tohumlar için de yine gübreleme ve ilaçlamalar yoluyla aynı şirketlerin ürettiği kimyasal zehirler kullanılacak.
Kanola Bitkisinin Coğrafyamızda Ekimi
Türkiye’de 38 bin 873 kilometrekare yüzölçümüyle en büyük kent olan Konya’da arazinin yüzde 55’i tarım alanı olarak kullanılıyor. Devletin kilogram başına 50 kuruş desteği sonucunda geçen yıl Konya ovasında 20 dekar alana ekilen kanolanın bu sene 100 dekarı kapladığı belirtiliyor. Geçen yılki verilere göre Trakya’da 422 bin dekar; Güney Marmara, Bilecik, Uşak ve Konya’da da 82 bin dekar alanda kanola üretimi yapıldı. Bu yıl da yine büyük oranı Trakya olmak üzere kanola üretiminin katbekat artması bekleniyor.
Trakya’da kanola teşvikinin yanı sıra ayçiçeği üreten çiftçileri de yok etmek için ayçiçeği hasatı öncesinde Resmi Gazete’nin 3 Mayıs 2019 tarihinde yayınlanan Cumhurbaşkanlığı Kararnamesi ile 100 bin ton ayçiçeği tohumunun sıfır gümrükle ithal edileceği belirtilmişti. Bu da oradaki çiftçinin zorunlu olarak ayçiçeğini bırakıp kanolaya yönelmesine neden oluyor. Ayrıca genetiği değiştirilerek üretilen kanolanın çok çabuk büyüyebilmesi, kolay ürün vermesi ve kuraklıktan ya da dondan etkilenmemesi de çiftçinin bu zehirli bitkiye çabuk yönelmesi için bir başka sebep. Oysa ki kanola ile beraber toprağa atılan kimyasal gübreler sebebiyle toprak uzun yıllar boyunca geri dönülmez bir biçimde kimyasal gübre atmadan hiçbir şey veremez hale gelecek.
Kapitalizmin şekilden şekle sokarak, genetiğini değiştirerek insanların tüketimine sunduğu bir gıda daha doğanın talanına sebep olurken bizlerin yaşamına da tehdit oluyor. Hepimizin bildiği “yağ satarım bal satarım” tekerlemesi ise kapitalizmin oyunlarıyla yaşamlarımıza tehdit oluşturduğunu fark etmemizi sağlayacak bir yol gösteriyor bize: “Zambak, zumbak, dön arkana iyi bak!”
Furkan Çelik
Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 50. sayısında yayınlanmıştır.
The post Kolza’dan Kanola’ya Zehirleniyoruz – Furkan Çelik appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post Mobbing Var da Sömürü Yok Mu? – Fırat Binici appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>İçerisinde yaşadığımız sistemde yaşanan adaletsizlikleri, bu adaletsizliklerin yol açtığı ilişki biçimlerini ve yapıları tanımlamak için pek çok kavramsallaştırma yapılıyor. Felsefe, sosyoloji, ekonomi gibi farklı çalışma alanlarında oluşturulan ve geliştirilen bu kavramlar; sorunsalın kaynağına inmek, sorunu tanımlamak, çözüm için kullanılacak yöntemleri belirlemek ve çözüme kavuşturmak adına önemli bir noktada duruyor. Ne var ki özellikle akademik camianın “çözümleme” konusundaki hegemonyasıyla karşı karşıyayız. Elbette terminoloji önemli, fakat son yüzyılda giderek artan ve artmaya da devam eden bu yeni kavramlar silsilesi, işi içinden çıkılmaz bir hale dönüştürebiliyor. Ekonomik adaletsizlikleri ortadan kaldırmak adına mücadele eden biz işçiler için de benzer bir durum geçerli. Genç İşçi Derneği olarak daha önce çeşitli metinlerimizde, hatta afişlerimizde kullandığımız “mobbing” birkaç zamandır kendi içimizde tartıştığımız bir kavrama dönüştü. Bu kavramı kullanmanın mücadelemizdeki ve en önemlisi toplumdaki karşılığı üzerine yapmış olduğumuz tartışmalardan hareketle, okuyacağınız bu yazıyı yazmaya ve yayınlamaya karar verdik.
Mobbingin Kökeninde Psikolojik Şiddet Var
Son yıllarda sıkça duyduğumuz mobbing kavramı, latince “kararsız kalabalık” anlamındaki “mobile vulgus” sözcüğündeki “mob” kökünden türemiştir. İngilizce’de mob isim olarak düzenli şiddet uygulayan güruh veya çete anlamına gelir, mob’un eylem hali olan “mobbing” ise psikolojik şiddet, taciz, rahatsız etme veya sıkıntı verme anlamındadır.
İlk olarak biyologlar tarafından 19. yüzyılda kullanılmaya başlayan mobbing kavramı 1960’larda Konrad Lorenz’le beraber yeniden görünür olmaya başlamıştır. Hayvan davranışlarını inceleyen Lorenz, mobbingi, küçük hayvan gruplarının daha güçlü ve yalnız bir hayvana saldırarak uzaklaştırması ya da aynı kuluçkadan çıkan kuşlar arasında yaşanan, diğer kuşların aralarındaki fiziksel olarak en zayıf kuşu yiyecek ve sudan uzak tutarak onu saf dışı bırakması anlamında kullanmıştır. Bu kavramın iş yaşamında kullanılması ise 1980’li yılların başında çalışma psikoloğu Heinz Leymann ile gerçekleşmiştir. Çeşitli iş yerlerinde yaptığı çalışmalarda, çalışanlar arasında uzun süreli düşmanca ve saldırgan davranışlar saptamış ve mobbing’i çalışma psikolojisi alanına sokmuştur.
Mobbing en yalın haliyle bir iş yerinde, patron ile işçiler arasında veya yalnızca çalışanlar arasında ortaya çıkan düşmanca davranışların sistematik hale gelmesidir. Bu davranışlar genelde sözlü şekilde gerçekleşmekte, pek nadir olarak fiziksel şiddet boyutuna ulaşmaktadır. Bir çalışma ortamındaki bireyler arasında, bireye zarar veren ilişki biçimi bu şekilde tanımlanmıştır. Açığa çıkan bu ilişki biçiminde bir veya birden fazla zorba, yine aynı şekilde bir veya birden fazla mağdur bulunmaktadır. Zorba tarafından uygulanan bu davranış şekli, şiddet olarak tanımlanır. Ve bu şiddetin sistematikleşmesi, şiddete maruz kalanı psikolojik olarak yıpratır. İş yerinde mobbinge maruz kalan bireyde uykusuzluk, iştahsızlık ve daha ilerleyen evrelerde depresyon görülebilir. Bu durum bireyin iş yeri içerisindeki performansını etkileyeceği gibi, yaşamının farklı alanlarında da etkisini gösterir.
Bütün Yasalar Patrondan Yanayken Mobbing İşçiden Yana Olabilir Mi?
Belediyelerin hazırladıkları bilboardlarda, hatta devlet iktidarına yakın gazetelerde ve televizyon kanallarında bile “mobbing” ile ilgili bilgilendirmeler bir süredir yapılıyor. Mobbinge maruz kaldığınız takdirde yapacaklarınızın yasal çerçevesi, şikayet edebileceğiniz yerler gibi detaylar bu kanallar aracılığıyla anlatılmakta. Hatta bu konuda çalışmalar yürüten mobbingle mücadele vakıfları, dernekleri bile mevcut. Aslında, şüphe edilmesi gereken şeylerin başında buna benzer örnekler geliyor. İş cinayetlerinden, işçinin hak gasplarına varıncaya kadar devletin ve yasalarının “patron koruyucusu” olduğu açık bir gerçek. Soma Maden katliamından Torunlar katliamına, inşaatlarda “kaza” adı altında katledilen işçilere yönelik devlet tutumunun ne olduğunu bilmeyenimiz var mı? Devletin tüm bu katliam ve sömürüyle nasıl ekonomik bir ilişkisi olduğunu bilmeyenimiz var mı? Öyleyse mobbing kavramının -hem de işçinin lehine- bu kadar yükseltiliyor olması şüphe çekici değil mi?
“Mobbing Yoktur” Sertifikası Gene Başka Bir Şirketten
Sadece devlet kurumları mı? Hayır, mobbinge ilişkin bilgilendirici sunumlar ve çalışmalar şirketler eliyle gerçekleşiyor. Mutlu, huzurlu ve mobbingsiz çalışma koşulları, bizzat sömürünün başında bulunanlarca dillendiriliyor.
Kuşkusuz bu tarz bir stratejinin, şirketlerin verim arttırma yöntemleriyle doğrudan ilişkisi var. “Mobbing yoktur” sertifikalı bir şirket böylece sömürmemiş olacak, kapitalizm denilince akla gelen kötü imajdan kendini uzak tutmuş olacaktır!
Aslında neyin mobbing olup olmadığının şirketler eliyle belirleniyor oluşu, tam da karşısında mücadele edilen sömürü sistemini görünmez kılmakla ilgilidir. Örneğin, kavramın bir de tersi var; ters-mobbing!
Bir iş yerinde çalışıyorsunuz. Ödenmeyen ücretleriniz, verilmeyen haklarınız, yaşadığınız olumsuzluklar nedeniyle sizinle benzer durumda olan diğer işçilerle beraber; bu olumsuzluğu patrona hissettirmek için bir araya geliyorsunuz. Direniş yapıyorsunuz, eyleme geçiyorsunuz, örgütleniyorsunuz… Patrona ters-mobbing yapmış oluyorsunuz!
Mobbing Sömürüyü Görünmez Hale Getiriyor
Aslında tartışmanın önemli kısmı burada yatıyor. Bir fabrikadaki, atölyedeki, herhangi iş yerindeki ilişki biçimini mobbing olarak tanımladığımızda, başka iktidarlı ilişki biçimlerini, örneğin yaşamını sürdürmek için orada emeğin satmaya mecbur bırakılan işçinin varlığını yok saymış olmuyor muyuz?
Yani mobbing olmayan bir iş yerinde sömürü yok mu diyeceğiz? Öte yandan, mülkiyetçi ilişki biçiminin açığa çıkmasından bu yana, mülkiyete sahip olan ve olmayan arasındaki sömürücü ilişki biçimini nereye koyacağız?
Mobbing ve benzeri kavramlarla yapılmaya çalışılan işte tam da bu. İlgiyi patron-işçi ilişkisinde başka bir yere çekerek, örneğin çalışanlarına iyi ya da kötü davranmaya, çok çalıştırıp az çalıştırmaya çekerek; aslında bu iktidarlı ilişkinin kendisini görmezden gelmemize neden olur.
Bir yerde mobbing yoksa, işçi sömürüsü olmamış olur! İşçinin işçi olma durumu normalleşir. Kapitalist sistemin bu yapısı olağanlaştırılır. Mutlu mesut işçiler, mutlu mesut patronlar, mutlu kapitalizm…
Oysa kapitalist sistemin kendisi sömürü üzerine kuruludur. Sömürü sisteminin yok olması, mobbingin olmamasıyla değil; başka bir üretim-tüketim-dağıtım ilişkisiyle mümkündür. Keza bu üretim-tüketim-dağıtım ilişkisi ihtiyaç temellidir ve kimsenin diğerinden daha fazlasına sahip olmasına; diğerini sömürmesine olanak vermez. Merkezi üretim alanlarından çok yerelin ihtiyaçlarıyla şekillenen, “iş” olmayan üretim-tüketim-dağıtım sürecini şekillendirir. Kafa-kol emeği ayrımının ortadan kalktığı, iş bölümünün -dolayısıyla uzmanlaşmanın- olmadığı ve herkesin her işi yapabilmesine imkan veren bir sisteme dayanır.
İşçi mücadelesinde bu ve benzer kavramlara temkinli yaklaşmak, sadece ekonomik alanın değil bilginin de iktidarını elinde tutanların bizimle aynı safta olmadığını anlamak açısından önemlidir. Bu, buna benzer alanlarda kavramlar oluşturulmasına karşı olmak demek değildir. Bu, sömürünün ne olduğunu unutturmamak demektir. Bu, kapitalizmle ilişkisini unutturmadan kendi kavramlarımızı oluşturmanın gerekliliğidir. İçinde bulunduğumuz muğlaklıklar sisteminde buna daha fazla ihtiyacımız var.
Fırat Binici
Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 49. sayısında yayınlanmıştır.
The post Mobbing Var da Sömürü Yok Mu? – Fırat Binici appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post Elektronik Spor Endüstrisi – Selahattin Hantal appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>Teknolojinin ilerlemesiyle beraber gelişen elektronik oyun yapımcılığı oyun piyasasını bambaşka bir hale çevirdi. Elektronik spor ya da kısaca e-spor olgusunu hayatımıza soktu. Nihayetinde oyunun anlamını da değiştirdi. Artık bireysel oynanabilen oyunların yanında çoklu oyunculu oyunların, oyuncu takımlarının; bu takımların sahiplerinin, sponsorlarının ve taraftarlarının olduğu yeni bir evredeyiz. Binlerce kişilik salonlarda oyun şampiyonalarının düzenlendiğini görüyoruz. İnsanlar elektronik spor organizasyonlarına merak ve heyecanla ilgi gösteriyorlar. Fakat oyun gibi yalnızca eğlence odaklı bir amacın evrimiyle ortaya çıkan bu sektör görüldüğü kadar masum değil. Arka planında yüksek gelirli kapitalist şirketlerin varlıklarını ve pastadan pay kapma yarışlarını görüyoruz. Bu şirketler oyunu sistemin kâr odaklı çeperine dahil etmelerinin dışında, var olan diğer faaliyetleriyle “toplumsal serveti” gasp etmeye devam ediyorlar.
Oyunun Evrimi: Kazananlar ve Kaybedenler
Oyun insan hayatının ayrılmaz bir parçası. Çocuklardan yetişkinlere, her yaştaki insanın oyun oynadığını yahut gündelik işlerini oyunlaştırdığını görmekteyiz. Oyun oynanan ya da oyunlaşan her an, insana sadece içinde bulunduğu anın tadını yaşatır. Böylece oyun oynarken kendini farklı bir evrenin içinde bulan insan, eğlencesini gündelik yaşamın sıkıcı tekdüzeliğine karşı bir yalıtkan olarak kullanabilir. Burada karşılıklı olarak sürdürülen yardımlaşma kurgularından ve oyun bittiğinde tekli yada çoklu oyunlara bağlı olarak kişi ya da kişilerin eğlenmiş halde oldukları bir durumdan bahsetmek gerekiyor. Eğlenme durumu içinde yarış olgusunu gördüğümüz oyun türlerinde de mevcut olduğunda oyunun saf anlamının karşılandığını görüyoruz. Aksi hallerdeyse rekabetin körüklediği hırs duygusu, oyuncuları oyunun mantığına aykırı noktalara sürükleyebiliyor. Yarış hali oyunun kendi içerisinde bir telaş yaratıyor ve nihayetinde net olarak kaybeden bir taraf çıkarıyor. “Kazananlar ve kaybedenler” meselesinin eğlencenin önüne geçtiği bu tür oyunlardaysa karşılıklı haz alma halinin yok olduğu görüyoruz. Bu noktada kazanma isteği ve hırs gibi kavramlarla karşılaşıyoruz. Bu kavramlar oyunu saf anlamından koparıyorlar.
Bugün kapitalizmin yeni sektörü olan elektronik spor endüstrisi de bahsettiğimiz dönüşen oyun anlamının üzerinde yükselmektedir. Rekabet, hırs, kazanma isteği gibi kavramlarla beslenen kapitalizm, teknolojinin ilerlemesi ile gelişen oyun endüstrisine de bu kavramları doğrudan enjekte etmiştir. Nihayetinde sektörü kâr odaklı mekanizmasına dahil etmiştir.
Oyunun Kurallarını Belirleyen Kapitalizm
Genel tanıma göre oyun, yetenek ve zekâ geliştirici, belli kuralları olan, iyi vakit geçirmeye yarayan eğlencedir. Burada kural meselesine dikkat çekmek gerekiyor. Zira kurallılık durumu her oyun için geçerli değildir. Kimi oyunlarda oyuncular karşılıklı keyif durumunun sürmesi için kendi kazanımlarından feragat ederek oyunun devamlılığını sağlamaya yönelik hamleler yapabilirler. Bu hamleler tüm oyuncuların keyif alması maksadı ile yapılır. Kurallar oyun maksadının iyileştirilmesi için tekrar gözden geçirilebilir, esnetilebilir bazen de yok edilebilir. Bu yüzden iki takımın yarıştığı bir oyunda güçsüz kalan takıma güçlü takımdan takviye yapılır. Yine bu yüzden çocuk oyunculara “Sen fasulyesin!” denir. Yetişkinlerle oynadığı oyunda bazı yetenekler açısından eksik olan ve yüksek ihtimalle başarısız olacak olan çocuk oyun dışı bırakılmak yerine oyuna dahil edilir ve ona özel bir kurgu yaratılır. Oyunun saf anlamının yaşatıldığı oyunlarda çocuklar bazı kurallardan muaf olabilirler. Bu herkesin karşılıklı olarak eğlendiği oyun tanımının dahilinde olan bir durumdur.
Peki kapitalizm bu oyun tanımını bünyesinde barındırıyor mu? Elbette hayır. Özellikle elektronik oyun dünyasında görülen tam tersi durum bu fikrimizi doğruluyor. Kapitalizm oyunun kurallarını kendi koyuyor. Bu kurallar da oyuncuların keyif durumlarına göre değil, kapitalizmin para çarkının dönmesi üzerine koyuluyor. Böylece oyuncuların aktif oldukları, oyuna müdahale edebildikleri kurgu yok oluyor ve oyunun güncel hali kapitalizme hizmet eden bir araç haline dönüşüyor.
Elektronik Sporun Tarihsel Seyri
Elektronik spor dünyasında genel olarak bir tabire rastlıyoruz: Rekabetçilik! Oyunlar içinde görece olarak işbirliği olsa da genellikle takımlar halinde olup rakiplerini alt etmeye yönelik senaryolar görüyoruz. Bu elbette rekabetin ve kazanma arzusunun teşvik ettiği ve hırs duygusuyla birleşen bir hali normalleştiriyor. Kapitalizmin temel değerleri ile yükselen bu durum oyun endüstrisinin bel kemiğini oluşturuyor. Sektör, kazanma/ilerleme arzusunun kol gezdiği oyunlarda oyun içi ve oyun dışı birçok satışı gerçekleştirebiliyor. Bazı ek paketlerle kendinize oyunculuk açısından avantaj sağlayabiliyorsunuz. Yahut bazı ek paketleri almadığınız takdirde satın almış olduğunuz oyunun belli bölümlerini oynayamıyorsunuz.
Burada elbette klasik oyun tanımı çöküyor. Oyun, para ekonomisinin döngüsünde kapitalizmin bir oyuncağı haline geliyor. Artık günümüzün oyun dünyasında bu kurgunun tek elemanı oyun sahibi ve oyuncular değil. Şimdilerde oyun sahipleri/üreticileri, oyuncu takımları, takım sahipleri, seyirciler, menajerler, organizatörler, sponsorlar, dağıtımcılar, yayıncılar ve yayıncılık şirketleri gibi yeni aktörler görüyoruz. Pasta bu aktörler tarafından paylaşılıyor. Oyunculuk profesyonelleşiyor ve oyun federasyonları kuruluyor. Pasta gitgide büyüyor. Birçok spor kulübü ve şirket elektronik spor takımları kurarak/satın alarak pastadan pay kapma yarışına dahil oluyorlar.
Veriler ve Şirketler
Şirketlerin pastadan aldıkları paylara ayrıca odaklanmak gerekiyor. 2017’de yapılan tüm elektronik spor etkinliklerinin toplam ödül tutarı ilk defa 100 milyon doları aşarak 112 milyon dolar düzeyine ulaştı. Yine 2017’de The League of Legends (LoL) dünya şampiyonası, 49,5 milyon saatle Twitch’te en çok izlenen etkinlik oldu. Aynı zamanda 5,5 milyon dolarlık bilet geliri elde edildi. 2018 yılında gerçekleşen League of Legends oyunun dünya şampiyonası finalini yaklaşık 100 milyon insan izledi. Canlı yayın dışında izleyenlerle beraber bu sayının bir milyara yaklaştığı söyleniyor. Bu kadar fazla potansiyeli olan bir alan elbette ki dikkat çekiyor ve bu noktada değeri 1 trilyon doları aşan ve Apple’dan sonra dünyanın en büyük şirketi olan Amazon’u görüyoruz. Bir yayın platformu olan Twitch, 2014 yılında Amazon tarafından 970 milyon dolara satın alınıyor. Amazon’un açıklamasına göre aynı senenin temmuz ayında Twitch’te 55 milyondan fazla tekil ziyaretçi oluyor ve 15 milyar dakikalık içerik görüntüleniyor.
Yayıncılık sektörü de kendi içerisinde kâr getiren girift ilişkiler ağına sahip. Twitch’te oyun yayıncılığı yapan kişilere izleyiciler tarafından abonman olunan bir döngü var. Böylece yayınları izleyenler abone oldukları kanallara aylık düzenli olarak para veriyorlar. Fakat burada sadece izleyici/izleyen ve firma sahibinin kâr ettiği bir alan yok. Yayınlarda bilgisayar ve oyun ekipmanları aldırmaya teşvik etme usulünde reklamlar yapılıyor. Yine aynı şekilde bu platformlar yeni çıkan bir oyunun yükseltilebildiği bir manevra alanına sahipler. Öyle ki oyun şirketleri para karşılığında anlaştıkları yayıncılara yeni çıkarttıkları oyunlarını oynattırıyorlar. Bu da oyunlarının popülerleşmesini sağlıyor ve izleyiciler ister istemez kendilerini o oyunun içinde, daha sonra da satın alır halde buluyorlar. Özetle, bu platformlar büyük oyun organizasyonlarının yayıncılık faaliyetlerinin dışında, bilgisayar ve oyun satışlarının körüklendiği alanlar olarak varlıklarını sürdürüyorlar. Ek olarak oyun dışı yayınların da yapıldığını belirtmek gerekir. Haliyle bu özellikleri bu ve benzeri yayın platformlarını televizyonun günden güne popülerliğini kaybettiği bir dünyada geleceğin yayın alternatifleri haline getiriyor. Çünkü yeni neslin devamlılığı bu alanda sürüyor. Son dönemde Türkiye’ye de yatırım yapan DLive isimli bir yayın platformunun Blockchain teknolojiisini kullanarak hem yayıncılara hem de izleyicilere para kazandırdığını görüyoruz. Kayıt olduğunuz platformda açtığınız sanal para cüzdanı hesabınızla aniden bir kazıcı (miner) oluyorsunuz. İzlediğiniz yayın boyunca sanal para kazanıyorsunuz ve bunu gerçek paraya dönüştürebiliyorsunuz.
Elektronik spora yatırım yapan bir diğer şirket ise, 13 milyar dolara yakın serveti olan Alişer Usmanov’un sahibi olduğu USM Holding. Şirketin 100 milyon dolarlık bir yatırımı söz konusu. Forbes dergisinin 2015 yılında verdiği verilere göre Usmanov; Rusya’nın üçüncü, dünyanın ise 71. en zengin insanı.
Ayrıca son dönemde çok popüler bir oyun olan Playerunknown’s Battlegrounds’tan da bahsetmek gerekiyor. 2017 senesinin mart ayında çıkan oyun, mart 2017 ile aralık 2017 arasında 712 milyon dolarlık bir kazanç elde etti. 2018 yılının ortalarında 50 milyon kopyadan fazla satışının olduğunu biliyoruz. Anlık oyuncu rekorunu 3 milyon rakamını aşarak elde eden oyun, ücretsiz olan mobil versiyonunun erişime açılmasının ardından 400 milyonu aşan kayıtlı kullanıcıya ulaşıyor. Bu versiyon ücretsiz olsa da hem oyunun yayılması için büyük katkı sağlıyor hem de oyun içi satışlardan gelirler elde ediliyor. Ayrıca bahsettiğimiz yayın platformlarından ve yapılan turnuva organizasyonlarından elde edilen gelirler de mevcut.
Güney Koreli Bluehole Studio’nun geliştiricisi olduğu PUBG’nin mobil versiyonunu dünyanın en büyük şirketlerinden biri olan Tencent geliştirdi. Tencent oyunun 400 milyonluk kayıtlı kullanıcıya ulaşmasında büyük pay sahibi.
Çin merkezli bir bilişim şirketi olan Tencent’e ayrı bir paragraf açmak gerekiyor. 500 milyar dolarlık piyasa değerinin üstüne çıkan ilk Asya şirketi olan bu şirket; Apple, Alphabet, Microsoft, Amazon ve Alibaba gibi şirketlerle beraber dünyanın en büyük on şirketi arasında.
League of Legends oyunuyla tanınan Riot Games’in, Çinli dev internet şirketi Tencent tarafından önce bir kısım hissesi alındı, 2015 yılında ise tamamen satın alındı. Şirket 2016 yılında Clash of Clans oyununun yapımcısı Finlandiyalı Supercell’in çoğunluk hissesine 8,6 milyar dolar karşılığında sahip oldu. Ayrıca şirket, bir milyarı aşkın kullanıcısı olan anlık konuşma programı WeChat uygulamasının da sahibi. Bir bilişim şirketi olarak dünyanın en zengin on şirketi arasında olan Tencent’in oyun piyasasındaki hakimiyeti oldukça güçlü.
Öngörüler
Elektronik sporun geleceğine dair bazı öngörüler mevcut. Gelirlere yönelik tespitler şu şekilde: 2017 ve 2018 yıllarındaki elektronik spor organizasyonu gelirlerini kıyasladığımızda 200 milyon doları aşan bir artışa rastlıyoruz. 2017 yılındaki gelirler bir önceki yıldan %41 daha fazla olarak 696 milyon dolara kadar yükseliyor. 2018 yılında ise %38,2’lik bir artışla 906 milyon dolarlık bir kazanç görüyoruz. 2021 yılı için yüksek bir toplam gelir artışı beklenilen elektronik spor sektörünün para hacminin 1 milyar 650 milyon dolar olması bekleniyor.
Dünya nüfusunun 3,9 milyarının çevrimiçi nüfus olduğu ve bu sayının 1,5 milyarının elektronik spora yönelik farkındalık sahibi olduğu ifade ediliyor. Bu nüfus istatistikleri bize, elbette nihayette tüm dünya nüfusuna yönelik olsa da şimdilik tekno endüstriyel sistemin yakın potansiyel hedeflerini gösteriyorlar.
Sonuç
Hayatımızın önemli bir parçası olan oyunun günümüzdeki evresi elektronik spor, potansiyeli oldukça yüksek olan bir alan olarak görünmektedir. Bilgisayar teknolojisinin var olduğu her anda da bu potansiyelini koruyacak hatta arttıracaktır. Fakat elektronik spordaki oyun mantalitesi ile klasik oyun tanımında kastettiğimiz karşılıklı yardımlaşma ve herkesin eğleniyor olduğu hallerin karıştırılmaması gerekir. İfade ettiğimiz üzere elektronik spor, temellerini kapitalizmle aynı doğrultuda yükselten bir dinamikle hareket etmektedir. Teknolojinin ilerlemesi oyun endüstrisini dönüştürmüş ve kâr odaklı anlayışın hakim olduğu alanda oyunculuk profesyonelleşerek oyun federasyonlarının kurulduğu bir dünya önümüze gelmiştir. Toplumsal serveti gasp eden kapitalist şirketler giderek büyümekte olan bu sektörde pastadan pay kapma yarışına girmişlerdir.
Selahattin Hantal
Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 49. sayısında yayınlanmıştır.
The post Elektronik Spor Endüstrisi – Selahattin Hantal appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post Sömürünün Hızlısı Fast Fashion- Mercan Doğan&Yadigar Aygün appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>Hızlı yaşıyoruz. Hızla yataktan fırlıyor, hızlı ulaşım araçlarıyla işe ucu ucuna yetişiyor, hızlı hızlı çalışıyoruz ki kapasitemizin üzerinde işler yaparak kariyer basamaklarında hızlıca yükselebilelim. İş çıkışı hızlıca eve dönüp ev işleriyle uğraşıyoruz. Her şey bittiğinde saat çok geç oluyor, dinlenmemiz gerekiyor; hızlıca uykuya dalmak için çabalıyoruz. Yarın neleri hızlı hızlı halletmemiz gerektiğini planlarken uyuyakalıyoruz.
Haftada bir ya da iki gün olan çalışmama günlerimizde hızlıca tüketebilmek için çalışıyoruz. Çünkü kapitalizm için hızlı ürettirmek kadar hızlı tükettirmek de bir zorunluluk. Hızlıca içiyor, hızlıca yiyor, hızlıca alışveriş yapıyoruz. Ortada bize dayatılan bir hız var ve bu hıza yetişemedikçe doyumsuzlaşıyoruz. Buna yaşamak denirse “hızlı yaşıyoruz”…
Yaşamın her alanında olduğu gibi giyim sektöründe de hız gün geçtikçe artıyor. Dünyada her yıl 80 milyardan fazla giysi satılıyor ki bu sayı 20 yıl önceki giysi satışının yüzde 400 fazlası demek.
Hal böyleyken dünyada 1951’den itibaren yaygınlaşmış, yaşadığımız coğrafyada ise 1985’te ilk McDonalds’ın açılmasıyla gündelik dile yerleşen fast food kavramı modaya uyarlandı; fast fashion (hızlı moda) kavramı ortaya çıktı.
“Moda”nın Tarihi ve Hızlanışı
Moda kelimesinin kayda geçen ilk kullanımı 1568 tarihli Oxford İngilizce Sözlüğü’nde: “Mevcut zaman diliminde toplum tarafından benimsenen kıyafet biçimi” olarak tanımlanmıştı. Latince “modus” yani “yöntem ve usül” kelimesinden türetilen moda teriminin -16. yy. giysi tarihi üzerine çalışmalarıyla bilinen Ann Rosalind Jones and Peter Stallybrass’a göre- “yerinde duramayan değişiklik” anlamını edinmesi ise 16. yüzyılın sonlarında gerçekleşmişti. Yani Avrupa’da modaya uygun giyinme davranışı en az Ortaçağ’dan beri sürüyor.
Giysilerin Tarihi’ne Bakış (Survey of Historic Costume) kitabında Phyllis G. Tortora ve Keith Eubank’ın anlatımına göre, Ortaçağ’da giysi modasının temel işlevi toplumsal sınıfı belirtmekti; modaya uyabilenler soylular ve kraliyet ailesiydi. Fransız Devrimi’nden sonra ise daha geniş kesimlere hitap eden bir moda anlayışı geliştirilmişti. 19. yüzyılda konfeksiyon yani endüstriyel yöntemlerle giysilerin üretimi başlayınca daha da geniş kesimler modanın gelişimine dahil olmaya başladı.
İçinde yaşadığımız dönemde moda döngüsü -toplumun neredeyse tamamı için- bir şeyin en son çıkanını isteme arzusunu pekiştiren bir süreç; bir giysinin zamanı geçtiğinde onun yerine bir (ya da daha fazla) yenisi alınır ve döngü bu şekilde devam eder. Moda kuramcısı Malcolm Barnard’a göre moda, artık bu planlanmış eskimenin adıdır.
15 yıl öncesine kadar marka başına bir senede çıkarılan koleksiyon sayısı en fazla 4 iken Zara ve H&M gibi fast fashion öncüsü markalar günümüzde neredeyse haftada 1, yılda 50-52 koleksiyon çıkartıyorlar. Şirketler bir giysinin tasarımından mağazaya ulaştığı ana kadar olan süreyi yedi güne kadar indirebildikleri küresel bir zincir oluşturmuş durumdalar.
“Modayla baş etmek balık satmak gibidir. Sudan yeni çıkmış, taze olması gerekir. Aynı son moda kesilmiş trend renklerin yarattığı bir ceket gibi. Dün tutulan balık satmayabilir. Satması için indirim gerekebilir.” diyen Amancio Ortega, İspanya’nın en zengini ve dünyanınsa 6. zengini. Zara, Pull&Bear, Massimo Dutti, Bershka, Stradivarius, Oysho gibi markalardan oluşan Inditex Grup’un kurucusu olan Ortega, hızlı modanın sırrını şöyle açıklıyor: “İşinizin başarısı modayı ne kadar ucuza sunabileceğinize bağlıdır.” Ancak hızlı modanın hızının ve ucuzluğunun sırları bundan çok daha fazlası…
Hızlı Modanın Hızı Kadın Sömürüsünde Saklı
Hızlı modayla yaklaşık haftada bir yenilenen rafları merak eden tüketiciler, mağazaları yılda ortalama 17 kez gezmeye başladı. Yani hızlı moda, tüketiciyi en son moda ürünleri en uygun fiyata satın alabilecekleri bir yarışa sokma amacına başarıyla ulaştı. Moda sektörü, kapitalizmin bir tüketim toplumu yaratmak için kullandığı en etkili araçlarından biri. Ve hedeflenen tüketicilerin ağırlıklı olarak kadınlar olması tesadüf değildi.
Geleneksel olarak ataerki tarafından erkeğe bağımlı cins olarak tanımlanan kadının ikincil konumu kapitalizm tarafından yeniden üretildi. Yani Emma Goldman’ın neredeyse bir asır önce söyledikleri hala geçerliliğini koruyor: “Bizler henüz, kadının bir ruhu olmadığı, erkeğin basit bir eklentisi olduğu, kendi gölgesinden korkacak kadar çok güçlü olan beyefendinin sırf rahatını sağlamak adına onun kaburgasından yaratıldığı mitini aşabilmiş değiliz.”
Bugün ticari bir proje haline gelen kadının bedeni ve ruhu, hem tüketirken hem de üretirken tükeniyor; tüketiliyor. Beden sürekli yeni imajlarla bezenmesi gereken bir meta olarak görülüyor. Bu imajların elbette hızlı modaya uyum sağlayacak şekilde, hızla değişmesi gerekiyor.
Baudrillard’ın tüketim toplumu anlayışında söz ettiği modada kapitalizm tarafından dayatılan modellere karşı konulamıyor çünkü moda sürekli kendini yenileyerek popüler kültür ile birlikte zihinlere işleniyor. Tüketim arzusunu artırmak için kullanılan reklamlar yaşamın her alanında. Tüketiciyi özendirmek için kullanılan modeller de birer tüketim nesnesi. Bugün birçok model, askıda duran kıyafetlere uygun bedenlere sahip olmak için sağlıksız besleniyor; uzun saatler aç kalıyor. Haberlerde bu sebeple yaşamını yitiren modeller sık sık karşımıza çıkıyor. Hızlı modanın sırları bir bir ayyuka çıkıyor.
Kapitalizm bu alanda kadın bedenini metalaştırmakla kalmıyor, yaratılan güzellik algısı ile sömürüsünü toplumun bütün kesimlerine yayıyor. Tüketiciler, tükettikleri kadar kabul görülüyorlar toplumda. Bugün ayrıcalıklı ve biricik kimseler olmanın yolu, hızlı modanın en hızlılarından olmaktan geçiyor. Tüketici ne kadar hızlanırsa hızlansın yetişemiyor modanın hızına, bu hıza yetişemedikçe doyumsuzlaşıyor, mutsuzlaşıyor; tükeniyor.
Işıltılı Vitrinlerin Arkasında Doğanın ve Yaşamın Sömürüsü Var!
Hızlı modanın tek sırrı tükettikçe tükenen tüketiciler değil elbette. Hızlı modayı yönlendiren küresel şirketlerin rekabette diğerlerinden bir adım önde olmak, giysilerin maliyet ve fiyatlarını ucuzlatabilmek için üretim yaptırdıkları şirketlerde işçilerin köle gibi çalıştırılmasını görmezden geliyorlar.
Örneğin ABD’de satılan giysilerin %95’i 1960 gibi yakın bir tarihte bile ABD’de üretiliyorken bugün sadece %3’ü o coğrafyada üretiliyor, %97’si ise Kamboçya, Pakistan, Bangladeş gibi kapitalizm içinde yoksul bırakılan coğrafyalarda. Modanın yükselen hızına en karlı şekilde yanıt vermek isteyen birçok şirketin yöneldiği bu coğrafyalarda, ortalama bir konfeksiyon işçisi günde 16 saat çalışarak yaklaşık 3 dolar kazanıyor ki bu işçilerin çoğunluğunu kadınlar ve çocuklar oluşturuyor. Bangladeş’te yaşları 5-14 arasında değişen çocukların yüzde 15’i tekstil fabrikalarında, oldukça kötü koşullarda çalıştırılıyor.
Tekstil işçilerinin yaşamları, fast fashion şirketlerinin gözünde ürettikleri giysilerden de işçilerin güvenliği için alınması gereken önlemlerden de çok daha ucuz. Çoğu kişi hatırlar; 2012’nin sadece Eylül ayında Pakistan’da bu şirketler için üretim yapılan fabrikalarda çıkan yangınlar sonucu toplam 314 işçi yaşamını yitirmişti. 2013’te Bangladeş’te gerçekleşen Rana Plaza katliamında bina içinde çatlaklar olduğu defalarca bildirilmesine rağmen, üretim durmasın diye şirket yönetimi tarafından tedbir alınmaması sebebiyle, 1134 işçi göçük altında kalarak yaşamını yitirmişti ve 2000 işçi ciddi şekilde yaralanmıştı.
Bu katliamlar milat kabul edildi ve büyük moda markaları işçilerin çalışma koşulları konusunda daha sorumlu davranacaklarını taahhüt eden sözleşmelere imza attılar. Toplumun her kesiminde tepkiye yol açan bu işçi katliamları bir şey değiştirdi mi peki? Bugün gelinen noktada fast fashion hiç de hız kesmiyor.
Sadece tekstil atölye ya da fabrikalarındaki işçiler değil sömürüye maruz kalan, çiftçiler de farklı bir sömürüyle karşı karşıya kalıyor. Moda sektöründe kullanılan pamuğun büyük çoğunluğunun üretildiği Hindistan’da son 16 yılda 250.000 civarında çiftçi, yani her 30 dakikada bir çiftçi, aldıkları borçlar ve kazançlarındaki düşüş sebebiyle borçlarını ödeyemedikleri için çaresizlikten intihar etti. Çoğunun çocukları pamuk için kullanılan tarım ilaçları yüzünden engelli doğdu veya kanserden yaşamlarını yitirdi. Neden mi çaresizlikten intihar ediyorlar? Yükselen talep sebebiyle daha fazla üretim yapabilmek için Monsanto gibi şirketlerden GDO’lu tohum, bu tohumların sebep olduğu hastalık ve böceklere karşı kimyasal ilaçlar satın almak zorunda kalıyorlar ve maliyet gittikçe artıyor. Bu döngünün içinde giderlerin parasını karşılayamama tehdidiyle karşılaşınca pamuğu büyük üreticilere düşük fiyata satmak zorunda kalıyorlar ve giderler iyice karşılanamaz hale geliyor.
Hindistan vb. coğrafyalarda sömürü sadece çiftçilere yönelik değil elbette. Sadece bir pamuk tişörtün üretiminde 2700 litre su kullanılıyor ki bu miktar bir insanın 900 günlük su tüketimine eşit.
Pamuk üretimi yapılmayan, deri işlenen bölgelerde ise hem milyonlarca hayvan derisi ya da kürkü için katlediliyor hem de her gün milyonlarca litre atık Ganj nehrine dökülüyor. İçme sularına, şebeke sularına, yeraltı sularına krom karışıyor. %100 pamuklu olmayan her giysinin içine katılan polyesteri üretmek için gereken karbon ayakizinden bahsetmiyoruz bile. Moda, günümüzde petrolden sonra en çok kirlilik yaratan, doğayı en çok talan eden ikinci sektör haline geldi, birinciliğe oynuyor.
Sözün özü; hızlı olan sadece moda değil. Bedenlerimiz ve hatta zihinlerimiz günden güne metalaşırken yoksullaşmayı, hastalık ve katliamları, ekolojik yıkımı, yaşamın tamamının talanını hızlı yaşıyoruz; buna yaşamak denirse…
Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 48. Sayısında yayınlanmıştır.
The post Sömürünün Hızlısı Fast Fashion- Mercan Doğan&Yadigar Aygün appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>