The post Anarşist Gelenekte Paylaşma Dayanışma appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>Biz anarşistler için paylaşma ve dayanışma içinden geçtiğimiz küresel salgın sürecinde daha fazla önem taşıyor. Bu yüzden bu yazımızda mücadelenin büyümesi ve toplumsallaşabilmesi noktasında kilit bir önemde olan paylaşma ve dayanışma örnekleri üzerine yoğunlaşacağız. Önce paylaşma ve dayanışmanın bizler için teorik anlamda ne ifade ettiğini açıkladıktan sonra, söz konusu tarihsel kısmı ayrıntılandıracağız.
Anarşistler için Paylaşma ve Dayanışmanın Teorisi
Geçmişten günümüze bütün toplumlarda paylaşma ve dayanışma ilişkileri olmuştur. Bunun da ötesinde aslında toplumsal yaşamın varoluşu için vazgeçilmez bir önemde olduğu da bir gerçekliktir. Sözde “normal” olan zamanlardan, şimdiki “olağanüstü” zamanlara kadar her zaman bencillik, rekabet ve ihtiras iktidarlar tarafından ne kadar hakim ilişki biçimi haline getirilmeye çalışıldıysa da insanın doğal yaşamının bir parçası olan dayanışma ilişkileri tamamen yozlaştırılamamış, ortadan kaldırılamamıştır.
Fransız anarşistleri, “Liberté, égalité, fraternité” yani “özgürlük, eşitlik, kardeşlik” şeklinde formülize edilen sloganı “Liberté, égalité, solidarité” yani “özgürlük, eşitlik ve dayanışma” şeklinde güncelleyip sahiplenmişlerdi. Kelime anlamı olarak “erkek kardeşliği” ifade eden “fraternité” eleyip “solidarité”yi sahiplenmek; kadın özgürlük mücadelesinin en radikal yaklaşımlarından birini içinde barındıran anarşizm için bu yönüyle bir aydınlanma eleştirisini içerirken, “dayanışmanın” eklenmesiyle bu olgunun ne kadar kilit bir önemde olduğunu anlamamıza yardımcı oluyor. Yalnızca mücadelenin toplumun örgütlenmesine ilişkin siyasi hattı konusunda değil, devrime nasıl bir mücadele şekliyle gidileceğine dair bir anlam da taşıyor yani dayanışma kavramı.
1902 yılında yayınladığı “Evrimin bir Faktörü: Karşılıklı Yardımlaşma” isimli kitabında Pyotr Kropotkin, hayvanlardan modern insan toplumlarına kadar, en basitinden en karmaşık ifadesine kadar toplumsallığın özünün söz konusu ilişkilere dayandığını dönemin bilimsel kavrayışıyla ortaya koymaktadır. Kropotkin, doğada canlıların yaşamak için birbirleriyle dayanışma içinde olmak zorunda olduğunu ve bunu tercih ettiği zaman hayatta kaldığını keşfetmişti. Bu teorinin biz anarşistler için önemi yalnızca bilimsel değil aynı zamanda propagandiftir.
Dayanışma, sadece siyasi bir idealin dışında devrime giden yolda nasıl örgütlenmemiz gerektiğine dair bir anahtardır. Bu yüzden devlet -iktidar, otorite ya da adına her ne dersek diyelim- özü itibariyle dayanışmayı ortadan kaldırmak için çabalar. Devlet olmadığı zaman yaşanılamayacağını düşünenler yalnızca devrimci zamanlarda değil, içinden geçtiğimiz deprem vb. afetler, salgın hastalıklar gibi süreçlerde de devletin aniden ortadan kaybolduğunu ancak toplumsal yaşamın buhar gibi uçuşmadığını görmüşlerdir. İşte dayanışmanın özü, doğduğu ve serpildiği yer tam da burasıdır; devletsiz halkın toplumsal yaşamı.
Tarihten Örneklerle Dayanışmanın Somutlandığı Mücadele Alanları
Birkaç yıl önce İspanya’daki yoldaşlarla yapılan bir söyleşide yoldaşımız şöyle diyordu: “İspanya’da anarşizm bir kültürdü. Devrim yıllarından önce bile bu durum böyleydi. Bunu tekrar yaşatmalıyız.”
Anarşizm tarihinin en etkili deneyimlerinden biri olan 1936 İberya devrim sürecinin kendisi toplumsal dayanışmanın örgütlenmesiydi. Bunun yanında yüzbinlerce kişinin saflarında örgütlenip paylaşma ve dayanışmayı bütün topluma yaydığı CNT’nin özellikle göçmenlerle dayanışma konusunda uzun yıllar boyu sürdürdüğü büyük bir deneyim vardı. Tıpkı anarşist tarihteki sayısız örneğin tekrar tekrar ortaya çıkardığı gibi, kendisi de çoğunlukla göçmen insanlar tarafından örgütlenen anarşist hareket için göçmenlerle dayanışma organik bir olguydu. Bunun paralelinde göçmenler de yaşamlarının kurtuluşu için anarşizmin ilkelerini toplumsallaştırmanın önemini farkediyordu. Göçmen bir halk olan Romanlar CNT saflarında faşizme karşı savaştılar. Faşistler tarafından İspanya halkına bir tehdit olarak görülen göçmenler, devrimcilerin tarafında diğer ezilen kardeşleriyle beraber dayanışmayı örgütlüyorlardı.
Devrimin bastırılmasıyla beraber anarşist hareket büyük bir göç dalgasıyla İspanya ve Portekiz gibi çevredeki ülkelere dağıldı. Öncesinde diğer savaş mağdurlarıyla dayanışmak için kurdukları göçmen dayanışma örgütleri İspanya’dan anarşistlerin yaşamını devam ettirmesi için sürdürülen dayanışma noktasında dünya anarşistlerine ilham vermiştir.
Ancak tabii ki bu öne çıkan örneklerden yalnızca bir tanesi. Öte yandan devrimler tarihinde başlı başına göçmen krizinin bir devrime dönüştüğü az bilinen bir tarihsel örnek vardır. Tıpkı pek çok başka ülkede olduğu gibi Kore’de de anarşist hareketin gelişimiyle halk özgürlük mücadeleleri arasında organik bir bağ vardır. Japon İmparatorluğu’nun 1910’da Kore’yi işgal etmesi halkın büyük tepkilerine yol açmıştı. 10 yıl boyunca anarşist militanların mücadeleleriyle Japon yönetimine karşı pek çok eylem gerçekleştirildi. 1919 yılında Japon işgaline karşı büyük bir eylem örgütlenecekti. “Bağımsızlık mücadelesi günü” adı verilen bu günde gerçekleşen eylemde 7500 kişi Japon askerlerinin saldırısıyla katledildi, yüzlerce insan da yaralandı.
Katliamın ardından çok sayıda Koreli Mançurya’ya göç ederek orada bağımsız topluluklar oluşturdu. Göçmen kampı da denilebilecek bu yerlerde “Mançurya’daki Kore Halk Derneği” adında anarşist bir dernek faaliyet göstermeye başladı. 1929 ve 1931 yılları arasında Kore dışında yaşayan 2 milyon Koreli göçmenin paylaşma ve dayanışma ilişkileri çerçevesinde yaşadığı özgür bölgede örgütlenen bu dernek, etkisini Kore’de bile hissettiriyordu. Bu kampta işçi kooperatifleri ve özgür okullar kuruldu. Bölgesel konseyler oluşturularak halkın karar alma süreçlerine katılımı sağlanmaya çalışılıyordu. Anarşist komünist bir ekonomi benimsenerek para ortadan kaldırılmıştı.
Yalnızca yıllar öncesinde değil yakın tarihte de anarşistler dayanışmanın örgütlenmesinde kritik pek çok eylemliliğe imza attılar. Ortadoğu’da sürdürülen savaşlar sonucunda dünyanın dört bir yanına dağılan göçmenler konusu hepimizin bildiği gibi günümüzün en yakıcı konularından biri olmayı sürdürmektedir. Avrupa’da göçmenleri hedef alan faşist saldırılara karşı yine en güçlü cevabı anarşistler vermiştir. Son yıllarda anarşistler “Göçmenler Hoşgeldiniz” sloganıyla sınırlarda telleri parçalama eylemleri, işgaller gibi eylemliliklerle Avrupa devletlerinin göçmen düşmanlığına gereken cevabı vermektedir. Bunun yanında işgal evleri/mahalleleri öncelikli olarak devletler kıskacında yaşama mücadelesi veren göçmenlerin ihtiyaçlarını karşılamak için iyi bir sığınak işlevi görmektedir.
Göçmenler için Avrupa’nın giriş kapılarından biri olan Yunanistan bu mücadelenin güçlü bir şekilde sürdüğü coğrafyalardan biri olmuştur. Yunanistan’daki yoldaşlarımız geçtiğimiz aylarda iktidar olan faşist yönetimin ve ondan önceki Syriza hükümeti döneminde de devletin işgal evlerine ve mahallelerine saldırılarıyla karşı karşıya kalmıştı. Bu bağlamda işgal evlerinin ateşe verilmesi gibi, bizlere coğrafyamızın kanlı tarihindeki anları hatırlatan saldırılardan devlet müdahalelerine kadar pek çok saldırı yakın süreçte gerçekleşti. En çok göçmen dayanışma evinin bulunduğu Exarchia mahallesi yoğun bir ablukaya alındı, göçmenler yaşadıkları yerlerden zorla tahliye edildi. Anarşist yoldaşlarımız mahallelerini ve göçmen dayanışma mücadelesini savunmaya devam ediyor.
Yaşadığımız coğrafyada ise son yıllarda Suriye Savaşı’ndan kaçan, Afrika’dan daha iyi bir dünya umuduyla yola çıkan ve bunun gibi pek çok sebeple yaşadıkları yeri terk etmek zorunda kalan göçmenlerin durumu belirsizliğini korumaktadır. TC Devleti, göçmenleri kendi siyasi politikalarına alet ederek düne kadar göçmenlere sahip çıkıyor gibi bir imaj çizerken bugün sınırları açarız tehdidiyle Avrupa devletlerine isteklerini dayatmaya çalışır bir pozisyona çekilmiştir. Bizler her geçen gün devletlerin ikiyüzlülüğüne özellikle göçmen konusunda sürekli şahit olmaktayız.
İşçilerin Kurtuluşu İçin Tek Çare Dayanışma
Anarko-sendikalizm kitabının yazarı anarşist Rudolf Rocker kitabında işçilerin dayanışma pratiği olarak doğrudan eylem ve mücadele deneyiminin önemine değinmekteydi. Onun sözleriyle söylemek gerekirse “Günlük ekonomik mücadelenin en önemli sonuçlarından biri işçiler arasındaki dayanışmanın gelişmesidir.” Bununla birlikte yardımlaşma aslında işçilerin birliği için adeta zorunlu bir koşul gibiydi. “Aynı koşullara tabi olan insanların işbirliği açısından sürekli en olmadık gereksinimleri ortaya çıkaran yaşamsal ihtiyaçlar için verilen mücadeleyle yenilenen karşılıklı yardım hissi, büyük oranda duygusal bir değere sahip soyut parti ilkelerinden çok farklı bir biçimde işler. Bu his, aynı kaderi paylaşan topluluğun temel bilincini geliştirir ve bu da zamanla yeni bir hak anlayışını geliştirerek ezilen sınıfın kurtuluş yolundaki tüm çabalarının ahlaki ön koşulu haline gelir.” Onun yazılarında da belirtildiği gibi anarşistler için işçilerin politik mücadelesi onların dayanışmayı örgütledikleri ekonomik ve sosyal yaşamlarından ayrıştırılamaz.
Bir sendika bürosu, anarşist örgüt toplantısı, komün/kolektif buluşması vb isimler altında bir araya gelen anarşistler, yaşamlarını mücadeleyle birleştirir ve bu alanları kolektif alan haline getirirler. Rocker’ın da yaşadığı ve mücadele ettiği Almanya’da 1910’lu yıllardan beri faaliyet yürüten “Özgür İşçiler Sendikası” FAU, bir mücadele geleneği olarak sendika örgütlerindeki özellikle eğitim/kültür birimlerini işçilerin sosyalliğini güçlendirecek ve dayanışmanın örgütlendiği bir zemin olarak kurgulamışlardır. Bu anarşist mücadele tarihindeki sayısız örnekten yalnızca biridir. Grevlere giden fabrikalardaki işçilerin bir araya geldiği ve yaşamsal ihtiyaçlarını ortaklaştırarak beraber çözüm aradığı birer komün haline gelmiştir. Anarşist tarihteki hemen her örgüt karşılıklı yardımlaşma, paylaşma ve dayanışma ilkelerini güçlendirecekleri bir örgüt yapısı benimsemişlerdir.
Karantinada Birbirine Yabancılaşmayan, Dikkatlice Dayanışmaya Sarılanlar
Anarşistler toplumsal hayatın merkezinde yer alan örgütlenmeler kurmaya yöneldikleri ve aslında kendini toplumdan soyutlamış aydınlar olarak değil de halkın kendisi olarak örgütlendikleri için afetlerde hızlıca hareket edebilmişlerdir. Devlet ise hem merkezi ve hantal yapısıyla bu gibi durumların üstesinden gelemez hem de aslında özü itibariyle dayanışma kurmak istemez. Çünkü artık normal zamanda sömürülenlerin daha fazla sömürelecek bir şeyi kalmadığı, hayatını kaybetmemeye çalıştığı bir yer haline gelmiştir burası.
Anarşist tarihte bu süreçlere dair pek çok pratik sergilenmiştir ve sergilenmeye devam etmektedir. Buna çok eski tarihli olmayan güçlü bir örnek vermek gerekirse, geçtiğimiz aylarda gazetemizde yer verdiğimiz 2005’te kurulan Ortak Taban Kolektifi’nden tekrar bahsetmek faydalı olabilir.
ABD’de Katrina kasırgası gerçekleştiğinde 2000’e yakın insan yaşamını yitirmiş, neredeyse 1 milyon insan evsiz kalmıştı. Devletin -benzeri pek çok örnekte olduğu gibi- insanların yaşamsal ihtiyaçlarının sorumluluğunu almayıp onları yalnız bıraktığı günlerde eski Kara Panterler üyesi Robert Hillary King ve anarşist Scott Crow, Ortak Taban Kolektifi’nin çalışmalarına başladılar. Kolektif -özellikle devletin umursamadığı yoksul mahallelere- su, yemek ve ilkyardım gibi öncelikli temel ihtiyaçların götürülmesini sağlamıştı. Devlet kuruluşlarının “ulaşamadıklarını” söylediklere yerlere bisikletle gidip tespitler yaparak harekete geçiyorlardı. Zaman içerisinde onbinlerce gönüllüsüyle kasırgaya karşı yaşamın yeniden yaratılmasını sağlayan Ortak Taban Kolektifi’nin düşünsel arka planında anarşist yöntemlerle örgütlenen bir dayanışma pratiği yatıyordu. Ortak Taban Kolektifi’nin koordinasyonunun yürütüldüğü yerlerde kapıda kocaman bir tabela asılıydı: “Hayırseverlik Değil Dayanışma!”
Bu mücadele deneyimiyle bugün afetlerde dayanışma pratikleri gerçekleştirilmeye devam etmektedir. Bu cümleleri oluşturduğumuz günlerde örneğin, Yunanistan’ın Kallithea bölgesinde devletin umursamadığı huzurevleri, çocuk bakım evleri gibi yerlere dayanışma kolileri bırakılmaya devam etmekte. Almanya’da Berlin şehrinde evsizler için 3 apartman dairesini işgal eden anarşistler, herkese “evde kal” çağrısı yapan devletin göçmenler ve evsizler için hiç bir çözüm üretmediğini ve asıl felaketin kapitalizm olduğunu belirterek işgallerine devam edeceklerini açıklıyor.
Coğrafyamızda da devrimci anarşistler salgın sürecinde krizi fırsata çevirmeye çalışan kapitalistlere karşı direnişi, hakları bu süreçte her zamankinden de çok gasp edilen işçilerle birlikte mücadeleyi, evlerine yiyecek götürmekte zorlanan yoksullar arasında mecburi olan dayanışma ilişkilerini örgütlemeyi sürdürüyor.
Zeynel Çuhadar
Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 53.sayısında yayınlanmıştır.
The post Anarşist Gelenekte Paylaşma Dayanışma appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post Kropotkin ve Gençliğe Çağrısı appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>Küreselleşmeyle neoliberal politikaların olumsuz etkilerinin ve milliyetçi muhafazakar ideolojilerin yükseldiği bir dönemde savaşı, nefreti ve yenilmişliği değil de paylaşma, dayanışma, yerellik, doğrudan eylem, doğrudan demokrasi ve özörgütlenme gibi kavramlarla yol alan bir teori ve pratik olan anarşizm, toplumsal yaşamı dönüştürmede giderek daha da büyük bir ihtiyaç haline geliyor. Çünkü anarşizm iktidarlı, bürokratik sistemlerin hantal düşünme biçimleri yerine yaratıcı pratiklerin içinde yeşermesine imkan sağlayarak sorunlara karşı temelden çözümün ipuçlarını veriyor.
Bugün anarşizmi düşünebilmemizi, konuşabilmemizi ve eyleyebilmemizi sağlayan büyük bir gelenek var. Bu geleneği bugünden bakarak anlayabilmek ve yorumlayabilmek, bu coğrafyada yaratılmakta olan anarşist gelenek için de önemli. Anarşizmin felsefesini ve örgütlülüğünü pekiştiren her bir kişinin önemli olduğunu düşünmek, yaşamıyla ve düşünceleriyle bugüne kadar ulaşan anarşist yoldaşlardan biri olan Kropotkin’i de anlamayı gerektiriyor.
Ayrıca sosyolojiden biyolojiye ekolojiden etiğe pek çok alanda yaşanan, doğayı ve toplumsalı anlayıp yorumlama çabalarının eksikliği, çok yönlü bir düşünür olan Kropotkin’e yüzümüzü dönmemizle sonuçlanıyor.
Kalemi kuvvetli bir bilim insanı olduğu kadar önemli bir politik ajitatör ve eylem insanı olan Kropotkin’in düşünceleriyle uyumlu pratikleri, yazdığı yazılara da yansıyor. Özellikle 20. yüzyılın ikinci yarısından sonra artan gençlik hareketlerini ve günümüzde toplumsal hareketlerin halihazırda en dinamik kesimlerinden biri olan gençlik mücadelesini göz önünde bulundurursak, Kropotkin’in belki de içinden geçtiğimiz günleri öngörürcesine 1880’de yazdığı, -bilimsel toplumsal analizleri de içinde barındıran ajitatif metni- “Gençliğe Çağrı” büyük bir önem kazanıyor.
Gençlik mücadelesinin yaratıcı özelliği ile anarşist hareketin yaratıcı ve dönüştürücü doğal özelliğinin yakından ilişkili olduğunu iddia etmemizi sağlayacak bir metin olarak Gençliğe Çağrı bugün, biriken ve giderek büyüyen sorunlara karşı mücadeleye çağrıyı yinelediği ve mücadelenin yolunun tam ve doğru bir şekilde belirlemek gerektiğini anlatması sebebiyle önemli hale geliyor.
Kropotkin’i ve çağrısı anlamak için yayınladığımız bu yazıda doğal olarak Kropotkin’i, yaşamını, düşüncelerini, Kropotkin’in yazı dilini, çevirisini, kullandığı kavramları ve metnin edebi yönünün yanı sıra, çağrıda değindiği önemli noktaları da ele alacağız.
Evrimci Bir Devrimci Anarşist: P.A. Kropotkin’in Yaşamı
Kısaca aktaracak olursak, 1842-1921 yılları arasında yaşamış devrimci anarşist Kropotkin coğrafya, biyoloji, etik ve jeoloji alanlarında çalışmalar yapmış, devrimci anarşist düşünür ve bir eylem insanı.
Kropotkin, Rusya’da, soylu bir ailenin oğlu olarak doğdu. Soylu çocukların yetiştiği okuldan sonra Çar I. Nikola’nın dikkatini çekerek askeri akademiye girdi. Ardından Çar II. Alexander’ın 1863’teki Polonya Ayaklanması’nı bastırması üzerine çarlık düzenine karşı ilk eleştirileri başladı. Rus narodnik hareketinden olan Herzen’den etkilendi.
Kropotkin askeri okula hiçbir zaman ilgi duymadı. Askeri derslerden ziyade fizik, kimya, matematik ve coğrafya dersleriyle ilgilenerek kendisini bu yönde geliştirdi. Bu sebeplerden kaynaklı 1862’de Sibirya’da görev yapmak istediğini söyleyerek oraya gitti.
Kropotkin kayıkla, vapurla, atla ve yaya olarak toplam 70.000 kilometre yol katetti. Adı sanı olmayan halkların devletten uzak bir ortamda karşılıklı yardımlaşma ve dayanışma içinde yaşadıklarını fark etti. Devletin faaliyetinin toplumsal yaşamı desteklemekten ziyade engelleme olduğunu düşündü ve doğal afetlerin yoğunluğuna, çetin iklim koşulları ve yiyecek sıkıntısına rağmen küçük topluluklarda yaşayan insanların birbirleriyle gerçekleştirdiği dayanışmanın şehir ve devlet otoritesinin olduğu alanlara göre çok daha fazla olduğunu deneyimledi. Eklem bacaklılardan insanlara toplumsal anlamda iç içe ve uyumlu yaşayan, birbirleriyle dayanışma içinde olan toplulukların hayatta kalmaya yatkın olduğunu, barış içinde yaşadıklarını ve gelişkin etik değerlerinin olduğunu gördü.
Sadece evrime ve beşeri coğrafyaya yönelmedi, Alexander von Humboldt’un yanlış gösterdiği dağ kuşaklarını düzeltti ve Rus Coğrafya Derneği başta olmak üzere çeşitli dergilerde yazılar yayımladı.
Fiziksel coğrafyayı ve beşeri coğrafyayı birlikte analiz etme fırsatı bulduğu yolculuğu, “Geçmişte üzerine titrediğim devlet disiplinine olan inancımı Sibirya’da kaybettim. Artık anarşist olmaya hazırdım.” sözünün alt yapısı oluştu.
1867’de ordudan ayrılarak St. Petersburg’a dönen Kropotkin, Coğrafya Topluluğu için çalışmalar yaptı. Bu dönemde pek çok konuda okumalar yaparak kendini geliştirdi.
Paris Komünü’nün haberini aldığında heyecanlanan Kropotkin, Komün hakkında “Bu bir toplumsal devrimin habercisi; gelecek devrimlerin başlangıç noktası” diyerek Avrupa’ya gitmeyi düşündü. 1872’de, insanlar dünyanın her yerinde adaletsizliklerle karşı karşıyayken ve halklar mücadele ediyorken bilim yapmanın lüks olduğunu, doğrudan politik mücadele içerisinde olmanın gerekliliğini düşünüp Avrupa’ya geçti. Özgürlükçü sosyalistlerin, anarşistlerin Avrupa’daki hareket noktası haline gelmeye başlayan İsviçre’deki Jura Federasyonu’nu ziyaret edip, onlarla yakınlaştı. “Saat yapımcıları ile bir hafta geçirdikten sonra görüşlerim berraklaştı. Artık bir anarşisttim.” diyerek Jura Federasyonu’nun politik görüşlerinden, örgütlü ve anarşist pratiklerinden etkilendiğini belirtti.
Jura macerasının ardından Kropotkin, Rusya’ya, memleketine politik mücadele vermek için geri döndü. Narodnik hareketlerle tanıştı, 1873’te ilk politik bildirisini yazdı. Politik faaliyetler gerçekleştirdiği için 1874’te tutuklandı. Okumalarına hapishanede zor da olsa devam etmeyi başardı. Hapishanede geçirdiği seneler boyunca deneyimledikleri, onun hapishanelere ve cezalandırma sistemine karşı nefretini oluşturdu.
1876’da hapishane hastanesinde iken yoldaşlarının desteği ile kaçtı. Onun bu kaçışı Tomasello’nun Erdemin Kökenleri adlı kitabında mükemmel bir karşılıklı yardımlaşma örneği olarak anlatıldı.
Hapishaneden kaçırıldıktan sonra İskoçya, İngiltere ve oradan da İsviçre’ye geçti, 5 yıl burada mücadele etti. İsviçre’de kaldığı süreçte kendisi gibi devrimci anarşist bir coğrafyacı Reclus ile tanıştı. Onunla coğrafya çalışmaları yaptı. Reclus için ayrıca parantez açmak gerekir çünkü Reclus Paris Komünü’nde bizzat yer almış, devrimci hareketin içinde mücadele vermiş biri ve toplumsal ekoloji kavramının ve alanının oluşmasında önemli bir etkiye sahip toplumsal coğrafya kavramını ve anlayışını ortaya koymuş; insanın doğanın bir parçası olduğunu anlatan önemli bir coğrafyacıydı. Reclus’nün Nouvelle Géographie Universelle (Yeni Evrensel Coğrafya) adlı eserinin Sibirya ve Rusya Asyası’nı konu alan altıncı cildine İsviçre’de geçirdiği yıllarda Kropotkin’in de çok büyük katkısı oldu. Kropotkin’le Reclus’nün radikal coğrafya geleneğine olan katkısı, son dönemdeki canlanmaya kadar hep göz ardı edildi.
Kropotkin 1879’da Le Revolte (İsyan) gazetesinin kurulmasına katkı sağladı. 1882’de İkinci Enternasyonal’e katılmak üzereyken, Lyon’da yakalanıp tutuklandı. Dayanışma gösterdiği kadar önemli dayanışmalar da gören Kropotkin’e bir başka büyük dayanışma yine hapishanedeyken geldi. 1885’de hapishanede yazdığı yazıların yoldaşları tarafından bir araya getirilmesi sonucu Bir İsyancının Sözleri kitabı yayınlandı. Geliri Kropotkin’e dayanışma olarak gönderildi.
Rusya ve Fransa’daki hapishane günlerinden sonra hapishane ve ceza sistemini eleştiren Rus ve Fransız Hapishaneleri’nde kitabını yazdı. Modern hapishane sisteminin kritiğini, hapishanelerin rehabilite etmekten çok insanları kapatarak suçu yeniden ürettiğini Foucault’dan yıllar önce dile getirdi.
1886’da Victor Hugo ve evrim konusunda en çok tartıştığı Spencer gibi ünlü yazar ve düşünürlerin de içinde olduğu büyük toplumsal baskı nedeniyle serbest bırakıldı.
1886’da Londra’ya yerleşen Kropotkin, bu dönemde yüzlerce makale yazdı, bilimsel çalışmalarıyla giderek ün kazandı. Kraliyet Coğrafya Derneği’nin verdiği ziyafette kralın şerefine kadeh kaldırmadı, yine bu yıllarda Cambridge Üniversitesi coğrafya profesörlüğü ünvanını reddetti.
Eylemle propagandanın doğrudan bir eylemcisi değildi; daha çok “Tek bir gözü kara eylem koca devi zangır zangır titretmeye yetiyorsa; birlikte, umudu ete kemiğe büründürür gibi bir araya geldiğimizde, neden dizlerinin üzerine çökertmeyelim ki?” şeklinde düşünüyordu.
Fakat kralların, başkanların, imparatorların anarşistlerin suikastleri eylemleri yoluyla öldürülmeleri eylemlerine cephe de almadı. “Bireyler suçlu görülemezler. Çünkü dehşet verici koşullar, onları bu eylemlere sürükledi” dedi.
Devrim fikrinin yaşam bulması gerektiğine inanıyordu, devrimi evrim kadar insan toplumunun doğasına uygun buluyordu.
1890’ların sonuna doğru okyanusun ötesine geçti; Kanada ve ABD’de birçok konferans verdi, konuşmalar gerçekleştirdi. Bu dönem Kropotkin’in düşünsel anlamda büyük gelişimler gösterdiği, kitaplar yazdığı, dünyanın dört bir yanında değer gördüğü yıllar oldu.
Nasıl ki Kropotkin askerlik mesleğini bırakmış, Sibirya’dan dönmüş, orada edindiği deneyimler çerçevesinde kendisini geliştirdiği, bilimsel çalışmalar yaptığı esnada dünyada vuku bulan devrimci, büyük toplumsal dönüşümlerden etkinerek o hareketlere destek vermek için yaptığı çalışmalarını bıraktıysa; 1917’de de Rusya’da bir devrim olduğuna dair haberler aldığında da hiç düşünmeden yeteneğini, devrimin hizmetine sunmak için memleketinin yolunu tuttu. Fakat Rusya’ya büyük bir heyecanla gelen Kropotkin’in karşılaştığı devrim, umduğu gibi değildi. Gerçekleşen devrimin gidişatıyla ilgili olarak Lenin’le görüşmesine, defalarca ona taleplerini ve kaygılarını dile getirdiği mektuplar yazmasına rağmen görüşleri dikkate alınmadı.
Kropotkin Şubat 1921’de Rusya’da, -yaşlılığının da etkisiyle çabaları yetersiz kalınca bilimsel çalışmalarına devam ederken- Etik kitabını yazdığı süreçte yaşamını yitirdi. Kitabın ikinci cildi tamamlanamadan kaldı. Kropotkin’in cenaze töreni ise anarşistlerin Rusya’da kalabalık olarak yaptığı son eylem oldu. Bu tören sadece ünlü bir devrimci anarşiste son veda değil aynı zamanda devrimci dahi olsa tüm iktidarların yozlaşacağına ve devrime ihanet edeceğine yönelik büyük anarşist ilkenin bir kez daha haykırıldığı ve tüm iktidarlara karşı mücadelenin bitmeyeceğini gösteren büyük bir gövde gösterisiydi. Bu dönemden sonra da kimi anarşistler baskı altında tutuldu, hapishanelere gönderildi; kimileri de katledildi.
Kropotkin’in Önemli Eserleri
Yaşamını yitirse de yazdıklarıyla devrimci anarşist hareketler ve toplumsal eleştirel düşünceler tarihine nefes vermeye devam edecek olan Kropotkin’i, düşünceleriyle de anlamak gerekmektedir. Yaşamı boyunca farklı dillerde, yüzlerce makale ve birçok önemli kitap yazan Kropotkin’in temel düşüncelerini anlamada etkili olacak birkaç kitabından bahsetmek yeterli olacak diye düşünüyoruz.
Ekmeğin Fethi: Le Revolte dergisinde yayınlanan makalelerden ortaya çıkan Ekmeğin Fethi kitabı, anarşist komünizm ilkeleri üzerine bir toplumsal devrimin nasıl gerçekleştirileceğinin taslağını çizmeye çalışmaktadır. Uzmanlaşmaya, emeğin ücretlendirilmesine, kafa ve kol emeği ayrımının yapılmasına karşı “herkesten yeteneğine göre, herkese ihtiyacı kadar” ilkesini anlatmaya çalışılmıştır.
Tarlalar Fabrikalar Atölyeler: Bu kitapta Kropotkin üretim sürecinin desantralize edildiği bir biçim ve mekansallık kurgulamıştır. Ona göre merkeziyetçi üretimin sorunlarına karşı her bir birimin kendine yeter çeşitlenmiş üretimi, gereksiz pek çok harcamanın önüne geçecek ve herkes için gerçek “refah” ve “zenginlik” böylece yaşam bulacaktır.
Karşılıklı Yardımlaşma: Kropotkin’in ünlü bir evrimci ve bilim insanı olarak görülmesinde etkili olan Karşılıklı Yardımlaşma, eklem bacaklılardan modern insan toplumuna tüm topluluklar ve toplumlar içindeki ilişkinin doğasına inerek önemli tartışmalar açmıştır. Kropotkin’den önce hayvanlar arası karşılıklı yardımlaşma fikrini Goethe ve Kessler ileri sürse de bu fikrin tam ve detaylı bir şekilde ortaya çıkarılıp sistematikleştirilmesi Kropotkin ile olur. Kropotkin, Darwin’e karşı olarak değil evrim teorisinde bulunan “en güçlü şekilde adapte olan hayatta kalır” ilkesindeki güçlü olmayı “karşılıklı yardımlaşabilen türler” olarak yorumlamaktadır. Ayrıca bu teoride türlerin gelişimini sağlayan faktörün daha çok karşılıklı yardımlaşma olduğuna inanan Kropotkin, en toplumsal türün hayatta kalmasının daha mümkün olduğunu savunmaktadır. Evrimin en önemli faktörü olarak karşılıklı yardımlaşma teorisi, devletsizliği savunan anarşist düşüncelerin toplumsal yaşamın hangi ilkeler çerçevesinde ve nasıl örgütleneceğine dair en önemli dayanaklarından birisidir.
Etik: Karşılıklı yardımlaşma, toplumsallık ve adalet kavramlarından hareketle geliştirdiği gerçekçi, yeni bir ahlak felsefesi anlatımını yaptığı kitapta Kropotkin, evrimsel süreçte edindiğimiz toplumsal ilişki kurma yetimizi ahlaki davranışımızın kökeni olarak ilan etmektedir. Ve tümüyle bizi bu ilişki kurma biçimine iten doğanın, ilk etik öğretmemiz olduğunu söylemektedir. Toplumsal yaşamın bir türün fiziksel ve zihinsel gelişiminin yanı sıra etik alanında da gelişimine fırsat yaratacağını açıklamaktadır. Fakat bu anlayışıyla Kropotkin bundan önce yapılan toplumsal ahlak tanımlamalarının da dışına çıkmaktadır: “Ahlakçıların hep uygulamak istedikleri o hakkı reddediyoruz, tek tek bireyleri bir ideal adına sakatlamayı.”
Kropotkin’in Günümüzdeki Önemi
Anarşizmin bilimsel temellendirmelerle ilişkili bir toplumsal dönüşüm teorisi olarak görülmesinde katkıları olan Kropotkin’in, doğayı ve toplumları incelerken önemli bilgi sistematikleri kurduğunu iddia etmek yerinde olacaktır. Doğanın ve toplumun gelişimini, evrimini ele alırken ve bilim yaparkenki determinist olmayan, bütünsel bakış açısı hala canlı ve geçerliliği olan düşüncelerinin varlığının nedenidir.
Bugün Kropotkin’in düşüncelerinin yeniden önem kazanmasının ve özellikle sosyal bilimlerde yeniden canlanmasının nedeni de bahsettiğimiz yöntemsel özelliğinden kaynaklanmaktadır. Devletli komünizme dair öngörülerinde ortaya çıkan sonuçlar onun siyasi öngörülerini sağlamlaştırırken, karşılıklı yardımlaşmanın güçlü ilkeleri antropolojiden radikal coğrafyaya, davranışsal psikolojiden etiğe pek çok alandaki bilimsel öngörüleri ve tezlerinin de canlı ve geçerli olduğunu kanıtlamıştır.
Kısacası Kropotkin mekanı, doğayı, coğrafyayı ve insan toplumunu beraber incelerken dikkate alınması gereken bir konumdadır.
Anarşist antropoloji ve arkeoloji geleneğinin “otorite uygulanmasıyla düşmüş olan toplumların ahlaki düzeyini yükseltmek için özgür komünizm kurumlarına olan inancımızı tarihten alıyoruz.” şeklindeki söylemleri bu alanda Kropotkin’in ismini geçerli kılıyorsa, Tomasello’nun “İnsan Ahlakının Doğal Tarihi” ve Mat Ridley’in “Erdemin Kökenleri” kitaplarındaki Kropotkin referansları da günümüzdeki davranışsal psikoloji ve insan bilimlerindeki Kropotkin etkisini bizlere göstermektedir. Ayrıca Simon Springer gibi günümüz anarşist coğrafyacıların da radikal coğrafya alanında Kropotkin ve Reclus’e yönelik referansları bu alanda da Kropotkin’i hatırlatmakta, onu güncel tartışmalara cevap verir olduğunu göstermektedir.
Bu coğrafyacılar Kropotkin’in “Coğrafya Nasıl Olmalıdır?” makalesindeki öngörüyü, geçerli ve güçlü söylemle yöntemi bize hatırlatmaktadır: “Coğrafya, insanlık için değeri olan duyguları yaratma yollarını sağlayan bir bilim olmalı; ırkçılığa, savaşa ve baskılara karşı mücadele etmeli; cehalet, haddini bilmezlik ve egoizmden doğan yalanları dağıtabilmelidir”.
Metne Geçmeden Önce: “Çeviren İhanet Edendir” –
Kropotkin’in Gençliğe Çağrı metnini daha iyi anlayabilmek için metnin daha önce Türkçe’ye yapılan çevirisi ve metnin dilini ele almak istedik.
“Traduttore Traditore”
İtalyanca konuşulan coğrafyalardan doğan bu söz, bugün bütün dillerde kendi anlamını var etmiştir.
Dil, en basit tabiriyle iletişimimizi sağlayan ve düşüncelerimizi, duygularımızı, hislerimizi karşı tarafa aktarmamızı sağlayan araçtır. Her düşünür, ideoloji, topluluk vs. dile ve içindeki kelimelere ayrı anlamlar yükler; haliyle kelimeleri ve dili dönüştürür. Bu sebeple çok fazla kavramı veya kavramları kendi anlamlarını aşarak kullanan düşünürlerin eserlerini çevirmek zahmetli ve zor bir süreçtir. Çünkü bu çevirileri yapabilmek için, çevirmenin kendi diline ve kaynağın diline hakim olmasının yanı sıra düşünürün dönüştürdüğü, yeniden anlam verdiği veya ürettiği kavramlara da aşina olması gerekir.
Yaşadığımız coğrafyada konuştuğumuz dile çevrilen çoğu anarşist eser, bu yetkinliklerden uzak bir şekilde çevrilmiştir. Kropotkin’in Gençliğe Çağrı’sı da ne yazık ki bir istisna değildir. Anarşist metinlere özgü ayrı bir çeviri sıkıntısı da şuradan gelmektedir; çoğunlukla eski otoriter sosyalizm destekçisi marksistlerin askeri darbe sonrası anarşizmi “keşfetmesi” ile başlatılan çeviri süreçlerinde, eski alışkanlıklarından ve kelime dağarcıklarından vazgeçmemeleridir. Bu hem anlamda kayma hem anarşistlerin kullandığı kavramları bilerek veya bilmeyerek tahrip etmeleri anlamına gelir.
Metnin çevirisinde gördüğümüz ve öne çıkan sıkıntıları iki ayrı kategoriye ayırabiliriz: Teknik ve içerik.
Teknik anlamda söylenecek şeylerin başında metnin dili geliyor. Çevirinin dili sürekli salınıyor, öz türkçe felsefi kavram kullanımından –bulunç bunun en öne çıkan örneklerindendi- hemen sonra Osmanlıca sayılabilecek kavramlar gözü ve kulağı tırmalıyor -eşhaş kelimesi-. Metnin diliyle ilgili bir diğer sıkıntı ise Fransızca’nın uzun cümle kurmaya elverişli yapısını Türkçe’nin uzun cümle yapısına uyarlanmadan direkt olarak çevrilmesidir.
Orijinal metinde olan bir cümlenin de Türkçe’ye çevrilirken “unutulduğunu” hatırlatmamız gerekiyor. Hem cümle yapısı hem kelime seçimleri tutarsız ve Türkçe’ye uyumsuz olduğundan, aslında çok sade ve heyecan dolu bir metin yerini okuması oldukça zor bir metne bırakmış.
Öncelikle metinde sıklıkla geçen “ruh” ve “yürek” sözcüklerinin iyi anlaşılabilmesi, metnin hakkıyla okunabilmesi için gerekli. Kropotkin’in kullandığı ruh kavramı, felsefede sıklıkla kullanılan, Hegelci bir “ruh” değildir. Kropotkin’in “ruh” kavramı, Aydınlanmacıların “akıl” kavramına benzer ve onu aşar. Her şeyi anlamlandırabilen “akıl”, Kropotkin’de düşüncenin soluk ışığından kurtularak, taraf seçme özelliğini/zorunluluğunu da kendine katarak “ruh”a dönüşür. Yürek ise coğrafyamızda da hakim olan anlamıyla yani cesaret ve tutkuyla eşdeğer kullanılmıştır.
Metnin yazıldığı dönemde “sosyalizm” kavramı henüz Marksistler tarafından işgal edilmemişti. Devrimler tarihinde görülen, Kronştadt’ın insan onuruna sığmayacak şekilde bastırılması, Mahnovist Kara Ordu’nun Kızıl Ordu tarafından arkasından vurulması, İberya devriminde bütün dünya faşistlerinin desteklediği Franco karşısında SSCB’nin tutumu gibi olayların hiçbiri henüz yaşanmamıştı. O zamanlar sosyalizm, içindeki bütün hatlarıyla toplumcu mücadeleyi anlatmak için kullanılıyordu. Kropotkin de bu hatları kabaca otoriter ve özgürlükçü olarak ikiye ayırırsak, sosyalizmi “özgürlükçü sosyalizm”i anlatmak için kullanıyor. Özgürlükçü sosyalizm, bugün hâlâ özellikle Avrupa kıtasında anarşizm ile eş anlamlı kullanılıyor. Metindeki sosyalizm gördüğünüz her yerin üstünü çizip yerine anarşizm yazıp okuyabilirsiniz, herhangi bir anlam karmaşası olmayacaktır.
Metinde vurgusu yapılsa da önemli kavramlardan biri olan “adalet”i tekrar etmekte fayda var. Adalet, günümüzde sıkça kullanılan hatta partilerin isimlerinde yer alan “adalet”ten farklıdır. Kropotkin’in “adalet”i, yasal olanla alakalı değildir. Çoğu zaman yasallık, adaletin değil tam tersine adaletsizliğin temelini oluşturur. Buradaki adalet, yasal olan değil insanın doğasına uygun olarak meşru olandır. Metinden örneklendirirsek yasa aksini söylese de grev yapan işçilerin yanında durmak adalettir.
Bahsedeceğimiz en son kavram, Kropotkin’in en önemli eserlerinden biri olan Ekmeğin Fethi’nin merkezini oluşturacak kadar değerli olan “ekmek”. Ekmek kavramını anlamak için tıpkı sosyalizm kavramı gibi o dönemin koşullarına hakim olmak gerekir. İş sahibi ve sağlıklı bir işçi kanını ve kemiğini verdiği işinden kazandığı parayla –ki çoğu zaman bu para ya geç gelir ya da gelmez- ailesini doyuramıyor. Ekmek o yüzden temel gıda malzemesi olarak bu aileleri hayatta tutmaya yarayan besinleri. Temel anlamının yanında “ekmek” karnının doyması, barınabilmek, korkmadan ve gelecekten endişe etmeden yaşamayı sağlayacak nesnel koşullar bütünü için de kullanılıyor.
Gençliğe Çağrı
Kropotkin, Gençliğe Çağrı metnini 1880 yılında kaleme alır. Kropotkin’in çok da genç olmadığı bir yaştan bahsediyorsak da onun, çağrısında yaşlı bir kişinin kendinden gençlere nasihat edermişçesine konuşmadığını baştan söylemek gerekir. Aksine, metni okuyan herkesin anlayacağı üzere Kropotkin gençlere seslenirken kendisi de gençtir ve bir gencin yüreğinde taşıdığı heyecanla başlar sözlerine. Bunu, okuduğumuz her bir cümlede görebilir, hatta hissedebiliriz. Ancak “Gençliğe Çağrı” yalnızca bizlerde uyandırdığı hislerle de sınırlı kalmaz, aynı zamanda Kropotkin’in yaşadığı döneme dair gözlemleriyle bezenen ve yüzyılı aşkın süredir geçerliliğini koruyan teorik bir metindir; çağrıya kulak vermenin bir önemi de buradadır. İçinde bulunduğu yüzyılı sarsmış birçok teorinin bile çöktüğü günümüzde “Gençliğe Çağrı” tespitlerdeki tutarlılığıyla ve sorun edindiği şeye ürettiği çözümlerle karşımızda durmaktadır.
Bu Çağrı Neden Gençliğe?
1800’lerin dünyasında “çağrı”nın önemli bir yeri vardır. Halkın ezildikçe ezildiği, ezenlerin ise ezilenlerin sırtından geçindiği bir yüzyılın sonunda devrimci mücadele dünyanın dört bir yanında yükselir ve devrimciler bütün ezilenleri, özellikle de işçileri, ezenler karşısında örgütlenmeye çağırır.
Kropotkin’in kaleme aldığı çağrı ise kendi yüzyılı içinde bile farklı bir karakter taşımaktadır. Kropotkin tüm ezilenlerin sesinden yükselen çağrıyı o dönem ezilmişliğiyle göz önünde olmayan, farklı bir kategori olarak pek görülmeyen gençlere yapmıştır. Çağrının neden gençlere yapıldığı ise metnin girişinde kendisini açık eder: “On sekiz ya da yirmi yaşında olduğunuzu, öğreniminizi ya da çıraklığınızı tamamladığınızı ve hayata henüz başlayacağınızı farz ediyorum. Sizi bastırmak için uydurulan batıl inançlardan arınmış bir aklınızın olduğunu, şeytandan korkmadığınızı, rahiplerin ve devlet adamlarının yalanlarını, boş laflarını dikkate almadığınızı varsayıyorum… Daha bu yaşta ne pahasına olursa olsun sadece kendi sefasını düşünen ve çürümekte olan toplumun yitip giden ürünleri olan züppelerden biri olmadığınızı, tersine yüreğinizi tam da olması gereken yere koyduğunuzu varsayıyor; bu nedenle sizinle konuşuyorum.”
Bu kısımda yer alan bir ifade önemlidir: “hayata henüz başlamak.” Kropotkin’in çağrısı gençleredir çünkü gençler devletin, patronların, dinin yalanlarıyla henüz çürütülmemiştir. Ancak aynı zamanda genç hayatın öyle bir noktasında durmaktadır ki bu nokta bir yol ayrımı anlamına gelir; ya kendisinden önce çürüyenler gibi yalanların bir parçası olarak, kendi çıkarlarını korumak adına ahlaki olarak çürüyecek ya da ne olursa olsun yaşamı boyunca karşılaştığı bütün yol ayrımlarında şimdi yaptığı gibi “adaletli” olanı seçecektir.
Kropotkin, yine metnin girişinde, “…yaşlılar (yürekte ve ruhta yaşlılar elbette) kendilerine hiçbir şey söylemeyecek bu satırlarla boş yere gözlerini yormaksızın bu kitabı bir yana bıraksınlar.” dediğinde de kastettiği ayrım budur. Kropotkin’in çağrısı yol ayrımında çürümeyi seçmiş, seçtiği yolda yürürken umutsuzluğa kapılarak “böyle gelmiş böyle gider”cilere değildir; çünkü onlar adaletsizlikleri görmemek için kendilerini kandırdıkları yalanlarla bu çağrıya da bir kılıf bulur ve yaşamlarını sürdürürler. Ona göre bu sözlerin ancak, ruhta ve yürekte genç olanlar için bir anlamı olabilir.
Kropotkin’in Düşüncesinde Yol Ayrımı
Çağrı metninin dayandığı temel, Kropotkin’in birçok kitabında bahsettiği temel düşüncelerden ayrı değildir. Hatta onlarla bütünlüklü halde düşünülünce esas anlamı ortaya çıkar.
Kropotkin, insanlık tarihinin iki farklı eğilimle şekillendiğini düşünür: Özgürlükçülük ve otoriteryenlik. Bu eğilim, yalnızca şartları belirleyen iktidarlar tarafından değil, kendi şartlarını oluşturma etkisine sahip bireyler tarafından da belirlenir. Metinden hareketle, bir meslek özgürlükçü eğilimle de otoriter eğilimle de gerçekleştirilebilmektedir. Kişi, elinde bulunan bir aracı adaleti sağlamak için de kullanabilir, adaletsizliği yol açmak için de… Kropotkin çağrı boyunca iyi bir edebiyatçı gibi betimlediği 1880’in sokaklarında ve evlerinde bu iki eğilim arasında bir karara varmak üzere şu soruyla karşımıza çıkar: “Pekâlâ, ne yapacaksınız?”
Pekala, Ne Yapacaksınız?
Gençliğe çağrı, iki farklı yaşamın içinde doğmuş çocukların gençlik dönemlerine dair varsayımlarla yazılır. İlki kendi ilgilerine, yeteneklerine yoğunlaşabileceği bir öğrenim görmüş, burjuva bir anne-babanın çocuğu olarak dünyaya gelmiş ve bulunduğu yol ayrımında sistemde “kafa emeği”ni icra edecek gençler. İkincisiyse yaşamını sürdürebilme gayesi sebebiyle hiçbir zaman kendisinin ilgilerine ve yeteneklerine yoğunlaşamamış, çocukluğundan itibaren hep çalışmak zorunda kalmış, işçi anne-babanın çocuğu olarak dünyaya gelmiş ve bulunduğu yol ayrımında sistemde “kol emeği”ni icra edecek gençler. Kropotkin birbirinin zıt kutuplarında, birbirinden apayrı görünen iki yaşamı aynı soruda bir araya getirir.
Metin boyunca farklı sokaklarda, farklı üniformaların içinde, farklı uğraşlar arasında buluruz kendimizi. Kropotkin varsayımlar üzerine kurduğu örneklendirmeleri iyi bir betimlemeyle, dönemin toplumsal yapısına ve ruhuna ayna tutacak şekilde yazmıştır.
İlk varsayımı doktorlar üzerinedir. Diyelim ki doktorsunuz… “Günün birinde iş tulumlu bir adam, bir hastayı görmeniz için sizin yanınıza gelecek ve sizi -karşılıklı komşuların gelip geçenin başları üzerinden neredeyse el ele değebildikleri- o daracık sokaklardan birine götürecek. Işığı titrek bir lambayla aydınlanan boğucu bir ortama gireceksiniz. Oldukça pis haldeki iki, üç, dört, beş kat merdiven çıktıktan sonra hasta kadını, soğuk ve karanlık bir odada, kirli bir paçavranın kapladığı bir paletin üstünde uzanmış halde bulacaksınız. Soluk, morarmış çocuklar ince giysilerinin içinde titreyerek oturuyor, gözlerini dört açmış bakıyorlar. Kadının eşi, hayatı boyunca ne olursa olsun günde on iki on üç saat çalışmış, son üç aydırsa işsiz.”
Paragrafın devamında betimlenen ev karşımıza “Peki şimdi ne yapacaksın?” sorusuyla çıkar. Bu sorunun nedeni ise açıktır. Hasta kadının hastalık sebebi yaşadığı yoksul hayattır ve muhtemelen yapılacak herhangi bir teşhis, önerilecek herhangi bir ilaç, yazılacak herhangi bir reçete onu sağlığına asla kavuşturamaz. Onu hasta eden şartlar var olduğu sürece, hastalık da var olacaktır. Üstelik bu ev, bir doktor için gittiği birçok evden yalnızca birisidir. Yoksulların hastalıklarına şahit olduğu gibi zenginlerin de “milyonda bir görülen” hastalıklarına şahit olacak ve bu iki yaşam arasındaki adaletsizliği gözlerini bağlamadıysa fark edecektir.
Bir başka varsayım, hukukçular içindir. Diyelim ki hukukçusunuz: “İşte bir diğer olay… Günün birinde adamın biri Paris’te bir kasabın çevresinde dolanıp durmakta. Derken bifteği kaptığı gibi kaçmaya koyulur. Lakin adam yakalanır, sorgulanır. İşsiz biri olduğu ve ailesinin dört gündür yiyecek hiçbir şeyinin olmadığı öğrenilir. Kasaptan adamı bırakması ve şikâyetçi olmaması istenir; ne var ki kasap ille de adaletin tecellisini ister. İşsiz hakkında dava açılır ve işsiz 6 ay hapse mahkûm edilir. Ne yaparsınız ki şu kör Themis bunu böyle istiyor işte. Ve bilinciniz -benzeri mahkumiyetlere her gün karar verildiğini görerek- bu topluma ve bu yasaya karşı isyan etmeyecek, öyle mi?!”
Bu örnek Kropotkin’in bu bölümde verdiği üç örnekten biridir. Örneklerin her birinde genç hukukçuya yasanın adalet demek olmadığını göstermeye çalışır. Aksine devletin ve hukukun her zaman güçlü olanı koruduğunu, adaletsizlik demek olduğunu gözler önüne serer. Gerçekten de verdiği her bir örnekte yasanın suçlu ilan ettiği kimseler, ezilenler olur. Köylü ve toprak ağasının çatışmasında köylü, işçi ve patronun çatışmasında işçi, işsiz ve zengin çatışmasında işsiz olmuştur. Kropotkin’e göre bunlar bir tesadüf değildir elbette. Genç bir hukukçunun karşısındaki soru onun seçeceği yolu belirleyecektir: Peki şimdi ne yapacaksın?
Yasanın adalet demek olmadığını görürken, yasaları çiğnemek pahasına -bu mesleği edinirken söylediğin gibi- “adaletin” peşinden mi gideceksin? Yoksa adaletsiz olduğunu bildiğin halde herkes gibi yasalara uyarak ezilenlere “suçlu” olduklarını mı anlatacaksın?
Benzer şekilde mühendislere de seslenir Kropotkin. Bir demiryolu yapımını örnek verir, kendimizi bütün enerjimizle o yol çalışmasının içinde bir parça olarak buluruz. Ancak yol çalışması bittiğinde demiryolundan geçen araçların devletin silahlarını taşıdığını, savaş araçlarının geçmesi için yolu yaptığımızı görmüş oluruz.
Kropotkin’in varsayımda bulunduğu bu üç alan diğer alanlardan bir yönüyle farklı denebilir. Çünkü tıp ve hukuk, ezilenlerin yaşamında doğrudan yeri olan iki alandır. Mühendislik ise ezilenlerin yaşam alanlarını yok ederek ezenler için yaşam alanı var edebilmektedir. Buraların içine girildiğinde ezen ile ezilen arasındaki adaletsizliğin nasıl da sürüp gittiği gözler önündedir. Ancak sonraki iki varsayımında durum farklılaşır. Ezilenlerin yaşamına doğrudan teması olmayan iki alandaki gençlere seslenir Kropotkin. Bu alanlardan ilki bilim, ikincisi sanattır. İlk olarak genç bilim insanına seslenerek, ustaca bir benzetmeyle, ona ne için bu alanda çalışmayı seçtiğini sorar: “Gökbilimci, fizikçi ve kimyacı gibi kendimizi saf bilime verelim. Bunlar sadece gelecek nesiller için verimli işlerdir. Bu, doğanın gizemlerinin incelenmesinin ve düşünsel yeteneklerimizin kullanılmasının bize verecekleri -kuşkusuz çok büyük- bir haz olmayacak mı düpedüz?.. O zaman ben de yaşamını hoşça geçirmek gayesiyle bilimi kendine iş edinen bilgini, bir ayyaştan, o da doğrudan hazzı aramaktan başka bir şey yapmayan ve bunu şarap kadehinde bulan bir sarhoştan neyin ayırdığını soracağım size… Bilge, hazlarının kaynağını kuşkusuz daha iyi seçmiş, zira kaynağı ona daha yoğun ve uzun süreli hazlar sağlıyor, hepsi bu! Her ikisi de, bilge de ayyaş da, aynı bencil amacı, kişisel haz amacını güdüyorlar.”
Bu benzetme, Kropotkin’in alaycı tavrını da ortaya koyar. Metni okurken onun genç birisi için fazlaca acımasız bir üslubu olduğunu düşünürüz. Öyle ki bilimi uğraş edinmiş bir gençle ayyaşı aynı kefeye koyması bizi rahatsız edebilir. Burada Kropotkin’in bunu özellikle tercih ettiğini söylemek yerindedir. Acımasız şekilde alaya aldığı, hatta küçümsediği, sivri biçimde eleştirdiği şey bencillik ve iki yüzlülüktür. Ona göre adaletsizliği yaratanlar yalnızca kendi çıkarları ve hayatı peşinde koşanlardır. Onlar, gördükleri adaletsizlikleri görmemek için kendilerini safsatalarla kandıranlardır. Benzetmenin hemen ardından konuşmayı farklı yönde sürdürür: “Fakat hayır, istediğiniz bu bencil yaşam değil. Bilim için çalışmaktan insanlık için çalışmayı anlıyorsunuz.” der.
Bununla da kalmaz, Kropotkin’in düşüncesinde yalnızca kişinin “iyi” bir amaçla yola koyulmuş olması yetmemektedir. Aynı zamanda içinde bulunulan durumun da sorgulanması ve ondaki “kötü” yanların da ortaya konması gerekir. Kropotkin’e göre insanlığa hizmet etmek için bilimle uğraşmaya kalkışan her kimse, yalnızca kendisini kandırmakla yetinmiş olacaktır. Bilim insanının önünde sorular ardışık olarak sıralanır. Yüce bir istekle hizmet ettiğimiz “insanlık” nedir?
Kropotkin insanlığa hizmet için bilimle uğraşacak gençlere cevabı vermekte gecikmez. Bilim çevrelerinde pek kabul gören, meşhur “insanlık” dedikleri şey, gerçekte toplumun onda birinden başka bir şey değildir. Çünkü sistem öyle bir haldedir ki bilgiye ulaşmak, bilgi üretmek, bilgiyi işlemek yalnızca bir grup azınlığın eline kalmıştır. Üstelik bu azınlığın ürettiği hiçbir bilgi, ezilenlerin yaşamında daha fazla sömürü dışında bir anlam da taşımaz. Kropotkin bu bölümde çok fazla örnek verir ve dahası etrafına dikkatlice bakan herkes için örneklerin sınırsız olduğunu söyler. Bilginin herkes için erişilemez olduğunu görmemek için gözlerimizin bağlanmış olması gerekir.
“Peki öyleyse ne yapacaksın?” sorusu tekrar karşımıza çıkmış olur. Bilgi üretmemekte midir çözüm? Kropotkin yine cevabı vermekte hızlı davranır: “Şu anda söz konusu olan, bilimsel gerçekleri ve keşifleri üst üste yığıp biriktirmek değil artık. Önemli olan, bilim tarafından kazandırılmış gerçekleri yaymak, onları hayata geçirmek ve onlardan ortak bir alan oluşturmaktır her şeyden önce. Önemli olan, bunu herkesin, bütün insanlığın onları özümsemeye ve uygulamaya yetenekli hale geleceği biçimde yapmaktır, bilim artık bir lüks olmaktan çıkmalı ve herkesin yaşamının bir temeli haline gelmelidir. Adalet bunu böyle gerektiriyor.”
Bilim insanlarıyla benzer bir yerden ele aldığı “sanatçı” varsayımına geçelim. Diyelim ki sanatçısınız: Kropotkin sanatı ele alırken onda bulunan ruha dikkat çeker. Bu ruh, yaratıcı ruhtur ve özgürdür. Sanatçı ise bu özgür ve yaratıcı eylemi gerçekleştirmesi yönüyle ondaki özellikleri barındırır. Ancak sanat, bayağılaşmakta ve yozlaşmaktadır. Sadece kendisi değil, sanatçı da bu yozlaşmanın ve bayağılaşmanın kurbanı olur. Özgür olmayan bir toplumda, özgür olmayan bir sanatçının, sanatını özgürce gerçekleştirmesi de beklenemez. Kropotkin onlara da şöyle seslenir: “…Fakat yüreğiniz insanlığınkiyle beraber çarpıyorsa ve gerçek bir şair olarak yaşamı duymak için bir kulağınız varsa o zaman çevrenizde dalga dalga kabaran şu acılar okyanusunun karşısında … duracak ve güzelin, soylunun kısacası yaşamın gelecek uğruna, insanlık ve adalet uğruna mücadele edenlerin yani ezilenlerin yanında saf tutacaksınız!”
Düşüncede ve Eylemde Tutarlı Olmak
Kropotkin doktorlara, hukukçulara, mühendislere, bilim insanlarına, sanatçılara seslenirken her bir uğraş için farklı örneklerle karşılaşmış olsak da hepsinin birbiriyle kurduğu teması görmek, çağrıyı anlamak için faydalıdır. “Gençliğe Çağrı” daha çok toplumdan bireye doğru şekillenen, yönelen bir metindir. Toplumsal ilişki biçimleri, sistemler, adaletsizlikler, yozlaşma gözlemlenmiş ve bireyin tüm bunlar içinde nasıl bir konumda kendisini var edeceği tartışılıyordur. Ancak hem örneklerin birbiriyle temas kurduğu hem de Kropotkin’in dikkat çektiği bir nokta daha vardır: Düşüncede ve eylemde tutarlılık.
Kropotkin bu noktayı, bireyle alakalı bir mesele olarak karşımıza koyar. Dikkatle okunduğunda “Pekala, ne yapacaksın?” sorusu da yalnızca toplum içinde bireyin nasıl konumlanacağına dair bir soru olmaktan çıkar. “Birey olarak kendini nasıl tamamlayacaksın?” sorusuna yakınlaşır.
Kropotkin’in düşüncesinde birey bütünlüklü olmalıdır. Bu bütünlüğün sağlanması ise bireyin düşündüğü şekilde eylemesiyle mümkündür. Her bir örnekte Kropotkin gençlere adaletsizliğin açığa çıktığı yerleri işaret etmiştir, haliyle metni okuyan bir genç artık adaletsizlikleri fark eder durumdadır. Çünkü yaşanan bir durumu adaletsiz olarak nitelemek, onun adaletsiz olduğuna karar vermiş olmak, bu şekilde düşünmüş olmak demektir. Bu, bir tür lanetlenmedir denilebilir. Çünkü bireyin zihninde yer eden bu düşünce ona yönelik bir eylemde bulunmasını da gerektirir. Bu eylem hiç değilse, adaletsizliğin “kötü” olduğunu varsayan bir zihnin adaletsizlik yapmamasındadır, adaletli olmasındadır.
Bu tabi ki kolay değildir. Kropotkin’e göre safsatalarla kendisini kandırmış, kendi çıkarları peşinde koşan hiç kimse bu bütünlüğe erişememektedir. Ancak bu, aynı zamanda, herkesin istediğinde gerçekleştirebileceği bir bütünlüktür. Yalnızca istemek ve göze almak gerekir. Bu yolun kolay olmadığının, düşünce ve eylemde tutarlı olanların devlet tarafından nasıl da tehlike olarak görüldüğünün o da farkındadır. Bunu en iyi şekilde, öğretmen varsayımıyla anlatabiliriz: “Herkes için yaygın, geniş ve insanca eğitim isteyecek, ama bunun bugünkü koşullarda ne okulda ne okul dışında olanaksız olduğunu görerek burjuva toplumun bizzat temellerine saldıracak, bu temelleri eleştireceksiniz. O zaman bakanlık tarafından açığa alınmış olacağınızdan, okulu terk edecek ve gelip aramıza katılacaksınız; bizimle birlikte bilginin çekiciliğini, insanlığın olması gereken halini ve ne olabileceğini, yetişkin ama sizden daha az bilgili insanlara anlatacaksınız. Bugünkü düzenin eşit, dayanışma ve özgürlük yönünde eksiksiz dönüşümünde sosyalistlerle birlikte çalışmaya başlayacaksınız.”
Eylemin Düşünceyle Uyumlu Olduğu Bir İş
Kropotkin metnin bu kısmına kadar halen cevaplanmamış bir soru olduğunu bilir. Bu soru, çağrıya kulak vermekle beraber nasıl bir yol izleyeceğini bilmeyen kişinin sorusudur. Haklı da bir sorudur. Çünkü Kropotkin buraya kadar, bugüne dek görmediğimiz, görsek dahi üzerine kafa yormadığımız, kendimizi bir parçası olarak görmediğimiz “adaletsizlik”i açıkça ortaya koymakla yetinir. Bireyin düşüncede ve eylemde bütünlüklü olması bile karşılaşacağı zorluklarla beraber düşünüldüğünde bazılarımız için oldukça soyut kalabilir. Bu noktada Kropotkin lafı fazla uzatmaya niyeti olmadığını belirterek “eylemin düşünceyle uyumlu olduğu bir iş” önerir bizlere. Bu iş, tabi ki devrimci olmakla tamamlanabilir. Metnin devamında devrimci olmanın adaletsizlikler karşısında adaletin safını tutmak; iktidarın karşısına halk olarak dikilmek ve iktidarı yok etmek anlamına geldiğini görürüz.
Halkın Gençlerine
Kropotkin, “halk” üzerinde özellikle durur. “Bir avuç insansınız” diyerek göz korkutmaya, inanç kırmaya çalışanlara ve umutlarıyla yola çıkmış genç devrimcilere hatırlatır: “Bize, bir avuç olduğumuzu, hedeflediğimiz bu devasa amaca ulaşmak için haddinden fazla zayıf olduğumuzu söylemek için gelmeyin. Bizi, adaletsizlikler yüzünden acı çekenleri bir sayalım bakalım kaç kişiyiz… Başkaları için çalışan ve has buğdayı efendilere bırakmak için yulaf ekmeği yiyip yulaf çorbası içen biz köylüler milyonlarca canız; halk denen olguyu tek başımıza oluşturacak kadar kalabalığız. Yırtık pırtık kıyafet giyinmek için ipekli kumaşları ve yumuşacık kadifeleri dokuyan biz işçiler de çok kalabalığız, fabrika düdükleri kısa bir mola yapmamıza izin verdiklerinde uğuldayan bir deniz misali meydanları ve sokakları sel gibi istila edip dolduruyoruz. Sopa zoruyla güdülen biz askerlere; subaylarının göğüslerini nişanlarla süslemek, omuzlarına bir iki yıldız, bir iki apolet daha eklemek için mermilere hedef olan bizlere, bugüne kadar hep kardeşlerine kıymış olan biz şu zavallı aptallara da bize emreden birkaç omzu kalabalığın bet benizlerinin attığını görmek için onlardan yüzümüzü çevirmemiz, silahlarımızı da onlara çevirmemiz yetecektir. Acı çeken ve hakaret edilen bizler, hepimiz, çok büyük bir topluluğuz. Her şeyi yutacak, sularına gömecek bir iradeye sahip olduğumuz andan itibaren adaletin gerçekleşmesi için kısa bir zaman yeter bize.”
Ve son bölümde halkın gençlerine seslenir. Halkın gençleri, “Gençliğe Çağrı”da seslenilen iki genç grubundan biridir. Kropotkin, diğer bölümün aksine bu bölümü çok uzatmaya gerek görmediğini belirtir. Çünkü halkın gençlerine -halkın gençleri, hayatı boyunca çalışmak zorunda kalmış ezilenlerdir- adaletsizlikleri göstermeye ihtiyaç yoktur. Onlar ki bu adaletsizlikler içinde çocukluğunu geçirmiş ve adaletsizliği yaşamışlardır. Çalıştığı işte, oynadığı oyunda, giydiği elbiselerde, insanlarla kurduğu ilişkilerde… Adaletsizliğin ne olduğunu iyi bilirler. Kropotkin onlara yalnız bir şey için seslenmek ister: Cesaret! Halkın gençlerinin ihtiyacı olan, ailesinin ve kendisinin katlanmak zorunda olduğu yoksulluk ve sömürü sisteminden kurtulmak için cesaret etmesidir. Bu cesaret ise ancak kendisi gibi milyonlarca ezilenin olduğunu görmekle mümkündür.
Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 52. sayısında yayınlanmıştır.
The post Kropotkin ve Gençliğe Çağrısı appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post 26A Atölye’de Yarın : Sosyal Darwinizm mi Karşılıklı Yardımlaşma mı? Etkinliği Gerçekleşecek appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>26A Atölye’nin Ekim ayı aktarımları kapsamında, 20 Ekim Cumartesi günü Patika Ekoloji Kolektifi’nden Ahmet Özgür Erdoğan, anarşist coğrafyacı Pyotr Kropotkin’in, zoolog Karl Kessler’dan devraldığı,sosyal Darwinistçilere bir cevap niteliğinde olan Karşılıklı Yardımlaşma kavramı üzerine bir aktarım gerçekleştirecek.
Etkinlik sayfasına gitmek için tıklayın.
“Aynı yuvaya ya da aynı yuvalar kolonisine ait iki karınca birbirlerine yaklaşır, antenleriyle birkaç saniye birbirlerine selam verirler ve eğer bir tanesi aç ya da susuz ise, özellikle diğerinin kursağı doluysa hemen yiyecek ister.” Kendisinden böyle bir ricada bulunulan birey bunu asla reddetmez; alt çenesini ayırır, uygun bir konum alır ve aç karıncanın yemesi için bir damla şeffaf sıvıyı midesinden ağzına getirir. Eğer kursağı dolu olan bir karınca bir yoldaşını beslemeyi reddedecek kadar bencillik ederse ona bir düşman ya da daha kötü bir şey gibi davranılır… Ve eğer bir karınca düşman bir türe ait bir karıncayı beslemeyi reddetmemişse o karıncanın akrabaları tarafından bir dost olarak görülür.”
Doğanın kendisi Sosyal Darwincilerin ima ettiği gibi bir savaş alanı mıdır yoksa Kropotkin’in yukarıda tarif ettiği gibi dayanışma ve karşılıklı yardımlaşma evrimin önemli bir faktörü mü?
Doğada ve insanın evriminde bilinçli bir şekilde görmezden gelinen Karşılıklı Yardımlaşma üzerine konuşacağız.
Aktarıcı: Ahmet Özgür Erdoğan (Patika Ekoloji Kolektifi)
Tarih: 20.10.2018
Saat: 18.00
Adres: Osmanağa Mahallesi, Serasker Caddesi, Mimar Çıkmazı Sokak, No: 9/3 Kadıköy/ İstanbul
The post 26A Atölye’de Yarın : Sosyal Darwinizm mi Karşılıklı Yardımlaşma mı? Etkinliği Gerçekleşecek appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post 26A Atölye’de Önümüzdeki Hafta: “Sosyal Darwinizm mi, Karşılıklı Yardımlaşma mı?” appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>“Aynı yuvaya ya da aynı yuvalar kolonisine ait iki karınca birbirlerine yaklaşır, antenleriyle birkaç saniye birbirlerine selam verirler ve eğer bir tanesi aç ya da susuz ise, özellikle diğerinin kursağı doluysa hemen yiyecek ister.” Kendisinden böyle bir ricada bulunulan birey bunu asla reddetmez; alt çenesini ayırır, uygun bir konum alır ve aç karıncanın yemesi için bir damla şeffaf sıvıyı midesinden ağzına getirir. Eğer kursağı dolu olan bir karınca bir yoldaşını beslemeyi reddedecek kadar bencillik ederse ona bir düşman ya da daha kötü bir şey gibi davranılır… Ve eğer bir karınca düşman bir türe ait bir karıncayı beslemeyi reddetmemişse o karıncanın akrabaları tarafından bir dost olarak görülür.”
Doğanın kendisi Sosyal Darwincilerin ima ettiği gibi bir savaş alanı mıdır yoksa Kropotkin’in yukarıda tarif ettiği gibi dayanışma ve karşılıklı yardımlaşma evrimin önemli bir faktörü mü?
Doğada ve insanın evriminde bilinçli bir şekilde görmezden gelinen Karşılıklı Yardımlaşma üzerine konuşacağız.
Etkinlik sayfasına gitmek için tıklayın.
Aktarıcı: Ahmet Özgür Erdoğan (Patika Ekoloji Kolektifi)
Tarih: 20.10.2018
Saat: 18.00
Adres: Osmanağa Mahallesi, Serasker Caddesi, Mimar Çıkmazı Sokak, No: 9/3 Kadıköy/ İstanbul
The post 26A Atölye’de Önümüzdeki Hafta: “Sosyal Darwinizm mi, Karşılıklı Yardımlaşma mı?” appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post İhya Kahraman ile Röportaj: Bir İsyancının Sözleri appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>Yaşamı boyunca pek çok kez yazdıkları, eyledikleri gerekçe gösterilerek tutsak edilen Pyotr Kropotkin’in geçtiğimiz günlerde yayınlanan kitabı “Bir İsyancının Sözleri” üzerine, kitabın çevirmeni İhya Kahraman ile bir röportaj gerçekleştirdik. Kropotkin’in iki yıllık tutsaklık sürecinde, daha öncesinde Le Révolté gazetesinde yayınladığı yazıların derlenerek kitaplaştırıldığı eser ilk olarak 1885 yılında Fransızca olarak yayınlandı. Yoldaşı Elisee Reclus yazdığı önsözde “Eğer adalet arıyorsanız, büyük haksızlıklara maruz kalmaya hazır olun!” diyor. Tıpkı yaşadığımız topraklarda da yüzyıllardan beri olduğu gibi…
Meydan Gazetesi: Çevirdiğiniz kitap Ayrıntı Yayınları kataloğundaki ilk klasik anarşist metin, Çevirinin oluşumundaki rolünüz ne oldu, bizlere biraz bu süreçten bahsedebilir misin?
İhya Kahraman: Bundan birkaç yıl önce bir arkadaşta “Paroles d’un Révolté”nin (“Bir İsyancının Sözleri”nin) yüz küsur yıllık özgün baskısını (1885) buldum. Kitap sararmış ve “tarih kokan” sayfalarıyla doğrusu pek ilgimi çekti… Hemen okumaya koyuldum; okudukça kimi düşüncelerimin yüz küsur sene önce dile getirildiklerini gördüm ve de derhâl çevirmeye, bu düşünceleri Türkiyeli okurlara kazandırmaya karar verdim.
Çeviri işini bitirir bitirmez Kaos Yayınlarına gönderdim, ama metni rızam hilâfına büyük ölçüde değiştirmek istedikleri için bu kez Ayrıntı Yayınlarına gönderdim: yayımlamayı kabul ettiler ve daha sonra birlikte bazı ufak tefek tashihler yaptık kuşkusuz.
Kropotkin kitapları genelde, kendisinin kitaplarına verdiği büyük özveriyi ve çalışma disiplinini göz önünde bulundurursak hepsi adeta bilimsel bir çalışma gibi kurgulanmış eserler. Gazete yazılarından derlediği “Ekmeğin Fethi”, “Tarlalar Fabrikalar ve Atölyeler” gibi kitaplarının yanında birbirleriyle aralarında bağlantılar kurulabilen, teorisini ifade ettiği bir işleve sahip yapıtları da bulunmakta. Peki “Bir İsyancının Sözleri” Kropotkin külliyatında nerede duruyor?
Bu soruyu yanıtlayabilecek konumda değilim, zira bugüne kadar Kropotkin’in kitaplarından sadece ikisini okumuş bir cahilim: “Evrimin Bir Faktörü: Karşılıklı Yardımlaşma” (Kaos yayınları) ve “Bir İsyancının Sözleri”. (Ünlü kitabı “La Conquête du Pain: l’Economie au Service de Tous” hâlâ okunmayı bekliyor).
Bu konudaki cehaletim, anarşizme “Tuuu, kaka!” diyen ideolojik-siyasal bir akımdan geliyor olmamın sonucu. Ama yine de daha 1970’lerin sonundan itibaren şu ünlü “Stalin sorunu”ndan (aslında “Rusya sorunu”ndan) hareketle sosyalizmin ve sosyalist kuramın temelleri konusunda kendimi sorgulamaya başlamıştım. Daha sonraları, özellikle 2000’li yıllarda (geçirdiğim bir ameliyat nedeniyle “iş yaşamı”nın dışında kaldıktan sonra) sosyalizmin geçmişiyle, bu arada –“öcü” korkularımı aşarak– anarşizmle tanıştım. Uzun lâfın kısası, bu konuda lâf edebilmem için “daha bir fırın ekmek yemem gerek”.
Kropotkin’in bu kitabı, fikirleri yüzünden tutsak edildiği 1880 ve 1882 yılları arasında Le Revolte gazetesinde yayınlanan yazılarından oluşuyor. Yaşadığımız coğrafyada da binlerce yazar, gazeteci ve akademisyen OHAL rejimi aracılığıyla tıpkı Kropotkin gibi muhalif oldukları için hapsedilmekte. Bu sürece dair sizin düşünceleriniz ve yaşadığınız coğrafyadan buraya baktığınız zaman gördükleriniz neler?
Burjuvaziyle (tüm ayrıcalıklı sınıf ve tabakalarla) proletarya (söz konusu ayrıcalıklı sınıf ve tabakalar yaşam araçlarını –özel yani bireysel ya da devlet yani kolektif mülkiyet biçimi altında– sahiplenip denetledikleri için emek güçlerini satmaktan “başka çareleri olmayan”, dolayısıyla büyük çoğunluğu maddî ve anlıksal bir sefalet içinde yaşayan insanlar) arasında binlerce yıldır süregelen savaş henüz bitmedi, değişik biçimler altında sürüp gidiyor. Dolayısıyla Kropotkin gibi bugün Türkiye’de de binlerce insanın mahpuslara tıkılması bir “coğrafya” sorunu değil, ama insanlığın dünya çapında binlerce yıldır kâh şurada kâh burada ardı arkası kesilmeyen “doğum sancıları”… Öyle ki ayrıcalıklı egemen sınıfların toplumu “hizaya getirmek” maksadıyla gösterdikleri tepkiler, –akıldanesel (ideolojik), siyasî, hukukî vs. mazeretleri her ne olursa olsun (OHAL, dış ve iç düşman, vatan hainleri, ana vatanın savunulması vs.)– dünyanın dört bir yanında binlerce yıldır beş aşağı beş yukarı aynı. Bulunduğum “coğrafya”dan bakınca gördüklerim bunlar.
Yine de şunu eklemek isterim: 2000’lerin başından bu yana açıkça yaşananlar dikkate alındığında Türkiye denilen coğrafyanın proletaryası –başka şeylerin yanı sıra– şu yüz yıllık yalana, “laik Türkiye”, “laik T.C.” yalanına artık bir son vermek, bu yalanı öne süren ve savunanlarla hesaplaşmak zorunda. O kadar ki kimi çevreler, yetmezmiş gibi bu yalanı “demokrasi çiçekleri”yle süslemek gayesiyle “Diyanet İşleri” denilen kuruma alevi dedelerini sokmayı bile önerdiler, hem de “gerçek demokrasi”, “sosyalizm” vs. adına! Bildiğim kadarıyla bu aynı “devrimci” çevreler şu son yıllara kadar ne “Diyanet İşleri”nin lağvedilmesini savundular ne de bunu “asgarî” denilen “demokratik programları”na koydular ve bugün bunun kefaretini ödüyorlar, ödüyoruz. Türkiye proletaryası, –başka şeylerin yanı sıra– işte bu yalanları yerle yeksan etmek zorunda. (“Büyük devrim”den iki yüz küsur sene, Paris Komünü’nden yaklaşık bir buçuk asır sonra Fransa denilen coğrafyada da işler bu açıdan pek farklı değil öz olarak.)
Bu “yanıt”ın harcıâlem yuvarlak bir yanıt olduğunun farkındayım, ama daha ötesi “siyaset yapmak” olur ki, egemenlerin istediği tam da bu, zira siyaset onların çöplüğü: yarattıkları mezbelelerde aldatmanın, bastırmanın, susturmanın tüm araçlarına sahipler ve ezilenlerden de “bu minderde” yani “siyaset minderinde güreşmeleri”ni istiyorlar!
Bir gözlem: TC, OHAL’ci mantığının sonucu Suriye’de Afrin’e saldırıyor, üstelik “zeytin dalı” simgesini kullanarak. Ve siyaset meraklısı kimi aklıevveller bu “zeytin dalı”nın ne demeye geldiğini tartışıyor hararetle… tıpkı “bir deli bir kuyuya taş atmış kırk akıllı çıkaramamış” misali! Zeytin dalının suriyeli kürtlere uzatılmadığı açık, ne de ABD’ye. Peki, kime uzatılıyor bu dal? Uzun yıllardır Türkiye, Suriye, İran ve Irak’ın çöplüklerinde (resmî ülkelerinde) ayrı bir kürt devleti (çöplüğü) istemedikleri bilindiğinde, belli ki Suriye hükümetine yani bir zamanların can ciğer “dostu” Esed’e. Şu ünlü arap “devrimi”nin, arap “baharı”nın başlarında “Büyük Ortadoğu tasarısı”ndan parsayı kapmak için Suriye’ye yönelik emperyalist niyetlerini açıkça ortaya koyan Türkiye, şimdi yaklaşan şu “yeniden inşa” yağma sofrasından geri kalmak niyetinde değil ve bu yüzden Suriye’ye bir zeytin dalı uzatıyor riyakârca: “Bak kardeş, çöplüğünün kuzeyinde (benimkinin de güneyinde) bir kürt devletini ne sen istiyorsun ne de ben. Sana bir kıyak yapıyor ve oradaki kürtleri eziyorum, günü gelince sen de beni görürsün bu iyiliğim karşılığında!” Bütün hesap işte böylesine iğrenç bir bezirgân zihniyeti. Esed (pardon Esat) kardeş de zevahiri kurtarmak maksadıyla “vatanperver” söylemlerden geri kalmıyor inanılmaz bir ikiyüzlülükle. Buna rağmen Afrin’deki müstakbel bağımsız sömürücü adayları kürt liderler, “durdurun şu türkleri!” deyip Suriye devletine yalvar yakar oluyorlar: bu tipler ya inanılmaz derecede aptal (belli ki değil, ama “siyaset” yani kişisel veya grupsal çıkarlar uğruna körleşmiş tipler) ya da alabildiğine belkemiksiz yaratıklar. Afrin’de ve dünyanın her yanında emekçileri kurtaracak tek yol, siyaset miyaset yapmadan yani “ulusların kendi kaderini tayin hakkı”ymış filân demeden doğrudan tüm sömürücülerine karşı savaşmak, lâkin emekçiler bu konuda yüz küsur yıldır marksistlerin de marifetiyle (ve yine “sosyalizm” adına!) hemen her tarafta tam bir karanlıkta (karanlık ille de dinsel olmaz, milliyetçi karanlık da bir o kadar başa belâ). Pek çok ilerici, solcu, sosyalist “ve hatta komünist” bu zehri, milliyetçilik zehrini “asgarî program”larına koymuş durumda ve yine “sosyalizm”, “insanlığın geleceği” vs. adına!
Evet, bu “coğrafya”dan gördüklerim işte bunlar.
Çevirideki kelime seçimlerinde bazı özel tercihler göze çarpıyor. Örneğin daha önce Robert Graham’ın derlemesi kapsamında bir bölümü çevrilen, “La Loi et l’Autorité” yani “Yasa ve Otorite” isimli metni siz “Yasa ve Yetki” olarak dilimize aktarmayı tercih etmişsiniz. Böylesi tercihlere dair bizlere biraz bilgi verir misiniz?
Çevirilerimde kullandığım sözcüklerin seçimi (tercihi) sorununa gelince… “Bilgi vermek” ne haddimize! Bu, düpedüz bir “inanç”, bir anlayış sorunu… Demem o ki, insanların yabancı dil kaynaklı kavramları kendi anadillerinden türetilmiş sözcüklerle daha iyi kavrayabileceklerine, içselleştirebileceklerine inanıyorum. Bunu bilgibilimsel (epistemolojik) bir takım kuramlara dayanarak değil (zira ne bir bilgibilimciyim ne de filozof (“Allah yazdıysa bozsun!”), ama kendi kişisel deneyimlerimden yola çıkarak söylüyorum. Ayrıca çevirilerimi bir takım okumuş (yani ayrıcalıklı) zevat için değil (bu eşhas söz konusu kitapları herhangi bir yabancı dilden benden çok daha önce okumuştur zaten), ama pek az öğrenim görmüş “cühelâ” proleterler için kaleme alıyorum (yani “okumuş cahiller” bu hesabın dışında). Ve cahil proleterler bırakın bir yabancı dili, kendi anadillerine bile yeterince vakıf değiller. Söz gelimi “otorite” sözcüğü bir fransız hatta “batılı” proleter için herhangi bir sorun yaratmaz; ama “doğulu” bir proleter için gizemli hatta “bilimsel” bir hava taşır hemen her zaman. Fakat bu sözcüğün gerçekte güç, buyruk, güç ehli, hükümet, yetki, yetke, yetkili zevat vs. anlamlarına geldiğini bildiğinde, sözcük (otorite) tüm sihrini yitirecek ve proleter olayları farklı bir gözle görecektir. Mümkün mertebe Türkiye türkçesinden türeyen sözcükler kullanmamın nedeni bu ve bunun milliyetçilikle filân alâkası yok. Bu cümleden olmak üzere tercümelerimde “ideoloji”, “ideolog” adları ve “ideolojik” sıfatı yerine “akıldanelik”, “akıldane” ya da “akıldanesel” karşılıklarını kullanıyorum, isterseniz “düşünbilim”, “düşünbilimci” veya “düşünbilimsel” de diyebiliriz. Ama birinciler daha çarpıcı, zira toplumun (çalışanların) sırtından öğrenim görüp ayrıcalıklı bir konuma yerleştikten sonra, sahip olduğu ayrıcalıkları kaybetmeye yanaşmaksızın, yani birileri sıcakmış soğukmuş demeden ter dökerken “dışarıdan gazel okuyanlar”a, akıl satanlara türkçede –herhalde kalûbelâdan bu yana– “akıldane” denir. (Bu noktada ideolojinin marksist yazında çok önceleri ortaya koyulmuş olan “yanlış bilinç” tanımını hatırlatmam gerekmez umarım.)
Daha önce Lafargue’ın Tembellik Hakkı ve Waclaw Makhayski’nin Aydınlar Sosyalizmi isimli kitaplarının çevirisinde de imzanız var. Söz konusu metinlerin düşünce dünyanıza olan etkisi ne oldu?
P. Lafargue’ın “Le Droit à la Paresse”ini türkçesinden (“Tembellik Hakkı”ndan) çok önce okumuştum. Yıllar sonra Türkiye’ye ilk dönüşümde (2004’te) bir kitapçıda türkçesini gördüm ve hemen aldım. Bu çeviriyi (Telos yayınları, 7. baskı, 1996) okur okumaz kitabı yeniden çevirmeye karar verdim ve çevirdim (sanırım 2007’de). Birkaç yayınevine sundum, ama ticarî kaygılar nedeniyle yani daha önce birçok yayınevi tarafından birçok baskısı yapıldığından reddedildim. Nihayet Ayrıntı yayınları bu çeviriyi kitaplaştırmayı kabul etti ve sonrasını biliyorsunuz.
Yıllar sonra bir arkadaşım okumam için “Socialisme des İntellectuels”i verdiğinde, bu kitap üzerimde bir yıldırım etkisi yarattı ve oturup çevirmeye koyuldum hemen (daha önce Makhayski’nin adını bile duymamıştım). Çeviri bittikten sonra yine Ayrıntı’ya gönderdim: kısa sürede kabul edip yayımladılar.
Bu arada Sel Yayınlarından çıkan “Demokrasinin Ötesinde”yi de unutmamak gerek (İSBN: 978–975–570–595–8). Tüm bu kitaplar ve daha başkaları –pek çok insanın çoktandır benzeri düşüncelere sahip olduklarını görerek– anlıksal gelişimimde zaten belli belirsiz ya da az çok bilince çıkarttığım düşüncelerimi, kanaatlerimi doğruladılar, ufkumu daha bir genişlettiler.
Proleter hareketi 19. yüzyılın ikinci yarısından itibaren özellikle de 20 yüzyılın ilk yarısında felce uğratan “ulusal sorun”un (ya da “ulusların kendi kaderlerini tayin hakkı” safsatasının), –mantıkî sonucu “işçi devleti”, “işçi sınıfının demokratik diktatörlüğü” olan– malûm demokrasi akıldaneliklerinin, Stalin sorununun (daha doğrusu Rusya sorununun) vs. aslında –19. yüzyılın ikinci yarısına damgasını vuran– şu “alman sosyal-demokrasisi” namıyla maruf garabetten kaynaklandıklarını 1990’lardan beri zaten düşünmekteydim (ve günümüz dünyasında var olan solcu hareketlerin istisnasız şu ya da bu biçimde bu garabetin türevleri olduklarını söyleyebilirim). Çevirdiğim kitaplar bu kanaatimi daha bir pekiştirdiler ve söz konusu kitapları türkçeden başka dil bilmeyen okurlarla paylaşmaya karar verdim… Hepsi bu.
Teşekkürler İhya
Sizlere kolay gelsin, hoşça kalın.
Bu röportaj Meydan Gazetesi’nin 43. sayısında yayınlanmıştır.
The post İhya Kahraman ile Röportaj: Bir İsyancının Sözleri appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post Ardahan’da Yiyecek Bulamayan Kuşlara Bölge Esnafı Dayanışma Gösterdi appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>Ardahan’da Yiyecek Bulamayan Kuşlara Bölge Esnafı Dayanışma Gösterdihttps://t.co/tuUPQgUAnj pic.twitter.com/zjfikuND0t
— Medyan Haber (@medyanhaber) 14 Aralık 2017
Görüntüyü Siyaset Bilimi öğrencisi Erkan Değirmenci, “Memleketimden en güzel insan manzarası.” notuyla Twitter’da paylaştı.
The post Ardahan’da Yiyecek Bulamayan Kuşlara Bölge Esnafı Dayanışma Gösterdi appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post Kapitalizme “Davranışsal Ekonomi” Yaması – Gürşat Özdamar appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>Kapitalist ideologların iddialarının tersine, insanlar her zaman, tek başlarına kalsalar da güçlü olana boyun eğmeyecek “irrasyonellikte” ama örgütlenerek zorbaları başından atacak kadar da “rasyonelllikte” olacak.
Kapitalizmin krizi derinleştikçe ona dair söylenmiş “parlak” teoriler yalnızca tartışılmakla kalmıyor, bugüne dek vazgeçilmez addedilen varsayımların temel taşları da birer birer yerlerinden oynuyor. Çıkarını bu ideolojide bulanlara da bu sistemin açıklarını yamamak, can çekişen kapitalizme soluk aldırmaya çalışmak kalıyor.
Ekonomi alanında verilen Nobel’in bu yıl “Davranışsal Ekonomi” olarak tabir edilen bir çalışmaya gitmesi de, Adam Smith’ten beri insanın rasyonel olması teorisi üzerine kendisini var eden “ekonomi bilimi”ni ve dolayısıyla kapitalizmi kurtarmaya yönelik hamlelerden birisi.
Yazdıklarıyla kapitalizmin insan ve doğa üzerindeki tahakkümünü meşrulaştıran Adam Smith, ezen ve ezilen ayrımını da “toplumların gelişmesi için olmazsa olmaz” gibi gösteriyordu. Ona göre ekonomik gelişimin en temel koşulu sermaye birikimiydi ve yine kendince “ileri” diye tanımladığı toplumlarda “homo economicus” denen birey kendisini işe vererek hem kendini hem de içinde bulunduğu toplumu zenginleştirecekti. Adam Smith’e göre bu kolaydı çünkü ona göre insanlar rasyoneldi, akılcıydı, öyleyse önce kendi çıkarlarını düşünürlerdi.
Kapitalistler, yıllar boyunca Adam Smith’in bu ön kabullerini esas aldılar. Kar için her şeyin mübah sayıldığı bu ortamda, tek amaç kolay paraya kavuşmak, köşeyi dönmekti. Bunun için kimsenin gözünün yaşına bakmadılar, zirvede olmak uğruna ezebildiklerini ezip geçtiler. Sonuçta ne mi oldu: İnsanların bir kısmı gerçekten de zenginleştiler ama içmek için bir damla su bile bulamayanların sayısı milyonları aştı.
Her şey “kitabına uygun” ilerliyordu ama patronlar “kriz”lerden de bir türlü kurtulamıyordu! Formül doğruysa, bir yerlerde bir yanlışlık yapıyor olmalıydılar!
Aslında bu “yanlışlık” başından beri hep vardı. Bilimsel olmak adına insanı yalnızca akılla tanımlamak, sosyolojik ve psikolojik etmenleri göz ardı etmek tam da o dönemin ruhuna uygundu. İnsan akılcı olsa kapitalizm ne de güzel sürüp gidecekti!
Richard H. Thaler, aslında ta başından beri var olan “yanlışlık”la ilgili çalışmalar yaptı ve kapitalistlere bundan kurtulma imkanı sunan “Davranışsal Ekonomi” hizmeti sayesinde Nobel ile ödüllendirildi.
Thaler, Smith’in aksine, insanların belli kararları alırken her durumda rasyonel yani “akılcı” davranışlar sergilemediklerini, kararlarının o anki duygu durumlarına, psikolojilerine, sosyal etkileşimlerine ve hatta o anki hava durumuna bağlı olarak bile değişkenlik gösterebildiğini söylüyor. Yani insanı irrasyonel olarak niteliyor. Ekonomi politikalarının da bu faktörler dikkate alınarak yeniden oluşturulması gerektiğini savunuyor. Üstelik yalnızca şirket politikaları değil, devletlerin ekonomi politikaları da bu kapsama giriyor. Belki bu durum, sürekli temel gereksinimlere yüksek oranlarda zam yapan bir hükümetin nasıl ardarda seçim kazandığını açıklamaya da yarayabilir.
Davranışsal Ekonomi düşüncesi, satışları (ve dolayısıyla karları) neden bir türlü yükselmiyor diye üzülen kapitalistlerin ve bize ihtiyacımız olmayan mal ve hizmetler satmakta zorlanan reklamcıların imdadına yetişmiş gibi görünüyor. Daha şimdiden bu yeni duruma uygun satış ve pazarlama taktikleri geliştirildiğini söyleyebiliriz. Adam Smith yanılmış olsa da kapitalistlerin kapitalizmden vazgeçmeyecekleri aşikar.
Thaler, irrasyonel bulduğu insanları tüketime sevk etmek için yeni yöntemler de sıralıyor. Örneğin çalışanların türlü kampanyalara rağmen bireysel emeklilik sistemine yönelmemesine çözüm olarak, her çalışanı otomatik olarak BES sistemine dahil etmeyi öneriyor. Ayrıca bu sisteme ek olarak SMart adını verdiği “yarın için daha fazla biriktir” mottosuyla yeni bir plandan söz ediyor. Bu planda çalışanın önümüzdeki yıllarda maaşındaki olası artışın yarısınında BES sistemine -zorunlu olarak- dahil edilmesi öngörülüyor. Yani bu düşünceye göre birey, rasyonel karar verip kendini düşünmediğinden onu doğrudan özel emeklilik sistemine dahil etmek “daha karlı” olacaktır!
Oysa Thailer de yanılıyor, Smith’in de yanıldığı gibi. Emeğini satmayacak, emeği üzerinden tahakküm kurmayacak, elindekini ihtiyacı olanla paylaşacak, belli bir karşılık beklemeden bir diğeriyle dayanışacak insanlar hep vardı ve gelecekte de var olmayı sürdürecek. Üstelik bu yalnızca insanlar arasında değil doğada yaşayan diğer türler arasında da zaten başından beri mevcut.
Anarşist Kropotkin, Karşılıklı Yardımlaşma isimli kitabında onlarca hayvan türünü örnek vererek, türler arasında olduğu gibi bir türün bireyleri arasında da bencillik ve rekabetten çok dayanışmanın olduğuna dair sayısız örnek sıralıyor. Türlerin dayanışma ile zorlu iklim koşullarına dayanabildiklerini, dışarıdan gelen saldırılara yine bu şekilde karşı durabildiklerini, varlıklarını böylelikle sürdürebildiklerini belirtiyor ve konuyu insana getiriyor: “Karşılıklı yardımlaşma eğiliminin insanın içinde öylesine uzak geçmişe giden bir kökeni vardır ki, (…) tarihte olup biten her şeye rağmen, insanlık tarafından günümüze dek korunmuştur. İnsanların başına en büyük felaketler geldiğinde, tüm ülkeler savaşlarla tahrip edildiğinde (…) bile aynı eğilim köylerde ve şehirlerdeki fakir sınıflar arasında yaşamaya devam etmiştir, insanları bir arada tutmuş ve uzun vadede de, karşılıklı yardımlaşmayı duygusal bir saçmalık olarak gören tahakkümcü, savaşçı ve yok edici azınlıkların üzerinde bile etkili olmuştur.”
Kapitalist ideologların iddialarının tersine, insanlar her zaman, tek başlarına kalsalar da güçlü olana boyun eğmeyecek “irrasyonellikte” ama örgütlenerek zorbaları başından atacak kadar da “rasyonelllikte” olacak. Kapitalizmin renkli rüyalarına kanmayan, ama yüreklerinde taşıdıkları özgür dünya hayalini büyüten insanlar, patronların ya da kapitalist ekonomistlerin formüllerini de, planlarını da bozacak.
Gürşat Özdamar
[email protected]
Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 41. sayısında yayınlanmıştır.
The post Kapitalizme “Davranışsal Ekonomi” Yaması – Gürşat Özdamar appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post Kötülüğün Biyolojisi – Özgür Erdoğan appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>
İnsanın kimi eylemlerini “iyi” ya da “kötü” yapan şeyin ne olduğuna dair çeşitli tartışmalar sürüp gidiyor. Kimileri bu eylemlerin toplum tarafından belirlendiğini söylerken kimileri iyi ya da kötü davranışın iradi bir şey olduğunu, tüm koşullara rağmen son kertede bireyin tercihlerine bağlı olduğunu söyler . Öte yandan, Biyo-Felsefe denilen alanda mesele daha farklı tartışılır. Kimileri “genlerin” ya da “insan doğasının” iyi ya da kötüye bir eğiliminin olduğunu ve belirleyicinin katiyen bu olduğunu söylerken, bir başkası da insan doğasının ya da genlerin belirleyiciliğini yadsımamakla beraber, toplumsal yapının da bu eğilimleri yönlendirdiğini iddia eder.
Belki de tarihin en kadim sorularından biridir “İnsan iyi midir, yoksa kötü mü?” sorusu. Fakat biz bu kapsamlı sorunun cevabını aramak yerine, çevremizi saran kötülüğün nedenlerine eğilip, bir başka kadim sorunun peşine düşeceğiz ve kötülüğün biyolojik ve evrimsel kökenine dair kısa bir tartışma yürüteceğiz.
Bu tartışmanın en önemli aktörlerinden biri kuşkusuz Pyotr Kropotkin’dir. Kropotkin, insanın evrimi üzerine yaptığı çalışmalarda, kendinden öncekilerin aksine evrimin ana faktörü olarak rekabeti ve bencilliği değil, Karşılıklı Yardımlaşma ve dayanışmayı alır. Özellikle Evrimin Bir Faktörü Olarak Karşılıklı Yardımlaşma ve Etik adlı eserlerinde bir dizi örnekle bunu kanıtlamaya girişen Kropotkin, oldukça ikna edici veriler de sunar. Canlıların hayatta kalma mücadelesinde rekabetin önemini de yadsımayan yazar canlılardaki toplumculluğun onları doğanın zorlu koşulları karşısında ayakta tutan şey olduğunu savunur. “…karşılıklı destek, doğada iklime, tufanlara, fırtınalara, soğuğa ve bu gibi şeylere sürekli olarak yürütülmesi gereken ve sürekli olarak var oluşun hep değişen koşullarına yeni adaptasyonlar gerektiren mücadeledeki en iyi silahları sunar. Dolayısıyla, bir bütün olarak bakıldığında doğa, kesinlikle fiziksel gücün, süratin kurnazlığın, ya da savaşta yararlı olan başka herhangi bir özelliğin zaferini örneklemez. Aksine, karınca, arı, güvercin, ördek, sıçan ve diğer kemirgenler, ceylan, geyik, v.s gibi su götürmez biçimde zayıf olan türlerin koruyucu zırhları, kendilerini savunmak için gagaları, ya da uzun sivri dişleri yoktur – savaşçı da değillerdir – ancak yaşam mücadelesinin en iyisini başarırlar ve toplumcullukları ve karşılıklı korumaları sayesinde, çok daha güçlü yapılı rakiplerini ve düşmanlarını bile yerlerinden edebilirler…”
Yani Kropotkin aslında şunu söylemektedir: Doğal olan türün gelişimi için iyi olandır. Türün kendini var etmesi için iyi olan ise rekabet ve savaş değil aksine yardımlaşma, fedakarlık, hoşgörü gibi duyguları içinde barındıran ve canlıların yaşamına sinmiş olan Karşılıklı Yardımlaşma’nın ta kendisidir. Kötü olan şey “bu içgüdünün” dış etkenler vasıtasıyla bastırılmasıdır. Kuşkusuz Kropotkin’in engellenmeden ya da bastırılmadan kast ettiği şeyin kendisi insanlık serüvenimizin bir noktasında ortaya çıkan iktidar ve benzeri yapılardır.
Kropotkin bu doğa yasasını dillendirirken aynı zamanda iyi ve kötüye dair ortaya atılan doğaüstü tezlere de karşı çıkar: “…ve bu -ahlak yasasının evrenselliğinin- metafiziksel bir ileri sürülüşü ya da bir varsayım değildir. Toplumculluğun ve neticede duyum yoğunluğunun ve çeşitliliğin devamlı gelişimi olmadan hayat imkansızdır. hayatın özü orada yatar.”
Kropotkin’den önce Kessler ve aynı dönemde Élisée Reclus gibi araştırmacılar da bu fikri desteklemiş özellikle Reclus bu konuda oldukça özgün fikirler ortaya atmıştır. Sonraki yıllarda rekabeti bencilliği savunan “Sosyal Darwinist”lere karşı bir çok farklı fikir ortaya atılmıştır.
Kropotkin’in “Evrimin Bir Faktörü Olarak Karşılıklı Yardımlaşma, fikri zaman içerisinde o kadar kabul görmüştür ki, insanın özünde bencil olduğunu söyleyenler bile, onun fikirlerini kabul etmek zorunda kalmışlardır. Karşılıklı Yardımlaşma’nın insan davranışları içerisinde çok önemli olduğunu söyleyen bu anlayış, aynı zamanda insanların bu davranışları yine “bencilliğinden” sergilediklerini ifade etmişlerdir.
Bu cenaha dahil olanlar arasında, Erdemin Kökenleri adlı eserinde bu konuyu işleyen Matt Ridley ve meseleye aynı doğrultuda yaklaşan Gen Bencildir diyen Richard Dawkins de bulunmaktadır. Her iki yazarda Karşılıklı Yardımlaşma’nın ve benzeri davranışların evrimin önemli bir faktörü olarak ele alınması gerektiğini söylemekle beraber, bu davranışların kendini devamlı kopyalamak isteyen genlerin bencil bir davranışı olarak görülmesi gerektiğini söylerler. “… Örneğin, rahimdeki bir cenini göz önüne alalım. Anne ile cenin arasındaki ilişkiden daha müşterek ve evrensel bir şey olamaz. Anne onu dünyaya getirmek ister çünkü cenin kadının genlerini bir sonraki nesile aktarır. Cenin annenin başarılı ve sağlıklı bir hamilelik geçirmesini ister yoksa ölür. Her ikisi de oksijen almak için annenin ciğerlerini kullanır ve yaşamları annenin kalbinin atmasına bağlıdır. İlişki tümüyle dengelidir; hamilelik müşterek bir çabadır.”
Ridley ve diğerleri için amentü “Çıkar”dır. Fakat Ridley’in verdiği bir çok örnek ve yukarıda örnekte olduğu gibi, hayatta kalma arzusu bir çıkar olarak nitelendirilemez. Hayatta kalmak, hayatta kalmaktır. Çıkar ancak, hayatta kalma koşulu sağlandıktan sonra diğerlerine karşı bir üstünlük sağlıyorsa çıkar haline gelir. Yani biz hayatta kalma ve benzeri temel nitelikleri çıkar diye adlandırıyorsak diğerlerine başka bir şey dememiz gerekir.
Açıkçası bu tartışmalar ve yukarıda art arda dizdiğimiz örnekler daha da uzatılabilir. Hatta, bunların üzerinde daha çağdaş örnekler ve tartışmalar da eklenebilir. Fakat, bu örneklerden ziyade bu örneklerin bizde yarattığı hissiyat daha önemlidir. Devletlerin, dinlerin ve tüm iktidar odaklarının yineleyip durduğu “doğuştan günahkar”, “doğuştan kötü” olan insan modelinin karşısına yeni daha güçlü bir model sunmaktadır. “Doğuştan paylaşımcı” ve “doğuştan duygudaş” insan. Bu insanın içimizde var olduğunu bilmek, çevremizdeki kötülük çemberini kırmak için yeterli olmasa bile bu çemberi kırıp kötü olmayan insanların kötü olmayan dünyasını yaratmak için bizlere umut ışığı olduğu açıktır.
The post Kötülüğün Biyolojisi – Özgür Erdoğan appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post Anarşistlerin Ekonomi Tartışmaları (17) : Güney Afrika’da Karşılıklı Yardımlaşma – 2 appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>Meydan Gazetesi’nin önceki sayısındaki Anarşist Ekonomi Tartışmaları bölümünde, Zabalaza dergisinin 2009 Nisan tarihli sayısından alıntıladığımız Zabalaza Anarşist Komünist Cephesi (ZACF)’den Stefanie Knoll imzalı yazının ilk bölümünü yayınlamıştık. Yazının bu ikinci bölümünde Kropotkin’in Karşılıklı Yardımlaşma kavramına Güney Afrika’dan güncel örnekler veriliyor.
Karşılıklı Yardımlaşma, bir ailede ya da birbirine yakın bir toplulukta büyümüş herkesin bildiği bir şeydir. Aile üyeleri genellikle eşit karşılık beklemeden birbirlerine yardım ederler. Dünyadaki birçok küçük kırsal toplulukta sadece aile üyeleri arasında değil, aynı zamanda komşular arasında yaygın bir pratiktir. Dünyanın birçok bölgesinde ve özellikle Güney Afrika’da, karşılıklı yardımlaşmayı daha da büyük, kültürel ölçekte görebiliriz. Hatta bu kültürlerde karşılıklı yardımlaşma için özel terimler vardır ve bunlar, zor koşullar nedeniyle yeni biçimlere evrilmiş olarak uygulanmaktadır.
Kropotkin, Kalahari’deki Buşmen [10] kültüründeki karşılıklı yardımlaşmayı zaten yazmıştı ve onlardan hayranlıkla bahsetmişti. Kropotkin’e göre “İlkel [11] Komünizm” (yani endüstriyel olmayan bir toplumdaki komünizm) altında yaşıyorlardı. Afrika (ve dünyada) diğer birçok grup gibi, Buşmenler her şeyi herkesle paylaşarak – grubun dışındakilerle bile – karşılıklı yardımlaşmayı uygulamakla kalmadılar[12], aynı zamanda şefleri de yoktu ve bu yüzden “ilkel anarşistler” olarak kabul edilebilirler [13]. Pastadan daha büyük dilim almaya çalışan ve eşitlikçi pratikleri tehdit eden şeflere güvenmiyorlardı. Kropotkin Buşmenler için “Ava beraber çıkarlar ve ganimeti tartışmadan paylaşırlardı; yaralıları asla bırakmaz ve yoldaşlarına güçlü bir sevgi gösterirlerdi” [7]. “Bir Hottentot’a bir şey verildiği zaman onu hemen orada bulunanlara paylaştırırdı […]. Yalnız yemek yiyemez ve ne kadar aç olursa olsun oradan geçenleri çağırıp yemeğini paylaşır” [7].
Bununla birlikte, karşılıklı yardımlaşma sadece Güney Afrika’daki Buşmenler arasında var olmamıştır. Hele de sadece geçmişte uygulanan bir şey hiç değildir. Güney Afrika’da birbirine benzeyen ama değişik terimlerle bilinen birçok karşılıklı yardımlaşma örneği vardır. Üstelik, karşılıklı yardımlaşmayı Güney Afrika’daki bütün etnik gruplar arasında görebiliriz.
Güney Afrika’da karşılıklı yardımlaşma çoğu zaman Ubuntu düşüncesine dayalıdır. Ubuntu kelimesi, Zuluca olmasına rağmen Güney Afrika genelinde diğer gruplar tarafından da yaygın olarak kullanılır. Özellikle Güney Afrika’da Ubuntu hakkında çok sık yazılır ve konuşulur. Ayrıca çoğu zaman kiliseyle ilişkilidir. Ubuntu belirli özellikleriyle karşılıklı yardımlaşmaya benzer ama birçok özelliğiyle insanların yoksulluğu kabul etmesine yol açar ve bu nedenle durumlarının iyileşmesine engel olur. Bu yüzden, hiçbir dinle ilişkisi olmayan, gerçek karşılıklı yardımlaşma pratiklerinden bahsetmek çok daha ilginçtir.
Genel olarak kırsal Afrika’da tarlalarda birbirine yardım etmek çok yaygındır. Tarlalar çoğu zaman ortak işlenir ve o gün tarlası işlenen kişi, yardım edenlere yemek ve içecek temin eder. Tarlalar dönüşümlü olarak işlenir ve böylece tarla sürme ve hasat mevsiminde herkesin tarlası işlenmiş ve herkes yemek yemiş olur.
Aynı komünal çalışma, ev inşaatında birbirine yardım etmek konusunda Güney Afrika’nın her yerinde görülebilir.
Kültürel pratiklere ek olarak, cenazeler için para biriktiren ve ailede hayatını kaybeden biri olduğunda birbirlerine yardım eden cenaze topluluklarında olduğu gibi, insanlar (özellikle kadınlar) sivil topluluklarda bir araya geldikçe Güney Afrika’nın her yerinde karşılıklı yardımlaşmanın yeni örnekleri ortaya çıkıyor. Böyle topluluklar aynı zamanda ölenin akrabalarına destek sağlıyorlar. Bu yeni oluşumlar genelde yoksulluğun sonuçlarıyla ilgili.
Güney Afrika’da yeni olan bir başka örnekse, insanların birbirlerine yardım ederek belirli bir süre para biriktirdiği ve (buzdolabı gibi) gerekli ev eşyalarını aldığı “stokvel” lerdir.
Güney Afrika’nın yoksul bölgelerindeki kreşlerde, iş bulmayan bir kadının işe giden kadınların çocuklarına bakması çok yaygındır ve bakıcı bunun karşılığında yemek alır.
Kültüre Dayalı Karşılıklı Yardımlaşma
Çok saldırgan oldukları söylenen Zulular, sadece şeflerin ya da az sayıda insanın savaş istediği ama çoğunluğun barış içinde yaşamak istediği nüfuslara iyi bir örnektir. Ancak Zulular arasında karşılıklı yardımlaşma en az diğer etnik gruplar kadar yaygındır. Bazı Zulu şeflerinin saldırgan oldukları açıktır (bütün şefler gibi çünkü güç yozlaştırır). Ama halklar hep barış ve dayanışma içinde yaşadılar. Geçmişten bugüne, Zulular arasında karşılıklı yardımlaşmanın birçok örneği vardır.
Zulu toplumu genel olarak “bir insan, diğer insanlar sayesinde insandır” diye tercüme edilebilecek olan ve kişinin birey olabilmesi için toplumsal bütüne ihtiyacı olduğu anlamına gelen “umuntu ngumuntu ngabantu” deyişi etrafında örgütlenir.
Karşılıklı yardımlaşma farklı Zulu terimleriyle bilinir. Bunlardan biri, tarlaların sürüldüğü mevsimde birisinin tarlasında ortaklaşa çalışılan ve yardım edenlerin yemek ve geleneksel bira aldığı “ilimo”dur. Bir sonraki hafta ise başka birinin tarlası sürülür.
Cenaze cemiyetinin Zulu’daki adı masingcwabane, “birbirimizi gömelim” anlamına gelir. Cemiyete katılanlar her ay belli bir miktar para katkıda bulunurlar. Birisi hayatını kaybettiğinde bu para kullanılır. Belli bir miktar da ölenin akrabalarına verilir. Cenaze masrafları, tabut, çadır, sandalyelerin masrafları karşılanır.
“Birbirimizi inşa edelim” anlamına gelen Zulu sözcüğü, masakhane, evlerin ortak inşa edilmesini anlatır.
Izandla ziyagezana (Zuluca) “elleri yıkarken, bir el diğerini yıkar” anlamına gelir. İki el de diğerini temizlenmesine yardım eder. Bu yüzden insan olarak bizim de ellerin birbirine yardım ettiği gibi birbirimize yardım etmeliyiz.
Sotho ve Tswana kültüründe karşılıklı yardımlaşma, letsema olarak bilinir. Letsema, insanların ortak bir amaç için bir araya gelmesidir ve bunun sonuçlarından katılan herkes faydalanır. Örneğin altyapı inşaatı gibi ortak projelerde köyün dayanışma içinde çalışmasına işaret eder.
Sotho ve ayrıca Pondo kültürlerindeki bir başka komünist özellik çocukların komünal olarak büyütülmesidir. Herkes bütün çocuklara bakar. Onlar bütün komünün çocukları olarak görülür. Başka bir deyişle, herkes herkesin çocuklarını büyütmesine yardım eder.
Pedi kültüründe kobufedi, birbirinin tarlasında beraber çalışmaya verilen isimdir. Sebzelerin yetiştirilmesine ve ekinlerin ve hayvanların bakımına herkes yardım eder çünkü bu, topluluğun bütününe hizmet eder.
Xhosa kültüründe dibanisani, “daha iyi bir gelecek için beraber çalışalım” demektir. İnsanların bir araya gelip birbirine yardım etmesini anlatan genel bir terimdir. Örneğin törenler her yıl başka bir yerde yapılır ve bütün hazırlıkları oradaki insanlar yapar. Kulübeler yandığında herkes yeniden yapmak için birbirine yardım eder. Cenazelerde ve düğünlerde insanlar temizlik ve yemek işlerinde birbirine yardım eder.
Venda kültüründe karşılıklı yardımlaşma uthusana olarak bilinir ve “birbirine yardım etmek” anlamına gelir.
Swaziland’ta lilima, Karşılıklı Yardımlaşma’nın Swatice karşılığıdır. Komşunun komşuya yardım etmesine işaret eder.
Güney Afrika’nın her yerinden, bu makalede bahsedilmeyen ama hepsi buradakilere çok benzeyen ve çok canlı birçok örnek vardır. Yüksek suç oranına rağmen (ki Güney Afrika’daki devasa eşitsizliklere bağlıdır) ve topluma karşı işlenen suçlara rağmen, daha iyi bir dünya inşa edebileceğimiz birçok olanak vardır.
Güney Afrika’da 2003’den beri örgütlü olan ZACF’nin ismi, Zulu ve Xhosa dillerinde mücadele anlamına gelir. Daha önce ZabFed ismiyle, çoğu Soweto ve Johannesburg’da bulunan anarşist kolektiflerin, 80 ve 90’larda verdiği ırkçılık karşıtı mücadele sonrasında, Platformist-especifista düşüncesine yakınlaşması ve birleşmesi ile başlayan ZACF, işçi mücadelesinin yanı sıra Gauteng’da Özelleştirme-Karşıtı Forum ve Topraksız Halk Hareketi gibi toplumsal hareketlerle birlikte çalışmıştır. ZACF’la ilişkili ve 1990’larda bir yeraltı kolektifi olarak başlamış olan Zabalaza Kitapları, anarşizm, devrimci sendikalizm ve kadın özgürlüğü konusunda klasik ve güncel kitaplar, kitapçıklar ve müzikler yayınlamaktadır.
Günümüz Toplumuyla İlişkisi
Karşılıklı yardımlaşma pratiklerinin çoğu unutulmuştur çünkü bunlar devlet tarafından yok edilmiştir. Devlet insanların bağımsız olmasını, kendi ürününü yetiştirip ondan bağımsız yaşamasını istemez, insanları kontrol etmek ister. İnsanlar kendi yiyeceğini yetiştirmeyi bile unuttu. Şanslı olanlar işçi oluyorlar; kalanlar ise geçinmek için tek şansları dilenmek ya da suç işlemek olan işsizler.
Şehir hayatı çoğu zaman insanların kültürünü yok etmekle kalmıyor, aynı zamanda bireyciliği yaratarak ve karşılıklı yardımlaşmayı unutturarak toplumumuzu yok ediyor. Kropotkin, “Hottentotlar arasında, yemeği paylaşmak isteyen olup olmadığını sormak için üç kere yüksek sesle çağrı yapmadan yemek bir skandal olurdu. Şimdi saygıdeğer bir vatandaşın yapması gereken tek şey vergi ödemek ve aç kalanları öyle bırakmaktır.” [7] derken bunu göstermiştir. Kriz dönemlerinde bu ölümcüldür.
Birçok kasabada ortak sebze bahçeleri işleyen ya da başka şeyler paylaşan birkaç kişi görüyoruz. Yukarıdaki örnekler karşılıklı yardımlaşmanın hala canlı olduğunun ve büyümeye devam ettiğinin işaretlerdir çünkü insanlar birçok sorunumuzu, birbirimize yardım ederek ve beraber çalışarak çözebileceğimizi görüyor. Kropotkin, bugün özellikle de şehirlerdeki toplumun yüzlerce yıldır yaşayan ve kırsalda hala canlı olan pratiklerden öğrenebileceğini açıkça göstermiştir. Karşılıklı yardımlaşma, devletten ve hayır kurumlarından bağımsızlığımızın bir bölümünü geri almak için bir yoldur. Daha iyi bir dünyayı bunun üzerine inşa etmeliyiz ve daha iyi bir dünya bunun üzerine inşa edilmelidir.
DİPNOTLAR :
7. Kropotkin, Piotr (2006 [1902]) Karşılıklı Yardımlaşma. Evrimin Bir Öğesi. Mineola, New York: Dover 10. O dönemde bu halk için kullanılan “Hottentot” terimi artık haklı olarak uygunsuz kabul ediliyor.
11. ilkel terimi Kropotkin tarafından aşağılayıcı olarak kullanılmamıştır
12. Geçmiş zaman kullanarak yazıyorum çünkü Buşmen kültürünün büyük bir kısmı kolonicilik ve kapitalizm tarafından yok edilmiştir.
13. Anarşist toplumlar hakkında birçok çalışma vardır, örneğin: Barclay, Harold (1996): Yönetimsiz Halklar. Anarşinin Bir Antropolojisi. Londra: Kahn & Averill
Stefanie Knoll
Çeviri: Özgür Oktay
Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 29. sayısında yayımlanmıştır.
The post Anarşistlerin Ekonomi Tartışmaları (17) : Güney Afrika’da Karşılıklı Yardımlaşma – 2 appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post Anarşistlerin Ekonomi Tartışmaları (16) : Güney Afrika’da Karşılıklı Yardımlaşma – 1 appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>
Meydan Gazetesi’nin Anarşist Ekonomi Tartışmaları yazı dizisine, Zabalaza dergisinin 2009 Nisan tarihli sayısından, iki bölüm halinde yayınlayacağımız bir yazı ile devam ediyoruz. Zabalaza Anarşist Komünist Cephesi (ZACF)’den Stefanie Knoll imzalı yazının ilk bölümünde Kropotkin’in karşılıklı yardımlaşma kavramını tanıtılırken, bu kavram üzerinden Güney Afrika ekonomisinde önemli etkileri olan bağış kültürüne ve uluslararası STK yardımlarına eleştiri getiriliyor. Yazının bu ilk bölümü ayrıca, Kropotkin’in çalışmasından verdiği örneklerle, kapitalist ekonomi teorilerinin temel ilkesi olan rekabetin, insan ve hayvan toplumlarının hayatta kalmasında temel ilke olmadığını gösteriyor.
Stefanie Knoll
Karşılıklı yardımlaşma önemli ve geçerli bir anarşist kavramdır. Bu kavram, daha iyi bir dünyaya dair olguları, Güney Afrika dahil her yerde görebileceğimizi ve bu yeni dünyanın, mevcut kültürel pratiklerin üzerine ve genişleterek nasıl inşa edilebileceğini gösterir.
Kropotkin’in Çalışması Hala Geçerlidir
Piotr Kropotkin sadece önemli bir anarşist militan ve düşünür olmakla kalmayıp iyi bilinen bir coğrafyacı ve bilim insanıydı. En ünlü kitabı olan “Karşılıklı Yardımlaşma”, Sosyal Darwinizm’e [1] ve insan doğası hakkındaki genellemelere [2] sağlam bir eleştiri getirir. 19.yy’dan başlayarak insan doğasının özünde iyi mi yoksa kötü mü olduğu hakkında bir tartışma süregelmiştir. İdealistler insanın aslında iyi olduğunu ve savaşların uygarlık yüzünden olduğunu savunurlar. Diğer yandan -dünya çapında egemen politik düşünce olan- gerçekçiler, insanların özünde kötü olduğunu ve devlet araya girmediğinde her zaman birbirlerini öldüreceklerini (Hobbes’un herkesin herkese karşı savaşını) savunurlar ve böylece devleti, barışı getirmek ve sürdürmek için gerekli, çatışmaları çözümleyen bir kurum gibi gösterirler. “En güçlü olan hayatta kalır” teorisi böylece devletin varlığını meşrulaştırdığı gibi, devletle iç içe olan felaketleri, kolonileştirmeyi, emperyalizmi ve kapitalizmi de meşrulaştırır; her zaman devlete bağlı olmayan (ama çoğu zaman dine bağlı) ırkçılık, cinsiyetçilik [3], heteroseksizm [4] ve engelli ayrımcılığı [5] da yine bu teori ile meşrulaştırılan felaketlerdir. Fakat ilk defa Kropotkin’in kapsamlı biçimde gösterdiği gibi, insan doğası diye bir şey yoktur ve bu gerçek artık antropolojide[6] genel geçer kabul görmektedir. İnsanlar, ne doğası gereği iyi, ne de doğası gereği kötüdür; iki doğaya birden sahiplerdir. Bu yüzden mesele, bugün toplumda ortaya çıkan çatışmaları, yoksulluğu ve diğer sorunları nasıl çözeceğimizi bulmaktır.
Karşılıklı Yardımlaşma Nedir?
Karşılıklı Yardımlaşma, insanların birbirine yardım etmesi kavramı, ilk olarak Kropotkin tarafından kapsamlı bir şekilde incelenmiş ve aynı adlı kitapta 1902’de yayımlanmıştır [7]. Kropotkin, karşılıklı yardımlaşmanın insan evriminde önemli bir etken olduğunu düşünür ve çalışması “en güçlü olan hayatta kalır” düşüncesine önemli bir eleştiri getirmiştir. Bu kitabında Kropotkin, çeşitli hayvan ve insan toplumlarında karşılıklı yardımlaşmanın önemini gösterir. Karşılıklı yardımlaşmaya dayalı toplumların nasıl daha barışçıl olduğunu gösterirken verdiği örnekler, yine antropologlar tarafından dünya çapındaki barışçıl toplumların ortak özellikleri olarak kabul edilmektedir. Modern antropoloji Kropotkin’in insan doğası diye bir şeyin olmadığını söyleyen teorisini onaylamıştır. Kropotkin, bu büyük tartışmada herhangi bir tarafı tutmak yerine, insanlarda ve hayvanlarda hem karşılıklı mücadelenin, hem de karşılıklı yardımlaşmanın olduğunu, ama türlerin hayatta kalması için, karşılıklı yardımlaşmanın daha önemli olduğunu göstermiştir. İnsanlar arasında çatışmadan daha fazla yardımlaşma vardır.
Karşılıklı yardımlaşma, insanların bireyci davranmak ya da daha kötüsü çatışmak yerine yalnızca maddi olarak değil, manevi olarak da yardımlaşması demektir. Yaşamın birçok alanında insanların rekabet etmek yerine herkesin yararına olacak şekilde beraber hareket etmesi demektir. Toplumsal dayanışmanın herkes için daha iyi olduğunun ve çatışmak yerine birbirimize yardım ettiğimizde yaşam kavgasını daha iyi vereceğimizin farkına varmak demektir. Diğer insanları düşman olarak değil, yoldaşların ve arkadaşların olarak görmek demektir. Karşılıklı yardımlaşma, eşit bir karşılık beklemeden paylaşmak demektir. Karşılıklı yardımlaşma ayrıca, birbirimizle savaşmak yerine ahenk içinde yaşamanın bir örneğidir. Karşılıklı yardımlaşmanın en genel örnekleri, daha iyi sonuçlar için beraber avlanmak, tehlikelerden korunmak için beraber yaşamak, her tür işte birbirine yardım etmek, ihtiyaç zamanlarında birbirine destek vermektir. [Güney Afrika kültüründen somut örnekler, yazının devamında tartışılacaktır.]
Karşılıklı yardımlaşma, yardımın tamamen eşit olmasını ima etmez. Karşılıklı yardımlaşma daha çok “herkesten yapabildiği kadar, herkese ihtiyacı kadar” şeklinde bilinen komünist prensibe göre işler. Bunun prensibin kökeni, hepimizin bir olduğu, bütün insanlığın birbirine ait olduğu ve hepimizin her birimiz için çalışmamız gerektiği düşüncesidir. Kropotkin, karşılıklı yardımlaşma pratiği sayesinde insanların bazı gerçeklerin farkına vardıklarını yazar: Bu deneyimler, insanların birbirlerine bağlı olduklarını, her birinin mutluluğunun herkesin mutluluğuna bağlı olduğunu ve herkesin eşit olduğunu fark etmelerini sağlar. Bunlar, birazdan detaylıca tartışacağımız, Afrika’daki Ubuntu kavramına çok yakındır. Ancak karşılıklı yardımlaşma, bu yardımın tek yönlü olduğunu da ima etmez. Tek yönlü yardımlaşma başka bir şeydir, onun adı hayırseverliktir.
“Kilise” ve Hayırseverlik
Tıpkı devlet gibi, kilise de insanların arasına girerek karşılıklı yardımlaşmayı yok etmeye çalışır. Genelde kiliseler, camiler, sinagoglar ve tapınaklar [9] imeceyi yok eder ve yerine hayırseverliği koyarlar.
Hayırseverlik karşılıklı değildir. Sahip olanın olmayana vermesi, bir bağımlılık durumu yaratır. Hayırsever kişi, insanları güçlendirmez, onların tekrar ayakları üzerinde durmalarını sağlayacak şekilde yardım etmez. Kropotkin’e göre hayırseverin “yukarıdan esinlenir bir havası vardır ve bu yüzden yardımı alan insana karşı belli bir üstünlük ima eder” [7]. Muhtaç insanlara yiyecek ve giyecek dağıtan bir örgüte para vermek, hayırseveri suçluluk duygusundan kurtarır. Meşhur tabirle, hayırseverler gizlide çaldıklarının bir kısmını ortalık yerde geri verirler. Tabii ki, kıtlık gibi büyük kriz durumlarında, yetersiz gıda yüzünden insanlar açlık çekiyorsa, aç olanlara yemek verilmelidir. Fakat genelde yemek vermek, dışarıdan bedava yemek ithal etmek bağımlılık yaratır ve yerel ekonomiyi yok eder. İnsanların bağımsızlığını ve kendine yeterliliğini yok eder.
Hayırsever yardımlar sadece kiliseden gelmez. Aynı nedenlerle, STK yardımları da herkesin eşit ve özgür olduğu yeni bir dünyanın yaratıldığı süreçlere zarar verir.
Güney Afrika’da 2003’den beri örgütlü olan ZACF’nin ismi, Zulu ve Xhosa dillerinde mücadele anlamına gelir. Daha önce ZabFed ismiyle, çoğu Soweto ve Johannesburg’da bulunan anarşist kolektiflerin, 80 ve 90’larda verdiği ırkçılık karşıtı mücadele sonrasında, Platformist-especifista düşüncesine yakınlaşması ve birleşmesi ile başlayan ZACF, işçi mücadelesinin yanı sıra Gauteng’da Özelleştirme-Karşıtı Forum ve Topraksız Halk Hareketi gibi toplumsal hareketlerle birlikte çalışmıştır. ZACF’la ilişkili ve 1990’larda bir yeraltı kolektifi olarak başlamış olan Zabalaza Kitapları, anarşizm, devrimci sendikalizm ve kadın özgürlüğü konusunda klasik ve güncel kitaplar, kitapçıklar ve müzikler yayınlamaktadır.
Hayvanlar ve İnsanlarda genel olarak karşılıklı yardımlaşma
Kropotkin, kitabında böceklerin ve diğer hayvanların arasındaki karşılıklı yardımlaşmayı uzunca betimler. Hayvanlar arasındaki karşılıklı yardımlaşmayı anlatmak, Kropotkin’in evrimsel gerçeklere dayanan tezini kuvvetlendirir çünkü nihayetinde insanlar da belli hayvan türlerinden gelirler. Bu örnekler, insanlar insan olmadan önce bile doğal bir içgüdü olarak karşılıklı yardımlaşmanın var olduğunu gösterir.
Kropotkin, çok geniş bir çeşitlilikte örnekler verir ve hayvanlar aleminde genel kuralın rekabet değil karşılıklı yardımlaşma olduğunu gösterir. Şöyle yazar: ‘Karıncalar ve kanatlı karıncalar “Hobbes’cu Savaştan” firar etmişlerdir ve bu sayede durumları daha iyidir.’ [7]
Doğada görebileceğimiz gibi birçok hayvan türü sürüler halinde yaşar. Kropotkin, hayvanların sadece kendi türleriyle değil başka türlerle de yardımlaştıklarını gösterir (örneğin korunma amacıyla beraber hareket eden Zebralar ve Zürafalar). Hayvanların beslenme ihtiyacı ya da potansiyel eş için rekabet ederken birbirlerini öldürdüklerini inkar etmez. Ancak bize anlatılan “öldür ya da öl” olaylarının, hikayenin tamamı olmadığını net olarak ortaya koyar. Bazı hayvan türleri yaşamın akışı içinde ancak belirli durumlarda birbirlerini öldürürler ve bunu en sık yapanlar türlerinin en çok hayatta kalanları değillerdir. Çoğu hayvan türü ise sadece yardımlaştıkları ve birbirlerini gözettikleri için hayatta kalabilirler.
Kropotkin karşılıklı yardımlaşmanın hayvanlarda genel bir kural olduğunu gösterir ve bu kuralı insanlara doğru genişletir. Özellikle insan türünün, yeryüzünde var olduğu zaman diliminin çoğunda (silahları icat edene kadar) çok korumasız olduğu için bu kurala bir istisna teşkil edemeyeceğini yazar. Yani insanlar eskiden beri, birbirlerine yardım etmek ve tehlikelerden korunmak için toplum içinde yaşamışlardır. Kropotkin şöyle yazar: “Dizginlenmeyen bireycilik, modern bir oluşumdur” [7].
Kropotkin, avcı toplayıcı toplumlardan tarım toplumlarına, Ortaçağ Avrupa toplumlarına ve günümüze kadar her dönemdeki insan toplumlarında karşılıklı yardımlaşmanın nasıl var olduğunu gösterir. Karşılıklı yardımlaşmanın, sömüren köle sahiplerine ve patronlara karşı, ya da insanları hem diğer toplumlara hem de kendi toplumlarına karşı savaşa süren otoriter şeflere, krallara ve diğer politikacılara karşı emekçilerin ve yoksulların bir korunma aracı olduğunu gösterir. Bu otoriteler insanları sömürmekle kalmaz, [sömürüyü sürdürebilmek için] vergi ödemeyenleri ya da orduya katılmayı reddedenleri cezalandırırlar. Kropotkin, insanların sadece küçük bir kısmının savaş çıkarmayı sevdiğini, çoğu insanın tek istediği şeyin, ailesi, arkadaşları ve komşularıyla birlikte barış içinde yaşamak olduğunu net bir şekilde ortaya koyar. Şöyle yazar: “Savaş, insanlığın hiçbir döneminde varoluşun olağan bir durumu değildi. Savaşçılar birbirlerini yok ederken ve papazlar bu katliamları kutlarken halklar günlük yaşamlarını sürdürür ve kendi yaşam mücadelelerine devam ederlerdi. [7]
Dahası Kropotkin, yoksul insanların arasındaki dayanışmayı yok edip yerine bürokrasiyi koyan devletin karşılıklı yardımlaşma pratiklerini nasıl yok etmeye çalıştığını gösterir. Otorite, kendi yiyeceklerini yetiştiren yoksulları rahat bırakmak yerine vergi koyarak daha fazla çalışmaya zorlar.
Ancak, kendimizi “kötü” insanlardan korumak için savaşmamız gerektiğini ve insanın kendi kötücül doğasından korunmak için devletlere ihtiyacımız olduğunu söyleyenler sadece politikacılar değildir: tarihçiler de “insan yaşamının savaşlarla geçen kısmını abartmış ve barışçıl zamanları önemsememişlerdir. […] belli ki kitlelerin yaşamına hiç dikkat etmemişler çünkü toplumun çoğu barış içinde yaşamına devam ederken çok azı savaşa katılır” [7]. Bize sürekli, insanların savaşçı yaratıklar olduğu ve doğası gereği birbirlerini öldürdüğü söylenir. Fakat gerçekler tam tersini gösterir ve Kropotkin bunu ilk işaret edenlerdendir. Çoğu insan barış içinde yaşamayı tercih eder. Kropotkin “Gerçekte insan, anlatılan savaşçı varlıktan o kadar uzaktır ki…” [7] der. Toplum içindeki karşılıklı yardımlaşma, kaçımızın barışçı çizgilerde yaşamayı tercih ettiğini, savaşmak yerine yardımlaşmayı tercih ettiğini gösterir.
Dahası, karşılıklı yardımlaşma olmadan yoksullar ve işçi sınıfından insanlar hayatta kalamaz. Kapitalist sistem işçilerin bile kendi başlarına hayatta kalmasını imkansız hale getirir. İşte bu yüzden karşılıklı yardımlaşma kapitalist toplumda hala vardır, bu nedenle büyüyor ve daha iyi bir dünya inşa etmek istiyorsak büyümek zorunda.
Karşılıklı yardımlaşma, devlet ve kilise gibi devletsi yapıların onu yok etmeye çalışmasına rağmen; bireyciliği yaratan, “en uygun olanın hayatta kalması” teorisine yeni anlamını veren ve 100 yıldan fazladır süren kapitalizme rağmen bugün hala varlığını sürdürüyor. Gerçekten de, çoğu zaman kapitalizm içinde geçinebilmek için sömürmek ve bencil olmak gerekliymiş gibi gözükür. Fakat Kropotkin’in yazdığı gibi: “İnsandaki evrimsel gelişimi barış ve bolluk dönemlerine rastlayan karşılıklı yardımlaşma eğilimi o kadar eski bir kökene dayanır ve insan türünün evrimi ile o kadar iç içe geçmiştir ki, tarihin bütün talihsizliklerine rağmen bugüne kadar korunarak kalmıştır. [7]
DİP NOTLAR :
Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 28. sayısında yayımlanmıştır.
The post Anarşistlerin Ekonomi Tartışmaları (16) : Güney Afrika’da Karşılıklı Yardımlaşma – 1 appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post Anarşistlerin Seçim Tartışmaları(1) appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>Meydan Gazetesi’nin daha önceki sayılarında yer verdiğimiz Anarşist Ekonomi Tartışmaları’na iki aylık bir ara verdik. Bu iki aylık süreç içerisinde ilgili bölümü, farklı coğrafyalardan anarşist birey, grup ve örgütlerle “seçimler” başlığıyla gerçekleştirdiğimiz röportajlara ayırdık. Bu röportajları yaparken ilgili birey, grup ve örgütlerden, bağımsız bir durum ya da süreç olarak seçimleri ele almaları yerine, o coğrafyanın siyasi-ekonomik gerçekleri düzleminde bir seçim değerlendirmesi yapmalarını talep ettik. Yaşadığımız coğrafyadaki yaklaşan yerel seçimleri değerlendirirken, daha sağlıklı yorum yapabilme imkanı verecek olan bu deneyim paylaşımlarını, bu yazı dizisinde yayınlıyoruz.
Bu çerçevede, doğrudan demokrasi-seçimler; öz-yönetim-temsiliyet karşıtlıklarını düşünme fırsatı bulurken, anarşizmin seçimlere ilişkin sözünün altı boş bir “oy vermeme” kampanyası olmadığını, farklı bir siyasal gerçeklik arayışı ve uygulanışı olduğunu gözler önüne sermeye çalıştık. Yer verdiğimiz farklı yorum ve değerlendirmelerin, Anarşist Ekonomi Tartışmaları bölümünde uyguladığımız hemen sonuca varmayan, irdeleyen, anlamaya çalışan yöntem biçimiyle benzerlik taşıdığını düşünüyoruz.
İlk yazımızda, Avustralya’dan Melbourne Anarşist Komünist Grubu’ndan David; Bulgaristan Anarşist Federasyonu’ndan Zlatko; Anarşist Federasyon (Fransa)’dan Fred ve anarkismo.net’in editörlerinden Şilili José Antonio Gutiérrez D. ile yaptığımız röportajlara yer verdik.
Bu tarz bir sürecin sonunda ortaya çıkacak siyasi tahayyülün Chiapasları, Rojavaları, Taksim-Gezi İsyanlarını anlamada bir bakış açısı sağlamaya katkıda bulunacağını umarak, Anarşistlerin Seçim Tartışmaları’nın ilk bölümünü sizlerle paylaşıyoruz.
Meydan: Öncelikle ülkenizdeki güncel politik durumdan bahseder misiniz; kaç parti var ve halk üzerindeki etkileri nedir? Bu partiler gerçekten iddia ettikleri gibi toplumun içindeki kesimleri temsil ediyorlar mı? Ve eskileriyle yenilerini karşılaştırırsak, siyasi partilerde büyük değişiklikler var mı?
Zlatko-FAB: Belki 5-6 farklı parti var – yöneten sınıfın yaklaşan seçimde ihtiyacı olan çember sayısı kadar (eski Komünist partinin “Doktrin” ve “Devlet güvenliği”, bugünün “İşadamları”, “Oligarkları” ve “Mafyası”). Yöneten sınıfın dışında bir grup insanı temsil edebilen hiçbir parti yok. Bütün bu partiler bir şekilde yöneten sınıf tarafından yaratılıyor ya da destekleniyorlar. Siyasi partilerin izledikleri yol ve programlarında ufak değişiklikler var.
Bunun sebepleri, gücün yöneten sınıflar arasında yeniden paylaşımı ve “sıradan seçmenin” politik farkındalığının gerilemesi. Yöneten sınıfın içindeki bölünmeler, bu partilerin siyasetini de etkiliyor ve her geçen sene daha zayıf ve dağınık hale geliyor. Yani eğer bir hareket varsa da yanlış yönde gidiyor (eğer seçimlerin “halkı iktidara” getireceğini düşünüyorsanız).
Güncel duruma gelince – hükümet berbat (şimdiye kadar gelen tüm hükümetler gibi temelde yöneten sınıfı gözetiyor); halk, partilerin kendisini hiçbir şekilde temsil ettiğine inanmıyor; parti üyeleri kendi çıkarları için orada kalıyorlar. “Sınıflar”, “temsil edilen gruplar” ve benzeri herhangi bir siyasi gündem yok.
Bu yüzden halk siyasi partilerde herhangi bir umut görmüyor ama bu ülkede başka şekilde yaşayabileceklerine inanmıyorlar. “Batıda”, gerçekten işleyen, “normal devletler” olduğuna inanıyorlar. Çünkü “bizim” devletimizde yöneten sınıf, insanları “bir şeylerin değiştiğine” inandırmak için “yeni” politikacılarla “yeni” partiler ve hareketler yaratıp duruyor.
Fred-IFA: Siyasi partiler gerçekte değişmezler. Yenileri oluşturulabilir – ya da isim değiştirebilirler – ama hep aynı politikacıdır. Yeni partilerin ortaya çıkması, sadece o kişilere bir iş bulmak içindir. Aslında 6-7 ana parti var. Diğerleri bu gruplara katılabilir ya da yereldir. Bunların yarısı sol-kanattır ama ana sorun toplumun sağ yanıdır ve tabii iki ana partinin. Eşcinsellere ve Romanlara karşı yabancı düşmanlığı ve ayrımcılık artıyor. Daha önce eşcinsel evliliğine karşı gösteri yapan aşırı sağcı gruplar, farklı başlıklarda örgütlenmeye devam ediyor: Eşitlik karşıtlığı, kadın hakları karşıtlığı vb. En büyük değişim, toplumda büyük takipçisi olan aşırı muhafazakar grupların saldırılarında, hatta bazıları çok şiddetli.
Diğer yandan siyasi partilerin genelde o kadar fazla etkisi yok. Birçok insan oy vermiyor ve politikacılara güvenmiyor. Fakat diğer kolektif yapının daha fazla etkisi yok. Örneğin sendikalar etkilerini kaybediyor, çünkü bir mücadele olduğunda gidebilecekleri kadar ileri gitmiyorlar. Grevi durdurup politik açıklama talep ediyorlar… Ama politikacılar işçilerin haklarını yok ederken patronlar için iyi çalışıyorlar.
Değişmesi gereken şey, insanların bireyci düşünce yapısı çünkü kolektif olarak kazanmanın yolunu bulamıyorlar.
David-MelbACG: Avusturalya’da ulusal seçimler Eylül’de yapıldı ve bir hükümet değişikliğiyle sonuçlandı. Liberal Ulusal Parti (LNP, merkez sağ) %10’un üzerinde bir farkla kazandı. İki ana parti, LNP ve Emek (merkez sol) insan hakları ve ekonomi üzerine benzer politikalar ile yürüdüler. İki parti de eşcinsel evliliği desteklemiyor (Avustralya’nın çoğunluğu desteklediği halde), ikisi de mülteci göçünü azaltmak için sığınmacıların hapse atılmasını onaylıyor. Liberal partinin resmi görüşü iklim değişikliğine inanmıyor (çoğu Avustralyalı inanıyor). Emek partisi inanıyor ama çözüme yönelik etkili değişiklikler yapmıyor. Üçüncü bir parti var, oyların %9’unu alan, sosyal demokrat (ılımlı sol), çevreci ve sosyalist odağı ama aslında sosyal kapitalistler olan Yeşiller.
Anarşistler bu siyasi yapıyı nasıl etkiliyorlar? Siyasi arenadaki sözü nedir?
Jose A.: Bu soruda, anarşistlerin toplumsal mücadele içindeki rolünü anlamak çok önemlidir. Solda seçimlere katılan müttefiklerimiz olabilir ve onlara sempati duyabiliriz ama bizim rolümüz her durumda iki tarafı keskin kılıç olan seçim alanında değildir. Seçimler belirli bazı meseleleri ileri taşımak için yararlıdır ama burjuva kurumlarının meşruiyetini pekiştirirler ve gerçek mücadelenin nerede olduğu konusunda kafa karışıklığı yaratırlar: Sınıf mücadelesinde ve mevcut düzene karşı halk hareketinde. Solun bir kısmının bu taktiği kullanmak istemesini anlasak da, bizim rolümüz sokaklardadır, doğrudan demokrasiyi, halkın gerçek gücünü, tabandan yukarı toplumsal örgütlenmeleri yaratmak, gücü yöneten sınıftan, kapitalistlerden alıp işçilere, sıradan insanlara vermektir.
Zlatko-FAB: Bulgaristan genelinde anarşist hareket içindeki bireylerin hepsi aynı değil. Bazıları, bazen, birbirlerini eleştirmekle ya da medyanın vurguladığı ama kitleler için önemli olmayan sorunlar üstüne çalışmakla çok fazla meşgul oluyorlar. Medyanın tamamen yok sayması ve yöneten sınıfın diğer ezme biçimlerinden ayrı olarak, bu da siyasi durumda eksik olan anarşist etkinin nedenlerinden biri. Sadece halkın değil, çoğu “aktivist’in” de modern toplumsal ezme biçimlerinin üzerine kurulduğu toplumsal ilişkiler ve sınıfsal yapı konusundaki anlayışı eksik. Bu yüzden, “anarşistler” insanlarla konuştuklarında ana akımın söylediğinden farklı bir şey söylemeleri gerekmiyor ve söyleseler bile kimse anlamıyor. Ben ikinci problemin çok önemli olduğuna inanıyorum ama bu röportajın konusu dışında.
Fred-IFA: Biz, anarşistler olarak sendikalarla, kolektif yapılarla (kütüphaneler, kooperatif, vb.) ve belirli anarşist gruplarla ilişkiliyiz. Uygulamada anarşist alternatifler diye tanımladığımız şeyi geliştirmeye çalışıyoruz. Öz-yönetimli yapıyı ya da alternatifi oluşturmak istiyoruz. Gruplarımızda, kütüphanelerde, gazetede, radyo programında vb. anarşist düşünceleri ve pratikleri yaymaya devam ediyoruz.
Siyasi partileri umursamıyoruz ve kolektif projelerde bile bu partilerle çalışmak istemiyoruz. Örneğin sol-kanat partileri Paris’te düzenlenen öz-yönetim fuarına katılmaya çalıştılar ama biz onları hala reddediyoruz. Toplumsal hareket istediği gücü ve perspektifleri kendi başına bulmalıdır, bu işi sözde uzmanlara bırakmamalıdır.
Bizim savunduklarımız öz-yönetim ve otonomidir.
David-MelbACG: Bazıları en sosyalist seçenek olarak Yeşiller’e oy veriyor ve bazı anarşistler Daniel Cohn-Bendit önderliğinde, siyasi değişimi bu yolla etkilemek için Yeşiller’e katıldılar ama pek başarılı olamadılar. Diğerleri tam anlamıyla anarşist bir platformda, seçimlere doğrudan karşı çıkıyor, genelde anti-kapitalist ekonomi, karşılıklı yardımlaşma farkındalığını yükseltiyor ya da bazen basit parodi ya da hiciv yapıyorlar. Avustralyalıların büyük çoğunluğu da seçimleri “eğer oy vermek herhangi bir şey değiştirseydi yasak olurdu” sözüyle eleştiriyorlar. Anarşist doğrudan eylem, politika değişimi ya da seçim sonuçları üzerinde çok etkili olmasa da, mülteci gözaltı merkezlerinin kapatılması gibi belirli durumlarda değişimi zorlayan etkili bir araç olduğu geçmişte kanıtlanmıştır.
Anarşistlerin özellikle seçim zamanlarındaki yaklaşımı nedir? Ve bu yaklaşımın kamuoyunda nasıl bir yeri var?
Jose A.: Bazı insanlar dar bir politika anlayışına sahipler ve sadece ancak seçimlere katıldığınız zaman politik olduğunuzu düşünüyorlar. İnsanlara farklı bir yaklaşımla şunu anlatmak gerekiyor: Her gün, düşüncemizi her açıkladığımızda, sesimizi her yükselttiğimizde, komşularımızla, sınıf arkadaşlarımızla, iş arkadaşlarımızla bir araya gelip her karar aldığımızda politika yapıyoruz. Patronların, yöneten sınıfın en çok korktuğu politika budur: Çünkü bu politikanın sadece oyuncuları değil, oyunun kurallarını da değiştirme potansiyeli vardır. İnsanlar doğrudan demokrasiyi keşfedip kendi meselelerine gerçekten katılmayı ve gerçek gücü istediklerinde, devrimcilerin esas görevi bir alternatif göstermektir, insanların mücadele ederek zaten geliştirdikleri deneyimi daha da genişletmeleri için araçlar vermektir. Bugün ihtiyacımız olan, tabandan yukarı daha çok örgütlenme ve yaşamak istediğimiz tipte bir toplumu halk hareketiyle uygulamaya koymaktır. Yöneticiler bizi aksine, değişikliğin tepeden geldiğine ikna etmek isteseler de, birçok değişiklik bu yolla, doğrudan mücadeleyle, isimsiz kitlelerin politikaya akın etmesi yoluyla meydana geliyor.
Zlatko-FAB: Tabii ki boykotu yayıyoruz. Ve her sene seçimleri biz kazanıyoruz – halkın %50’si hiç oy kullanmıyor. Tabi ki bu kadar çok etki yarattığımızı iddia etmiyoruz. Bir alternatif olarak doğrudan demokrasi hakkında konuşuyoruz ve son yıllarda bu iyi karşılanıyor ama bunun nedeni maalesef bu terimin daha popülerleşmesi. İnsanların bunu nasıl algıladığı net değil – son zamanlarda birçok politikacı “öz-yönetim” ve “doğrudan demokrasi” kelimelerini kullanmayı seviyor, hatta bazen “ulusallaşma”, “güçlü-el” ve “vatan hainleri mahkemesi” ile birlikte. Halka açıklanacak çok şey var ama yandaş medyanın sesini aşmakta zorlanıyoruz.
Fred-IFA: Gerçek şu ki insanlar artık oy vermiyor. Bizim yapmamız gereken, onları oy vermemeye ikna etmek değil, direnmek için kolektif yapıyı oluşturmak ve somut dayanışmanın yeni biçimlerini yükseltmektir. Birçok ufak kolektif deneyim var ama büyük etkileri yok, çünkü çok yerel çalışıyorlar. İşlerimizden biri de bu deneyimleri daha büyük bir hareket oluşturmak için federe etmektir.
Şu anda çok fazla mücadele yokken, örgütlerimizi yeni insanları katmak konusunda güçlendirmeliyiz, büyük etkinlikler (kitap fuarı, uluslararası toplaşma) ya da şenlikler düzenlemeliyiz. Bazıları başarılı olabilir ama anarşist gruplar hala zayıf. Etkimiz, militan sayımızdan çok daha önemli ama onu da sayısal olarak ifade etmek zor.
David-MelbACG: Avusturalya medyası iki ana partiye ya da sağ kanat Hristiyan partilerin yarattığı sansasyonel manşetlere sıkıca odaklanmış durumda. Anarşistlerin çoğu seçimlere doğrudan tepki vermiyor. Bazı anarşistler, bloglar ya da bildiriler ve posterler yoluyla seçimler hakkında yorum yapıyorlar. Avustralya’da oy vermek zorunlu olduğu için birçok anarşist oy vermeyerek ceza riski alıyor ya da “oy verme” kartları ve broşürleri dağıtarak hapis riski alıyor. Bu taktiklerin başarısı çok az ve pek ilgi çekmiyor.
Anarşistlerin seçim zamanı düzenledikleri eylemler ya da kampanyalar nelerdir? Anarşistler tarafından harekete geçirilen bu kampanyalar ya da eylemler amaçlarına ulaştı mı?
Jose A.: Türkiye’deki durumu bilmiyorum ama başlatılan hareket ne olursa olsun genel duruma bağlıdır. Anarşistler çoğu zaman çekimser oy ajitasyonu yaparlar ki bence bu esas meseleyi kaçırmaktır. Esas mesele seçim yanlısı ya da seçim karşıtı olmak değil, kendimizi neden seçim kampanyasıyla sınırlıyoruz? Bizim çoğu zaman negatif değil, pozitif bir formül ajite etmemiz gerekiyor: Bizim alternatifimiz seçim günü değildir, bizim alternatifimiz insanların mücadele ve örgütlenme kapasitesini artırmaktır, sadece mücadele yoluyla anlamlı değişimin meydana geleceğini göstermektir, iktidarda kim olursa olsun. Ben kişisel olarak bunun en iyi alternatif olduğunu düşünüyorum ama bu, bir çekimserlik kampanyası ya da bir seçim boykotu çağrısının yapılması gereken zamanlar yoktur anlamına gelmiyor, özellikle de mücadelenin yükseldiği ve insanların yönetici bloka karşı itaatsizliğin sesini güçlü çıkarabileceği zamanlarda. Bunlar hep genel duruma bağlı. Yine genel duruma bağlı olarak, istisnai zamanlarda, örneğin bir azınlık ya da ezilen grup için ya da yoğun tepki dönemlerinde ya da bir askeri cunta durumunda, bir sol kanat alternatifini desteklemek önemli bile olabilir. Fakat bunlar örgütlenme ve harekete geçme kapasitesinin ciddi şekilde sınırlandığı istisnai durumlardır. Anlaşılması gereken en önemli şey, bizim anarşistler olarak görevimizin başka yerde olduğudur, yeni bir dünya yaratmak için gerekli yetenekleri inşa etmemiz ve insanların kendi yeteneklerine güvenmelerini sağlamamız gerekiyor. Tam da bu nedenle anarşizmin amacı ve aracı arasında, taktiği ve stratejisi arasında çelişki yoktur. Biz ezilenler olarak doğrudan eylemi sadece mücadele mekanizması olarak değil, aynı zamanda tabandan yukarı yeni bir dünya yaratmak için öneriyoruz.
Kendimize sormamız gereken en önemli soru, halkın mücadelesi için eylemlerimizin etkisi ne olur, öz-yönetim kapasitesi için, nasıl ezildiğini ve nasıl sömürüldüğünü anlamak için?
Zlatko-FAB: Seçimleri, özel eylemler örgütleyecek kadar önemli görmüyoruz. Çoğu zaman kendi gazetemizde yazmaktan daha fazlasını yapmıyoruz ve belki sokaklarda duvarlara bazı sloganlar… İlk (ve “demokrasi” geldikten sonraki son) referandumda, farklı önerileri ve sahte oyları topladığımız bir kampanya başlattık ve bunları web sitemizde yayınladık. Toplumun farklı örgütlenmesi için bir alternatif önerecek kadar güçlü değiliz, sadece bunun hakkında konuşabiliyoruz ve yapabildiğimiz kadarıyla uyguluyoruz. Seçimler sadece bu konuda konuşmak için bir fırsat. Genelde insanlar onaylıyorlar, ama… Hepsi bu – yine gidiyorlar ve ‘”aha az kötü olanı seçiyorlar”.
Fred-IFA: Oy vermeme kampanyası duyurmamıza gerek olmasa da, olumlu perspektifi yükseltmek için “ideolojik” kampanya yapmak zorundayız: Öz-yönetim, bedava ulaşım, toplu satın-alma, vb. Yapması uzun süren bir iş. Biz seçimlerden sadece büyük bir kampanya yapmak için faydalanıyoruz. Kendi gündemimizi oluşturmak istiyoruz.
David-MelbACG: Herhalde en bilineni, sürekli Melbourne’de seçimlere katılan Joe Toscano’nun kampanyası. Bir sandalye kazanmak için en az %40 gerekirken genelde %1’den az oy alıyor. Medyanın merkez-dışı siyasete ilgisizliği nedeniyle anarşist farkındalığı ya da geniş toplumsal ya da ekonomik sorunları yükseltmek üzere ana akım dışında tasarlanmış kampanyalar büyük ölçüde yok sayılıyor.
Dünya çapında, birbirinden etkilendiği söylenen hareketler olduğunu biliyoruz. Bunlardan bazıları doğrudan demokrasiye ilişkin büyük deneyimler yarattılar. Ve bazıları da hükümet iktidarını amaçlayan partilerin seçim kampanyalarına evrildi. Tüm dünyada meydana gelen bu yeni toplumsal hareketler sonrasında seçimlerin yeni anlamını yorumlar mısınız?
Jose A.: ABD’den Mısır’a, dünya çapındaki hareketler bize demokrasinin radikal bir sorgulamasının olduğunu gösteriyor. İnsanlar dünyayı yöneten ufak elitin bütün bu oyunlarından bıktı, usandı. Ne yaparlarsa yapsınlar, ne derlerse desinler, sonunda hep altlarındakileri aldatıp soyuyorlar. On yıllardır ilk defa, anarşistlerin bakış açısı milyonlara ulaşma potansiyeli taşıyan, eylemlilik için kullanışlı bir rehber haline geldi. İnsanların görüşleri genelde anarşizme yakınlaşıyor çünkü anarşist düşünce, ayaklanan işçi sınıfının pratiğinden türemiştir. Bu fırsatı kullanmamız ve programımızla kitlelere ilham vermemiz gerekiyor ama iki aşırı uçtan kaçınmalıyız: Faydacılık ve aşırı-ideolojileştirme. Reformlar için mücadele ve toplumsal dönüşüm arasındaki dengeyi korumamız gerekiyor. “Tek yol devrim” gibi geniş sloganlardan kaçınmamız ama devrimci amaçlarımızı kitlelerden gizleyip sisteme dokunmayan bir reformlar listesinin de ötesine geçmemiz gerekiyor. Net konuşmalıyız, uzun vadede toplumun radikal dönüşümünü amaçlayan en acil talepleri vurgulamalıyız. Bu kolay bir iş değil ama bir yerden başlamamız gerekiyor.
Zlatko-FAB: Eğer “doğrudan demokrasiye ilişkin deneyimler ve hareketler” sonunda “hükümet gücünü elde etmeyi” amaçlıyorsa, bizim kesinlikle “yeni toplumsal hareketlere” ve “seçimlerin yeni anlamına” karşı çıkmamız gerekir. Bu “yeni hareketin” önerdiği her şey, ezilen sınıfların gözlerini boyamanın yeni bir yolundan başka bir şey olamaz. Bulgaristan’da 100 yıldır her türden sosyalist hareket’le berbat deneyimler yaşadık ve bugün bile bazılarımız (FAB örgütü dâhil) eski komünist partinin ideolojik takipçileri tarafından aldatılıyor. Çalışmalarımız bazen bizi farklı gruplarla yan yana getirdi – ulusalcılardan komünistlere kadar, bir şekilde ihanete uğramadığımız bir seçim hatırlamıyorum. Anarşizmin bütün tarihi, ideolojik ödünün sadece zarar getireceğidir. Bunun hakkında yeterince bilgimiz var. Fakat iyi niyetli olduğumuz için, genelde diğer örgütlerle işbirliği aramamız anlaşılabilir bir durumdur. Ve çoğu zaman hata yaparız – insanları kabul etmemiz gerekir, ama ideolojileri değil.
“Yeni toplumsal hareket” eğer dünya için gerçek bir alternatif haline gelecekse hem kapitalizmi, hem de devleti reforme etme niyetinden vazgeçmelidir. Buharlı trene jet motoru takarak uzay gemisi yapamazsınız (tabii bir Cem Yılmaz filminde değilseniz).
Fred-IFA: Bize göre, seçimler kuralları değiştirmek için iyi bir yol değil. Biz hükümet gücünü elde etmek istemiyoruz, onu yok etmek istiyoruz. Toplumu örgütlemenin yolu kolektif mücadele biçimleridir. İspanya’da olanlar, örneğin, önemlidir. “Los Indignados”dan sonra İspanya halkı zorunlu göçlere ve büyük projelere karşı yeni örgütler oluşturdular. Bu hareket Arap ülkelerinde, Yunanistan’da devrimlere ilham verdi. Faşist ve aşırı muhafazakar grupların geri gelmesine dikkat etmemiz gerekiyor. Dinin iktidarına karşı da savaşmak gerekiyor. Birçok ülkede anarşizm kendi yolunu ararken yeniden doğuyor ya da yeni başlıyor. Birçok toplumsal hareket kendilerine anarşist demiyor ama bizim için onlar anarşist. Önemli olan kolektif olarak neyi inşa ettiğimizdir.
Taksim Direnişini coşkuyla izledik, haberleri ve bildirileri yayınladık. Şüphesiz, insanlar değişim için harekete geçmenin yeni yollarını buldular. Bazı Kürt coğrafyalarındaki doğrudan demokrasi ve otonomi de ilginç olabilir.
Biz, Fransızca-konuşan anarşist federasyon (FA) olarak bilgi, destek ve tartışmaları paylaştığımız Uluslararası Anarşist Federasyonlar (IAF-IFA)’la ilişkiliyiz. Açık fikirli bir örgütlenme biçimini yükseltiyoruz, ezilmeye ve köleleştirmeye karşı mücadele etmek için yeni ilişkiler kuruyoruz ama bunu anarşistler olarak yapmak istiyoruz.
Şili’de bazı anarşistler, toplumsal mücadele daha fazlasını kazanamaz diyerek siyasi partilere katıldılar. Bize göre bu bir hatadır ve bu strateji anarşist hareketi zayıflatıp bölmüştür.
Mücadele için kullandığımız şeyler: Otonomi, federalizm, doğrudan demokrasi çok önemli. Seçimlere katılmadan da hükümeti (yok edecek kadar güçlenmeden önce) istediğimiz gibi davranmaya zorlayabiliriz. Bu mücadelelerde sadece anarşistler değil halk da gücünü ve isteklerini artırır. Şüphesiz, bu daha zor ve daha çok zaman alıyor ama yükseltmek istediğimiz şey budur. Diktatörlüğün hiçbir türünü istemiyoruz.
David-MelbACG: Halkın çoğunun temelsiz bir demokrasi inancı var. Arap Baharı, Occupy, Diren Gezi, vb. nihayetinde sadece bozuk bir siyaseti getiriyor ya da devam ettiriyor, yani demokratik hükümeti. Occupy sonrasında Obama tekrar seçildi. Gezi sonrasında eğer Erdoğan kazanmazsa muhtemelen Kılıçdaroğlu kazanacak ve neo-liberalizm, ulusalcılık ve anti-Kürt politikalar devam edecek. Bu toplumsal hareketlerin bir sonraki seviyesi, işçilerin özyönetimi, evlerin ve mahallenin komünal yönetimi, kadın ve etnik azınlıkların bağımsızlığı, vb. doğrudan katılım sistemleri başlatmak olmalıdır, hükümetten bu idealleri onaylamasını beklemek değil. Seçimlerin yeni anlamı demokratik değişim talebi değil halkların bağımsızlığının ve gücünün arttırılması olmalıdır. Demokrasi sadece kültürel, politik ve finansal çoğunluğa hizmet eder çünkü çoğunluğun iktidarına odaklanan bir sitemdir.
Çeviri : Özgür Oktay
Bu söyleşi Meydan Gazetesi’nin 16. sayısında yayımlanmıştır.
The post Anarşistlerin Seçim Tartışmaları(1) appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>