The post Patrona Sermaye İşçiye Kelepçe – Merve Demir appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>
Bir düzen
İşçi- işveren,
Kanunlar- yasalar,
Sistemin saplı duran bıçağı karnımızda
Yaşamımızın olmazsa olmazı gibi dayatılan kurallar.
Bir yanda aşina olduğumuz kontroller,
Diğer yanda kıt kanaat geçim derdinden mütevellit kontrolsüzlükler.
Bir de “başaranlar”, zenginliğine zenginlik katanlar, iş adamları, kodamanlar…
Bütün “iş adamları”nın ve şirketlerin başarı öyküleri anlatılır büyük büyük ekonomi dergilerinde, programlarında, haberlerinde. “Limon satarak sermaye topladı, şimdi en zengin iş adamları listesinde!”, “İnşaatlarda amele olarak çalıştı, şimdi gayrimenkul zengini!” ve bunlar gibi onlarca hikaye… Hepsi sıkça rastladığımız, duyduğumuz cümleler. Peki ne var bu zenginliğin perde arkasında? Dokununca birden zenginleştiren sihirli bir değnek mi? Bu patronlar ne yapıyorlar da servetlerine servet katıyorlar? Bu zenginleşme örneklerinden en bilinenini paylaşalım:”1
Bir online alışveriş sitesi olan, AMAZON, 1995 yılında kuruldu. Kitapçı olarak başladı, şimdiyse “dünya devi”!
61 milyar dolar kar ve 97.000 çalışana sahip bu şirket, nasıl oldu da bu kadar devleşti, 1 trilyon dolar değerine ulaşan ilk şirket olabileceği söylenir hale geldi? 2017 yılında hisselerinin değeri %58 oranında yükselen şirket Apple ile yarışıyor.
“Bunlardan bize ne?” mi? “Bize ne?” olur mu hiç? Patronlar bunca “başarı”yı elbette biz işçileri sömürerek sağlıyor. “Müşteriye koşulsuz hizmet”i ilke edinmiş Amazon’un işçilere ilkesi ise koşulsuz sömürü! İşçilerin tuvalet molalarının kısıtlanması, daha fazla çalıştırmak için paketleme konusunda işçilere çok ağır kotalar ve yüksek hedefler konulması gibi uygulamalarla adından söz ettiren şirket, şimdilerde ise elektronik kelepçe uygulaması ile gündemde.
Elektronik kelepçe uygulaması ile tüm işçilerin hareketleri izlenecek, şayet işçi planlanan iş dışında başka bir şeyle meşgul olursa kelepçeye bir titreşim gönderilecek. İşçinin ne kadar mola verdiğini, ne kadar bilgisayar başında çalıştığını gören bu kelepçe, özel yaşamın gizliliğini de ihlal edecek.
Pek çok iş yerinde karşılaştığımız artık rutinleşmiş olan parmak okutma, şifre veya kart ile giriş yapma, göz retinası okutma gibi uygulamalar, hem işçiyi kontrol mekanizması kurarak baskı altına almak, hem de daha fazla çalıştırmak amacıyla kullanılıyor. Olması gereken buymuş gibi, tüm bu uygulamalar çok olağanmış gibi, daha az mola ve daha fazla çalışmayı patronlar için garanti altına alıyor. İşte Amazon’un “başarı” hikayesinde bunlar gizli: “İşçiye kelepçe, patrona sermaye!”
Merve Demir
Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 44. sayısında yayınlanmıştır.
The post Patrona Sermaye İşçiye Kelepçe – Merve Demir appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post Kitap: “Karanlık Vardiya” appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>Köyler boşaltılıyor, elleri arkadan kelepçeli insanlar yüzükoyun yerlerde yatırılıyor, askeri araçların içerisinden çocukların üzerine kurşunlar yağdırılıyor, uçaklar köyleri bombalıyor, evler basılıyor, yargısız infazlar yapılıyor, ormanlar yakılıyor…
Televizyonda “Bizimkiler” dizisi yok, tetris oyununun modası çoktan geçti, o yılların fenomen yarışması “Hugo’nun yerinde yeller esiyor, Eurovision şarkı yarışmaları artık eskisi kadar popüler değil, çünkü 90’lardan bahsetmiyoruz. 2015’teyiz.
Ali Yılmaz, hazırladığı “Karanlık Vardiya” kitabında, sanki 90’ları değil de günümüzü anlatıyor. Kitap temel olarak, Antonio Gramsci’nin devletin zora başvurmadan ‘nasıl yönetebildiğini’ açıklamak için kullandığı “hegemonya” kavramını ele alıyor. Devletin, baskı aracılığıyla politik iktidar egemenliğini sağlamasının yanı sıra, kültürel iktidarı aracılığıyla da ideolojik bir hegemonya kurduğundan söz ederken; insanların kendini ve çevresini yanılsama içinde algılamasını sağlayan bu gücü sorguluyor.
Kitapta hegemonya, rızanın örgütlendiği yani şiddet ya da zora başvurmadan inşa edilen süreçler olarak tanımlanıyor. Devletin kendi varoluşunu sürekli ve vazgeçilmez kılabilmek için, bazen baskıya bazen de rıza üretmeye başvurmasının örnekleri sıralanıyor bir bir. Toplumun genelinin nasıl olup da kendilerine doğrudan hiç de faydası olmayan, hatta zarar veren ekonomik, politik, sosyal ve kültürel söylemleri -kimi zaman toplumsal huzur adına, kimi zaman eskiye dönme korkusuyla, kimi zaman da din ya da laiklik elden gidiyor paranoyasıyla- can-ı gönülden destekleyebildiklerini açıklamaya yarıyor.
Karanlık Vardiya, Brezilya’da 1964 seçiminden sonra yapılan darbenin ardından “ölüm filoları”nın binlerce kişiyi öldürmesinden, Vietnam’da tarım arazileri ve ormanların kimyasal silahlarla bombalanmasına kadar birçok rıza üretme örneğinden söz ediyor. 1980 darbesinin de rıza üretme amacıyla yapıldığına değinirken, o yıllar boyunca, spor salonlarının, depolar ve kışlaların, nasıl sorgu ve işkence merkezlerine çevrildiğini anlatıyor.
Devletin tüm bu zorbalık ve dayatmalarına karşı, 90’lı yıllarda cezaevlerinden başlayarak, üniversitelerde, fabrikalarda ve özellikle Kürt coğrafyasında karşı koyuşlar ve direnişler engellenemedi ve etkisi günümüze kadar devam eden isyanlara dönüştü. Tüm yasaklamalara karşın 1 Mayıs’ta sokağa çıkılmaktan vazgeçilmedi. Grev yasağına rağmen 1986’da Netaş’ta iş bırakan işçiler bu süreç boyunca hem patrona hem de devlete meydan okudu. Sonraki yıllarda “işçi baharı” olarak ivme kazanan işçi eylemleri 1990’lı yılların özelikle ilk yarısında kamu işçilerinin de katılımıyla büyümeye başladı. Cezaevlerindeki tek tip kıyafet dayatması ise, açlık grevleri ve ölüm oruçları ile yanıt buldu ve devlete geri adım attırdı. Üniversitelerde de örgütlenmeyi engellemek için dayatılmak istenen, üniversite yönetimlerinin kontrolündeki “tek tip” öğrenci dernekleri sistemine karşı direnişe geçilerek işgaller gerçekleştirildi.
Tüm bu ve benzeri direniş ve karşı koyuşlar, devletin 80 darbesiyle birlikte sarsılmaz gibi gösterdiği hegemonyasını kırmaya başlayınca; devlet, bu kez de resmi kolluk ve istihbarat güçlerinin yanı sıra koruculuk sistemi gibi para-militer güçlerle ve JİTEM gibi, varlığını hep inkar ettiği kontrgerilla örgütlenmeleriyle tüm toplum kesimleri üzerindeki baskısını daha da arttırmaya koyuldu. Bir yandan da faşist baskı uygulamalarının gün yüzüne çıkmasını engellemek amacıyla diyaneti, hukuk ve eğitim sistemlerini seferber etti; özellikle medyayı bu psikolojik savaşın özel bir silahı olarak kullanmayı ihmal etmedi.
Polisin sokak eylemlerine yaptığı saldırılarda katlettiği insanlar, infazlar, ev baskınları, soruşturmalar, polis sayısının artırılması, gözaltında tecavüz ve ölüm, okullara çevik kuvvetin girişi, basına uygulanan sansür, gazetelerin kapatılması, birçok gazetecinin silahlı ya da bombalı saldırıda ya da işkencede öldürülmesi, JİTEM tarafından öldürülenlerin cesetlerinin ayaklarından iple tanka bağlanarak sürüklenmesi ve çırılçıplak teşhir edilmeleri, köy baskınları, köylülere dışkı yedirme, korucuların tehditleri, ceset kuyuları, Kürt siyasetçilerin öldürülmesi, partilerin kapatılması, yeni hapishanelerin inşaası, yeni karakolların yapımı, arazilerin mayınlanması, yaylaların yasaklanması, olağanüstü hal, köy boşaltmalar, ilçelere giriş çıkışın yasaklanması yalnızca Karanlık Vardiya kitabında sıralanan olaylar ya da 90´lardaki bir televizyon kanalındaki haberlerden aklımızda kalanlar değil, günümüzde de aktörleri değişmiş olsa da, benzer biçimde sürdürülen, devletin hegemonya politikası.
Mine Yılmazoğlu
Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 28. sayısında yayımlanmıştır.
The post Kitap: “Karanlık Vardiya” appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post Kullan-at Kılavuz: “Hasta Tutsakların Tahliyesi” – Duygu Üyetürk appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>
Kapitalist işleyiş içerisinde zaman zaman kullanılabilecek ama paylaşma ve dayanışmayla örülü özgür dünyada hiçbir şeye yaramayacak bilgiler…
Hasta tutsaklara ilişkin cezaevlerinden her gün yeni haberler gelmekte ve tutsaklar devletin adaletsizliğiyle ölüme mahkûm edilirken, bu yazımızda hasta tutsakların tahliyesine karar verilmesi için kullanılması gereken yol ve yöntemlerin biçiminden bahsedeceğiz. Özetle; hasta tutuklu cezaevi yönetimine başvurduktan sonra talebi değerlendirilir, uygun görülürse tam teşekküllü bir hastaneye sevk edilir. Ardından Adli Tıp Kurumu’na gönderilen raporlar uygun bulunursa Savcılığa bildirilir, Savcılık ise tahliye kararını verir deniliyor.
Pratikte ise, cezaevine hasta olduğunu hisseden tutsak başvuruda bulunur, başvurusu en az üç gün bekletilir, bu aşamada durumu ciddiyse anında müdahale yapılamadığından tutsak kaybedilir ya da hastalığı ağırlaşır. Ağır hastalıkta bile, tetkikler 3-4 ay sonraya gün verilerek ötelenir. Gardiyanın yatış kâğıdını unutması bile, ameliyatın haftalarca ertelenmesine sebep olurken; bazı hekimlerin etnik ve siyasi sebeplerle hastaları aşağılaması, kelepçeyle muayene, kötü ilaçların verilmesi, ameliyatların geç verilmesi gibi uygulamalar hasta tutsakları ölüme adım adım yaklaştırır. Diyelim ki, devletin hekimleri yani Adli Tıp Kurumu nadir de olsa bir olumlu rapor verdi, bu sefer Savcı inisiyatif kullanmaya çekinip, Terörle Mücadele Şube’ye yazı yazarak hasta tutsağın kamu güvenliğini bozup bozmayacağını sorar. Tabii olumlu bir yanıta bugüne dek hiç rastlanmaz.
Anayasa’nın 104. maddesine göre; Cumhurbaşkanı “sürekli hastalık, sakatlık ve kocama sebebi ile belirli kişilerin cezalarını hafifletmek ve kaldırmak” yetkisine sahiptir. Yalnızca hasta tutuklular veya aileleri tarafından yapılan başvurular neticesinde Abdullah Gül bu yetkisini, 2008’den bugüne kadar sadece 26 tutsak için kullanmıştır.
Ceza İnfaz Kanunu’nun 16. maddesinde “hükümlünün hastalığının hayatı için kesin tehlike teşkil ettiğine Adlî Tıp Kurumunca düzenlenen ya da Adalet Bakanlığınca belirlenen tam teşekküllü hastanelerin sağlık kurullarınca düzenlenip Adlî Tıp Kurumunca onaylanan rapor gereği karar verilen” kişilerin infazlarının ertelenebileceği düzenleniyor olsa da, bu madde uygulanmamaktadır. Dahası, hasta tutuklu ve hükümlülerin Adli Tıp Kurumu’ndan onay alması ise aylar yıllar süren bir oyalama politikasından ibarettir.
Adalet Bakanlığı’nın belirlediği tam teşekküllü hastanelerden alınan raporlar Adli Tıp Kurumu’nda aylarca bekletilmekte, kimi zaman hastalar ring araçlarınla saatler boyunca süren yolculuklarla İstanbul Adli Tıp Kurumu’na çağrılmakta ve çoğu dosya ret kararı ile geri gönderilmektedir.
5 Mart 2013 tarihinde Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi, Gülay Çetin/Türkiye kararı ile ağır hastalığı olan tutsakların korunmasına yönelik mevcut düzenlemelerin yeterince açık, öngörülebilir ve etkili olmadığını hüküm altına almış; tutuklu ve hükümlülerin Adli Tıp Kurumu tarafından heyet raporlarına rağmen tekrar muayeneye çağırılması ve bu durumun gecikmeye neden olması eleştirilmiş ve Türkiye, işkence yasağını ihlal ettiği için mahkûm edilmiştir.
6411 Sayılı Kanunla hasta hükümlülerin infazının ertelenmesi açısından olumlu bir düzenleme getirilmiş gibi sunulan koşullar, hükümlünün “maruz kaldığı ağır hastalık veya sakatlık nedeniyle hayatını yalnız idame ettirememesi” ve “toplum güvenliği bakımından tehlike oluşturmayacağının değerlendirilmesi” şeklindedir.
Devletin hasta tutsak politikası; sorunu çözme değil, zamana yayma politikasıdır. F tipi cezaevlerinden bu yana 2752 sağlıklı insan, cezaevleri koşullarıyla katledilmiştir. Hapishanelerde hastane ve doktor yoktur. Doktor ayda bir gelip, bir iki saat içinde herkesi muayene ettiği sanılarak gider. Tutsaklar ise suçlu ve ölmesi beklenenler olarak görülür. Çünkü devlet, muhalefet edeni bin yıllardır imha eder, yok eder ve öldürür. 1800’lerden sonra feodal ve aristokrat yöntemlerle değil ama yine burjuvazinin yöntemleriyle bu sefer halk da ikna edilerek, devlet; yok etmeye, cezaevinde ölüme terk etmeye devam etmektedir.
Duygu Üyetürk
Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 19.sayısında yayımlanmıştır.
The post Kullan-at Kılavuz: “Hasta Tutsakların Tahliyesi” – Duygu Üyetürk appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>