The post Kent ve Hız – İlyas Seyrek appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>Hız hayatımızın her alanında önemli bir olgu haline gelmiş durumda. Hızlı hızlı üretmek, tüketmek, alışveriş yapmak, sorumluluklarımızı yerine getirmek, hep bir yerlere ulaşmak zorundayız. İnsanlar bir şeylere yetişmek ve hızlı olmak uğruna trafikte birbirine bağırıp çağırmakta; kalabalık sokaklardan geçerken birbirlerine çarpmakta; bir yerden bir yere giderken metroda, metrobüste yer kapabilmek için itişmekte; işyerlerinde yaralanmakta ve yaşamlarını yitirmektedir. Vurgulamak gerekirse de bu olayların gerçekleştiği mekansal birimse kentlerdir.
Özellikle kapitalizmin, kitlesel üretim tarzıyla ve yeniden üretim için tüketime yönelik politikalarıyla birlikte hız ile ilişkisi ortadadır. Kapitalist toplumda yaşayan insanlar hızla gerçekleştirilen her eylemde sağlıklı düşünememekte ya da yeterince yaratıcı eylemlerde bulunamamaktadır. Bookchin’in Kentsiz Kentleşme’de bahsettiği gibi, “bu insanlar mevsimler ya da güneşin doğuşu ve batışı tarafından belirlenen tarımsal zaman devirlerini değil, -sabah dokuzdan akşam beşe modeli gibi- mekanik olarak belirlenmiş zaman aralıklarını izleyen hızlı tempolu uygar yaşamlar sürerler.” Bu anlamda hızla yakın ilişkide olan kentsel mekanın doğal değil yapay bir karakteri vardır.
Hız ve Politika kitabının yazarı Paul Virilio’ya göre de “günümüzde içinde yaşadığımız toplumun bütün yapıları hareketin, hücumun, çarpışmanın, hızla ilerleme ve sızmanın egemenliği altındadır.” Bu egemenliğin mekanı da iktidarların belirleyip çıkarları uğruna dönüştürdüğü kentlerdir. Kapitalizm sermaye biriktirme motivasyonu, ilerleme mantığı ve bilim ideolojisi araçlarıyla hızla gelişip hemen her şehirde büyük ve yaygın bir biçimde endüstriyel üretim alanlarını oluşturmuştur. Hızlı endüstriyel gelişim hızlı bir köyden kente göç ve hızlı bir işçileşme oranı yaratmıştır. Bu sürecin sonunda şehirleşme olgusu politik, toplumsal ve ekolojik anlamda büyük bir soruna dönüşmüştür.
Milyonlarca insanın yaşayabildiği mega kentleri düşündüğümüzde kentler için hız hayati bir önem taşımaktadır. Kapitalizmin ihtiyaç duyduğu hız artışını olanaklı kılan gelişmiş teknoloji kent ile kapitalizm arasındaki ilişkinin belirleyici unsurlarındandır. Gelişmiş teknoloji için büyük ekolojik katliamlar ve insan sömürüsü gerekir. Hareketin kolaylığı ve hızlı gerçekleşmesi hem iktidarın mekanları kontrolünü hem de sermayenin birikimini ve dolaşımını arttırmaktadır.
Ayrıca kapitalizmin çıkarları için kullanışlı bir mekan olan kenti ve onun geçerliliğini sorgulamaya başlamak için Virilio’nun deneyimlerinin de önemli bir anlatıcılığı vardır: “Radyonun uzaklarda olduğunu anons ettiği Alman birliklerini, birkaç saniye sonra penceremden görmek, beni hız, zaman ve mekân kavramları üzerine çok düşündürdü… Savaş sırasında oturduğum Nantes şehri, birkaç saniye içinde yerle bir olurken, penceremden görünen yoğun kent dokusu yerini uzak tepelere bıraktı… Çocuk dünyamda, zaman içinde sürekliliği, istikrarı, ‘değişmezliği’ simgeleyen koskoca şehir yok olunca, tüm mutlak doğruları sorgulamaya başladım.”
Hız ve Yalnız Bireyler
Kentler genel olarak ormanlar, bataklıklar, bozkırlar, sarp tepeler ya da çalı çırpı gibi hareket etmeyi zorlaştıran alanlar tarafından çevrelenmiştir. Hızı kısıtlayan bu engellere karşın kent mekanı düzleştirilmiştir.
İnsanlar bugün geçmişteki insanların hayal bile edemeyeceği hızlarda seyahat etmektedir. Otomobiller, kesintisiz uzayıp giden dökme beton otoyollar, yeraltından ve dağların arasından ilerlemeye fırsat veren tüneller, metrolar, yüksek hızlı trenler ve nice raylı sistemler… Hareket ve hız teknolojileri insan yerleşimlerinin merkezlerden çevre mekanlara kadar genişlemesinin yolunu açmıştır. Ayrıca kent mekanı salt hareketin bir aracı, bir işlevi haline geldikçe kendi içindeki uyarım kapasitesini de yitirir; sürücü mekanın içinden geçip gitmeyi ister, onun tarafından uyarılmayı değil.
Ten ve Taş kitabının yazarı Sennett’in dediği gibi “modern toplumun coğrafyası içinde seyretmek çok az fiziksel çaba ve dolayısıyla kendini verme gerektirmektedir.” Yani yollar düzleştirilip düzenli bir hale sokuldukça, dromomanlar yani hızın iktidarları tarafından kontrol edildikçe, yolcunun hareket etmek için sokaktaki insanları ve binaları hesaba katma gereği de azalır, karmaşıklığı gittikçe azalan bir ortamda ufak hareketler yapması yeterlidir. Sennett’e göre, ulaşımdaki teknik yenilikler sayesinde hız 19. yüzyılda farklı bir karaktere sahip olmuştur. Bu teknolojik yenilikler gezen bedeni rahatlatmıştır. Rahatlık dinlenme ve pasiflikle birlikte konuştuğumuz bir durumdur. Yani 19. yüzyıl teknolojisi hareketi tedricen bu tür pasif bir bedensel deneyim haline getirmiştir. Hareket eden beden ne kadar rahatlarsa toplumsal olarak da o kadar geri çekilip yalnız başına ve sessizce hareket etmeye başlamıştır.
Hız ve Mekan
Bireylerin ve toplumların düşündüklerini eyleyebilmeleri için somut ve fiziksel mekana da ihtiyacı vardır. İktidarlı ilişkilerin veya liberal temsili demokrasinin belirlediği bir siyasi ortamda kent, özgürleştirici bir mekansallık olmadığı gibi hız olgusuyla kurduğu ilişkiyle de özgürleştirici değildir. Daha çok tüketmek, daha hızlı ulaşım toplumun kendi ihtiyaçlarını karşılamak için değil şirketlerin daha çok kar etmesi içindir. Hızlı ulaşım ilerlemeci ideolojinin ya da kapitalist medyanın sunduğu gibi bir özgürlük değil mekanları daraltan ve monotonlaştıran bir baskı aracıdır.
Gerek içinde yaşadığı mekanın farkında olmayan gerekse bu mekan içinde sömürüyle ve yaşamına yönelik saldırılarla karşılaşan bireyler ve toplumlar, mekandan ürettikleri hafızalarını ve o mekanda deneyimledikleri özgürlüklerini yitirmektedir. Hızın bireye ve topluma yönelik böylesi etkilerini düşündüğümüzde iktidarların kentte en çok istediği olgulardan biri olması şaşırtıcı değildir.
İlyas Seyrek
Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 49. sayısında yayınlanmıştır.
The post Kent ve Hız – İlyas Seyrek appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post Kentler Değil Şirketler Akıllı! – Gürşat Özdamar appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>Akıllı tahtadan akıllı saatlere kadar çevremiz bu tarz teknoloji nesneleriyle doldu da taşıyor. Bunların ne kadar akıllı oldukları ya da akıllarının yaşamımıza ne gibi olumlu katkıları olduğu değerlendirilmesi yapılmadan şimdi akıllı kentlerden söz eder hale geldik. Akıllı kentler, içerisinde yer alan konutlarda, binalarda, yollarda; temizlik, aydınlatma, sulama, park ve trafik gibi sorunları çözmede “yapay zeka”yı öne çıkarıyor ve bunun kullanıcıya zaman ve para tasarrufu sağladığı söylemiyle pazarlanıyor.
Yerel seçimlerin, belli bazı şehirlerdeki sonuçlarıyla ilgili tartışmalarının ardında kalan bir başka yönü adayların seçilmeleri halinde yapmayı vaat ettikleri projeler. Hemen her aday kentlerdeki belediye hizmetlerinin dijitalleşmesi ve “akıllı” hale gelmesi ile ilgili düşüncelerini paylaştılar. Bazısı da doğrudan eko-kent ya da “akıllı kent”leri yaşama geçireceklerini söyledi. Peki belediye başkan adaylarının bu yoğun ilgisi neden?
Londra, New York, Seul, Kopenhag, Chicago gibi şehirler dijitalleşmede oldukça iddialılar ve bu noktada otomasyon sistemleri oldukça gelişmiş durumda. Karekodlar, sensörler, kameralar, bilgisayarlar, otomatik algılayıcılar şehrin her yerine yayılmış durumda. Örneğin, Kopenhag’da bisiklet yollarını organize etmek için veri toplanıyor. New York’ta araç sürücülerinin sık fren yaptıkları yerler belirlenerek trafik akışı ona göre ayarlanıyor. Londra gibi birçok şehirde insanların davranışlarının tümü kaydediliyor ve işleniyor. Ne var ki bu büyük akıllı şehirler aynı zamanda sokaklarında pek çok evsizin, karınlarını çöplerden doyuran insanların yaşadığı yerler. Demek ki kentin ve kentte yaşayanların sorunlarına ve ihtiyaçlarına odaklanan başka bir düşünce sistematiğine ihtiyacımız var.
Kentte yaşayan insanları yalnızca birer dijital veri haline dönüştüren teknolojileri kullanarak insanların duygularını ve düşüncelerini görmeyen bir yerel yönetim anlayışı elbette çözüm değil sorunun kendisi olacaktır. Teknoloji, kentin her sorununu çözmeye yeterli olamaz, kaldı ki teknolojinin kendisi de bir sorun olabilir. Günümüzde birçok problem teknolojiden kaynaklanıyor iken teknolojiye bu kadar bel bağlamak da tuhaf bir çelişki. Sistemde bir aksaklık olduğunda ve işlediği verileri doğru değerlendirmediğinde kentte yaşayanlarda telafisi olmayacak maddi ve manevi zararların oluşturması kuvvetle muhtemel.
Teknoloji neticede belli bir maliyeti de beraberinde getiriyor. Belediyelerin eşitlik anlayışı, bu hizmetlerin herkes tarafından karşılanması oluyor genelde. Ama bu bedelin zenginlere yansıtıldığı oranda yoksullardan da istenmesi adaletsiz bir tutum.
Ve elbette en tartışmalı konu, bireysel verilerin başka kullanımlara açılabilmesi. Teknoloji şirketlerinin sicilleri bu konuda pek masum değil. Hatta mahkemelere yansıyan ve tazminatla sonuçlanan pek çok örnek olmasına karşın şirketler bu tutumlarından vazgeçmiyorlar.
Öyleyse bu ısrar neden? Yoksa akıllı kentler soylulaşma projelerinin yeni bir arayüzü mü? Çünkü pek çok dönüşüm projesi akıllı kent teknolojisiyle uyumlu olduğunu reklam ediyor, bunun propagandasını yükseltiyor ve müşterisini buradan arıyor.
Teknolojik akıllı kentler bize daha güvenilir ve huzurlu bir yaşam sunabilir mi? Yoksa bunlar uğruna özgürlüklerimizden, standartlaşma yüzünden özgünlüklerimizden mi vazgeçiyoruz?
Yerel yönetimler, seçim vaatlerinde söyledikleri gibi ve dünyada yükselen trendin de bir getirisi olarak kent hizmetlerini dijitalleştirmek uğruna bu işleri şirketlerin eline bıraktığında, göstermelik de olsa var olan katılımcılığın da çanına ot tıkamış oluyorlar. Ama çoğunun hesabı akıllı kentlerin aldıkları yatırımlardan paylarını yükseltebilmek ve iş-ticaret hacimlerini genişletebilmek. Kısaca amaç belediyenin kasasına giren parayı yükseltmek. Dijital eko-sistem diye de tanımlanan akıllı kentlerden bizim belediye başkanlarının anladığı ekonomik-sistem! Bu da tabii en çok dijitalleşme ihalesini alan şirketlerin işine geliyor. Kentleri bilemeyiz ama bu şirketler çok akıllı!
Gürşat Özdamar
Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 49.sayısında yayınlamıştır.
The post Kentler Değil Şirketler Akıllı! – Gürşat Özdamar appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post Kentte Kırda Fark Etmez Elin Toprağa Değsin – Özlem Arkun appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>Oda, bina, yol, metro, metrobüs ve yine bina. Duman, kir, pas, gürültü… Sıcağı çok sıcak; soğuğu daha soğuk. Refüjler, duble yollar, otoparklar, köprüler, köprülü kavşaklar. Millet bahçeleri, kenara köşeye sıkıştırılmış parklar; AVM’ler, AVM’ler, her yerde AVM’ler… Alışveriş arabaları, reklam tabelaları, tanıtım broşürleri… Mesaj bildirimleri, emojiler, gifler… Hız hız, çok hız, daha da hız! Hormonlu domatesler, GDO’lu ürünler, hibrit tohumlar, şarbonlu hayvanlar, gezmeyen tavuklar, deliren insanlar, deliren toplumlar, deliren kentler…
Siz de mi bunları yaşıyorsunuz her gün? Siz de mi çocuğunuzun domatesle markette tanışmasından muzdaripsiniz? Sizler de mi toz topraktan korkuyor, her şeye karşı alerji geliştiriyorsunuz? Siz de mi mutsuzsunuz, sağlıksızsınız? Organik pazarlarda mı sabahlıyorsunuz, semt pazarıyla mı idare ediyorsunuz? Yoksa sizler de mi güneye inip verandalı bir ahşap evin bahçesinde küçücük bir bahçeyle oyalanma hayalleri kuruyorsunuz? Cevabınız evet ise kentte yaşıyorsunuz demektir. Hayır ise yaşıyor sayılmazsınız. Belki ise bir köydesinizdir. Artık köylerin de neredeyse kentleştiğine tanıklık ettiğiniz için gidecek hiçbir yeriniz yoktur. O yüzden sonuncular için tek çare hafta sonu köye gelecek manavı beklemektir… Gerçekten tek çare bu mudur?
Pek öyle değil aslında. Çünkü doğada kır da yoktur kent de; her yer birileri için yuva, her kovuk birileri için ocak olabilir. Kır kent ayrımı yapay bir ayrımdır. Kapitalizm ve devlet istediği için bu böyledir. Bir tasarımdır. Hem de çok kötü, işlevsiz, anlaşılmaktan uzak bir tasarım. Ve adaletsizliğin içine sızdığı tüm tasarımlar gibi sac ayakları titreyen, bir tekmede alaşağı edilebilecek bir tasarımdır. Fakat önemlidir sahipleri için kentler. Sanayiler, fabrikalar, iş merkezleri hep burada toplanır. Onları işletmeye mahkum edilenler de öyle. İşçiler, kadınlar, çocuklar ve herkes. Kimisi ilişki üretir sabahtan akşama kadar, kimisi araba farı; biri çorba yapar, diğeri paspas yapar bir gökdelenin zemin katında…
Kentler doyurulması gereken obur canavarlara dönüştürülmüştür kırlar için. Tonlarca patates, tonlarca buğday, tonlarca hayvan, tonlarca insan, tonlarca taş ve moloz kurban edilir kentin gazabından korunmak için. Çiftçinin 5 liraya sattığı, kente gelene kadar 25 lira olur. Tüm bunlara rağmen ne çiftçi kazanır, ne çiftçinin ürettikleri ile karnını doyuran. Ama yine de büyür kentler; çevresindekileri soğura soğura büyür, genişler. Her şeyi ve herkesi kendine dönüştürünceye kadar büyüyecektir. Bunu başardığında ise oburluktan patlayıp yok olacaktır elbette. Sıkıntı şudur ki içindekiler ve dışındakilerle beraber çevresinde ne varsa silip süpürecektir bu patlamanın şok dalgaları.
Sözün kısası, kent kent olmaya devam ettikçe sömürmeye ve öldürmeye mahkumdur. Gustav Launder’in devlet için yaptığı şu yorum kent içinde geçerlidir: “Devlet bir durum, insanoğulları arasındaki belli bir ilişki, onlar arasındaki bir davranış tarzıdır; onu, başka ilişkiler geliştirerek, birbirimize karşı farklı şekillerde davranarak tahrip edeceğiz.” Yani kenti işlevi dışında kullanmak, onun içeriğini de değiştirecektir. Buradaki üretim tüketim ilişkilerinin değiştirilmesi, ilişki biçimlerinin değiştirilmesi, kentin doğayla kurduğu ilişkiye müdahale edilmesi… Onun saldırılarının durdurulması kenti de değiştirecektir; kentlileri de.
Madem kır – kent ayrımı yapay bir ayrım, madem kentin kır ile kurduğu ilişki adaletsiz ve olağandışı bir ilişki; neden evimizin balkonu, yol ortalarındaki refüjler ya da kullanılmayan araziler ihtiyaçlarımızı karşılamak için kullanılmasın? Karşılıklı Yardımlaşma teorisini ortaya atan P. Kropotkin, 1800’lerin ortalarında yazdığı Ekmeği Fethi kitabında bu konuya değinmiş, bir devrim sürecinde kırın kenti besleyemediği durumlarda kentlilerin ne yapabileceğine dair önerilerde bulunmuştur:
“…Toprağın, tarımın ne olduğundan habersiz kentli yurttaşlara, özellikle de büyük kentlerde yaşayanlara gelince, kendilerine, yaşadıkları kentin çevresinde yürüyüşler yapmalarını ve buralarda bağ bahçe işlerinin nasıl yapıldığını gözlemelerini, bu işleri yapan insanlarla konuşmalarını salık vereceğiz; önlerinde yepyeni bir dünyanın açıldığını görecekler. Yirminci yüzyılda Avrupa tarımının nasıl olacağı konusunda belli ölçüde fikir sahibi olacaklar. Ayrıca toplumsal devrimin elinde ne büyük güç olduğunu anlayacaklar. İnsanların topraktan istedikleri her şeyi ondan nasıl alacaklarını öğrendikleri zaman toprağın nasıl cömert olduğunu görecekler.”
Kropotkin sadece bununla da yetinmemiş, kitabın son bölümünde “Kentte tarım nasıl yapılır?”a dair pratik cevaplar hazırlamış; seracılık, boş arazilerin kullanımı gibi birçok konuda teknik bilgiler vermiştir.
Bu, biz bugünün insanları için de geçerlidir. Hiçbir şey yapmayanların her şeyi kazandığı bugünün üretim tüketim ilişkisinden çıkmak, kendi ihtiyaçlarımızı karşılamak; mahalle bostanlarında, kent – köy kooperatiflerinde, kolektiflerde buluşmak hem doğal ve gerçek bir şekilde beslenmemizi hem de bizi içine alan bu ekonomik, sosyal ve siyasal çemberden kurtulmamız için ilk adımları atmamızı sağlayacaktır.
Bunun için halihazırda uygulanan yöntemler olduğu gibi yeni yöntemler bulmak ve uygulamak hem yaratıcılığımıza hem de aramızdaki dayanışmaya bağlıdır.
Gerilla Bahçeciliği: Şehirde terk edilmiş -belki de hiç kullanılmış- alanlar, araziler, refüjler sizleri bekliyor. Belediyelerin, kamu arazilerinin, zenginlerin yatırım yapmak için beklettikleri bütün topraklar bizimdir. Bir gece yarısı maskenizi takın, ister etrafı güzelleştirmek için rengarenk çiçekler ekin, ister menemeniniz için domates. Üstelik ulaşılması zor olan noktalar için geliştirilmiş tohum bombalarını da kullanabilirsiniz.
Tohum Bombaları: Toprak ve sudan yoğun ve sert bir çamur hazırlanır. Tohumlarımız bu çamurların içine konulur, çamur yuvarlak bir top haline getirilir. Sonra güneşte kurumaya bırakılan tohumlar, şehri güzelleştirmek için toprakla buluşacakları anı beklemeye koyulurlar.
Apartman Bahçeciliği: İnsanlar arasındaki hiyerarşinin keskinleşmeye başladığı dönemle dikine mimarinin gelişmeye başladığı dönem arasındaki kesişme bir tesadüf değildir. İnsanlığın doğaya sırtını dönüp sanayinin cehennemvari dünyasına adım attığı dönemle aynı dönemdir. Bu dönemin başlangıcında, tıpkı diğer nesneler gibi insanlar da kentler tarafından kendilerine çekilerek ya hammadde ya da iş gücü olarak kullanılmaya başlanmıştır. Bundan sonra ortaya çıkan nüfus yoğunlaşması bugüne kadar artarak devam etmiş, artan arazi fiyatları dikey mimariyi bizlere dayatmıştır.
Fakat tüm bunlar burada da güzel bir şeyler yapılamayacağı anlamına gelmez. Balkonda saksılar içinde yetiştirdiğimiz bitkiler bir ailenin ihtiyacını karşılayamayacak olsa da salatalarımızı süsleyecek yeşillikler ekmemek için bir nedenimiz yoktur. İsterseniz balkonunuzu saksılarla donatabilirsiniz. İsterseniz mutfak penceresinin önünü kullanabilirsiniz. Toprak için gece yarısı evin yakınlarındaki bir bahçeyi ziyaret etmeniz yeterli olacaktır. Tohum içinse internette küçük bir araştırmayla doğal atalık tohumlara ulaşmak mümkündür. Ya da daha temelden başlamak istiyorsanız, tadını sevdiğiniz bir meyvenin çekirdeğini kullanmak faydalı olacaktır.
Elbette tek alternatifimiz balkon ya da pencere önleri değildir. Bir çok apartmanın küçük de olsa bir bahçesi bulunur. İkna etmeniz gereken bir apartman dolusu insan olsa da çekinmeyin! Onları da bu işe dahil edin. Temiz gıdaya ulaşmak, beraberce bir iş yapmak, komşularını tanımak herkesin hakkı, herkesin arzusudur aslında. Toprak parçası ne kadar küçük de olsa tarihin her döneminde beraberce yapılan bir iştir bu. Balkonda tek bir domates ile başlayan maceranız neden sonra apartman bahçesine hatta herkesin beraberce işleyebileceği ve karnını doyurabileceği mahalle bostanlarına dönüşmesin?
Mahalle Bostanları: Aslında İstanbul’da yaşayanların oldukça aşina olduğu bir şey kent mahalle bostanları. Yedikule Bostanları, Kuzguncuk Bostanı gibi tanıdık mekanlar İstanbul’da oldukça köklü bir kent tarımı geleneği olduğunu gösterir. Hatta tarihe bakacak olursak Bizans – Roma – Osmanlı dönemleri de dahil olmak üzere İstanbulluların her mahallede kurulan ufak tefek bostanlarla bütün sebze ve meyve ihtiyaçlarını karşıladıkları görülebilir. Her ne kadar o günlerden bugüne sadece birkaç tane bostan kalmış olsa da bunları arttırmak, bu geleneği diriltmek yine bizim elimizdedir. Bunun en güzel örneği ise Taksim Gezi İsyanı sonrasında yaşanmıştır. Birçok mahalle, mahalleli ve yaşam savunucuları ile birlikte kendi bostanlarını oluşturmuştur. Bunların azımsanmayacak bir kısmı Gezi’nin rüzgarı dindikten sonra bile halen sürmektedir.
Her ne kadar son yıllarda yaşadığımız tüm şehirler birer açık hava şantiyesine dönüştürülmüş olsa da herkesin mahallesinde şehrin sahiplerinin gözden kaçırdığı bir iki ufak alan vardır. Hiç olmazsa bir park kenarı illa ki vardır. Beraber çalışacağımız bir avuç toprağı bulduktan sonra ihtiyacımız olan şey biraz tohum, belki bir kürek fakat bol bol dayanışma olacaktır.
Ekonomik, ekolojik, psikolojik, sosyal ve siyasal baskılar kırdan kente tüm canlıları dört bir yandan kuşatıyor. Kırda yaşayan kenti istiyor. Kentli güneye inmek için para biriktiriyor. En temel gereksinimlerimizden biri olan sağlıklı beslenmek ve sağlıklı yaşamak bize birer lüks olarak pazarlanıyor. Aslında herkesin hakkı olan “en güzel”, “en pahalı” ile eşleştiriliyor.
Anarşistler için temel gereksinimlerin neler olduğu, bunların nasıl karşılandığı ve nasıl bölüşüldüğü oldukça önemlidir. Bu yüzden tarih boyunca anarşistler “Devletlerin ve kapitalizmin stratejilerine karşı biz bugüne kadar ne yaptık, bundan sonra ne yapacağız?” sorusunu tartışıp çözümlerini hayata geçirmeye uğraşmışlardır. Dolayısıyla ister kentte olsun ister kırda, yapılana ve yapılmak istenene basit bir “hobi bahçeciliği” olarak bakmazlar. Biz anarşistler için küresel kapitalist şirketlerin temeline konulan dinamitle, devlete zarar veren her eylemle, bireylerin ve toplumların kapitalizmin kanallarını kullanmadan oluşturduğu adaletli bir üretim-tüketim ilişkisi birbirinden çok da farklı değildir.
Özlem Arkun
Bu yazı Meydan Gazetesinin 46. sayısında yayınlanmıştır.
The post Kentte Kırda Fark Etmez Elin Toprağa Değsin – Özlem Arkun appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post Kentin Update’i -İlyas Seyrek appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>
Sokaklar, geniş cadde ve kavşaklar, yaya geçitleri, trafik ışıkları, otobüs durakları, sokak isimlerinin bulunduğu tabelalar, alt katları dükkan ya da banka olarak kullanılan apartmanlar, hepsinin ortasında büyük bir anıt ya da fıskiyeli bir çeşme ve bunları çevreleyen peyzaj alanları, yapay yeşil alanlar…
Büyük kent merkezlerini gözümüzün önüne getirelim. Bulunduğu coğrafyaya ve/veya taşıdığı siyasi yapıya göre Kızıl Meydan, Tiananmen Meydanı, Milli Demokrasi Meydanı, Tahrir Meydanı gibi ismi, anlamı değişen meydanların ve benzeri yapıların dışında hemen hemen hepsinde yukarıda saydıklarımızı bulabiliriz. Bu benzerliği sağlayan faktörler kentin içerisinde bulunduğu politik, ekonomik ve dini iktidarlardır. Bunu daha iyi anlayabilmek için kentlerin ortaya çıkışına ve bugüne gelinceye değin geçirdiği değişikliklere kısaca göz atmakta fayda var.
İktidar-Kent
Günümüzde kent dediğimiz büyük yerleşim alanlarının prototiplerinin ilk köylerden biçimsel olarak çok farklı olmadığını ev, kutsal yer, sarnıç, yollar, -henüz pazaryeri olma özelliğini kazanmamış- agora gibi öğelerin hepsinin halihazırda köy içinde de şekillenmiş olmasından anlayabiliriz. Kentin en büyük farklılığı ise içinde taşıdığı iktidar ilişkilerinden kaynaklanmıştır. Siyasi, dini veya ekonomik iktidar yapıları kentlerin merkezi olmuş, kentler bu merkezler etrafında şekillenmiştir. Kimi zaman bir Ziggurat, kimi zaman bir manastır, kimi zaman bir kale/saray kentlerin ortasında, merkezinde yer almıştır.
Aynı zamanda etrafı surlarla çevrili bu ilk kentlerin gelişmesi bütünüyle kentin kendisinin ekonomik, dini veya politik bir merkez rolüne sahip olmasına neden olmuştur.
Örneğin M.Ö. 1200’lü yıllarda bir ticaret merkezi/ekonomik merkez olarak Tieion; M.Ö 900- M.S. 600 yılları arasında var olmuş siyasi bir merkez olarak Ninova; M.Ö 4000’li yıllarda yerleşim görmüş ve önce dini, ardından siyasi bir merkez haline gelmiş Arslantepe Höyüğü… Hepsi ilk kentlerden ve hepsinin ortak özelliği bir iktidar biçimi üzerinden hiyerarşik toplum yapısı oluşturmaları.
MÖ 3. binyıldan kalma bir belgede eski Mısır tanrısı Ptah’ın sıfatlarından biri olarak yazılan “kentleri kuran” nitelemesi de, kent-iktidar ilişkisini gösteren başka bir önemli örnek.
Kentlerin kuruluşundan gelişimine, iktidarlı yapılarla kurduğu ilişki açıkça karşımızdadır. Antik Yunan’ın kadınları, köleleri, yabancıları ve mülk sahibi olmayanları dışlayan demokrasisinin hakim olduğu polis’ten Roma İmparatorluğu’nun kentlerine; Orta Çağ’ın surlu manastır veya kale etrafında gelişen şehirlerinden merkezi güçlü krallıkların/ulus devletlerin büyük şehirlerine; sanayi devrimi akabinde fabrikaların ve işçi evlerinin oluşturduğu kentlerden milyonlarca kişinin yaşadığı metropollere, megalopolislere hepsi iktidarların kentleri olarak gelişmektedir. Ve aslında kentlerin yaşadığı bu dönüşümlere, kentlerin update’leri olarak bakmak gerekmektedir.
Bir Update Olarak Kentsel Dönüşüm
Ezilenlerin nasıl bir yaşam sürdürdüğünü önemsemeyen iktidar sahipleri coğrafi/bölgesel ya da küresel boyutta yaşanan teknik, politik, ekonomik gelişmelerin ışığında, kendi iktidarlarını korumak veya işlerliğini daha kolay sağlayabilmek adına kent mekanında kendi yararlarına bir dönüşüm planlamaktadır.
Kent, merkezin biçimlendirdiği dönüşümlere açık olarak kurgulanmıştır. Çünkü kent iktidar biçimlerinin dönüşümlerinin, baskı politikalarının mekansal/uzamsal yansımasıdır.
Örneğin Napoli Kralı Ferrante, 1475’te dar sokakları devlet için tehlikeli yerler olarak tanımlamış; surları ortadan kaldırmış, sundurmaları, barakaları, eski evleri yıktırmış, dolambaçlı sokakları -ezilenler tarafından savunulması kolay olmasın diye- düz caddelere veya açık dikdörtgen meydanlara dönüştürmüştür.Kentlerdeki yapısal veya biçimsel dönüşümlerin değişen siyasal, ekonomik ve toplumsal yaşamın ipuçlarını barındırdığını yaşadığımız coğrafyadan ve günümüze yakın bir tarihten örnekler aracılığıyla da anlayabiliriz. 1920’lerden sonra yeni inşa edilen devlet yapısının belirginleşmesi, ete kemiğe bürünmesi için kentler oluşturulmuş ya da kentler üzerinde dönüşümler hedeflenmiştir.
Yine yaşadığımız coğrafyada sanayileşme, iç göç ve gecekondulaşmanın ardından kentin aldığı durum hedef alınarak başlatılan kentsel dönüşüm, yeni bir update olarak karşımıza çıkmaktadır. “Soylulaştırma” denebilecek dönüşümle kent merkezinin ezilenlerden “temizlenmesi” hedeflenmektedir. Ayrıca OHAL döneminde kentsel dönüşümle ilgili olarak çıkarılan yönetmelikler ve fiili uygulamalarla kentsel dönüşümün anlamı genişlemiştir.
Cumhurbaşkanı “Bu şehre ihanet ettik, bundan ben de sorumluyum” açıklamalarına rağmen köprü ve havaalanı gibi “dev” yatırımların yanı sıra özellikle Taksim’in genel görünümünü değiştiren/değiştirecek Topçu Kışlası, AKM’nin yıkılması ve Taksim Camii gibi projelerde oldukça ısrarcı. Kente yeni dönüşümler getirecek bu ısrarı, kendi görüşünü siyasi/toplumsal yapıda egemen kılmaya çalışmasının bir parçasıdır.
Geleceğin Kentleri
Kentin bütünsel dönüşümüne, bütün coğrafyalarda ve tarihin her döneminde rastladığımız gibi, yakın bir gelecekte de şahit olmamız mümkün. Endüstriyel üretimde teknolojik gelişmelerin yaşandığı, yapay zekaların toplumsal yaşamda etkili olacağının konuşulduğu böyle bir dönemin kıyısında olduğumuzu düşünürsek iktidarlar kentleri de daha teknolojik hatta “akıllı” bir şekilde planlayacak ve kendi dönüşümleri için tekrar araçsallaştıracaktır.
Daha şimdiden buna en somut örnek, Google’ın Kanada’nın en büyük şehri Toronto’da kurmaya başladığı ve tamamlandığında 5 bin kişinin yaşayacağı kent projesi. Şehrin algılayıcılarla donatılacağı bu projede elde edilecek verilerle şehrin tasarımı ve altyapı hizmetleri görülecek. Çöpleri robotlar toplayacak, postaları da robotlar dağıtacak. Yani kentin her yerine algılayıcılar ve kameralar yerleştirilecek, yaşayanlar her an gözetlenecek. Bu da yine iktidarlar için daha iyi yönetilebilir bir toplum anlamına gelecek.
Update’le Mekansal İhtiyaç Karşılanabilir mi?
Kentlerin, iktidarların mekan politikalarının aracı olduğunun üzerinde bu kadar durduktan sonra, özgür yaşam alanlarını konuşmak gereklidir. Kentin, iktidarların belirlediği şekliyle ihtiyaçları karşılayacak teknolojik bir dönüşüm geçirecek olması, o kentte yaşayanları özgürleştirmeyecektir. İçinde yaşadığımız kentlerin ve geleceğin akıllı kentlerinin yerine, toplumsal yaşamın ihtiyaçları doğrultusunda bireylerin ve toplumun kendi iradesi, üretimi ve planlaması olarak kolektif yaşam alanlarını gündemleştirmek ve bu alanların nasıl olacağını tartışmak gerekir.
İlyas Seyrek
Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 45. sayısında yayımlanmıştır.
The post Kentin Update’i -İlyas Seyrek appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post Tarih Öncesi Dönemin Efendisiz Kenti: Çatalhöyük – Güven Gökdere appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>MÖ. 7000’li yıllara tarihlenen, yaklaşık 10.000 kişilik bir nüfusa sahip, ekonomik ve sosyal örgütlenmesinin gelişmişliği ile bulunduğu dönemin metropolü konumunda olan ve bizlere anarşist bir dünyanın şimdiden mümkün olduğunu gösteren bir kent…
***
Çatalhöyük, M.Ö. 7000’li yıllara tarihlenen, Konya ilinin ilçesinde bulunan tarih öncesi bir yerleşim alanıdır. İngiliz arkeolog James Mellaart, bölgede yapılan yüzey araştırmaları esnasında höyüğü keşfetmiş, 1958–1963 yılları arasında ekibi ile birlikte Çatalhöyük’te kazı çalışması yapmıştır. Ancak Mellaart’ın kazı alanındaki buluntular hakkında ilgili bakanlığa bilgi vermeyi reddetmesi sonucu kazı çalışmaları bakanlıkça durdurulmuş ve 1965 yılında başka bir isme devredilmiştir. Kazı çalışmasının ikinci etabında yeni kazı başkanının görevi Mellaart’a bırakıp ayrılması üzerine, Mellaart çalışmadan uzaklaştırılmış ve sınır dışı edilmiştir.
Uzun süre herhangi bir çalışmanın yapılmadığı yerleşim alanında, 1993 yılında bir başka İngiliz arkeolog Ian Hodder’ın başkanlığında, çeşitli coğrafyalardan arkeologların katılımıyla bir kazı süreci başlatılmıştır. Planlar çerçevesinde 2018 yazı son kazı sezonu olarak saptanmış olsa da Hodder çalışmaların devam edebilmesi adına uğraş vermektedir.
Peki Çatalhöyük bize ne anlatıyor? Bizler açısından önemi ne? Bu yazımızda bu soruların cevabını bulmaya çalışacağız.
Karşılıklı Yardımlaşma
İktidarların tarihsel süreç içerisinde her dönemde çizdiği bir insan modeli vardır. Bu insan bencil, çıkarcı ve faydacıdır. Yaşamın her alanında salt ben merkezli hareket eder, çıkarları doğrultusunda pozisyonlar alır ve diğer insanlarla, onların kendisine sağlayabileceği fayda ölçüsünde ilişki kurar. İktidarlar bu insan modeline muhtaçtır. İnsanın bu tarz bir canlı olduğu yönünde “kitlelere” her türlü kanaldan propaganda yapmak ve “kitleleri” insan doğası üzerine bu fikirlere inandırmak durumundadır. Zira varlıklarının meşruiyetlerini bu zemine dayandırırlar. İnsan doğasının diğer yönünün keşfedilmesi onlar açısından yıkımın başlangıcı sayılacaktır. Çünkü “kitlelerin” insan doğasına yönelik farklı bir bakış açısı yakalamaları, insanın aslında iktidarların anlattığı tarzda bir canlı olmadığı bilinirse, sömürüye, baskıya, zulme karşı dayanışma gösterilecek ve insanlığın üzerinde ağır bir yük olan devletlerin varlığı son bulacaktır.
Biz anarşistler, bencil, çıkarcı insan modelinin karşısında doğal olanın dayanışmacı insan olduğunu biliyoruz. Darwin’in çarpıtılan fikirleri ile ortaya atılan salt karşılıklı mücadeleye dayanan evrimsel anlayışa karşı çıkıyoruz. Bu anlayışa karşı Kropotkin ise Sibirya’daki gözlemleri üzerinden yola çıkarak yazdığı “Karşılıklı Yardımlaşma: Evrimin Bir Faktörü” adlı eserinde tür içi dayanışmanın evrimsel sürecin farklı bir yönü olduğunu açıklamıştır.
Kropotkin kitabın bir bölümünde şöyle der: «Topluluk halinde yaşam, en zayıf böcekleri, en zayıf kuşları ve en zayıf memelileri, en korkunç etoburlara ve avcı kuşlara karşı mücadele edebilecek ve korunabilecek hale getirmektedir; çok zayıf bir doğum oranına rağmen bazı türlerin varlığını sürdürmesini sağlayan şey iş birliğidir.”
“Adalet duyguları sürü halinde yaşayan tüm hayvanlarda gelişmiştir. Kırlangıçlar ve turnalar ne kadar uzak mesafeden gelirlerse gelsinler, her biri bir önceki yıl inşa ettiği ya da onardığı yuvaya geri döner. Eğer tembel bir serçe, bir arkadaşının yapmakta olduğu yuvayı sahiplenirse, hatta oradan birkaç saman çöpü kaçırmaya çalışırsa, serçe grubu tembel olana müdahale eder: ve açıktır ki, bu müdahale kural olmasaydı, kuşlar, hep yaptıkları gibi, yuva kurmak için asla bir araya gelmezlerdi.”
Bu alıntılarda da görüldüğü gibi Kropotkin kitabın genelinde topluluk halinde yaşayan canlıların doğalarında karşılıklı yardımlaşmanın önemli bir yer tuttuğunu ve bu türlerin karşılıklı yardımlaşma dürtüleri sayesinde daha ileriye doğru evrimsel bir süreç geçirdiğinden bahseder. İnsanın da topluluk halinde yaşayan bir canlı olduğu gözden kaçırılmaz ise aslında iktidarların ortaya koyduğu “doğal durumda herkesin birbirini parçaladığı” bir toplumsal yapı aslında hayali bir yapı olarak tanımlanabilir.
Bizler, ilksel kabileler üzerine yapılan antropolojik çalışmalar olsun, Çatalhöyük benzeri arkeolojik hareketler neticesinde ortaya çıkartılan örnekler üzerinden olsun, bizlere unutturulmaya çalışılan dayanışmacı insanı hatırlatmaya gayret ediyoruz.
Efendisiz ve Dayanışmacı Bir Toplum: Çatalhöyük
Peki varlığını hatırlatmaya çalıştığımız o insan hakkında Çatalhöyük’ten neler öğrenebiliriz?
Yazımızın başında da belirttiğimiz gibi MÖ. 7000’lere –yani günümüzden 9000 yıl öncesine- tarihlenen Çatalhöyük, bulunduğu dönemin metropolü konumunda. Keşfi ile birlikte bilim çevrelerinde büyük yankı uyandıran kent, Yakındoğu çıkışlı bir şehirleşme teorisinin tekrar düşünülmesi ve hatta rafa kaldırılması gerektiğini ortaya çıkarmıştır. Ekonomik ve sosyal örgütlenmesi dönem koşullarına göre üst düzeyde olup, sanatsal damarı gayet güçlü bir konumdadır. Herhangi bir savaş izine rastlanmaması, bin küsur yıllık bir yerleşim sürecinin barışçıl koşulların ağırlığında geçtiğini bizlere göstermektedir. Bu genel söylemde bulunduktan sonra belli başlıklar çerçevesinde Çatalhöyük’ü incelemeye başlayabiliriz…
Öncelikle höyük teriminden bahsetmemiz yerinde olacaktır. Höyük kısaca, eski bir yerleşme yerinin zamanla toprakla örtülüp tepe biçimine gelmiş halidir. Höyükler genelde üst üste gelmiş çok evreli yerleşim yeri birikimleridir. 1-40 metre yükseklikte ve 1000-1500 metre genişlikte olurlar. Uygarlıkların araştırılmasında önemli referanslardır. Höyükler, günümüze göre en yakını en üstte olmak üzere eskiye doğru uzanan bir katmanlaşma gösterirler. Çatalhöyük’te bu tanımda yer edindiği gibi yer seviyesinden daha da yukarıda olan bir yerleşim alanıdır.
Bu yerleşim alanının sakinleri bu bölgeyi bilinçli şekilde seçtiler. Zira sulak bir alanda bulunan yerleşim bölgesi, ihtiyacın karşılanması sayesinde hem tarımsal faaliyetlerini rahatça sürdürebilmesine hem su içmeye gelen yaban hayvanları avlayabilmesine, hem de kuzeydeki kil yataklarını kullanabilmesine yol açmıştır.
Çatalhöyük ismi ise bölge halkının verdiği bir isimdir. Bölge halkının Çatalhöyük ismini vermesinin sebebi ise yerleşim alanının doğu höyüğü ve batı höyüğü olmak üzere iki höyükten oluşup çatal şeklinde olmasıdır. Yazımızın asıl konusu olan ve bilimsel çevreleri asıl heyecanlandıran doğu höyüğü MÖ. 7400 – 6200 arasına tarihlenirken batı höyüğü MÖ. 6200-5200 yılları arasına tarihlenmektedir.
Çatalhöyük Köy mü, Kent Mi?
Bulunuşu ile birçok kesimi heyecanlandıran yerleşim yeri hakkında yapılacak araştırmalarda dikkat çekecek hususlardan bir tanesi alanın köy olarak adlandırılmasıdır. Bu konudaki düşüncelerimizi söylemeden önce biz anarşistlerin köy–kent kavramlarına bakışı hakkında kısaca bir açıklama yapmak yazının devamının sağlıklı şekilde ilerlemesi açısından olumlu olacaktır.
İlerilik ve gerilik söylemlerine her daim şüphe ile yaklaşan anarşistler “Hangi kriterlere göre ileri? Hangi kriterlere göre geri?” sorusunu her daim sormuşlar ve klasik bakış açısının sahip olduğu köyün geri kalmışlığı, kentin ileri bir düzeyde oluşu yönündeki fikirlere sıcak bakmamışlardır. Bir ileri–geri hiyerarşisinden rahatsız olan anarşistler, Marksist düşünce biçiminin sahip olduğu, köylülüğün aslında gerici bir hareket olduğu yönündeki düşünceye de itiraz etmiş ve köylü hareketlerini de sahip oldukları doğal isyan dürtüleri sebebiyle selamlamıştır. Dolayısı ile Çatalhöyük’ün kent yahut köy olarak tanımlanması anarşistler açısından aslında pek önem taşımamakla birlikte burada neye itiraz ettiğimizi açıklamak durumundayız.
Hakim olan anlayışa göre kent, köyden daha ileri, daha gelişmiştir. Peki döneminin koşullarına göre gelişmiş bir ekonomik ve sosyal örgütlenmeye sahip olmasına ve 10.000 kişiye yakın bir nüfusa sahip olmasına karşın – ki bugün dahi bu sayıda nüfusa sahip alanlar köy olarak nitelendirilmiyorken – Çatalhöyük neden köy olarak nitelendirilmekte, kent olarak tanımlanmaktan kaçınılmaktadır?
Bu konuda kazı başkanı Ian Hodder’a kulak verelim. Şöyle diyor Hodder: “Çatalhöyük’te evlerden, ağıllardan ve süprüntülerden başka bir şey yok. Kasaba terimiyle ilişkilendirilebilecek herhangi bir işlevsel farklılık taşımıyor. Çatalhöyük çok büyük bir köy yalnızca. Eşitlikçi köy fikrinin doruğa ulaştığı bir yer.”
“Çatalhöyük çok büyük bir köy yalnızca…” Hodder böyle tanımlıyor. Kent olmayışının sebebini ise işlevsel açıdan farklılık taşıyan herhangi bir yapının–alanın bulunmamasına bağlıyor. Yani tüm yapılar hemen hemen birbirine yakın boyutlarda ve iç dekorasyon açısından, kullanılan malzeme açısından belli yapıların ön plana çıkma durumu görülmüyor. Bu da demek oluyor ki yerleşim alanı içerisinde herhangi bir sınıfın, halkın geri kalanına göre daha imtiyazlı olması, onlardan üst bir konumda olması gözlemlenemiyor. Yani Çatalhöyük’te herhangi bir otorite bulunmuyor.
Herhangi bir otoritenin bulunmayışı dolayısı ile bu anlayış, kendi düşünce sistemine göre gelişmişliğin, ilericiliğin karşılığı olan kent sıfatını Çatalhöyük’ten esirgiyor.
Pierre Clastres, Devlet’e Karşı Toplum adlı eserinde otorite bulunan toplulukları ileri düzeyde, otorite bulunmayan yahut asgari düzeyde bulunduran toplulukların ise geri düzeyde olduğu savına sahip olan çalışmalar hakkında şöyle demişti: “İktidar sistemimiz en iyi kabul edilmekle kalmaz, arkaik toplumların da kesinlikle buna benzer bir gelişme gösterecekleri ileri sürülür. Çünkü ‘Nil dillerini konuşan topluluklardan hiçbiri büyük Bantu krallıklarının siyasal örgütlenme düzeyine ulaşamamıştır.’ ya da ‘Lobi toplumu siyasal örgütlerden yoksundur.’ demek, bir bakıma da bu toplumların gerçek bir siyasal iktidar oluşturmak için çaba harcadıklarını öne sürmek anlamına gelir. Yoksa Sioux yerlilerinin Aztekler’in düzeyine ulaşamadıklarını ya da Bororolar’ın siyasette İnkalar’ın düzeyine ulaşamadıklarını söylemenin ne anlamı olabilir?”
“Otorite yoksa, yöneten yoksa, geridesiniz! İlerlemeye, uygarlığa erişmeniz için bir otoriteye ihtiyacınız var!” söylemlerine alışığız.
Tarımsal faaliyetleri olan, hayvanları evcilleştiren, obsidyen, deniz kabukları gibi malzemeler üzerinden ciddi bir ticaret ağına sahip olan yani artı ürün elde eden Çatalhöyük insanı, kentinin etrafına da herhangi bir koruma önlemi almamıştı. Sur her ne kadar sonraki dönemlerde görülse de en azından sınır taşları o dönemde görülen yapılardandı. Ama Çatalhöyük halkı bu tarz şeylere de ihtiyaç duymamış, komşu yerleşim alanlarını bir tehdit olarak görmemiş, demek ki ilksel anlamda bir kapitalist çevrede bulunmamıştı. Zira kapitalizm sömürüye dayanan bir sistem olarak diğer sınıfı, diğer topluluğu sömürmeyi ana ilkelerinden bellemiştir.
Çatalhöyük Evleri
“Çatalhöyük’teki evler dikdörtgen planlı olup malzeme olarak genellikle kerpiç kullanılıyordu. Çatılar saz ve kamıştan olup onları ahşap dikmeler taşıyordu. Birbirine bitişik olan evlerin girişleri üstten veriliyor ve kent içindeki ulaşım damlardan sağlanıyordu.”
Bu cümleler okuyup geçebileceğimiz cümleler değil. Dikkatle incelememiz gereken cümleler.
Evlerin bitişik olmasına dair Hodder’un yorumu şu şekildedir: “Evler arasındaki benzerliğin yüksek olması, dip dibe denecek kadar bitişik olmaları ve birinin eve girmek için başkalarının evinden geçmesinin gerekmesi bakımından Çatalhöyük sıkı örülmüş bir topluluktu diyebiliriz.” Bu konuya dair başka bir yerde ise “yerleşim yerinin genel ortak kimliği, Çatalhöyük’teki evlerin bitişik örüntüsünden anlaşılabilir. Ayrıca bu bitişikliğe rağmen eve dayalı özerklik ön plandadır.” demiştir.
Evlerin birbirine bitişik olması, Hodder’ın da belirttiği gibi önemli bir konu. Bu toplumsal yakınlığın bir göstergesi. Yanı sıra girişlerin damdan verilmesi ve evlerin bitişik olması sebebiyle sokakların bulunmayışı da dikkatle incelememiz gereken konular. Sokak olmadığına göre Çatalhöyük insanı kent içi ulaşımı damlar üzerinden sağlıyordu. Yani bir Çatalhöyük evinin üzerinden günde yüzlerce insan geçiyordu. Bu yoğunluğa rağmen bin yılı aşkın süre bu tarzda bir yapılaşmanın bulunması Çatalhöyük insanının evinin üzerinden geçen insanlardan rahatsız olmadığı dolayısı ile adeta kentin büyük bir aile durumunda olduğunun göstergesidir. Girişlerin damdan verilmesinin sebebi olarak ise akla en yatkın gelen düşünce, yırtıcı hayvanlardan korunma olacaktır.
Damdan verilen girişten bir merdiven yardımı ile inilen evde hemen merdivenin ucunda ocak yer alır. Ocağın buraya konumlandırılışı dumanın rahat şekilde çıkışını sağlama amacıyladır. Ancak her ne olursa olsun duman sağlıklı şekilde çıkmamıştır. İnsan kalıntıları üzerinde yapılan araştırmalar bize Çatalhöyük insanının solunum yolu rahatsızlıkları yaşadığını göstermektedir. Bunun yanı sıra altta kalan sıva katlarında is izlerine rastlanması da dumanın sağlıklı şekilde çıkış yapamadığını doğrular niteliktedir.
Burada altını çizmemiz gereken bir diğer nokta ise kadınlar ve erkekler üzerinde yapılan çalışmalarda dumana maruz kalma oranının hemen hemen aynı olmasıdır. Bu da demek oluyor ki kadının evde, erkeğin dışarıda olduğu bir bölünme söz konusu değil. Erkek de kadın kadar ev içinde ve ocak başında zaman geçiriyor ve dumana maruz kalıyor. Durum özelinde, kadın ve erkek arasında anti hiyerarşik bir düzlem olduğundan bahsedebiliriz.
Ortalama 80 sene kullanılan evler temizlendikten sonra yarısına kadar yıkılır ve yıkılan yarısı ile ayakta kalan yarısının içi özenle doldurulur. Daha sonra bu katmanın üstüne aynı boyut ve tipte bir yapı daha inşa edilirdi. Hodder konu hakkında şöyle bir ifade kullanıyor: “Dağıtıldıktan sonra doldurma özenle yapılır. İnsanlar nasıl ölünce atalara dönüşüyorlarsa ve onları saygıyla gömmek gerekiyorsa evlere de öyle yapılmalı. Özenle doldurulmalı.”
Duvar Resimleri, Sanatsal Faaliyetler ve İnanç Yapısı
Çatalhöyük’te güçlü bir sanatsal damarın varlığından bahsetmiştik. Yapı duvarlarında gerek içerdiği mesajlar açısından gerek ise kullanılan teknik açısından önemli çizimler bulunuyor. Örneğin dünyanın ilk haritası olarak kabul edilen haritanın Çatalhöyük’te bulunduğunun belirtilmesi burada önem taşıyor. Genel olarak şehir planlamasını içeren haritada, şehrin hemen arka tarafında Hasan Dağı gösterilmiş.
Diğer çizimler hakkındaki bilgilere geçmeden şu önemli sorun üzerinde durmak önemli. Bugün Çatalhöyük’e gidecek insanlar ne yazık ki kazılarda ele geçirilen buluntuları görme şansına sahip olamıyorlar. Çünkü buluntular ya Konya merkezindeki Konya Arkeoloji Müzesi’ne ya da Ankara’da bulunan Ankara Medeniyetler Müzesi’ne aktarılmakta. Dolayısıyla Çatalhöyük’e gidecek olanlar yapacağı gezi esnasında genel olarak boş evlerden oluşan şehir yapılanması ile karşılaşacaktır. Bu eksikliğin giderilmesi adına kazı alanında oluşturulan bir ev canlandırması bulunsa da genel anlamda eserlerin uzak alanlarda sergilenmesi sorunu devam etmekte olup, yerleşim alanı özelinde yakınlarda bir müze kurulması tartışma konusu olarak devam etmektedir.
Bu kısa bilgiyi verdikten sonra diğer duvar resimlerine geçebiliriz. Ancak diğer duvar resimleri hakkında burada verilecek bilgilerin daha sağlıklı bir zemine oturması adına dönem insanının bir inancı hakkında şu bilgiyi de vermemiz yerinde olacaktır.
Metamorfik inanç olarak dinler tarihi literatürüne de geçen bir inanç şekli dönem insanının zihinsel dünyasında önemli bir yer tutar. Bu inanç temel olarak “benzer benzeri doğurur” ilkesine dayanmaktadır. Dolayısı ile dönem insanı bir ava çıkmadan önce başarılı geçen bir av sahnesini resmetmesi yahut tiyatral bir şekilde canlandırması durumunda gerçekte de avın başarılı geçeceğine yönelik bir inanca sahiptir. Bu durum sadece av eylemleri için geçerli olmayıp hayvanların üremesine yönelik istek yahut topluluğun üremesine yönelik duyulan arzunun da gerçekleşmesi adına uygulanmaktadır. Çatalhöyük öncesinde de birçok duvar resimlerinde de hayvanların çiftleşme sahnelerine, kadınların doğum sahnelerine yahut erkeklerin ve kadınların cinsel ilişkiye girme sahnelerine rastlanmaktadır. Bu sahnelerin resmedilmesi ile oluşan enerjinin gerçeğe de yansıyacağı düşüncesi hakim düşünce olmuştur.
Çatalhöyük duvarlarındaki sahneler birçok noktadan dikkat çekicidir. İlk olarak dikkatimizi çeken şey bölge insanının hayvanları evcilleştirmesi ve tarımsal yaşama geçmesine rağmen evcil hayvanların ve bitkisel motiflerin duvar resimlerinde yer almamasıdır. Bu önemli bir noktadır. Zira Çatalhöyük insanının günlük yaşamında tarım ve evcil hayvanlar çok önemli bir yer almasına rağmen neden onlara duvar resimlerinde yer verilmemiştir? Bu sorunsalı kazı başkanı Hodder da dile getirmiştir: “Çatalhöyük’ün bitki ve hayvanların ilk evcilleştirilmeye başladığı dönemden çok sonra oluşmasına ve ekonomisini evcil bitki ve hayvanlara bağımlı olmasına karşın sembolizm yabanıl hayvanlar üzerinde yoğunlaşmaktadır. Leopar gibi yabanıl hayvanlara verilen simgesel önemle evcil hayvanların hiç simgeleştirilmediği gerçeği çok belirgin bir çelişkidir.”
Peki Bu Durumun Sebebi Ne Olabilir?
Yaban, tarih öncesi insanı için çok önemli bir yer tutuyordu. İnsan eli değmemiş yaban doğa, yaban hayvanları her daim insanların gözünde kutsallığın birikim noktalarından olmuştur. İnsanlara büyülü, uhrevi, ulaşılması güç gelmiştir. Dolayısı ile tarih öncesi insanı için kutsallığın en önemli birikim noktalarından olan yabanın duvar resimlerinde tercih edilmesi yine inanç yapılarıyla açıklanabilir.
Yani duvar resimlerinde yabanın tasvirinin hakim olması, evcil olanın ise pek yer bulmamasının sebebi zihinsel dünyaları ve inanç yapılarıyla alakalı.
Çatalhöyük duvarlarında sıklıkla yaban hayvanlarının merkezde olduğu ve etrafında kalabalık bir insan topluluğunun yer aldığı sahnelerle karşılaşıyoruz. Genellikle hayvanların dilleri dışarıda, tüyleri dikleşmiş, panik halinde oldukları gözlenirken çevrelerindeki insanlar adeta trans halinde olup, hayvanların dillerini, tüylerini, bacaklarını çekiştirir haldedirler. Bu insanların üzerlerinde leopar derilerinden yapılma giyseler olup bazılarının ellerinde silahlar vardır. Bu sahneleri iki yönlü inceleyebiliriz… İlk olarak bunlar yukarıda kısaca açıklamaya çalıştığımız metamorfik inanç çerçevesinde değerlendirilebilir. İnsanlar burada birer av sahnesi resmetmiş olup gerçekte avlarının başarılı geçmelerini sağlamak adına bu tarz sahneleri çizmiş olabilirler. Ellerdeki silahlar ve bazı sahnelerde insanların yanında görülen köpekler bu düşünceyi doğrular niteliktedir. Diğer yönüyle ise bunlar birer erginlenme sahnesi olabilir. Tarih öncesi toplumlarda bireyler belli bir yaşa kadar toplumun tam olarak üyesi kabul edilmezler. O yaşa geldiklerinde toplum onlara birer ödev biçer. Bu ödev bazen uzun süreli oruçlar, bedene işkenceler, inzivaya çekilmeler şeklinde bireyin sınanması ile olurken bazen de yaban ile uğraşma şeklinde gerçekleşmektedir. Yabanın öneminden bahsetmiştik. Yabanın kutsal anlamda önemi olmasının yanı sıra fiziksel güç açısından sahip olduğu görkem de insanların gözünde onu ayrı bir yere oturtuyordu. Dolayısıyla fiziksel anlamda bu denli güçlü olan canlıları kıstırmak, onların dillerini, tüylerini, bacaklarını, boynuzlarını çekiştirmek ve onları zor duruma sokmak da birer sınama öğesiydi. Bu ödevleri başarı ile yerine getiren bireyler topluma tam anlamıyla katılıyorlardı. Sahnelerde hayvanların dilleri dışarıda, tüyleri diken diken olmuş, tedirgin bir halde resmedilmeleri ve etrafındaki inşaların trans halinde olup onların vücutlarına müdahalelerde bulunmaları da bu durumun bir göstergesi olabilir.
Yanı sıra bu sahnelerde dikkatimizi çeken bir diğer önemli nokta kadın figürlerine yer veriliyor oluşu. Kadın figürlerinin bu tarz sahnelerde yer alıyor oluşu kadınların da avlara katıldığı ve dolayısı ile erkeğin dışarıda (avda) kadının evde olduğu keskin bir iş bölümünün Çatalhöyük’ün günlük yaşamında bulunmadığı yönünde yorumlanabilir. Sık sık olduğu gibi burada da Hodder’a kulak vermekte fayda var: “Özellikle kadınların evde kaldıklarına işaret eden herhangi bir bulgu bulunmaz.”
Leopar tasvirleri de Çatalhöyük insanı tarafından sıkça tercih edilen tasvirlerdendir. Fakat burada da ayrı bir nokta dikkat çekicidir. En sık rastlanan tasvirlerden biri leopar tasviri olmasına, diğer sahnelerde de insanların üzerlerindeki giysilerin önemli bir bölümünün leopar derisinden yapıldığı anlaşılmasına karşın Çatalhöyük’te leopar kemiğine rastlanmamıştır. Çeşitli hayvanların kemiklerine belli oranlarda rastlanmasına karşın leopar kemiğine rastlanmamıştır. Bu durum büyük ihtimalle bizim için anlam ilişkisi tam kurulamasa da onların inanç dünyaları ile alakalı bir durumdu. Belki de leopar onlar için bir noktada bir totem rolü üstlenmiş olup, kemiklerinin yerleşim alanına getirilmesi tabu niteliğinde olabilirdi. Derileri yerleşim alanının dışında soyulup bu şekilde getiriliyor olması muhtemeldi.
Bu tarz sahnelerin yanında Çatalhöyük duvarlarında el izlerine rastlıyoruz. Çeşitli bitkisel karışımlardan boya elde eden bölge halkı ya bu boyalara ellerini batırıp sonrasında duvara bastırma suretiyle ya da boyaları ağzına alıp duvarlara koydukları ellerinin üstüne püskürtme yoluyla bu izleri yapıyorlardı. El izlerinin duvarlara yapılmasının temel sebebi olarak insanın sahip olduğu varlıksal kaygıları öne sürebiliriz. Varoluşundan bu yana insan her daim varlığını sürdürmeyi amaçlamış, ölümün kaçınılmaz oluşunun farkındalığının dahi bu amacı sürdürmesini engellemesine müsaade etmemiş ve ölümünden sonra dahi çeşitli yollarla varlığının kendinden sonraki nesillerce bilinmesini ve onların bilinç dünyalarında yer edinerek varlığının sürekli hale gelmesini istemiştir. Bu el izleri de yaşanan bu kaygı çerçevesinde değerlendirilebilir.
Çatalhöyük duvarlarındaki örnekler, karşılaşılan ilk örnekler değildi tabi. M.Ö. 20.000’li yıllarda Fransa’daki mağaralarda da bunlara benzer av/erginlenme sahnelerine rastlanmaktaydı. Ancak yaklaşık 10.000 kişilik nüfusa sahip bir kent boyutundaki yerleşim alanının -Çatalhöyük’ün- bu denli güçlü sanatsal anlatımlara sahip olması, bu yerleşim alanının gözlerden kaçırmamamız gereken bir özelliğidir.
Güven Gökdere
Patika Arkeloji Grubu
Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 43. sayısında yayınlanmıştır.
The post Tarih Öncesi Dönemin Efendisiz Kenti: Çatalhöyük – Güven Gökdere appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post “Bir Kent Nasıl Yıkılır, Bir Devlet Nasıl Kurulur” – Hüseyin Civan appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>Tabi ki bu değişim, önceden kurgulanmış bir senaryonun sonucu değildir. Hatta belki hesaplanamayan ayrıntılarla, eski ve yeni arasındaki ayrım oluşmuştur. Bu ayrımı daha çok belirginleştirense, savaşlar ya da ekonomik krizler gibi, beklenebilir/öngörülebilir süreçlerin beklenemez/öngörülemez sonuçları doğurmasıdır.
Küresel ölçekte içerisinde bulunulan süreç henüz isimlendirilmedi. Ancak son beş yıldan bu yana siyasi, ekonomik ve toplumsal ölçekte yaşananlar düşünüldüğünde; içerisinde bulunduğumuz sürecin yeniden isimlendirilmeye ihtiyacının olduğu açıkça görülmektedir. Eski ve yeni arasındaki bu ayrımı daha belirgin kılmak, içerisinde bulunduğumuz toplumsal sorunları doğru anlamak ve bu sorunlara yönelik doğru bir çözüm geliştirebilmek adına önemli bir yerde duruyor.
Suriye’de devam etmekte olan savaş da bu yeni süreçten üzerine düşeni almakta, siyasi ve askeri tüm geçmiş kalıpları zorlamaktadır. Aralık ayı başında, IŞİD’in Palmira’yı yeniden ele geçirmesinden sonra yaşananlara bu niyetle bir göz atarsak…
Düşmanı Düşmana Vurdurmak
IŞİD, ilk kez 2015 Mayıs’ında ele geçirdiği Palmira’yı, çok da uzak olmayan bir zamanda Rusya destekli rejim güçlerine bırakmıştı. Geçtiğimiz yazın başında Palmira’nın geri alınışı tüm dünyaya verilen canlı yayında büyük bir konserle kutlanmış, Rusya’nın devlet büyükleri tarafından “insanlığın ya da Batı’nın mirasının koruyucusu biziz” mesajı gerekli çevrelere gönderilmişti.
Ancak işler hiç de Rusya’nın vaat ettiği gibi gerçekleşmedi; IŞİD Palmira’yı yeniden ele geçirdi. Her ne kadar IŞİD’e karşı ortak cephe içerisinde bulunuyor olsalar da, Rusya ve ABD arasındaki, Palmira sonrası yapılan açıklamaların niteliği ise Suriye’de devam etmekte olan savaşın yeni bir yönünü gösteriyor.
IŞİD’in Palmira’yı yeniden ele geçirmesinden sonraki ilk açıklamalar Rusya’dan geldi. Savunma Bakanlığı, Palmira’nın kontrolünün yeniden IŞİD’e geçmesinin ardından “IŞİD, ABD destekli koalisyonu yararak ve Rusya’nın yerleşim bölgelerine hava saldırısı yapmayacağını bilerek, yerleşim bölgelerinden ilerleyerek Palmira’yı aldı. Bu şunu gösteriyor, teröristlerin bir araya gelme şansları yok edilmelidir” açıklaması yaptı.
ABD’ye yönelik bu dolaylı suçlama, General Igor Konashenkov’un “ABD ve uluslararası koalisyonun Rakka yakınlarındaki aktif hareketliliğini durdurması, IŞİD’in Palmira’ya güçlü saldırılar gerçekleştirmesine yol açtı” açıklamasıyla daha dolaysız bir hale dönüştü. Daha sert bir biçimini Dışişleri Bakanı Lavrov ve İngiltere’nin eski Suriye Büyükelçisi Peter Ford’un açıklamalarında aldı: “IŞİD, Palmira’ya gelirken, ABD öncülüğündeki koalisyon güçlerinin kontrol ettiği alanlardan gelmiş. Sanki her şey planlanmış gibi”, “ Asıl ilginç olan ABD öncülüğündeki koalisyon güçleri, 4000 IŞİD’liyi, beraberindeki ekipmanları ve araçları Palmira’ya kadar fark edememiş!”
ABD dışişleri ve ordusundaki yetkili kademeler her ne kadar, “Rusya destekli rejim güçleri, kendi kontrollerindeki alanları koruyamıyor” şeklindeki benzeri açıklamalarla suçlamaları karşılamaya çalışmış olsalar da, var olan durum Suriye’deki savaş devam ediyorken, ilginç bir soruya olanak veriyor; küresel güçler IŞİD aracılığıyla birbirlerini mi vuruyor? Daha önce, “vekaleten savaş”, “asimetrik savaş” gibi terimlerin ilk kez kullanılmadığı Ortadoğu coğrafyası için bu tarz yeni bir savaş stratejisi mi söz konusu? Ezeli düşmanı, yeni düşmanla vurmak…
Palmira’nın IŞİD tarafından ikinci kez ele geçirilmesinin -siyasi, askeri ve ekonomik önemiyle beraber- IŞİD karşıtı cephenin iç çekişmeleri dışında başka şeyler de ifade ettiği mutlak. Rusya destekli Suriye ordusu yoğunluğunu Halep’e vermişken başka bölgeleri koruma kapasitesinin sanılandan çok daha az olduğu, IŞİD’in buna benzer manevralarla birçok cephede hala savaşacak düzeyde olduğu bunlardan yalnızca birkaçı.
Sansasyon Silahı ve Korku Bombası
Afganistan’da Bamyan Vadisi, Kabil’in kuzeybatısında bulunur. Bamyan’ı bilinir kılansa, vadideki dağa oyularak altıncı yüzyılda yapılmış iki adet devasa Buda heykelidir. 2001 yılının Mart ayında, Taliban rejimi heykelleri havaya uçurana kadar…
Şimdi Afganistan’daki Buda heykelleri denildiğinde, hepimizin aklına o canlı yayında dinamitle patlatılan heykel görüntüleri geliyor.
Benzer görüntüler, 2001’deki örnekten daha hızlı ve yaygın bir şekilde, 2014’ten bu yana IŞİD’in kontrol ettiği bölgelerden gelmeye devam ediyor; Dur Sharrukin, Ninova, Nimrud, Hatra, Dura Europos, Mari ve son olarak yine Palmira.
UNESCO, IŞİD’in tarihi alanların imhasına yönelik saldırılarını, etnik temizliğe referans vererek, “kültürel temizlik” olarak adlandırıyor. Suriye’nin ve Roma İmparatorluğu’nun tarihinin “barbarca yıkıldığını” her yıkım sonrasında tekrarlıyor.
Aslında IŞİD’in bu yıkım işleri için ayırdığı özel bir birimi mevcut. Kata’ib Taswiyya (Tasviye Kıta’sı) isimli birim, yıkılacak yerleri seçiyor ve yıkım işlemlerini gerçekleştiriyor. Yapılanlar, Selefiliğin tevhid inancıyla özdeşleştiriyor ve şirk olanın yok edildiği söyleniyor. Yani, her ne kadar yapılanlar vandalizmle özdeşleştirilse de, yıkımların ideolojik bir altyapısı var. IŞİD, Palmira gibi antik kentlerde yaptığı yıkımların, İslami geleneğe uygun olduğunu söylüyor.
Öte yandan imha görüntülerine rağmen, IŞİD söz konusu tarihi mekânlarda bulunan eserlerin satılmasından önemli bir finansal gelir elde ediyor. Tarihi eserlerin ticaret ağının son duraklarıysa, Kuzey Amerika ve Avrupa oluyor! Yani IŞİD’in “sanat ve tarih düşkünü” Avrupalı ve Amerikalı finansörleri, “barbarca talan edilen sanat eserlerinden” nemalanmanın peşine düşüyor.
Bu yıkımların ideolojik ve ekonomik motivasyonlarının dışındaki nedenler, uluslararası siyasette yeni bir yöntemin anlaşılması açısından, derinlemesine irdelenmeyi hak ediyor. Bu tarz tarihi yerleşim alanları imha edilerek, küresel kamuoyunun ilgisi hızlı ve kolay bir şekilde yakalanılabiliyor. IŞİD bu tarz eylemlerle, savaşta kaybettiği izlenimini kolaylıkla silebiliyor; her yıkım gösterisi, güçlü bir başlangıç oluyor. Daha önce belirtilen, 2001 Mart’ında Afganistan’da gerçekleşen sansasyonel imhanın altı ay sonrasında yaşananlar, bu yeni yöntemin tarihsel arka planını anlamak açısından önem taşıyor.
İslam Devleti
Bir süredir uluslararası literatürde IŞİD, artık bu isimle değil “İslam Devleti” olarak adlandırılıyor. Bu, basit bir isim tercihi değil. Belki söylemsel olarak değil ama algısal olarak bir tanınmanın göstergesi. Kendinden önceki tüm kültür ve uygarlıkların izlerini silerek, kendi kimliğini inşa edebileceği iyi bir zemin hazırlıyor IŞİD. Bu şekilde tarihe kendinden bir işaret bırakıyor. Ve aslında IŞİD, Sırbistan devletinin 1991’de Hirvatistan’da yıktığı Dubrovnik gibi Palmira’yı, I. Dünya Savaşı’nda Almanya’nın Belçika’da imha ettiği Ortaçağ’dan kalan kütüphane gibi antik kütüphaneleri yakıp yıkıyor. Yani, bir devlet refleksi gösteriyor.
Kendi dışındakini düşman gör ve onun varlığına ait olan her şeyi yok et. İslam Devleti, “devletler nasıl kurulur”un en açık göstergesidir. İşte bu yüzden IŞİD’in yıkımları ve saldırıları da salt “barbarlıktan” değil, devlet olma çabasından kaynaklanmaktadır.
Çünkü devletler aynen bu şekilde kurulur; katliamla, yıkımla ve savaşla. Siz tarih boyunca böyle kurulmamış bir devlet biliyor musunuz?
The post “Bir Kent Nasıl Yıkılır, Bir Devlet Nasıl Kurulur” – Hüseyin Civan appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post ” “Atan Alır” Kuralının En Eğlenceli Olduğu Saha: Panyee ” – Furkan Çelik appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>
Kalenin iki taş arası olarak belirlendiği ve atılan her şutun ardından “direk”, “gol”, “dışarıda” tartışmalarının patladığı günleri hatırlar mısınız? Ya da nefesimizi tutarak “pis burun” abandığımız bir penaltı sonrasında, şangırt diye inen camı, “Keseyim mi la topunuzu?” diye bağıran amcayı? “Gidin başka yerde oynayın!” diye bağıran teyzeyi? “At at at at” diye bağıran mahalle abisini? “Üç korner bir penaltı” kuralını? Bitiş düdüğü yerine geçen akşam ezanını? Adım alarak oyuncu seçmeyi? İşte o efsane mahalle maçları, çocukluğumuzun büyük bölümünü kaplamıştı.
Sokak futbolu hikayeleri şimdilerde oldukça azaldı. Özellikle siteleşen kentlere bakacak olursak; A blokta oturanlarla C blokta oturanlar arasında bir futbol maçı yapıldığını görmek mucizevi bir şey olurdu herhalde.
Çocukluğumda mahalle maçları yaptığım için birgün kendimi “şanslı” göreceğim aklıma gelmezdi. Ama gelinen noktada bu kültür, sistemin dejenerasyonuyla yitip gitmekte; biz şanslıymışız.
Mahalle maçı organize etmek kolay bir şeydi, topu olan bir çocuk ve kale direkleri oluşturabileceğimiz birkaç taş yeterliydi. Ama imkanlarını yaratıcılıklarıyla aşan, iki direk – bir toptan daha fazlasını hayal eden çocuklar da varmış meğer…
İşte Futbol oyununu kendileri yaratan Tayland’ın Koh Panyee köyü
Koh Panyee, sular üzerine inşa edilmiş evlerden oluşan, Tayland’a bağlı bir ada-köy. Balıkçılar tarafından kurulmuş köyün tek ekonomik faaliyeti de balıkçılık. Zamanla balıkçı ailelerinin yerleşmesiyle bir çocuk nüfusu da oluşmuş.
Hikaye biraz eski tabi, sene 1986… Panyee köyünün çocukları, okuldan ve tek oyunları olan tekne yarışlarından kalan bütün vakitlerinde, televizyondan futbol maçları izliyorlar. Futbol maçlarını çok seviyorlar, fakat aralarında daha önce bu oyunu oynayan kimse yok. İşin daha kötüsü, köyleri sular üzerine kurulu olduğu için, futbol oynayabilecekleri boş bir alan yok.
O sene 1986 Dünya Kupası Meksika’da gerçekleşiyor. Finalde Arjantin Almanya’yı 3-2 eleyerek Meksiko City’de kupayı kaldırıyor. Panyee köyünün çocukları da “onların birsürü stadı var, bizim de bir tane olmalı.” diyerek işe koyuluyor hemen. Üstelik binlerce kişilik tribünlere de ihtiyaçları yok, düz bir alan ve iki küçük kale onlar için yeterli.
Önce köydeki bütün boş tahtaları toplamaya başlıyor çocuklar. Sonra buldukları eski balıkçı sallarını tamir ederek birleştiriyorlar. Birleştirdikleri salların üzerine, buldukları tahtaları çakarak düz bir zemin oluşturuyorlar. Toprak saha kadar olmasa da, oluşturdukları zemin onların futbol oynayabilmeleri için yeterli. Bazı çivilerin çıkıntılı kalması ve tahta parçalarının ayaklarına batması onları pek de rahatsız etmiyor.
Denizin üzerine kurdukları bu tahta sahada “atan alır” kuralının ne kadar evrensel olduğunu gösteriyorlar bizlere. Ama bizim mahalledekinden farklı; bahçeye kaçan topu almak eziyet gibidir bazen, Tayland’lı çocuklarsa auta attıkları topu almak için denize atlayıp serinliyor.
Sürekli “atan alır” kuralını işlettikleri için, maçın ilerleyen dakikalarında oynadıkları saha su içinde kalıyor. Bu da onların hem “dar alanda” hem de “kaygan zeminde” topla daha iyi oynamalarını gerektiriyor. Futbol oyununu hiç bilmeden, sadece televizyondaki endüstriyel futboldan görmüş olan Panyee çocukları, bir süre sonra futbolda çok yetenekli hale geliyorlar.
Hatta Tayland’da katıldıkları bir futbol turnuvasında çeyrek finale kadar yükseliyorlar. Sağanak yağmur altında oynadıkları bu maçın ilk yarısında 2-0 geri düşüyorlar; su dolan kramponları onları yavaşlatıyor. Panyee takımı bir karar alıyor; kramponlarını çıkarıp çıplak ayak oynuyorlar. Durumu 2-2’ye getiriyorlar, ancak son dakika golüyle maçı kaybediyorlar. Onlar, o maçı kaybetmiş olsalar da; futbolun endüstriyel bir “yarış” değil, çok daha keyifli bir “oyun” olduğunu bizlere hatırlatan bir hikaye yaratmış oluyorlar.
Bu arada ezan okundu, hava karardı. Yazıyı bitirip eve yetişmem lazım. “Golü atan maçı alır” kuralı girdi devreye. Top önüme düştü, abanıyorum:
“Kahrolsun endüstriyel futbol, yaşasın sokak futbolu!”
Vurdum, gol oldu…
Furkan Çelik
Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 33. sayısında yayımlanmıştır.
The post ” “Atan Alır” Kuralının En Eğlenceli Olduğu Saha: Panyee ” – Furkan Çelik appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post Bir İmar Planı Olarak Savaş – Özgür Erdoğan appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>Devletlerin başını çektiği bütün savaşlar, ya bir imar planın başlangıç hamlesidir ya da dolaylı olarak bir “imar planının” parçası olarak vuku bulur. Bakınız, tarihteki bütün büyük savaşlar, bir dönüm noktasının kıyısında gerçekleşir: “Bir devrin sonu, yeni devrin başlangıcı…” nidalarıyla anılır. Savaş yıkımla başlar, önce eskinin izleri süpürülür. Sonra yenisi için uygun koşulların hazırlanması için temel “temizlenir”. Galip olanın hırsları ve planları doğrultusunda yeniden üretilir her şey.
TC’nin kuruluşu da böyle olmuştur örneğin. Üretilen türklük anlayışı üzerinden bina edilir her şey. Rumlar mübadele ile, Ermeniler soykırımla, Kürt Alevileri bombalarla “temizlenirler”. Yeni ideoloji, atılmış bu temellerin üzerinde şekillenir.
Bu senaryonun hemen hemen aynısı, günümüzde yaşadığımız topraklarda tekrar vuku bulmakta. Devletin yeni sahiplerinin kurmak istediği yeni ideolojinin önüne taş koyan ne varsa, yok edilmektedir!
Pekala bu savaş, sadece top ve tanklarla mı yürütülüyor? Sadece Kürdistan’ı mı hedef alıyor? Yalnızca insanları mı öldürüyor? Tabi ki hayır. Bu savaşın farklı bir cephesinde, tankların yerini iş makineleri alıyor; sadece Kürdistan değil, tüm coğrafya hedefleniyor. Salt insanlar değil; ormanlar, hayvanlar kısacası bütün bir ekosistem öldürülüyor.
“Temiz enerji” olduğu iddia edilen RES’ler için, Urla’da 1300 ağaç kesiliyor. Nükleer anlaşmaların biri gidiyor, öteki geliyor. Aynı şehre 4 termik santral birden yapılıyor. Yaşadığımız toprakların neredeyse her karışında bir taş ocağı peydah oluyor. Karadeniz ve Kürdistan’da fellik fellik “kaya gazı” aranıyor. Madenler, coğrafyanın bir ucundan girip öte ucundan çıkıyor. HES’lerden bahsetmemize gerek bile yok; akan her damla su, rant uğruna tutsak alınıyor.
Kentler, kapitalizmin istekleri doğrultusunda dönüştürülüyor. Parklar, bahçeler, mahalleler temizleniyor. Şehirlerde yaşam adına kalan son parçalar da, daha fazla kar uğruna “soylulaştırılarak” yok ediliyor. Soylulaştırılan şehirlerin soyluluğuna leke süren sokak hayvanları, toplama kamplarına gönderiliyor.
Şurası açık ki, savaş tek bir yerde cereyan etmiyor; tek bir savaş, farklı cepheler üzerinden yürütülüyor!
Devlet hiçbir savaşı tek bir cephe üzerinde yürütmez. Bir yerde bir etnik temizlik varsa; bilin ki, başka bir yerlerde “iktisadi” amaçlarla doğa talan ediliyordur. Bir yerlerde doğa talan ediliyorsa; bilin ki, orada birileri başka birileri üzerinden daha da zenginlişiyordur!
Fakat devlet sinsidir. Yaşama karşı yürüttüğü bu bütünlüklü savaşı, birbirleriyle bağlantısı yokmuş gibi göstermek konusunda hünerlidir. Birinin köyüne bomba atarken ötekininkine santral kondurur. Fakat birini kalkınma, ötekini de milliyetçilikle kör ettiği için; aynı şiddete maruz kalanlar, diğerlerinin yaşadıklarına karşı dilsizleşir.
Evet bir savaş var! Devlet ile “biz” arasında bir savaş: Bu savaş mahallelerle, güvenlikli siteleri yapanlar arasında, bu savaş ormanlarla toprakları delik deşik edenler arasında sürüyor. Bu savaş katillerle onlara direnenler arasında sürüyor! Bu savaş yaşam ile ölüm arasında sürüyor!
Özgür Erdoğan
[email protected]
Bu Yazı Meydan Gazetesi’nin 31. sayısında yayımlanmıştır.
The post Bir İmar Planı Olarak Savaş – Özgür Erdoğan appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post ” Hangisi ? ” – Dilan Yaman appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>“Pardon bir bakar mısınız? Fazla uzun sürmeyecek.”
Eğer kalabalık bir caddede yürüyorsak hepimiz duymuşuzdur bu cümleleri. Vaktimiz varsa, ardından cevaplamamız istenilen bir dizi soruyla karşı karşıya kalırız. Bazen halihazırdaki, bazen de piyasaya yeni girmeye hazırlanan bir ürünle ilgilidir bu sorular. Gazoz ya da kahve, ped ya da çikolata, banka ya da sigorta, neyle karşılaşacağımızı bilemeyiz. Ama durmuşsak, sorulara da yanıtlar vermeye başlamışsak, bir anketin deneği olmuşuz demektir.
Yaş, cinsiyet, meslek gibi kişisel özelliklerimizi de öğrenmek isteyen bu anketlerde, bazen içerek, bazen de dokunarak o ürünle ilgili bize yöneltilen soruları seçenekler dahilinde işaretlememiz istenir.
Peki, neden? Neden bu sorular ve cevaplar, neden yüzdeler ve oranlar?
Anket sorularına verilen yanıtlar, tek tek sayılır, işlenir ve anket şirketince birer istatistiki bilgiye dönüştürülerek anketi yaptıran şirkete sunulur. İstatistiksel bilgiden elde edilen sonuçlar, her durumda, değiştirilme, gereğinden az ya da çok gösterilme, abartılma “risk”ini ve “imkan”ını taşır. Yoksa şirketleri binlerce dolar harcama yaparak anket yapmaya şevklendiren şey bu “imkan” mı?
Gerçekten de, hemen her gün karşılaştığımız anketler, uygulanma biçimi, soruların seçimi, vermemizi bekledikleri yanıtların sıralanması gibi bir çok ayrıntıyla, aslında, davranış biçimlerimizi, alışkanlıklarımızı, tercihlerimizi ölçmenin ötesinde bizi kendi ürünlerini satın almaya istekli de kılmaya yöneltiyor. Bunu da, anketlerden kendi hesaplamalarına göre elde ettiklerini söyledikleri sonuçlar pekiştirmiş oluyor. Yani anket de reklamın, tanıtımın bir parçası oluveriyor böylece.
Öyle ya, neticede, şirketlerin ana amacı kar elde etmek olduğuna göre, her bir yeni satış da kar olarak dönecektir. Daha fazla kar için de pazarı genişletmek gerekir. Peki pazarın durumu ne, işte hemen her gün yolumuza çıkan anketörlerin bize yaptırmaya çalıştığı anketlerin ana amacı da bu: pazar araştırması. Bize sorulan her soru ve bizim masumane verdiğimiz her cevap, şirketlere kar olarak dönebilir. Anketlerin gizli bir görevinin de, tüketim alışkanlıklarını değiştirip satın alma isteği uyandırmasıdır diyebiliriz.
Çalışanına yok, ankete var
Ancak, bir ürünün üretilmesi için gereken ham maddeyi, doğayı talan ederek elde eden şirketler, zaten çalışanlarına da en düşük ücretleri vererek kar marjlarını yükseltmeyi sürdürürken, pazar araştırması için bütçelerinden büyük büyük meblağlar ayırmaları ilginçtir. Elbette buradan da bir çıkarları vardır şirketlerin: şirketler, yeni ürünlerini pazara sunmadan önce yapacakları/yaptıracakları pazar araştırması anketleriyle pazarın risklerini önceden görebilme ve ona göre konum alabilme imkanı da bulmuş olurlar. Bu da onları daha da büyük, daha tekel, yani daha da adaletsiz kılar.
Anketlerin pazar araştırması dışında en yaygın kullanım alanlarından biri de bir okulda okuyanlar, bir mesleği yürütenler ya da bir kentte yaşayanlar gibi alanlara yönelerek, o alanlarla ilgili verileri toplar gibi yapıp aslında sorduğu sorularla ankete katılanları fişlemek. Yani “sizce…” diye başlayan sorular, aslında genel ekonomik ya da politik gidişatla ilgili, katılımcının görüşünü almak gibi masum bir soru gibi görünse de, eleştirel düşünceye ya da tam zıddı bir görüşe sahip olanları kolayca bulup ayıklamaya da pekala yarayabilir anketler. Bildiğimiz dilleri yazarak etnik kökenimizi bulmaları hiç de zor değil, okuduğumuz gazetelere bakarak politik görüşümüzü bulmaları pekala mümkün. İnancımız, mezhebimiz, hatta cinsel yönelimimiz, anketlerin bize sorduğu sorularla açığa çıkabilir ve bir gün aleyhimizde kullanılabilir bir veriye dönüşebilir. Hatta, bir üniversitenin yeni dönem öğrenci kaydı sırasında yaptığı ankette “hiç protesto eylemine katıldınız mı” sorusu, sizi doğrudan karakola da düşürebilir. Yani görüşümüz alınıyor diye verdiğimiz cevaplarla, kendi evimizin kapısına çarpı işareti yapmış olabiliriz.
İster bir ürün için yapılan pazar araştırması olsun, ister de bir alan soruşturması gibi olsun, anketler, asıl amaçlarını soruların ardına gizleyerek insanları aldatmakta, yönlendirici yanıt seçenekleriyle algımıza saldırıp davranışlarımızı etkileyerek kendi çıkarlarına uygun hale getirmeye çalışır.
“Fazla zamanınızı almayacak” bir soru da biz soralım: Bu yazıyı okuduktan sonra anketlere hala güvenebilirim diyebilir misiniz?
Dilan Yaman
Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 27. sayısında yayımlanmıştır.
The post ” Hangisi ? ” – Dilan Yaman appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post ” Paris ‘ Yeşil’e ‘ Doyacak”- Emre Bayyiğit appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>Hedef 2050
Yaşadığımız topraklarda, çılgın projeler birbirini takip ediyorken; 2023, 2071 hedefleri art arda açıklanırken; kentler kimilerinin isteklerine göre fütursuzca dönüştürülürken; kırlar sanayi ve kentin ihtiyaçları için talan edilirken; öğrendik ki, önüne böylesine çılgın projeler koyan sadece T.C Devleti değilmiş, meğer Fransa da 2050 yılına Paris için “çılgın projeler” üretiyormuş.
Projenin mimarlığını, yapı dünyasının dâhisi olarak bilinen Belçikalı mimar “Vincent Callebaut” yapıyor. Çalışmalarının eksenini “ekoloji ve sürdürülebilirlik” üzerine oturtan mimar, Paris Belediyesi’nin siparişi üzerine görenleri adeta “büyüleyen” bir proje ortaya koymuş. Yukarıda, simülasyonu bulunan projenin adı “Akıllı Paris”.
Akıllı Paris
Akıllı Paris için söylenenler hayli ilginç: “2050’ye kadar şehrin sera gazı salınımını yüzde 75 oranında azaltmak isteyen Paris Belediyesi tarafından sipariş edildi. Proje 8 bölümden oluşuyor ve yüksek teknoloji ürünü sürdürülebilir tasarım ve bitkilendirmeyle şekillendiriliyor. Toplam 15 kuleden 5’inin her birinin cepheleri, biçimleri yusufçuk böceğinden esinlenilmiş iki büyük fotovoltaik ve termal güneş panelleriyle dikkat çekici şekilde kaplanmış olacak ve paneller gün boyu hem elektrik hem de sıcak su üretecekler. Aynı zamanda, geceleri, bir dönüşümlü hidroelektrik pompalı depolama istasyonu, kulenin tepesinden bir şelalenin yağmur suyunu toplayan farklı seviyelerde konumlandırılmış tankların havuzları arasından dışarı akmasına imkan verecek. Projenin diğer göze çarpan öğeleri, sebze bahçelerini, konut kuleleriyle bütünleşmiş denizanasından ilham alınarak tasarlanmış bir çift köprüyü, rüzgâr türbinlerini ve yosun biyoreaktörlerini içeren bir “dikey parkı” taşıyan birkaç büyük bambu kulesini içeriyor. Vincent Callebaut Architectures’a göre, projenin sekiz temel bölümü şehir için çok büyük miktarlarda yenilenebilir enerji üretecek ve kaliteli yaşam alanlarını arttıracaktır.”
Bu ne perhiz bu ne lahana turşusu dediğinizi duyar gibiyim. Aynı şekilde düşünüyorum. Dünyanın en büyük nükleer şirketlerinin açık ortağı olan, dünyanın dört bir yanında yaptığı nükleer denemelerle birçok canlının kanına giren, sanayisinin deniz aşırı hamleleriyle ürettiği pisliğin boğazımıza kadar geldiği bir devlet neden böyle bir proje yapmaya ihtiyaç duyar?
Çünkü;
Şehirler, devletler ve kapitalistlerin ortak ürettiği projelerdir. Dolayısıyla onların arzuları ve çıkarları doğrultusunda, tarih boyunca sürekli dönüştürülmüşlerdir. Bugüne en yakın kent anlayışı, Sanayi Devrimi’yle beraber oluşur. Madenlerin ve fabrikaların çevresine kurulan ilk modern şehirler, oradaki işletmelerde çalıştırılan yoksul işçilerin aynı yere tıkıştırılması ile oluşur. Bugün yaşadığımız mega kentler, geçmişin bu sömürgeci anlayışının mirasını taşırlar ve onun devamcılığını yaparlar!
Kentin var olmasının yegane koşulu, kırın talan edilmesi ve insansızlaştırılmasıyla mümkündür. Binalar için kullanılacak taşlar, dağlar eritilerek elde edilir. Alışveriş merkezlerinin, sanayinin elektriği; dereler, ovalar ve tepeler tutsak edilerek üretilir. Kentlere hammadde ve sermaye taşınsın diye, her yere asfalt dökülür. Hem insansız yaşam alanları hem de tarım alanları, deyim yerindeyse köklenerek şehir için işlenir ya da şehre taşınır. Sözün kısası, kır, git gide sıskalaşırken, şehirler de şişmanlar. Böylece kır aşırı sıskalıktan, kent de aşırı şişmanlıktan hastalanmaya başlar.
Rio Çevre ve Kalkınma Konferansı
Bundan 23 yıl önce, “artan çevre sorunları, kuzey ve güney ülkeleri arasındaki yaşam kalitesi-refah dengesizliği, yoksulluk-yoksunluk, tarımsal reformlar silsilesi” ve daha birçok “çevre” sorununa bir çözüm bulabilmek için, Brezilya’nın Rio de Janeiro kentinde bir araya gelen “zengin devletler”, Rio Çevre ve Kalkınma Konferansı”nı imzalamıştır. Konferansta ayrıca “Çölleşme ile Mücadele Sözleşmesi” ve “Biyolojik Çeşitlilik Sözleşmesi” de kabul edilmiştir. Öte yandan, hükümetler tarafından oluşturulan ve küresel ısınmaya yönelik “ilk çevre sözleşmesi” özelliğini taşıyan Birleşmiş Milletler İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesi, sera gazlarının oranlarını düşürmek ve bu gazların zararlarını en aza indirmeyi kendine ulvi bir görev edinenlerin toplamının sözleşmesidir. ‘97 yılına gelinince de aynı çevrenin hedefleri, Kyoto Protokolü ile devam edecektir.
Bu hastalıklı “mekan” politikası, içindeki tüm yaşamlarla beraber devleti ve kapitalizmi de sakatlar ve günden güne her şeyi biraz daha öldürür. Yeterince gün ışığı alamayan salon çiçekleri nasıl soluyorsa, yaşamla bağlarını yitiren insanlar da solmaya, verimsizleşmeye başlar. Çalışmayan, çalışamayan; tüketmeyen, tüketemeyen insan kendisiyle beraber kapitalizmi tarihin çöplüğüne gönderir.
Bu ve bunun gibi “çevreci projeler” de yaşamın sürdürülebilmesi için değil, kapitalizmin sürdürülebilmesi için üretilir. Enerji santralleriyle, taş ocaklarıyla, madenlerle, GDO’lu sebze meyveleri ve tüketici kültürüyle “kır”ı (dolayısıyla yaşamı) çoraklaştıran kapitalizm; onu şehrin üzerine giydirilen bir aksesuar gibi kullanmak ister. Devasa binaların, yol kenarlarının, beton adaların üzerini örten yeşil örtülerin, nükleerin yerini alması planlanan rüzgar ve güneş santrallerinin “biz”leri kurtaracağı yalanını söylerler.
2023’den 2050’ye Aynı Hikaye
Yaşadığımız topraklarda ise durum biraz daha farklı işler. Henüz dünyayı yeterince kirletemeyen T.C devleti ve benzeri daha zayıf devletlerin; geçmişte Fransa, Almanya, ABD, İngiltere gibi devletlerin, yaptıklarını daha yeni yapmaya başladığı için projeleri daha “ekolojik” olmaktan ziyade daha “kalkınmacı” daha “ilerici” olmak zorundadır. Büyük abilerinin izinden sapmadan giden T.C devleti, nükleer santraller, duble yollar, kentsel dönüşüm projeleri ve HES’lerle talanlarını sürdürürken; bir yandan da RES’ler ve GES’lerle, gelecekte kendisinin de kalkışacağı “ekolojik kentlere” göz kırpmaktadır.
Sözün özü, bu projeler, “ekolojik kentler”, “çevre ve kalkınma konferansları”, dünyayı cehenneme çevirenlerin, bu cehennem çukurlarının bir kısmını cennete benzeterek “yıktıklarını geri getirmeye” çalışmasından başka bir şey değildir. Bu, bir yamadır. Fakat milyonlarca yıldan beri biz canlılara ev sahipliği eden bu evren, artık yama kaldıramayacak kadar yıpranmış, üzerindeki canlılar da durmadan yenilenen yalanlara inanmaz olmuşlardır. Sizin anlayacağınız 2023 neye hizmet ediyorsa, 2050 de ona hizmet ediyordur. Üçüncü havalimanı neyi öldürüyorsa, devasa binaların tepesine kurulmuş yeşil bahçeler de aynı şeyi öldürüyordur!
Emre Bayyiğit
Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 27. sayısında yayımlanmıştır.
The post ” Paris ‘ Yeşil’e ‘ Doyacak”- Emre Bayyiğit appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post “Brezilya Halkları Kapitalizme Karşı Defansta” – Özgür Erdoğan appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>Eyaleti gözetleyen 3 bin kamera, 20 bin polis, 170 bin güvenlik görevlisi, insansız hava araçları, güvenlik robotları, 40 ayrı ülkeden istihbarat desteği, kimyasal ve nükleer tehditlere karşı alınan önlemler, yapılan tatbikatlar ve tabi ki bütün bunlar için harcanan 600 milyon Euro…
Yukarıdaki rakamlar sıcak çatışmaların ve gırtlak gırtlağa bir savaşın yaşandığı bir Ortadoğu ülkesine değil, başka bir savaşın yaşandığı bir Güney Amerika ülkesine; Dünya Kupası’na ev sahipliği yapacak olan Brezilya’ya ait. Üstelik savaşın tarafları açık ve net, nedenleri gün gibi ortada: Cephenin bir tarafında bölge halkını hiçe sayan Dünya Kupası’nı bahane ederek mahalleleri talan eden, insanları yaşadıkları bölgeden zorla kovan, binlerce insanı aç bırakan küresel kapitalistler ve onların o bölgedeki ortakları, cephenin diğer yanında ise tutunabilecekleri tek şey yaşamları ve beraber mücadele ettikleri insanlar olan ezilenler.
Eğer son yıllardaki büyük spor organizasyonlarının yapıldığı coğrafyalara ve o coğrafyalar hakkında çıkmış kıyıda köşede kalan haberlere bakarsanız, muktedirlerin neden bu kadar çok korktuğunu anlarsınız. Çünkü kapitalizm son 20-30 yıldan bu yana kendi kentlerini yaratmaya, hâlihazırda cehenneme çevirdiği yaşam alanlarımızı kendi arzuladığı ölçüde dönüştürmeye uğraşıyor. Şehir merkezinde kalmış yoksul mahalleleri, kent dışına çekmeyi, yoksullardan boşalan yerleri devasa rezidanslar, büyük alışveriş merkezleri ile doldurup bizlerin cehenneminden kapitalizmin cennetini yaratmaya çalışıyor. Güçlü kapitalist devletlerin kısmen başardığı bu dönüşümü yakalamaya çalışan diğer “üçüncü dünya ülkeleri” için ise, Dünya Kupası ve Olimpiyatlar gibi devasa spor organizasyonları büyük olanaklar sunuyor. Çünkü böylesine büyük bir organizasyonu alan devlet için yıkım ve tahliyeler meşrulaşıyor. Yani, bu organizasyonlar sırasında stadyumun içinde ya da televizyonun başında Messi’nin attığı golü ya da Usain Bolt’un deparını izleyenler stadyumun dışını göremez oluyorlar.
2014 Dünya Futbol Şampiyonası ve 2016 Olimpiyatlarına ev sahipliği yapacak olan Brezilya’da da yaşanan şey bu. “Kentsel dönüşümü” hızlıca tamamlamaya çalışan devletlerle kapitalistler ve buna çanak tutmaya oldukça hevesli olan büyük spor ağalarının ortaklığı.
Brezilya’da şu ana kadar 250.000 kişi evinden edildi, onlarca mahalle haritadan silindi, yüzlerce ev yıkıldı, bu dönemde özel tim polisleri tarafından 18 mahalle işgal edildi ve onlarca kişi öldürüldü, devlet erkanınca ülkenin görüntüsünü bozan ve imajını zedeleyen sokak çocukları bir anda ortadan kayboldu; kimileri bu çocukların öldürüldüğünü kimileri de gözetim altında tutuldukları yerlerde işkence gördüklerini söylüyor, sadece stadyum inşaatlarında çalışan 8 işçi yaşamını yitirdi.
Bu rakamlar ve katliamlar tüylerinizi ürpertmeye yetmiyorsa elinize bir harita alın ve bu organizasyonların yapıldığı yerlere tekrar bakın ve bugün de Brezilya’dan geçmekte olan fay hattını izleyin. 1988 Seul Olimpiyatları’nda 720.000 kişi evinden edilmiş, 1996 Atlanta Olimpiyatları’nda 30.000 kişi, 2008 Pekin Olimpiyatları’nda da 1.250.000 kişi ve 2014 Güney Afrika Dünya Futbol Şampiyonası’nda yine yüz binlerce kişi evlerinden, mahallerinden zorla tahliye edilmiş, yoksullardan boşaltılan yerlere stadyumlar, alışveriş merkezleri ve rezidanslar inşa edilerek bu bölgeler, hızlı bir şekilde kapitalist dönüşümlerini tamamlamışlardı.
Kısacası, Brezilya’da devlet erkânı, kapitalistler ve endüstriyel futbol adamları bize büyük bir futbol şöleninin gölgesinde; yıkım, ölüm ve yağma sunuyor ve ne yazık ki bu Dünya Kupası’nda da isteseler de istemeseler de tüm futbolcular gollerini karşı takıma değil, biz ezilenlere atıyor.
Özgür Erdoğan
Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 19. sayısında yayımlanmıştır.
The post “Brezilya Halkları Kapitalizme Karşı Defansta” – Özgür Erdoğan appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>