The post Pratikten Doğan Bir Teori- “Anarşizm ve Arzuları” Kitabı Üzerine appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>Anarşizm ve Arzuları, Sümer Yayıncılık’tan Tuba Demirci tarafından çevrilerek Ağustos 2020’de Türkçe anarşizm literatürüne kazandırıldı.
Cindy Milstein kitabı “anarşizme giriş” niteliğinde bir kitap olduğu iddiasıyla yazıyor. Belirtmek gerekir ki herhangi bir konuda başlangıç kitabı yazmak her zaman zordur. Konu anarşizm olunca bu zorluk katlanarak artıyor çünkü anarşizm diğer ideolojiler, felsefi akımlar gibi masa başında değil sokakta yazıldı ve yazılmaya devam ediyor. Haliyle başlangıcının ne zaman olduğu konusunda net bir tarih vermek veya tarihten bir noktayı seçip anarşizmin doğuşu ilan etmek oldukça zorlaşıyor.
Giriş kitabı olarak kullanılabilecek Bakunin, Berkman, Goldman, Kropotkin gibi anarşistlerin yazdığı klasik dönem kitaplarının bugünün sorunlarına cevap olmadığı ve güncel gerçekliklerle örtüşmediği konusunda iddialar da bu kitapta mevcut. Bütün bunları göz önüne aldığımızda Milstein’in bu girişiminin oldukça cesur bir deneyim olduğunu söyleyebiliriz.
Bununla birlikte eserin yazım şeklinin anarşizmin temel ilkelerinden beslendiğini söylemek yanlış olmaz. Kitabın içerisindeki bölümler genel olarak bazı eylemlerde kullanılan bildirilerin, açıklamaların gözden geçirilmesiyle oluşturulmuş. Bu anlamda pratikten teoriye doğru bir yazım macerasından söz edebiliriz. Yazarın da ifade ettiği bu durum, özellikle Seattle Çatışmaları ve Katrina Kasırgası sonrası deneyimlerden derinden etkilenmiş. Küreselleşme karşıtı hareketin ve eylemlerin de eserin merkezinde olduğunu söyleyebiliriz. Kitabın teşekkür kısmının kalabalıklığı ve Milstein’in ifadeleri yazım ve basım aşamalarının kolektif yapısını ve niteliğini açıkça ortaya koyuyor, bu sebeple sadece içeriği değil şekli itibariyle de bu kitaba anarşizme dair bir kitap demek doğru olacaktır.
Yazıldığı politik ortamı anlamak ve neden böyle bir esere ihtiyaç duyulduğunu anlayabilmek için metnin yazıldığı dönemden hemen sonra Taksim İsyanı ile de benzer kökenli olduğu iddia edilen Occupy hareketinin yaygınlaşması ve o dönemdeki eylemliliklerde kendini güçlü bir şekilde var eden örgütlü anarşizmi de düşünmek gerekir. Kitap o dönemki güncel “Anarşizme Giriş” eseri boşluğunu doldurması ve anarşizmi yükseltmesi açısından da değerli bir metin olma özelliği gösteriyor.
İçerik kısmına geçmeden önce Türkçe çeviri için de birkaç söz söylemek gerekli. Giriş kitabı olarak yazılan bu eserin çevirisinde yer yer yapay bir dil kullanılmış. Bazen herkes anlasın diye yapılan “aşırı” Türkçeleştirmeden bazen de karmaşık cümle yapılarından ötürü bu konularla yeni ilgilenen biri için çok da okunaklı olmayabilir.
Pek çok anarşist düşünüre göre anarşizmin ve etiğin simbiyotik (iki canlının da faydasına olan yaşam formu, birlikte var olabilme ilişkisi) bir ilişkisi var. Milstein de bu geleneğe saygı duyuyor ve kitapta anarşizmin etikle örülmesi gerektiğinden bahsediyor. Burada kullandığı etik genel anlamda kullanılan “ahlak” değil Kropotkinci anlamda bir “değerler bütünü”dür. Bunu kitapta da alıntılanan şu bölümden anlayabiliriz:
“Uyum… Profesyonel ve bölgesel olarak farklılaşmış gruplar arasında üretim ve tüketim yararına, uygar varlığın bağımsız olarak kurulmuş, aynı zamanda sonsuz çeşitlilikte ihtiyaç ve beklentileri için varılan özgür fikir birliği ve uzlaşmalarla yakalanır”
-Peter Kropotkin, “Anarşizm”, 1910
Giriş kitabı olma iddiası sebebiyle bazı kavramlar oldukça karikatürize edilerek kullanılmış. Örneğin hâlâ anarşizm ile ilgili yanlış anlaşılan “Liberalizm” ve “Sosyalizm” sentezi bir ideoloji tanımı neredeyse birebir aktarılıyor. Anarşizmin hem birey hem de toplumu aynı anda dönüştürme ve düşleme ideali çok basite indirgenerek liberalizmin en iyi yanları ve sosyalizmin en iyi yanlarını birleştirirsek anarşizmi elde ederiz gibi iyi niyetlerle yazılmış ancak yanlış anlaşılmalara ve kavramsal tahribatlara yol açabilecek bazı bölümler görüyoruz.
Eserde tarihsel ve önemli bilgilere rastlamak da mümkün. Enternasyonal ve anarşistlerin ayrılışı gibi temel bazı kırılım noktalarına değiniliyor. Yazar bu konuda, yaşadığı coğrafya sebebiyle Bakunin ve Marks ikiliğinden çıkıp kendini özgürlükçü diye tanımlayan marksistlerle yan yana mücadelenin genel geçer bir yaklaşım olması gerektiğini belirtiyor. Fakat anarşizmin ve anarşist mücadelenin her coğrafyada farklılık gösterdiği ve özgünlüğünü koruduğunu vurgulamak gerekiyor. Kuzey Amerika coğrafyasında Marksist gelenek çok güçsüzken anarşistler bütün hareketliliklerde ön plandalar. Geçmişte de durum bundan farklı değildi. Amerika İşçi ve Emek Mücadelesi tarihi aynı zamanda o coğrafyadaki anarşizmin de tarihidir. Marksistler ise neredeyse hiçbir zaman böyle bir örgütlülüğe ve deneyime erişemediler. Bu sebeple Kuzey Amerika’da “özgürlükçü” Marksistler ile yakınlık göstermek stratejik anlamda doğru olabilir. Güncel örneklerden biri olan Belarus sürecine baktığımızda ise çoğu marksist ve sosyalistin ülkenin diktatörünü desteklediğini anarşistlerin ise sokakta ön saflarda mücadele ettiğini görüyoruz. Haliyle Belarus’ta böyle bir yakınlaşmanın olma ihtimali oldukça düşük. Bu sebeple kitapta coğrafyaya göre değişen taktik ve pratiklerin anarşizmin ilke ve prensipleriyle karıştırılabilme ihtimalini doğuran bir yaklaşım söz konusu.
Sonrasında anarşizmin antikapitalist kökenlerinden bahsedilip bu kökenleri Proudhon’a ve Godwin’e bağlayan bir bölümde, otonomcular, Zapatistalar, nükleer karşıtı eylemler, işgal evleri gibi deneyimlerden de bahsediliyor. Bu hareketlerin anarşist prensiplerle olan yakın ilişkisine vurgu yapılıyor fakat burada da örgütsüz anarşizm ve alt kültür anarşizmi anlayışının kabulü tehlikesi yatıyor.
Kitapta ayrıca siyasi yöntem olarak doğrudan demokrasi vurgusunun yapıldığını ve şu an içinde bulunduğumuz yapılar yerine doğrudan demokrasiye dayalı yapılar kurma fikrini sıklıkla görüyoruz. Bunlar da Milstein’in de kabul ettiği gibi Bookchin’den oldukça etkilenilmiş bölümler. Ayrıca kitapta Rousseau etkisini de oldukça net bir şekilde görebiliyoruz.
Toparlayacak olursak, kitabın özellikle Kuzey Amerika anarşizmini merak edenler için oldukça iyi bir kaynak olduğunun altını çizmek ve anarşist hareketin güncel sorunlara karşı radikal ve özgürlükçü pratikler geliştirebilmesinin teorik arka planını göstermeye çalıştığını belirtmek gereklidir. Fakat bunlarla birlikte daha önce de belirttiğimiz gibi “Anarşizme Giriş” için içerik olarak eksik bir kitap olduğunu ve dil olarak da zorlayıcı olduğunu düşünüyoruz.
Burak Aktaş – İlyas Seyrek
The post Pratikten Doğan Bir Teori- “Anarşizm ve Arzuları” Kitabı Üzerine appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post “Kız Çocuk Hakları Bildirgesi” Kitabı İmha Edildi appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>Aile ve Sosyal Hizmetler Bakanlığı, Kız Çocuk Hakları Bildirgesi kitabının müstehcen içeriklere sahip olduğunu ileri sürerek kitabın toplatılması ve sorumluları hakkında işlem yapılması için rapor hazırlayarak savcılığa sundu. İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı piyasadaki kitapları toplatırken, çevirmen Burcu Uğuz hakkında da “Müstehcen Yayınların Yayılmasına Aracılık Etmek” suçu kapsamında 3 yıla kadar hapis istemiyle dava açıldı.
Raporda, “çocukların kitabın içerisinde eşcinselliğe özendiren ve çocuk gelişimi üzerine basmakalıp fikirleri değiştiren ifade ve görsellere yer verildiği” iddia edildi. Bakanlığın talebi sonrasında savcılık Yapı Kredi Yayınları tarafından yayımlanan kitap hakkında basım, dağıtım, satış yasağı getirirken, basımı yapılan kitaplar da imha edildi.
The post “Kız Çocuk Hakları Bildirgesi” Kitabı İmha Edildi appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post Göçmenin Kitabında Avustralya’nın Şiddeti – Lea Zusmanovicha appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>“Ay ışığı altında
Bilinmeyen bir rota
Kaygının renklerinden bir gökyüzü”
Bu yılın başlarında İranlı kürt gazeteci Behruz Boochani Avustralya’nın en prestijli edebiyat ödülünü kazandığında duygularını “paradoksal” olarak tanımladı. Çünkü Boochani 6 yıldır göçmen kamplarının en kötüsünde, Papua Yeni Gine kıyılarındaki bir adada Avustralya gözetiminde kalmaya devam ediyor.
Boochani’nin ödülü almasını sağlayan kitabı “Dağlardan Başka Dost Yok: Manus Hapishanesi’nden Notlar” Manus Hapishanesi’nde yazıldı ve sığınacak yeni bir coğrafya aramak için Endonezya’ya botla yapılan tehlikeli yolculuğu, yaşanan mahkumiyeti ve Manus Hapishanesi’nde tutsaklara yapılan günlük işkenceleri konu ediyor. Boochani, hapishaneleri “Kyriarchial” bir sistem olarak ortaya koyuyor. “Kyriarchial” sistem, sosyal sistemlerin kesişimiyle elde edilmiş genel bir yönetim sistemi ve hiyerarşinin kompleks katmanlarıyla birleştirilip çoğaltılmış şiddetli baskı biçimi olup, tutsaklar üzerindeki şiddeti anlatmada önemli.
Birçok sebepten sıradışı bir kitap. Birincisi, Avustralya’nın bu ada kamplarında göçmenlere uyguladığı tacizin, baskının şok edici bir şekilde gözler önüne serilmesi/ifşası. Bu dehşet verici detaylar aslında uluslararası boyutta gizleniyor. Yasalarla sağlık çalışanlarının ve hatta adaya ayak basan gazetecilerin bile kampların içinde olup bitenlere dair bilgi paylaşması engellendi. Boochani “Benim amacım her zaman Manus ve Nauru’daki sistemin masum insanlara sistematik bir şekilde neredeyse 6 yıldır nasıl işkence ettiğinin Avustralya ve dünyadaki diğer insanlar tarafından bilinmesi oldu.” diye kendi niyetini belirtti ve ekledi: “umarım ki bu ödül biz göçmenlerin yaşadıklarına daha fazla dikkat çeker ve biz bu acımasız politikaları bitirmek için bir şans yaratabiliriz.”
Tutsaklar küçük, boğucu, havasız odalarda ya da uyumanın imkansız olduğu yüzlerce ranzanın yan yana dizildiği koridorlarda yaşadılar. Tuvalet blokları temizlendikten sadece iki saat sonra bilek hizasında idrar ve dışkı ile doluyordu. Göçmenler yemek çadırına girebilmek için yakıcı sıcağın altında saatlerce tutuluyor ve gardiyanlar tek seferde beş kişiyi alıyorlardı. İlk birkaç grup geçtikten ve aslan payını aldıktan sonra geri kalanlar için neredeyse hiçbir şey kalmazdı. Oradaki çoğu kimse için yarı-açlık kalıcı bir durumdu. Bütün oyunlara, hatta el yapımı olanlara bile el konuldu; odalara şafaktan önce düzenli baskınlar yapılıyor, sigara ve traş bıçaklarına bilinmeyen suçların cezası olarak el konuluyordu. Tutsakların günleri her an değişebilen binlerce küçük kurallar ve yönetmelikler tarafından belirleniyor, planlanan telefon konuşmaları gerekçe göstermeden iptal ediliyor ve göçmenler sağlık bakımı almaya zorlanıyor ya da bakımları engelleniyordu. Ve tutsaklar en ufak bahanelerle “saldırgan” ilan edilip tecrit hücrelerinde izole ediliyorlardı. Göçmenlere yönelik bu sistematik işkence oyunu güvenlik şirketi yöneticileri tarafından belirlendi. Avustralya ve Yeni Zelanda Papua Yeni Gine’deki şirket gardiyanlarının yaptıkları sorumluydu.
“En büyük adaletsizlik biz bunları yaşarken bunları yapan kimsenin hesap vermemesi, kimsenin duvara karşı sorgulanmamasıdır. Şimdi soruyorum: Sizi pislikler, bütün bu yönetmeliklerin ve kuralların arkasındaki felsefe de ne?”
Bütün bu sefaletin içinde Boochani insanlık ve güzelliğe doğru işaret ederek anlatıyor; belirli mahkumların kibarlığı ve merhameti etrafımızdaki ormanın büyüsüydü. Yine de bu lirik tanım ileride yaşanacak trajedilere sahne hazırladı.
Kitabın yazıldığı şartlar da sarsıcı. Bir düzine yazılı ve sesli mesajın Boochani’nin avukatlarına, çevirmenlerine ve dostlarına eylemciler tarafından kaçırılan telefonlarla gönderilmesi gibi. Yazım süreci telefonların çalınması ve gözetim korkusu nedeniyle sürekli kesintiye uğradı. Avustralya’da küçük bir ekip, tartışıp derlemek için birleşti ve bu çalışma kitap haline geldi.
Yine de Dağlardan Başka Dost Yok zeki, orjinal, sanatsal bir yaratım. Edebi türleri aşan, modern yazım stillerini Pers edebi gelenekleriyle birleştiren; tiyatro, folklor ve ritmi şiirle birden değiştiren bir metin. Yürek burkucu ve büyüleyici olan kitabın etkisi, okuyucuya “Devrim ne zaman?” diye sordurmak oldu.
Avustralya’nın ikili parti sisteminin iki tarafı da göçmenlerin dertleriyle ilgilenmiyor başka coğrafyalardaki devletlerin bu meseleyle ilgilenmediği gibi. Yıllardır farklı coğrafyalarda göçmenlerin durumlarına ilişkin eldeki bilgiler, yaşanan protestolar; kamplardaki sağlık personelleri ve hastaneler üzerinden sağlanıyor. Ana akım medyanın ilgisini ise politikacıların kamp ziyaretleri çekiyor. Boochani’nin kitabı insanlık dışı sağ ya da sol yönetimlerdeki hiyerarşik devlet gücü hakkında apaçık bir beyan. Öyle gözüküyor ki var olan politik sistem insan haklarının savunulmasının gerekliliği konusundaki sesleri dinlememekte ısrar ediyor.
Papua Yeni Gine 2016’da Manus Hapishanesi’ni yasa dışı ilan etmiş ve sonunda Kasım 2017’de kapatmıştı. Avustralya’nın kendi topraklarına “izinsiz” girmeye çalışanlara karşı bulduğu çözüm, başka bir devletin toprağına göçmen kampı kurmak oluyor. Avustralya ve Papua Yeni Gine arasındaki bu muğlak siyasi durum, Kyriarchial sistem tutsakların daha büyük bir baskıyla karşılaşmalarına neden oluyor. Ayrıca Papua Yeni Gine’nin kararı sonrası karşı karşıya olduğu tehditler sebebiyle tutsaklar yaklaşık bir ay boyunca büyük çapta isyanlar düzenlediler. Bu eylemlere rağmen tutsaklar başka yerlere taşınmaya zorlandı. Boochani hala Manus Adası’nda ve ona ne olacağı belirsiz.
“Kuşun ilahisi ve insanın ilahisi
İlahiler birbirine karışır
Bu feryat.. doğanın.. doğanın feryadı
Bu feryat.. insanın .. insanın feryadı”
Lea Zusmanovicha
Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 50. sayısında yayınlanmıştır.
The post Göçmenin Kitabında Avustralya’nın Şiddeti – Lea Zusmanovicha appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post Paylaşma ve Dayanışmanın Büyülü Dünyası Çocuk Kitapları- İrem Gülser appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>Uslu durmadığında azarlanan, hanımefendiliği beyefendiliği elden bırakmaması gereken çocukların sürüldüğü alan AVM’lerdeki yapay çim halılarla plastik kaydıraklar. Hem içerde hem dışarda aşılmaması hedeflenen çitler çocukları bekliyor.
Keşif eylemi her zaman büyüleyicidir. İnsanın kendi özünü inşa etme keşfi ise şüphesiz en cezbedici olandır her zaman. Günlük yaşamda kapitalizmin sıkıştırdığı her alandan bir şekilde sıyrılmak isteyen her insan, karşısına çıkan bir kitapta bulur kim olacağını yahut olduğunu; çıkış yollarından biridir bu. Bir yazarın kurgusuyla her ay başka bir kitabın rehberliğinde yaşamak, o kitapla yoldaş olmaktır.
Hal yetişkin için böyleyken kafasındaki bembeyaz sayfaya binbir türlü rengi yerleştirmeye hemen hazır ve hevesli çocuk için kitap okumanın yaratacağı gücün büyüklüğü tahmin edilemese gerek. Hele -anne karnını saymazsak- bir çocuğun en hızlı ve verimli yaş aldığı dönem ilk yıllarıdır. Dolayısıyla çocuğun ilk oyuncağı olan onu yetiştirenler kadar, kitaplar aracılığıyla kafasında üreyecek öğretiler de oldukça kritiktir.
Doğumumuzdan itibaren gerek aile kurumu gerekse eğitim sürecinde kendini meşrulaştıran; bencil, rekabetçi, hazcı bireyler yetiştirmek isteyen devlet için toplumsal rolleri belirlemek açısından edebiyat, bilhassa çocuk edebiyatı kullanışlı bir kanal görevi görür.
Toplumsal aidiyetlerin nerede, nasıl, kimin tarafından yapılacağı doğduğumuz andan itibaren kafamıza bir şapka doğallığıyla takılıverirken bireyciliğe teşvik edilip her şeyi tek yapmaya özendirilen çocuk, ancak otoritenin izin verdiği alanlar içinde kalıyor, kendine güvenli alanlar oluşturmayı edimliyor. Bir yandan elinde olanı paylaşmaktansa saklayıp karşılıksız hiçbir şey yapmamayı/vermemeyi huy edinirken öteki yandan dışarısının her daim tehlikeli olduğu tembihleniyor, kendi biricik alanına hapsoluyor. Zaten halihazırdaki kapitalizm iştahıyla binaların dışında kendilerine yer bulamayan, dışarısı dediğimiz “kamusal” alana kendi başına çıkamayan çocukların ellerine bir de sorunlu kitaplar verdiğimizde, onları çıkmaza kendimiz itiyoruz. Uslu durmadığında azarlanan, hanımefendiliği beyefendiliği elden bırakmaması gereken çocukların sürüldüğü alan AVM’lerdeki yapay çim halılarla plastik kaydıraklar. Hem içerde hem dışarda aşılmaması hedeflenen çitler çocukları bekliyor.
Şu an hâlihazırda yayımlanan metinlerin çoğu ince eleyip sık dokunacak cinsten. Öncelikle erkek kitap karakterleri güçlü, kahraman, atik, inşa eden-oluşturan, tamir eden rollerinde çizilirken kadın karakterler tedirgin, korkak, uslu; eve dair her türlü işte uzmanlaşmış yahut buna teşvik edilen; ev dışındaki işlerde yardıma muhtaç olan rollere uygun görülüyor. Aynı sıkıntılı yapı hayvan karakterleri üzerinden yazılan metinlerde de mevcut. Dişi olan hayvanlar daha korkak betimlenirken dişi olmayan hayvanlar daha vahşi, cesur çiziliyor.
Halihazırda kendi anne babasında bu yerleşikleri görüyorsa hele, düşünecek aksi şeyler; üzerine gidilebilecek yeni sorular vermeyen kitaplar okuyan çocuk, bu ‘doğallığa’ inanıyor. Dolayısıyla anne dediğinde gözünde ilk canlananlar bulaşık sesi, baba dediğinde direksiyon çeviren bir çift el.
Bizim kuşak mesela, kardeşi Arda denizde gemi yüzdürürken kurabiye yapıp oyuncak bebek arabası süren “Ayşegül Küçük Anne”yi kafamızdan nasıl atacak? Öğrenirken zorlandığımız, zorlandıkça reddettiğimiz rol bütünlerini kafamızdan atmamak, aksine ayırdına çabuk varıp ayıklayabilmek belki de en doğrusu. Ayıkladıkça da cesaretlenmek, yılmadan her türlü rengin yüz tuttuğu kitapları arayıp bulmak.
Bugün bu rollerin dışında tanımlanan kitap karakterlerini düşündüğümüzde aklımıza gelen en güzel çizilmiş örneklerden biri Özgür. Özgür ormanda doğup büyümüş bir kız çocuğu. Nasıl ormanda olduğunu bilmiyoruz. Kitabı okurken Özgür gibi hissediyoruz; doğadan kopmayı, ehlileşmeyi hiç istemiyoruz. Yaşamsal ihtiyaçlarını hayvanlardan, ormandan öğrenmiş Özgür’ü günün birinde insanlar buluyor ve hemen şehre getiriyorlar. Ona evde yaşamayı, giyinmeyi, temizlenmeyi, yemek yemeyi öğretmeye çalışıyorlar. Özgür’e göre ise bunların hepsi manasız ve saçma işler. O da kısa zamanda bunları reddedip özgür olduğu yere geri dönüyor. Özgür kitabında dikkatimizi en çok çeken şey Özgür’ü büyüten bir yol gösterici olmaması. Yani ailesiz, kendi kendini yetiştiriyor olması.
Biraz eskilere gidersek bize en umut verici karakterlerden biri elbette Pippi Uzunçorap. 1945 yılında yazılmasına karşın halen bizi etkileyebilecek en güzel kitaplardan biri olması, şüphesiz kafamıza çizilen her şeyi çok sağlam bir şekilde yıkabilmesi. Keza Pippi gerçek anlamda da sağlam olan her şeyi yıkabiliyor çünkü dünyanın en güçlü insanı. Yukarda sözünü ettiğimiz kitapların çoğunda çizilen uslu, oturaklı ve güçsüz kız çocuk karakterlerine muazzam bir karşı duruş niteliği sağlayan Pippi, Özgür ile benzer özelliklere sahip olarak ailesiz, her türlü otoriteye kafa tutuyor. Kendine özgü giyimi kuşamı, kendi yaşadığı ama istediği zaman sevdiği insanların girip çıkabildiği bir evi olan Pippi, kitabın içinde bize daima şunu söylüyor: Ben başımın çaresine bakabilirim!
Periler Dayanışmayı Anlatıyor kitabında ise karşılık beklemeden verdiğimiz ve ihtiyacımız kadarını aldığımız kolektif bir yaşama kollarımızı açıyoruz. Her perinin yapabildiği bir işin ucundan tuttuğu ve gün sonunda her şeyin dayanışmayla sürdürüldüğü bir dünya var karşımızda. Bu tür kitapların ayrıca bir öneme sahip olmasının nedeni, yazının başında bahsettiğimiz herkesin ‘görevinin’ baştan belli olduğu bir dünya çerçevesini çocuğun kafasında yıkabilecek olması. Aile dediğimiz şeyin herkesçe aynı insanlardan oluşmayacağına, olmaması ihtimaline; yaşamın kategorize edilemeyeceğine dair bir kitap.
“Papağan dumanı tüten kazana düştü. / Kazana tünemişti, başı döndü düştü. / Meraktan düştü, kazanın içinde boğuldu gitti.” diyor kitabın başlarında Eduardo Galeano. Kitaba ismini veren Papağan, kitabın başında ölüyor, böylece kitap Papağan’ı geri getirme mücadelesine dönüyor. İlk önce ölüm ile baş etmeye çalışan karakterler, daha sonra Papağan’ı diriltmek için kendilerinden bir şeyler feda ediyorlar. Yitip giden Papağan, temsil ettiği birçok şeyle; geri dönerken de etrafındaki her şeyin dayanışmasıyla diriliyor. Galeano’nun kitabını devrimci kılan da budur.
Bugün yarın ve her daim; perilerin dayanışmayı anlattığı, karıncaların bir salyangoz kabuğunu paylaştığı, içinde bulunduğu duvarları yıkan iki karşı kıyıdaki hayvanların yıktığı tuğlaları birbirlerine köprü yaptığı bir dünyayı o bembeyaz sayfaya yerleştirmenin güzelliği değil midir yalnız çocukları değil bizi de büyüleyebilecek olan?
Sıkıştırıldığımız zamanı aşan en keyifli şey değil midir okurken düşlemek, düşlerken eylemek, eylerken özgürleşmek?
Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 48. Sayısında yayınlanmıştır.
The post Paylaşma ve Dayanışmanın Büyülü Dünyası Çocuk Kitapları- İrem Gülser appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post Köpekleri Değil İnsanı Anlatan Filmler – Gürşat Özdamar appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>Kimi zaman iyi bir dost, kimi zaman bize göz olan rehberlerimiz, kimi zaman bizi güvende hissettiren gücümüz, kimi zaman sadece yanımızda dolaştırdığımız, kimi zaman da dişlerini etimizde hissettiğimiz köpekler…
Neredeyse 10 bin yıl önce evcilleştirilen, o zamandan bu yana evimizin ve yaşamımızın bir parçası olan köpekler pek çok kültür sanat eserine de konu oldu. Bir çok resim yapıldı, roman yazıldı onlar hakkında. Filmlere de konu oldu köpekler, hatta başrol oyuncusu dahi oldular.
Köpek Kalbi ve Köpek Dişi filmleri ise her ne kadar isimlerinde köpek geçiyor ve filmlerde köpek yer alıyor olsa da, köpek sembolleştirmesiyle esasen insanın hallerini anlatan filmler. Benzer distopya filmleri gibi, önce kendi yarattığı gerçekliği izleyiciye kabul ettirerek başlayan Köpek Kalbi ve Köpek Dişi filmleri, kurdukları hikayelerle asıl olarak otoriter ve baskıcı yönetimleri irdeliyor ve eleştiriyor.
Köpek Kalbi (Sobach’e Serdtse) belirli bir zamanda ve belirli bir coğrafyada var olan despot bir yönetimi bir bilimkurgu hikaye üzerinden başarıyla tasvirlerken Köpek Dişi (Kynodontas) filmi bir baba, bir anne ve üç çocuktan oluşan bir aile üzerinden genel olarak kapalı ve baskıcı yönetimlerin işleyişlerini ve bunun toplum tarafından sorgusuz sualsiz kabul edilişini ele alıyor.
Köpek Dişi
Geçtiğimiz ay gösterime giren Köpek Dişi aslında yeni bir film değil, 2009 yapımı. O zamandan beri film internetten izlenebiliyordu. Ama bu eşsiz filmi sinema salonunda, büyük perdede izlemek ayrı bir keyif açıkçası.
Yorgos Lanthimos’un yönettiği Köpek Dişi’nin senaryosunu Lanthimos ile beraber Efthymis Filippou ortaklaşa yazmış. Film, devletin kökenlerini ailede arıyor. Böylece bir aile üzerinden devletin ne demek olduğuna tanık oluyoruz.
Filmin konusuna gelince, babaları tarafından ancak köpek dişleri düşüp yeniden çıktığında dışarıya çıkabileceklerine inandırılmış olan üç genç, anne ve babalarıyla beraber şehirden uzak müstakil bir evde yaşamaktadırlar. Baba, çocuklarının dış dünya ile bağlantı kurmalarını engellemiş ve yalnızca kendisinin belirlediği biçimde yaşamalarını sağlamak için dili bile kendine göre biçimlendirmiştir. Deniz koltuktur, otoyol bir rüzgar türü, tüfek ise güzel beyaz bir kuş! İzleyene ilk başta tuhaf görünen bir yaşam. Oysa içerisinde yaşadığımız dünyada bize öğretilenler bundan ne kadar tuhaf? Örneğin özgürlük, satın alabilme serbestliği mi? Mutluluk, yeni bir ayakkabı mı? Peki bizler de devletin ve kapitalizmin istediği gibi davranmayı seçmiyor muyuz? Her sabah işe gidip patronları memnun etmemiz bu evde yaşayanların davranışlarından daha saçma değil mi? Peki asker olup ölmeyi ya da öldürmeyi seçtiğimizde ya da buna zorlandığımızda bizim evi ve bahçeyi korumak için köpek gibi uluyan bu aile üyelerinden ne farkımız kalıyor?
2009 yılında Cannes’dan ödülle dönen ve iki yıl sonraki Oscar’da en iyi yabancı film dalında dikkatleri üzerine çeken Köpek Dişi’nde anlatılan aile gerçekte yok! Ama Lanthimos’un bu filmle sorgulamaya açtığı ve tartıştırmak istediği pek çok şeyin içinde yaşıyoruz. Filmde evin büyük kızı köpek dişinin düşmesini beklemeyip kendisi kırıyor ve babasının arabasının bagajına saklanarak dışarı çıkıyor. Film burada bitiyor ve yönetmen bagaj kapağının açılıp açılmadığını izleyicinin yorumuna bırakıp gidiyor. Belki de aile ya da devlet baskısıyla kapatılmış olanların da dışarı çıkmak için harekete geçmesini arzuluyor.
Köpek Kalbi
Sharik isimli bir sokak köpeğinin ünlü bir profesör olan Philip Philipovich tarafından frankeştaynvari bir biçimde dönüştürülmesini konu edinen Köpek Kalbi, önce Mikhail Bulgakov’un yazdığı bir roman, ardından da Natalya Bortko’nun senaryolaştırıp Vladimir Bortko’nun yönettiği bir film olarak kendini duyurdu.
Günlerdir aç ve neredeyse ölmekte olan Sharik, profesörün kendisine sunduğu sucuk yüzünden ona güvenerek onun peşinden laboratuvarına gider. Ancak burada başına gelecekleri tahmin edemez. Profesörün amacı farklıdır, Sharik’i bir deneyinde kullanmak. Zorlu bir ameliyatla Profesör Sharik’e ölmüş bir insanın hipofizini ve testislerini nakleder. Bir süre sonra bir insan gibi düşünmeye başlasa da, Sharik ne insan ne de köpek olabilmiştir, çünkü kalbi hala köpek kalbidir.
Bulgakov, romanında, Ekim Devrimi sonrası Bolşevik Parti kadrolarının yeni bir toplum inşa etme sürecini eleştirir. Ama bunu yaparken var olan sansürü delebilmek için kişi ve olayları farklılaştırarak yer yer mizahi yer yer de bilim kurgu bir öykülendirmeye gider. Ameliyat ile devrimi, profesör ile de Lenin’i simgeler. Sharik ise ezilen yoksul Rus halklarını temsil etmektedir. Bulgakov’un, daha devrimin ilk yıllarında kaleme aldığı bu romanda, sınıfsız bir topluma geçiş aşaması olarak savunulan proleterya diktatörlüğünün baskıcı ve otoriter bir devletten başka bir şey olmayacağını öngörmesi dikkat çekici. Devrim sürecinde Kropotkin, kaleme aldığı bir bildiride “anarşistler, azınlıkların kitleler üzerinde kendi iktidarlarını oluşturmak ve örgütlemek için başvurduğu bir kuvvet olan devletin, bu ayrıcalıkları yıkacak bir kuvvet olarak hizmet edemeyeceğini savunurlar” diyerek Lenin’in kurmak istediği devletin bir çözüm olamayacağını net bir biçimde ifade etmişti. Benzer biçimde Paul Avrich’in o dönemden alıntıladığı üzere anarşistler “bolşevizm, devlet iktidarının adını, kuramını ve hizmetkarlarını değiştirebilir, ancak özünde iktidarı ve despotluğu yalnızca yeni biçimlerle korumaktan başka bir şey yapmaz” şeklindeki düşüncelerini yaymaktaydılar. Bulgakov’un daha ilk yıllarında Sovyet Devleti’ni başarılı bir biçimde çözümlediği romanını yazarken anarşistlerin bu konudaki düşüncelerinden etkilenmemiş olması düşünülemez.
Film, romanın yazımından yıllar sonra, ancak Sovyetler Birliği’nin çöküşünden sonra çekilebiliyor. Yönetmen, filmin renklerini yalnızca siyah ve kahverengi tonlarda tutarak bizi o yıllara götürmeye destek olmuş. Ya da romanın yazıldığı yıllardaki teknolojiyle çekilen filmlerin aşağı yukarı bu renklerde olacağını varsayarak romanın yazarı Bulgakov’a ve elbette romanı sansürleyenlere ayrı ayrı selam göndermiş denilebilir. Öyle ya, sansür kurulu otoriter bir yönetimin, bürokratik bir devletin özgürlük olduğunu düşünüyor ve toplumun da öyle düşünmesini istiyordu.
Tarih, gücü elinde tutarak halklara zulmedenlerin, onları insanlıktan çıkararak ezmeye çalışanların korkunç sonları ile dolu. Tarih özünden, değerlerinden, kültürlerinden, dillerinden zorla koparılmaya çalışılan bireylerin ve toplumların isyanları ile dolu.
Günün birinde bilim kurgu filmlerini keyif almak için izleyeceğiz. Köpekler üzerinden insanı anlatmaya çalışmaları, sembollerle ve göndermelerle bize mesajlar vermeleri, devletin ne kadar kötü bir şey olduğunu tekrarlamaları için değil.
Gürşat Özdamar
Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 46. sayısında yayınlanmıştır.
The post Köpekleri Değil İnsanı Anlatan Filmler – Gürşat Özdamar appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post D&R’dan Selahattin Demirtaş’ın Kitabına Sansür appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>Tekirdağ’ın Çorlu ilçesindeki AVM’de bulunan D&R mağazası, kitabı raflara ters bir şekilde dizdi. Aynı zamanda coğrafya çapında çok satanlar listesinde bulunan ‘Seher’ D&R’ın internet sitesinde ‘çok satanlar’ listesine hiçbir zaman eklenmemiş.
İnternet üzerinden D&R’a boykot çağrısı yapılırken henüz firmadan bir açıklama gelmedi.
The post D&R’dan Selahattin Demirtaş’ın Kitabına Sansür appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post 1886’nın Geleneği 47 Senedir Boston’da Sürüyor; LUCY PARSONS KOLEKTİFİ appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>
1969 yılında The Red Book Store (Kırmızı Kitabevi) adıyla kurulan kolektif, faaliyetlerine ilk başladığı yıllarda ABD’nin Cambridge kentinde bir bodrum katında, tek odalı bir kitapçıydı. 60’lı yıllarda, bağımsız kreşler, mahalle sağlık ocakları, aşevi kooperatifleri, “yeraltı” gazeteleri ve kitapçılar gibi “alternatif kurumlar” oluşturan toplumsal hareketin bir projesi olarak kurulan kolektif, tamamen gönüllü, kar amacı gütmeyen, kolektif olarak işletilen, radikal, bağımsız bir kitabeviydi.
Radikal işçi örgütlenme gelenekleri, toplantılar, film gösterimleri ve paneller düzenlediği ya da sadece vakit geçirdiği birçok kitabevi ve sosyal merkez kurmuştur. İşçilerin de vakit geçirdiği bu merkezler, 19. yüzyıl Amerikasında işçi mücadelesinin kalbinin attığı yerlerdi. Örneğin 1886’da Chicago’da 8-saat iş günü mücadelesi için kurulan Charles H. Kerr yayınevi, günümüzde hala faaliyetine devam etmektedir. Lucy Parsons Kolektifi, IWW sendikasının Bound Together, Philadelphia’daki Tahta Pabuç, Detroit’teki Fifth Estate vb.leriyle birlikte bu geleneğin sürdürücüsü olmaya devam ediyor.
Lucy Parsons Kolektifi sadece kitap satan bir yer değil; tartışmaların yürütüldüğü, okuma saatleri ve film günlerinin organize edildiği bir sosyal merkez gibi işliyor. Kolektife dair her konuda karar alma süreci kolektif olarak yapılıyor. İşlerin yürütülmesine katılan, kolektifin misyonunu kabul eden ve karar alma sürecine katılarak kolektifin parçası olmak isteyen herkes kolektif gönüllüsü olabiliyor. Sadece kolektif gönüllülerinin katılabildiği karar alma sürecinde kararlar konsensusla alınıyor. Ayda iki kez yapılan ve gündemin belirlendiği İdari Komite toplantısına ise isteyen herkes katılabiliyor. Her toplantıda farklı bir gönüllü kolaylaştırıcı rolünü üstleniyor.
Yerel örgütlenmelerin de kendi toplantılarını almasına imkan sağlayan kolektifte, her çarşamba dünyanın dört bir yanından direnişlerle ilgili filmlerin, belgesellerin gösterimi yapılıyor. Organize edilen bütün etkinlikler gönüllülerin ve destekçilerin kolektif çabasının bir ürünü olarak hayata geçiyor.
Yıllar içinde sürekli tartışılarak ve sözlü bir gelenek üretilerek kolektifin işleyişine dair genel bir çerçeve belirlenmiştir. Kolektif, hiçbir bireyin ya da grubun iradesini dayatmasına izin vermez. Bütün işler kolektif bir karar alma süreciyle belirlenir. Kolektife yeni biri dahil olmak istediğinde ise 4 haftalık bir tanıma süreci işletiliyor.
Lucy Parsons Kolektifi’nin ekonomik işleyişi tamamen kitap, dergi ve diğer materyallerin satışına bağlıdır. Bunun yanında bağışlar ve çeşitli etkinliklerle gösterilen dayanışmalar kolektifin varoluşunu sağlayan ekonomik etmenlerdendir.
Bir çok kez yer değiştirdikten sonra sosyal merkez işlevi de kazanarak Boston’daki yerine gelen Lucy Parsons Kolektifi, hafta içi 12.00, 18.00; hafta sonu ise 15.00, 18.00 saatleri arasında açık. Geride bırakılan onca yıl boyunca kolektifin dostları ve gönüllüleri çoğalmış, her daim özgürlükçü düşüncelere sahip insanların uğrak noktalarından biri olmuştur.
Lucy Parsons Kolektifi, toplumsal yeniden örgütlenmenin tartışıldığı ve deneyimlendiği bir mekan, düşünceleri yaygınlaştırmak ve alternatifleri keşfetmek için kültürel bir merkez olarak, gittikçe daha fazla endüstriyelleşip şirketlerin dayatmalarına boyun eğen kültürel alanda kendi deyimleriyle bir “diken” olmayı sürdürüyor. Var olduğu sürece de daha özgür ve yeni bir dünyaya açılan bir pencere olmaya devam edecek.
Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 35. sayısında yayınlanmıştır.
The post 1886’nın Geleneği 47 Senedir Boston’da Sürüyor; LUCY PARSONS KOLEKTİFİ appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post Kitap : ” Görmek “ appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>“Gördüğümüz” ya da “göreceğimiz” tüm seçimler düşünüldüğünde, parlamentarizmin iflas ettiği senaryoyu düşünmek açısından Görmek kitabı önem taşıyor. Bir düşünün; insanlar oy kullanmaya gidiyor ve “geçersiz oy” kullanmak yerine üzerinde amblem olmayan beyaz bir çembere damga basarak “beyaz oy” kullanıyor.
Anarşist Beyaz Oy Örgütü
Adı belirsiz bir ülkenin başkentinde seçimlerin yapıldığı gün bardaktan boşalırcasına yağan yağmur nedeniyle seçimlere çok az insan katılır. İktidar partisi de dahil en güçlü partiler, seçimlere katılımın az olmasının “demokrasiye vurulan bir darbe” olduğunu düşünürler. Seçim tekrarlanır; bu kez yağmur yoktur, insanlar sandığa giderler. Ama seçim, kimsenin ummadığı bir şekilde sonuçlanır. Atılan oyların %83’ü, pusulanın üzerindeki amblem olmayan, beyaz çembere basılmış, seçmenler “beyaz oy” kullanılmıştır.
Bu sonuç, hükümet yöneticilerinin hiç de hoşuna gitmez. Hükümet yöneticileri, “Beyaz Oy Skandalı”nı yaratanları bulmaya kararlıdır. Koca şehirde kimlerin “Beyaz Oy” attığını bulamayan iktidar, ani bir karar alır. Bir gecede, başkentteki bütün devlet kurumları başka bir şehre kaçar. Artık başkent, başka bir şehirdir.
Devletsiz kalan eski başkent adına herkes endişelidir. Çünkü devletsiz bir şehirde “kaos” olması bekleniyordur. Çöpleri toplayacak bir belediye bile olmadığından, bunun büyük bir sorun yaratacağı düşünülmekte ve toplumsal bir karmaşa olması beklenmektedir.
Hâlbuki işler hiç de böyle gelişmez. Eski başkent, devletsiz bir şekilde gayet iyi işliyordur. Herkes ihtiyaçlar doğrultusunda çalışır fazlasını talep etmez. İnsanlar kendi evinin önünü temizlediğinden, sokakları temizlemesi için belediyeye ihtiyaç hissedilmez. Ortada ne suç vardır ne suçluları yakalayacak polis, ne de onları yargılayacak yargı sistemi. Toplumsal işleyiş, sorunsuz bir şekilde sürüyordur.
Devlet olmadan, toplumsal işleyişin sorunsuz bir şekilde devam ediyor olması, iktidarların meşruluğunu yitirmesine neden olmuştur. Bu meşruluk yitimi, devlet yöneticilerini oldukça telaşlandırmıştır. Çünkü artık işlevsiz kılınmışlardır.
Yöneticiler, bu büyük tehdide karşı kesinlikle “Anarşist Beyaz Oy Örgütü”nü bulmaya çalışır. Bu örgütle ilgili araştırmalar ve soruşturmalar sürerken, 4 yıl önce bu şehirdeki herkesin “Beyaz Körlük” hastalığına yakalandığı ve bunun nedenini de bulamadıklarını hatırlayan yöneticiler, bu iki olayı birbiriyle ilişkilendirir. Kitap burada Saramago’nun ustaca yaptığı kurgusuyla “Körlük” romanına bağlanır.
“Beyaz Oy” olayından 4 sene önce herkesi kör eden “Beyaz Körlük” hastalığı, bu şehirde sadece bir kişiye bulaşmamıştır. Yöneticiler, “Anarşist Beyaz Oy Örgütü’nün” arkasında bu kadının olduğunu düşünerek, onu öldürmeye çalışır. Diğer yandan devletsiz bir şekilde işleyen şehri tekrar ele geçirmek için türlü çabaya girerler. Bunlardan en büyüğü, metroda patlatılan bombadır ve devlet, medya aracılığıyla manipülasyonunu sürdürür. Ancak bütün bu çabalar devletsiz işleyen bu düzenin bozulmasına neden olmaz. Hatta yöneticilerin bir kısmı kendi konumlarından istifa ederken, bir kısmı da birbirini ördürmeye girişir.
Non-Lucid Yöntemiyle Saramago’nun Görmek Kitabını Anlamak
Non-lucid yöntemi, felsefede kullanılan bir yöntemdir. Saramago’nun Görmek kitabını bu yöntemle anlamaya çalışmak, onun bakış açısını içinde bulunduğu siyasal kültürle beraber değerlendirebilmemizde yardımcı olacaktır.
Non-lucid yöntemi, bilinçli olarak yanlış anlamaya dayanır. Bu yanlış anlama, filozofların kendi felsefelerini oluşturmalarına yardımcı olmuştur. Felsefede yeni tarz ve anlamlı teorilerin çoğunluğu, yanlış anlamaya ya da hiç anlamamaya dayanır. Aristoteles’in, Hegel’in, Heidegger’in; Platon’u ve Kant’ı “anlamamaları” bu şekilde açıklanabilir.
Görmek romanının, belli noktalarda, “yanlış anlama yöntemiyle” değerlendirmeye ihtiyaç vardır. Bu yöntem bizim, yazarın yaşamını uzun bir süre geçirdiği İberya coğrafyasındaki siyasal kültürü algılamamıza yardımcı olabilir.
Saramago, kitapta içişleri bakanına boş oy atanlara anarşist dedirttiriyor. “Demokrasiye vurulan bir darbe” diye nitelediği “Anarşist Beyaz Oy Örgütü”nü kurdurtuyor. Aslında bakanın ağzından Saramago’nun söylettiği şey İberya’da, Kolombiya’da seçimleri protesto etmekte sık kullanılan bir yöntem. Bu coğrafyaların siyasal kültürlerinde olan bir yöntem. Özellikle İspanya Krallığı’nın kolonyal baskısında kalan coğrafyalarda, halkın mevcut işleyişi eleştirme yöntemi olarak kullandıkları “Beyaz Oy”, Saramago’nun dünyasında anarşist bir eylem. Halkın “her şeye rağmen” Beyaz Oy kullanmaya gitmesi, devlet sisteminin işleyişinde hemfikir olunan bir durum olarak görülebilir. İşte, non-lucid yöntemine ihtiyaç olunan yer tam da burasıdır. Yani bu eylem anarşist bir eylemdir. Tabi ki bu nedenlendirmenin altı boş değildir. Saramago’nun, kendi kendisine yeterli olan devletsiz bir coğrafyanın tasvirini yapması, bu bilinçli olarak yanlış anlamayı temellendireceğimiz yerdir.
Saramago’nun hikayesini kurduğu coğrafya, kendi yaşamını da geçirdiği İberya’daki siyasal kültüre, yani doğrudan demokrasinin deneyimlendiği coğrafyaların kültürüne çok yakındır. Bu siyasal kültürün içerisinde “Beyaz Oy”lar da sayılmaktadır. Yani “Beyaz Oy”ların da temsil ettiği bir siyasal gerçeklik vardır. Saramago, devletsiz durumda yöneticilerin durumunu iyi anlatır. Mevcut siyasal kültürün içerisinde kendisine bir rol bulamayan yöneticiler korkarlar ve halka saldırırlar.
Bu iki durumun beraber değerlendirilmesi, kitabı bilinçli olarak yanlış anlama yöntemiyle ulaştığımız sonuçtur. Ya da öyle anlamak istiyoruz!
Mine Yılmazoğlu
Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 27. sayısında yayımlanmıştır.
The post Kitap : ” Görmek “ appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post ” Manipülasyon ” – Gizem Şahin appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>Manipülasyon, insanları kendi bilgileri dışında, istemedikleri halde etkileme veya yönlendirme işlemidir. Manipülasyonlar, algılama ve öğrenme gibi zihinsel süreçlere etki ederek kişilerin davranışlarında veya fikirlerinde değişikliklere ve dönüşümlere neden olur.
Genellikle, insanların düşünce ve davranışlarını etkilemek için kullanılan planlanmış mesajlar bütünü olan zaman zaman propaganda ile aynı anlamda kullanılan manipülasyon; ancak, bireyi düşünme ya da eylem aşamasında edilgenleştirdiği için, olumsuz propaganda ile eş tutulabilir.
Çıkar elde etme uğruna bireyi edilgenleştiren farklı manipülasyon teknikleri, Nazi Almanyası’nda yoğun ve sistematik bir şekilde kullanılmıştır. Almanya’da 1933 yılında sırf insanlara kendi düşüncelerini kabul ettirmek ve halkın sadakatini kazanmak için özellikle de ırkçılık temelinde propagandalar yapılmış; propagandaların güçlü bir şekilde yapılması için de “Halkı Aydınlatma ve Propaganda Bakanlığı” kurulmuştur. Dr. Paul Joseph Goebbels’in sorumluluğundaki bakanlık, iktidarın kalıcılığı ve meşruluğu için gazete, dergi, kitap, miting ve toplantılar, sanat ve radyo gibi Almanya’daki her türlü iletişim aracının kontrolünü ele geçirmiştir. Nazi inançlarına veya rejime karşı tehdit oluşturan görüşler sansüre uğramıştır. Ayrıca en çok tercih edilen propaganda türlerinden biri olan korkuya başvurma yöntemi kullanılarak “Müttefikler Alman halkını yok etmeyi amaçlıyor” iddiası ile halkın desteğini ve sadakatini sağlamaya çalışmıştır.
Kapitalizmin rekabete dayalı çıkarcı ekonomisi insanları daha kolay sömürebilmek için propaganda yerine halkla ilişkiler kavramını oluşturmuş ve geliştirmiştir. Manipülatif pek çok öğe barındıran, olumsuz yönde propagandalar içeren halkla ilişkiler kavramı; kapitalizmin işleyebiliyor olmasına katkılarını sunmaktadır. Kapitalizmin kurumlarının halkın birincil taleplerine “nesnel” yaklaşması üzerinden söylem üreten halka ilişkiler, sadece kendini tanımlaması ve anlamlandırmasıyla bile ciddi bir manipülasyon gerçekleştirmektedir.
Manipülasyon kapitalist sistem için güçlü bir araçtır. Gerçeklikten uzak olarak ürettiği bir takım olgular ve genellemelerle sistemin sorgulanmasının da önüne geçmektedir. Bu genellemelerden en önemlisi, bireyin özgürlüğü durumudur. Fakat bu özgürlük, kapitalizmin savunduğu şekilde rekabetçi ve çıkarcı bireylerin özgürlüğüdür.
Bireyi edilgenleştiren olumsuz propagandanın ve doğal olarak manipülasyonun yayılması için çok farklı araçlar kullanılabilir; haberler, devletin resmi tarihinin yazılması, kitaplar, filmler, reklamlar, radyo, televizyon ve internet gibi…
Manipülasyon ve medya sıklıkla birlikte kullanılan iki kavramdır. Medyanın inandırıcılığı göz önünde bulundurulduğunda bu kullanımın nedeni daha iyi anlaşılabilecektir. Medya, yeni bir gerçekliğin yaratılmasında, dezenformasyon (bilgi çarpıtma) ve ilgisizleştirmede başarılı olmaktadır. Örneğin, bölünmüşlük yöntemiyle, kimi toplumsal ve siyasal olayların haberlerinin reklamlarla veya alakasız haberlerle kesilip dikkatlerin o konuda toplanması engellenir.
İktidar ve rant mücadelelerinde sıkça kullanılan manipülasyonla olumsuz bir propaganda hattı yürütülmektedir ve bu durum gerek devletlerin kendi tarihlerinin oluşumunda ve yazımında, gerekse sistemin meşruluğunu sağlayan “nesnel gerçeklik”lerde gizlenmektedir.
Tüm bu vurgulananlar üzerinden sorgulanması gereken; kapitalizmin ve devletlerin “nesnel gerçeklikleri”nin, manipülasyonlardan ne kadar bağımsız olabileceğidir. Manipüle edilmemiş bir gerçeklik arayışı olabilir mi?
Gizem Şahin
Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 27. sayısında yayımlanmıştır.
The post ” Manipülasyon ” – Gizem Şahin appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post Kitap: “Erdemin Simya Formülü Korsanlık” – Mine Yılmazoğlu appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>Kitap, müzik, film… Korsana hayır! Korsan alma, suça ortak olma!
Devletin yasasında korsan satmak da almak da suç sayılmasına rağmen, yüksek fiyatlarla satılan bir kitabı edinmek için korsan yöntemi sıkça kullanılıyor. Kitabın yazarla okuyucu arasındaki yolunu kesen basım ve dağıtım şirketleri, kitap için emek harcayan yazardan baskıcısına, ciltçisine, hamalından tezgâhtarına kimsenin emeğini önemsemezler. Bu şirketler fiyatları yüksek tutarak, daha fazla kazanmak için yol kesen haramidirler adeta. Korsan ise aradaki bu kazancın seviyesini oldukça “makul” bir seviyeye indiren üretenle, satanın ve alanın arasında özel bir ilişkinin kurulduğu sihirbazlıktır.
Yazar, kitabının hakkını şirketlere verdiğinde -ki vermek zorunda- şirketler kitabın fiyatını kitapla hiçbir alakası olmayan formüllerle belirlerler. Bu nedenle korsan kitap, kitabın hak sahibi olan şirketin daha fazla kazanmasını engeller. Bu, şirketler için büyük bir sorundur. Çünkü kapitalist sistemin bir parçası olan şirket, daha fazla ve daha fazla kazanma refleksiyle oluşmuştur. Günümüzde, bir şirket için kitap korsanlığının anlamı, 1500’lerdeki sömürgeci devletlerin -şirketlerin- sömürge dolu gemilerini, kara bayraklı korsanlara kaptırmalarıyla aynıdır.
Peki, bu nasıl bir sihirbazlık ki eski bir fotokopi makinasında ya da köhne bir matbaada basitçe çoğaltılan bir kitabın okuyucusu, devlet ve şirketler için nasıl bir korsana dönüşür? “Korsan kitap alma, aldırma” kampanyaları korsan kitap alanların açıkça korsan ilan edilmesi değil mi?
Çoğaltılması ve satılması kadar basit bir eylem olan korsan kitabı almak, bizi de sistemin algısında korsan yapıyor. Yazarın kitap başına aldığı %20’yi, kitabın basılmasından raflara dizilmesine kadar çalışan tüm işçilerin aldığı %5’i ve falanı filanı, yani tüm sömürüyü çıkardığımızda, şirketlere kalan %70’i ödemeyi istememek bir suç mu? Bu suç korsanlıksa, bizler de en azından dolaylı korsanlar olmalıyız.
Bütün bu basım ve dağıtım sömürüsüne karşı bizlerin dolaylı korsanlığının yanı sıra doğrudan korsanlaşan bir yazar olursa nasıl olur?
Brazilya-Rio de Janeiro’da doğmuş ve doğduğu bu “sıradan ülkeye” rağmen dünyanın “elit ülkelerinde” bile bilinen bir yazara dönüşmüş Paulo Coelho, bu rant sistemine doğrudan karşı koyan bir korsan yazardır. Bizim gibi “sıradan coğrafyalarda” bile bilinen en ünlü kitabı Simyacı’dır.
Paulo Coelho bu kitapta demiri altına çevirmek için simyacıyı arayan Santiago’nun yolculuğunu anlatır. Santiago’nun yolculuğu boyunca yolunu birçok “harami” keser. Her şeye rağmen simyacıyı arayan genç adam, günün birinde simyacıyı bulur. Simyacı, Santiago’nun beklediği gibi çıkmazken; onun söyledikleri de beklediği gibi çıkmaz. Simyacı ona, demiri altına çevirmenin önemsiz olduğunu; önemli olanın istediği gibi yaşaması yani düşlediklerini eyleyebilmesi olduğunu anlatır. Santiago’ya erdemden bahsederken; simyacı, paylaşma ve dayanışmanın, özgürlüğün önemini anlatır. Bizlerin de korsan tezgâhlardan bildiği bu kitap, belki de dünya üzerinde korsanı en çok basılan kitaptır. Paulo Coelho da Hindistan’da turistlere simyacının İngilizcesini satan korsan bir genç için şunu demiştir: “Bu genç ile onur duyuyorum. Bu çok onurlu bir iş.” Hindistan’daki bu genç belki de kitaplarını on senedir internetten indirilebilir formatta yayınlayan bu yazarın kendisi için düşündüklerini bilmiyordur. Hatta kitapları indirdiği Pirate Coelho internet sitesini de korsan bir site sanıyordur. Genç korsanın, Paulo Coelho’nun bizzat kendine ait olan bu siteyi korsan sanması ise bir sanının ötesinde, kapitalizm için korsanlıktır zaten.
İspanyol Endülüslü Santiago, simyacı kitabının sonunda zengin olmak isteyen İngilizle beraber çıktığı yoldan yine fakir bir çoban olarak döner. Fatıma’nın yanına döndüğünde demiri altın yapan formülleri öğrenememiş olsa da, simyacının ona anlattığı erdemin simya formülleriyle dönmüştür. Düşünmek ve düşlediğini eylemeyi öğrenen Santiago, özgür bir insan olmuştur. Paulo Coelho 1988’de yazdığı kitaptan kendi de etkilenmiş olacak ki zenginliğin kazanmak, daha fazla kazanmak olduğu kapitalizmin simya formüllerinden az biraz da olsa uzaklaşmıştır.
Şimdi Delhi’de ya da Rio de Janeiro’da ya da İstanbul’da bir korsan tezgâhtan alacağınız -ki artık yoktur- Simyacı kitabının korsanları arasında şirketlerle anlaşmayan yazar, polisten saklanan matbaacı, zabıtadan kaçan tezgâhçı ve siz varsınız. Ve belki de bu erdemli korsanlığın simyacısı bir Santiago.
Mine Yılmazoğlu
Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 26. sayısında yayımlanmıştır.
The post Kitap: “Erdemin Simya Formülü Korsanlık” – Mine Yılmazoğlu appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post Anarşizm Neyi Savunur? Emma Goldman appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>Yaşamını kadının özgürlük mücadelesine adamış ve bunun ancak anarşizmle mümkün olacağına inanan Emma Goldman, Amerika’dan Rusya’ya, Rusya’dan İspanya’ya devrim mücadelesindeki anarşistlere yoldaş, dünyanın dört bir yanındaki kadınlara da ilham kaynağı olmuştur. Ve dünyanın tüm iktidarlarınca ‘fevkalade tehlikeli’ bir kadın olarak ilan edilmiştir. Emma iktidarların korkulu kabusu, bizler içinse neşeyle dans, öfkeyle kavgadır.
Kitap, bir “Ne yapmalı?” iddiası taşımadan ‘geçmişin yükünü’ yeni nesillere yıkmadan, insanlığın büyük macerasına giden yegâne kurtuluşu ve onun yolu olduğunu bildiğimiz anarşizmin savunularını kendince tariflemektedir.
Günümüzde de hâla yakıcı ve uzlaşmaz bir problem olarak önümüze getirilen “bireysel-toplumsal” çatışmasının ne kadar suni bir tartışma olduğunu E.Goldman “bireysel ve toplumsal içgüdüler arasında, kalp ve akciğerler arasında olanın ötesinde bir çelişki yoktur: Biri, kıymetli hayat özünün deposu; öteki, o özü saf ve güçlü kılan unsurun kaynağıdır. Birey, toplumun kalbidir ve toplumsal hayatın özünü muhafaza eder; toplum, hayat özünü –yani, bireyi- saf ve güçlü kılan unsuru sağlayan akciğerdir.” değerlendirmesiyle gözler önüne sermekte.
Suç adı verilen kavramın ‘yanlış yönlendirilmiş bir enerji’ olduğunun vurgusu suç-ceza tartışmalarına getirilen dönemin eleştirel fikirlerindendir. Ve gerekçe olarak insan doğasının karşısındaki üç temele; aklı tahakküme alan dine, bedeni tahakküme alan mülkiyete ve ete kemiğe bürünmüş tahakküm olan devlete işaret ediyor.
Goldman, bu kitabında, yüzyıllardır anarşistlere ‘anarşizmin doğru ama uygulanamaz olduğu’ çıkışını yapanlara “İnsanlar ya kendi tarihlerine aşina değiller ya da devrimin yalnızca öğretilmediğini, aynı zamanda hayata geçirildiğini henüz öğrenememişlerdir.” savıyla net bir cevap veriyor.
Kitapta, militarizmden şiddet eylemlerine, hapishanelerden eğitime, kiliseden evliliğe ve aşka, hükümetlerden basın ve ifade özgürlüğüne dair birçok konuya dair anarşist yaklaşımı sade ve doğrudan bulmak mümkün.
Kitap aslında Emma Goldman gibi dersek teşbihte hata etmemiş oluruz. Bir anarşist, kadın, militan, propagandist kısacası düzen için gereğinden fazla tehlikeli olan Emma Goldman neyse, anarşizmin kısaca tariflenişi olan bu kitap da aynı minvalde.
Kitap gayet yalın bir anlatıma sahip ve bundan dolayı anarşizmin neyi savunduğunu merak edenler için ideal ve doyurucu bir kaynak.
The post Anarşizm Neyi Savunur? Emma Goldman appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post Kitap Tanıtımı: Anarşist Portreler appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>Hayatı boyunca verdiği anarşist mücadeleyle tüm Avrupa’ya nam salmış, teorisi kadar pratikleriyle de ünlenmiş Bakunin’den, anarşist hareketin şekillenmesinde belirleyici rol oynamış Kropotkin’e, Ukrayna köylü hareketiyle, devletin giremediği topraklarda özyönetim deneyimleri yaşayan Mahno’dan, yazdığı yazılarla idamlık olup yaptığı propogandalarla binlerce insanı etkileyen Mahno’nun yoldaşı Volin’e, işlemedikleri bir cinayetin suçuyla sadece anarşist oldukları için idam edilen İtalyan anarşistler Sacco ve Vanzetti’den, Meksikalıları “Toprak ve Özgürlük” bayrağı altında toplayan, devrimin taşıyıcılarından olan Ricardo Flores Magon’a… dünyanın farklı yerlerinden anarşizm için mücadele etmiş birçok anarşisti tanıtan bu kitap tarihi anlamak adına önemli bir kaynak oluşturuyor. Ayrıca kitap isimleri diğerlerine nazaran daha az duyulmuş olan, Kronstadt’lı cesur denizci Jelezniyakov’u, Mollie Steirmer’i, Paris Komünü’nden Gustav Landauer’i ve Brezilyalı anarşistleri de tanımamızı sağlıyor.
Avrich, kitapta geçmişteki olayları ve düşünceleri anlatırken, bunların günümüzde de ne kadar geçerli olduğunu, kitabın farklı bölümlerinde bize gösteriyor. İlk bölümün sonunda, Bakunin’in “bilimin egemenliğine karşı hayatın başkaldırısını” koyarak, bilimin hayatın bilgisi üzerine kurduğu egemenliği hakkında duyduğu kaygının, bugün nükleer ve biyolojik silahların gölgesinde yaşadığımızı düşünürsek, ne kadar yerinde olduğunu görürüz. Sadece bu teze bakılarak bile, tıpkı anarşist tarihçi Max Nettlau’nun dediği gibi Bakunin’in fikirleri “hala tazedir ve ebediyen yaşayacaktır.”
Kitabın Amerika’da idam edilen iki İtalyan anarşisti anlattığı Sacco ve Vanzetti ile ilgili bölümünde ise; Sacco ve Vanzetti’nin siyasal çalışmalarını hapishanede bile sürdürerek, son nefeslerine kadar kararlı birer anarşist olarak kaldıklarını belirten Avrich, tıpkı Sacco ve Vanzetti gibi özgürlüğün fethedilmesinin amansız bir mücadeleyi gerektirdiğini düşünen Malatesta’nın şu sözleriyle bölümü bitiriyor: “Önemli olan bugün, yarın ya da on asır içinde anarşizme ulaşıp ulaşılmaması değil, bugün, yarın ve daima anarşizme doğru yürümemiz.”
Yazar bir diğer bölümde ise, anarşist tarihte adı pek fazla duyulmamış olan, Kronstadt’ta devlet otoritesine karşı çıkan denizcilerden biri olan Jelezniyakov’dan bahsediyor. Özellikle Rusya’da anarşist harekette çok belirgin bir karakter olan Jelezniyakov’un, kendini mücadeleye nasıl adadığını, yoldaşı Volin’e söylediği şu sözler açıklamaya yetiyor: ”Başıma ne gelirse gelsin ve benim hakkımda ne söylerse söylesinler, bir anarşist olduğumu, bir anarşist olarak savaştığımı ve yazgım nasıl biterse bitsin bir anarşist olarak öleceğimi iyi bilmelisin.”
Geçmişten bugüne anarşizm; dünyanın çok farklı noktalarında yükselmiş ve her yerde adaletsizliğe, zorbalığa, tahakküme boyun eğmeyerek bugünlere kadar bizlere değerli bir miras bırakmıştır. Anarşist Portreler isimli kitap bu mirası anlayabilmemiz adına başvurulacak önemli bir kaynaktır.
Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 5. sayısında yayımlanmıştır.
The post Kitap Tanıtımı: Anarşist Portreler appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>