The post 4. Gıda Toplulukları ve Kooperatifleri Çalıştayı Başladı appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>Çeşitli atölye çalışmaları ile başlayan çalıştay önceki çalıştayların ve paydaşların tanıtımı ile başladı. Coğrafyanın farklı bölgelerinden gelen üreticilerin ürünlerinin de yer aldığı, çeşitli atölyeler ve sunumların yapılacağı çalıştay gün boyu devam edecek.
The post 4. Gıda Toplulukları ve Kooperatifleri Çalıştayı Başladı appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post Röportaj: Kapitalizmin Krizine, Ataerkinin Şiddetine, Dinin Otoritesine Karşı Dammeh Kooperatifi appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>Meydan Gazetesi: Dammeh’in kuruluş sürecinden biraz bahseder misiniz? Sizi Dammeh’i kurmaya iten zorunluluklar nelerdi, hangi amaçlarla çalışmalara başladınız?
Dammeh Kooperatifi: Dammeh 2015’te 12 kişiyle çalışmalarına başladı ve şu anda 50’nin üzerinde inisiyatifiyle yoluna devam etmekte.
Dammeh’in ilk yıllarında Beyrut’taki muhalif hareketler örgütlenmek için kendilerine ait bir alandan yoksundular, faaliyetlerimizi yürütmek buna bağlıydı bu eksiklik mücadelemizi hatta politik konumumuzu belirliyordu.
Başlangıçta bizim için net olan temel konulardan ilki ekonomik olarak bağımsız olmak ve bunu sürdürebilmekti. Faaliyetlerimizi yürütebileceğimiz fiziksel bir alan ihtiyacını giderebilmek ve bu alanın net politik değerlerinin olması da Lübnan’daki hareketlerin yıllar boyunca biriktirdiği deneyimi korumasını sağlayacaktı. İlk bir yılımız Dammeh’in politikasını anlatan el kitabını oluşturmakla geçti. Bu kitapçığı sürekli gözden geçirip güncelliyoruz.
Dammeh üyelerinin, politik düşünceleri ve kooperatifin hedefleri etrafında birleştiği belli başlı ilkeler bulunuyor. Bu ilkeler dayanışma, eşitlik, saygı, özen, kolektif yaşam, şeffaflık ve sorumluluk.
Bu değerler pratiğimizde, yaşam alanımızı, mücadelemizi ve projelerimizi toplumsal, ekonomik ve yaratıcı anlamda kolektif olarak sürdürmek, eşyalarımızı, kaynaklarımızı, becerilerimizi, bilgimizi ve fırsatlarımızı eşit olarak paylaşmak, iletişimimizde ve yaptığımız işte açık ve şeffaf olmak gibi daha ayrıntılı değerlere evriliyor.
Cinsiyete dayalı adaletsizliklere karşı, kadın ve trans bireylerin bedensel ve politik özgürlük mücadelesini temel mücadele alanlarından biri olarak görüyoruz. Cinsellik ve toplumsal normlara uymayan cinsiyetler konusunda çalışmalarımızda cinselliği olumlayan trans-kapsayıcı bir queer politika ve eleştirel feminist çerçeveyi benimsiyoruz. Bize göre kapitalizm ve ataerki, kadınları ve trans bireyleri ezen iç içe geçmiş sistemlerdir.
Devletin ve dinin baskılarına karşı mücadelemizde, sadece tutucu rejimin dış görüntüsünü değiştiren bir makyaj olarak değil, tüm karar alma süreçlerinde sosyal ve ekonomik olarak adalete dayanan bir sekülerliği amaçlıyoruz. Irkçılık karşıtı mücadelenin, sınıf mücadelesi ve cinsiyete dayalı adaletsizliklere karşı mücadeleyle yakından ilişkili olduğunu görüyoruz. Mülteciler ve göçmen işçilerle birlikte, baskıcı uygulamalara, politikalara ve normlara karşı örgütlü mücadeleyle ve sendikal faaliyetlerle dayanışma içerisindeyiz.
Ekonomik olarak ise komünist bir çerçeveyi benimsiyoruz ve kendi kendine yeten kooperatiflerde, girişimlerde olduğu gibi kaynakların ve üretim araçlarının doğrudan demokrasiyle işlediği, kararların ve inisiyatiflerin yerel olarak belirlendiği alternatif ve katılımcı modelleri destekliyoruz.
Küresel kapitalizmin dinamiklerini yeniden üreten uluslararası örgütlere, bağışçılara ve ağlara karşı direniyoruz. Irkçı İsrail devletine karşı boykotu, ambargoyu ve çeşitli yaptırımları destekliyoruz. Demokrasi ve insan hakları adı altında katliamların ve vahşetin beyaza ya da pembeye boyanmasına karşı direnişteyiz.
Biraz da günlük işleyişe dair konuşalım. Dammeh’in ekonomisi, yürüttüğü faaliyetler ve karar alma süreçlerine dair biraz bilgi verebilir misin?
Dammeh Kooperatifi’nin işleyişi kendi üyeleri tarafından finanse edilir ve özerktir. Bu işleyişi inisiyatiflerin dayanışması, bağışlar, çeşitli ürünlerin satışı ve etkinliklerden elde ettiğimiz gelirler ile sürdürüyoruz. Üyelerimiz, her ay maaşlarının %1 ile -%10 arasında bir miktarını üyelik aidatı olarak ödüyor, yalnız belirtmekte fayda var ki üyelerimizin değeri ödedikleri üyelik aidatıyla ilişkili değil.
Dammeh her şeyiyle onu oluşturan, sorumluluğunu alan, işlemesini sağlayan herkesindir. Harcama, satın alma ve gelirin dağıtılması gibi ekonomik kararlar dahil her kararda üyelerin eşit söz hakkı vardır. Dammeh kooperatifi, üyelerine her tür kişisel ve politik faaliyetlerinde bilgi ve beceri paylaşımı, ağlara erişim, ortak kaynakları ve araçları ya da bütün olarak ortak evi kullanma imkanı sağlar. Kooperatif işlerinin örgütlenmesi yine üyeler tarafından sağlanır.
Dammeh üyeliği, sadece katılma talebini dile getiren yerel ya da mülteci kadın ya da trans bireylere açıktır. Üyelerin Dammeh değerlerine ve el kitabına bağlı kalmayı, Dammeh’in sürdürülmesine ve karar alma süreçlerine zamanını, enerjisini ve yeteneklerini sunmayı kabul etmesi gerekir. Dammeh’in değerlerinin ya da el kitabındaki ilkelerin ihlal edildiği ya da sorgulandığı durumlarda hazır olmak adına şeffaflık ve sorumluluk ilkelerine bağlı olarak işleyen iç süreçlerimiz var. Örneğin Dammeh toplantılarının tutanakları her zaman bütün üyelerin ulaşabileceği şekilde hazır bulundurulur. Tüm ekonomik işleyişin detaylı bir muhasebesi yine tüm üyelerin ulaşabileceği şekilde hazır olmalıdır.
Küçük şeyleri tartışmak veya karar vermek için haftalık toplantılar yapılır, bu toplantıların tutanakları kaydedilmeli ve tüm üyelerin okuyabileceği şekilde erişilebilir olmalıdır. Politika el kitabıyla ilgili herhangi bir maddeyi güncellemek ya da önemli bir konuyu tartışmak ve karar vermek için ise üyelerin mutlak katılımıyla her üç ayda bir olağan “Dammeh Genel Meclisi” toplanır. Üyeler bu süreyi beklemeden bir “Acil Genel Meclis” çağrısı yapabilirler. Günlük kararları ve kişisel inisiyatifleri almak için bütün üyelerin katılımı aranmaz. Genel meclise ise yurtdışında olmayan üyelerin üçte birinin katılması gerekir.
Dammeh’in toplantılarında kararlar öncelikle konsensus ile alınır. Eğer tartışma için belirlenen sürede konsensus sağlanamazsa meclis ilerlemek için çoğunluk oyuna yönelebilir. Genelde çoğunluk oyu, katılımcıların yarısından bir fazlası ile kazanılır. En az iki üyenin kapalı oylama talep etmediği hallerde el oylaması kullanılır. Üyeler, bir kararın oylamaya gitmemesi ve daha fazla tartışma gerektirdiğini düşünüyorsa, karara şerh koyup oy birliğinin sağlanmasını isteyebilir.
Genel kurulda aynı zamanda üç ay boyunca çalışacak olan üç ayrı çalışma grubu için oylama yapıyoruz. Ev komitesi yaşam alanlarının temizliği ve mutfak ihtiyaçlarının temini gibi konularda ev ile ilgili her şeyin koordinasyonunu sağlıyor. Üyelik komitesi üyeler arasında ki iletişim, bir araya gelme ve oryantasyon etkinlikleri gibi üyelikle ilgili her şeyi örgütlüyor. Ekonomik komite ise üyelik aidatları, kira, elektrik faturaları gibi Dammeh ekonomisi ile alakalı her şeyi örgütlüyor.
Dammeh’in bir kooperatif olduğunu biliyoruz ve alternatif bir ekonomik işleyişi kurmaya yönelik çalışmalarını takip ediyoruz. Peki ya Dammeh’in bölgedeki politik hareketlerle olan ilişkisi nasıl?
Çalışmalarımızı henüz herkese açık bir şekilde duyurmuyoruz. Ekonomik olarak kendine yeterliğimizi ve politik olarak örgütlülüğümüzü tamamlayana kadar beklemeye karar verdik. 2015-2016 #YouStink sürecinde ilk “Feminist Blok” eylemlerinin parçasıydık. Göçmen işçilerin yürüyüşlerinde yer aldık. Halka açık sahillerin ve diğer kamusal alanların özelleştirmesine karşı hareketin bir parçasıyız. Kadın yürüyüşleri ve kadın mücadelesi ile ilgili çalışmalar yürüten feminist ağının bir parçasıyız. Suriyeli ve Filistinli göçmen işçilerle ilgili, ırkçılık karşıtı hareketin içinde de aktif bir şekilde yer alıyoruz.
Dünyanın farklı yerlerindeki benzeri kolektif, kooperatif deneyimlerden bildiğimiz gibi bu tarz faaliyetler yürüten yapılar polis baskısına ve faşist saldırılara maruz kalabiliyor. Daha önce buna benzer durumlarla karşı karşıya geldiniz mi?
Şansımıza Dammeh çok fazla tehdide maruz kalmıyor çünkü devlet ve öteki gruplar henüz varlığımızın farkına varmadı. Sürekli olarak diğer baskı altındaki gruplara mekanı açıyoruz. Örneğin dinci gruplar bir queer çalışmasını durdurması için hükümete çağrı yaptığında, Dammeh olarak çalışmalar için yer ve kaynak sağlamayı başardık. Ayrıca göçmen işçilerin özgürce örgütlenebilecekleri ve Lübnan kolluk kuvvetlerinin tehdit ve saldırılarına karşı güvenli bir alan sağlıyoruz.
Özellikle içerisinde bulunduğumuz süreçte dayanşma ilişkisi hepimiz için çok önemli. Sizin coğrafyanızda çalışmaları olan ve dayanışma içinde olduğunuz benzer deneyimler var mı?
Dammeh, kooperatif modelini inşa ederken, birlikler, hareketler ve kolektif bir güç oluşturmak için rejim tarafından yaşam alanları en çok daraltılan toplulukları bir araya getiren alternatif mekanları sürdürmeyi amaçlıyor. Ancak Lübnan’da bizim gibi fazla kooperatif yok. Göçmen toplulukları, bağımsız seküler öğrenci kulüpleri ya da feminist ağlar gibi birçok örgütü biz de destekliyoruz.
Son olarak gazetemizin okuyucularına neler söylemek istersiniz?
Zihinsel, duygusal ve fiziksel olarak birbirinize göz kulak olmalısınız. Yaşam alanlarınızın ve yoldaşlarınızın sorumluluğunu almak mücadeleyi güçlendirecek. Sadece sözlü olarak değil ekonomik olarak; bilgiyi, yeteneklerinizi ve ekonominizi paylaşarak birbirinizle dayanışma içinde olmalısınız. Sevgi, umut ve öfke ile örgütlenmeye!
Röp. Çeviri: Ahmet Soykarcı
Bu röportaj Meydan Gazetesi’nin 49. sayısında yayınlanmıştır.
The post Röportaj: Kapitalizmin Krizine, Ataerkinin Şiddetine, Dinin Otoritesine Karşı Dammeh Kooperatifi appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post Otorite, Hiyerarşi ve Cinsiyetçiliğin Olmadığı Bir Kolektif: Kuçe Yemek Kolektifi appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>Taksim’in dar, dolambaçlı sokaklarından birinde Kuçe Yemek Kolektifi. İşlemeli perdeleri, nostalji havası yaratan masa ve sandalyeleri, bir halat yardımıyla aşağı yukarı hareket eden asansörü olan; mor renkli dövizin, etkinlik afişlerinin, kooperatif-kolektif üretimi ürünlerin duvarları süslediği sıcacık bir mekan. Mekanın sıcaklığı ve çayın sıcaklığı ile beraber alt katta bulunan mutfakta kolektifin bireyleri Özlem ve Emel ile kolektif deneyimi ve işleyişi üzerine güzel bir sohbet gerçekleştirdik.
Kuçe Yemek Kolektifi, 15 Aralık 2017 tarihinde dört kadının fikriyle pratiğe geçti. Kolektif fikri, 23 yıllık lokanta geçmişi olan bir mekanın devredilme gündemiyle başlamış. Birbirlerini sokaklardaki eylemlerde ve çeşitli etkinliklerde tanıyan bu dört kadın, çok kısa sürede karar vererek ortaya para yerine emek koyarak ve mekan sahibi olan kadın arkadaşları dahil olmak üzere daha birçok dostunun, arkadaşının dayanışmasıyla mekanı devralmışlar.
Özlem, kolektif olma yolculuğunun başlangıcını “Daha önce kolektif deneyimi olan olmayan, mutfak deneyimi olan olmayan vardı. Birimiz topraktan, bitkilerden; kimimiz başka şeylerden anlıyordu. Birbirini farklı noktalardan tamamlayan 4 kişi başladı bu yola.” şeklinde ifade ediyor.
Peki ya İsim? Neden Kuçe?
Özlem “Sonra isim ne olacak diye konuşmaya başladık. Rosa mı olsun? Köstebek mi olsun? Kimimiz politik olsun ama ne olsun diye düşünüyorduk. Daha önce burada mutfakta çalışan Meryem’le telefonda konuşurken kuçe gibi bir şey dedi. Dikkatimizi çekti, ne demek dedik Kuçe. Göç yolu dar sokak anlamını taşıyor dedi. Sesi, anlamı oldukça hoşumuza gitti. Kuçe kelimesi Kürtçe’de var, Azerice’de var; Ortadoğu’daki birçok sese yakın. Boşnakça ve Hırvatça’da ise ev anlamını taşıyor. İstanbul bir göç yolu, göçmenlerin çokça yaşadığı bir yer; özellikle de Taksim. Ve kuçelere su serpmişem” deyip gülerek anlatıyor Kuçe isminin hikayesi.
Kolektifin İşleyişi, Karar Alma Süreçleri, Kolektife Katılım Nasıl Gerçekleşiyor?
Onlarca kolektifin bir parçası olmak karşılıklı hassasiyetlere dayanıyor. Manifesto misali bir metin hazırlamışlar. “Hiyerarşi, otorite, cinsiyetçilik karşısında ortaklaşmak önemli. Bu paralelde kolektif sorumluluk alabilecek ve bu kolektif ilişkilerin bir parçası olabilecek herkese açık Kuçe.” diyor Özlem. Sorumluluk onlar için önemli çünkü kolektifin asıl amacı bağımsız ekonomik bir model oluşturabilmek. O yüzden işleyişinin sağlanabilmesi açısından buraya dahil olan birinin bu sorumluluğun farkında olması gerekiyor.
“Bizim gibi yaşayan ve üreten insanlarla bir araya gelerek mikro yaşam formu kurmak istiyoruz. Bu aynı zamanda yaşamın kendisi olduğu için yaşama dair meselelerde de söz üretmeyi sağlıyor. Konsensus ile karar alma ve birçok kolektif toplulukta olduğu gibi biz de toplumda ötekileştirilen kimlik mücadelelerine dair söz üretme gibi değerler ile bu beraberliği sürdürüyoruz.” Özlem ve Emel bu sözleriyle Kuçe’nin salt ekonomik bir beraberlik olmadığını anlatıyor bize. Aralarında mekana gelip yemek yiyen, daha sonra destek olan, sonrasında ise kolektifin bir parçası olan arkadaşları var.
Kuçe Yemek Kolektifi’nde bir mutfak grubu bir de destek grubu bulunuyor. Mutfak grubu kolektifin doğrudan parçası olan haftalık karar alma süreçlerine dahil olan, kolektifin stratejik kararlaşmalarını sağlayan kolektifin bireylerinden oluşuyor. Destek grubu ise doğrudan ekonomik ve sosyal olarak kolektifin bireyi olmayan ama kolektifin işleyişi ve ihtiyaçları noktasında kolektif ile dayanışma ilişkisi içinde olan bireylerden oluşuyor.
Kuçe, bireyler arası ekonomik paylaşım konusundaki tartışmalarını halen sürdürüyor. Çünkü kolektif 1 yıl boyunca sadece kendi masraflarını karşılayabiliyor. Taksimin her geçen gün boşaldığı, insanların daha farklı merkezlere yöneldiği bir süreçte açılan kolektifin ekonomik zorluklar yaşaması bizleri şaşırtmıyor. Emel “Kar esas mesele olmasın. Biz klasik bir esnaf haline bürünmeyelim. Bunu da nasıl yapabiliriz? Çok parası olmayanların yemek yiyebildiği ucuz bir yer olsun istedik. Biz kendimiz de buraya hiç yeni bir şey almadık. Çoğu malzeme ikinci el üründü. Burada bizim gibi insanların yemek yiyebileceği uygunluğu yaratmak istedik. Özellikle sağlıklı gıda eşittir zengin, parası olan ikilemini kırmak istedik. Dünyadaki farklı modelleri inceledik. Kazanç sağladığımızda buranın devamlılığı, kooperatif gibi projelere yatırmak düşüncesi var. Kendi yaşamlarımızı buradan devam ettirmek önemli.” diyerek aslında kolektif oluşumların diğer şirketleşmiş işletmelerden farkını gösteriyor bize.
Kuçe Yemek Kolektifi, yemeklerinde kullandığı malzemeyi küçük üreticilerden, kooperatiflerden, kendisi gibi kolektif olan üreticilerden alıyor. Sebzeleri ise ekolojik pazarda çalışan ve onların destek grubunda yer alan bir arkadaşlarının dayanışmasıyla kolektife geliyor. “Bu bizim için önemli değer. Böyle değerleri ortaya koyduğumuzda bu karı etkiliyor ama bu değeri yaratmak bizim için daha önemli. Bunu yapmak zor çünkü bunu yaparken kapitalist bir modele dönüşme tehlikesini görmek lazım. Ki böyle modeller Avrupa’da var. Bizim için bağımsızlık önemli. Bize Kosgeb önerdiler, biz istemedik. Mekanı fon üzerine kurmak istemedik.” Emel ve Özlem bu sözleriyle dayanışma ekonomisiyle çıktıkları bu yolda ne ile yan yana durup ne ile karşı karşıya durduklaklarını vurguluyorlar.
“Dışarıda hayat çok hızlı. İnsanların kafasında bır yerden hizmet alırken veya mailden cevap alırken hızlı geri dönüş alma beklentisi var. Biz ise kolektif yapımızdan ötürü konsensus ile karar alıyoruz ve bu hızın dışında birbirimizi ikna etmek veya bir kararı içselleştirmek için zamana ihtiyaç duyuyoruz. Dışarıdaki hız ile buradaki yavaşlığı dengeleyebilmek zor. Birlikte karar almak ve bir pratik yaratmak için süre lazım.” sözleriyle onları kolektif olmalarından ötürü zorlayan bir durumu tariflemeye çalışıyorlar.
Özellikle paylaşmamızı istedikleri bir durum var. “Biri geliyor yarın ödevim var. Sizinle görüşmek istiyorum, diğeri mail atıyor şu zamana kadar şunu hazırlamam lazım. Biz de birlikte karar alıyoruz ve öyle hemen o anda dönüş yapamıyoruz. Ki bu tarz konularda otonom ve kolektif oluşumlara öncelik tanıma gibi bir kararımız da var. Alternatif ekonomiler, kolektif yapılar ile ilgilenen genç arkadaşların olması mutlu ediyor fakat onlara istediklerini verecek hız burada yok!”
Keyifli sohbetimiz birbirimizi tanımanın ve anlamanın mutluluğu ile sonlanıyor. Kuçe Yemek Kolektifi, sıcacık yemeklerini yemeye ve kolektifi tanımak, görmek isteyen herkesi sohbet etmeye çağırıyor. Taksim’e giderseniz o küçük, dar, göç yolundan geçmeyi unutmayın!
The post Otorite, Hiyerarşi ve Cinsiyetçiliğin Olmadığı Bir Kolektif: Kuçe Yemek Kolektifi appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post Devletin Görünmez Eli: Tanzim Satış appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>“Enflasyonla mücadele” kapsamında, piyasalara müdahale iki ay öncesinden başlamış; market zincirleri de dahil olmak üzere birçok işletme ürünlerinde indirime gitmiş ve “dış destekli ekonomik saldırı”lara karşı milli tavrın bir parçası olmuştu! Ama yetmedi. Marketlerdeki, pazarlardaki ürünlerin fiyatlarını denetlemek için ekipler oluşturuldu. Açığından gizlisine zam çeşitleri hakkında kamuoyu bilgilendirmeleri, zam yapan şirketlere yönelik lanetler eşliğinde devlet iktidarının koruyuculuğundaki tüm medya kanallarında servis edildi.
Polisiye tedbirler alınacağı uyarıları, hem Tayyip Erdoğan hem de damadı tarafından dillendirildi. Hemen uygulamaya geçirildi. Soğan stoklama nedeniyle, soğan depoları baskınları gerçekleştirildi. Patlıcan ve biberin aşırı pahalı olması sebebiyle marketlerde artık satılmayacağının konuşulduğu bir zamanda, market zincirlerine yönelen tehditlerle “milli seferberlik” yeni bir boyut kazandı.
5 Şubat’taki grup konuşmasında Tayyip Erdoğan, “Pazardaki fiyatlar için gerekirse ayar çekeceğiz. Belediyelerimiz vasıtasıyla ‘tanzim satış’ yapabiliriz. Devlet nasıl teröristlerin Cudi’de, Gabar’da, Tendürek’te mağaraların içinde işini bitirdiyse; halde terör estirenlerin işini de bitiririz.” diyerek, ekonomide de saldırgan bir politika izleneceğini müjdeliyordu! Ertesi gün, Hazine Bakanı Berat Albayrak, bu açıklamaya uyumlu bir açıklama da bulundu: “Bu konuda adımlar atılacak. Belediyelerimiz hızlı bir kurulumla uygun fiyatta tanzim satış yerleri imkanı sağlayacak. Tarladan sofraya profesyonel bir adım. Sera konusunda stratejik bir yatırım planlıyoruz. Güçlü bir ekosistem kuracağız”. Ekosistemin anlamını zorlayan açıklamalarıyla Albayrak sadece tüketim değil, üretim alanlarının da devlet eliyle yapılandırıldığı bir modelden bahsediyordu. İşsizliğin gün be gün arttığı; alım gücünün giderek azaldığı ve “asgari yaşama koşulları”nın düştüğü bu uzun süreçte, Berat Albayrak durumu yeni farketmiş olacak ki, sebze fiyatlarındaki artışı beklenmedik, marjinal, olağanüstü diye tarifliyor ve çözüm noktasında hızlı olacaklarından bahsediyordu.
Devlet hiyerarşisinin farklı pozisyonlarında bulunanlar tarafından destekleyici açıklamalar gelmeye başladı. Tanzimin sadece sebzeyle sınırlı kalmayacağını; temizlik malzemelerinin de benzer şekilde tanzim satış alanlarında satışa sunulacağından bahsediliyordu. Fiyat artışlarını engellemek için bunun yapıldığı ısrarla vurgulanıyordu. İstanbul ve Ankara’da belirlenen noktalardan tanzim satışları gerçekleşecekti.
“Stratejik alanda, devlet olmak zorunda”
Berat Albayrak, tanzim satış uygulamasını bu zorundalıkla ilişkilendiriyordu. Devlet müdahil olacak ve sorunu çözecekti. Tanzim satış noktalarında İBB şirketi Beltur işçileri çalışacaktı, tanzim satışın internetten satışı PTT’nin online mağazası ePttAVM ile gerçekleşecekti. Dışişleri Bakanı, ilaç, gübre ve tohumda da tanzim satışının olacağını; Ulaştırma Bakanı da, 2019 içinde tanzim satışları için kargo aracı olarak droneların bile kullanılacağını söylemişti.
Yapılan açıklamaların bir hafta sonrasında, planlanan noktalarda tanzim satışları başladı. Tüm ürünlerde 2kg kota olarak belirlenmişti. 14 Şubat’ta başlayan e-tanzim’de stoklar ilk günden tükenmişti. Belediyeler, Tarım Kredi Kooperatifleri aracılığıyla satılacak ürünleri çiftçilerden aldı. Tarım Kredi Kooperatifi Genel Müdürü, özel sektör mantığıyla düşünülmediğini, karsız bir satış olduğunu, aslında aracıların fiyatları yükselttiğini üreticiden tüketiciye aracısız bir model olması gerektiğini vurgulayarak “gıda” meselesinin politik bir şey olduğunun anlaşıldığı şu günlerde herkesi şaşırttı.
Şaşırttı çünkü iktidarda olduğu süre içerisinde, aralarında Paşabahçe Cam, Anadolu Cam, ERDEMİR, ETİ Alüminyum, SÜTAŞ, HEKTAŞ, Kristal Tuz Rafine, İnegöl Kibrit, Sümer Holding, BUMAS, Merinos, Yozgat Şeker, PETKİM, TÜPRAŞ, Soma Termik, AYEDAŞ, OYAKBANK, HALKBANKASI, ETİ Holding, KARADENİZ Bakır İşletmesi, Başak Sigorta, SEKA, TCDD Limanları, Denizcilik Limanları İşletmeleri, THY, Türktelekom gibi işletmelerin olduğu; 27 Tekel işletmesi, 22 Sümer Holding işletmesi, 5 Eti Holding işletmesi, 5 Karadeniz Bakır İşletmesi, 11 SEKA İşletmesi, 6 TCDD işletmesi, 4 THY işletmesi, 7 Emekli Sandığı İşletmesi, cam ve çimento sanayinden 5 işletme, metal sanayiinden 12 işletme, 3 tarımsal işletme, 9 gübre sanayii işletmesi, 17 şeker fabrikası, 4 et ve balık işletmesi, 5 enerji sektörü işletmesi, 57 elektrik üretim işletmesi, 10 termik santral, 18 elektrik dağıtım işletmesi, 5 banka, 7 maden işletmesi, 2 sigorta işletmesi, 15 denizcilik işletmesi, 7 turizm tesisi, 2 iletişim işletmesi, 12 farklı devlet kuruluşu daha özelleştirildi.
Özelleştirmenin devlet politikası haline gelmesi yeni değildi ama başkanından bakanına; vekilinden genel müdürüne serbest piyasanın hükümlerini kutsalmışçasına uygulamaktan kaçınmayanlar; şirket kayyumları, kamulaştırmalardan sonra devlet pazarı işine girdi!
Rusya ve periferisiyle yakınlaşmalar, Maduro üzerinden Venezuela’yla geliştirilen ilişkiler, ABD ve AB politikalarının hem de “emperyalizm” kavramını kullanarak karşı çıkış ve sonrasında “kamulaştırma” ve “kamusal” hamleler…
“Bu ülkeye komünizm gelecekse…”
Onu da biz getiririz demişti bir zamanlar Ankara Valisi Nevzat Tandoğan. ‘Halkın neye ihtiyacı var neye ihtiyacı yok biz biliriz’ diyordu yani. Hatta “Öküz Anadolulu, sizin iki vazifeniz var; birincisi çiftçilik yapıp mahsul yetiştirmek. İkincisi askere çağırdığımızda askere gelmek” diyordu. Devlet büyük bir vücutsa, kafa rolünü üstlenmek sıradan vatandaşa işçiye, çiftçiye düşmezdi tabi!
Komünizm ya da sosyalizm tartışmaları bir kenarda duracak olursa, (keza devletin ekonomideki rolü, kamulaştırma politikaları, antiemperyalizmin bürünebileceği milliyetçilik, devlet aracılığıyla mevcut siyasal konumunu otoriter bir şekilde elde tutma gibi tartışmaların sosyalistler tarafından içinde bulunduğumuz süreçte tekrar tekrar yapılması gerekiyor. Yoksa şimdiden bazı sol kesimlerin yaptığı gibi AKP’nin antiemperyalist dış politikaları olumlanabilir, gerici dedikleri siyasal özne “antiemperyalist mücadelenin taşıyıcısı konumuyla ilerici bir pozisyona gelebilir”!) devletin yeni ekonomik karakterine ilişkin tespiti iyi yapmak gerekiyor.
Devletin Ekonomiye Müdahalesi
Devlet, ortaya çıktığı zamandan bu yana toplumsal alana olduğu kadar ekonomik alana da müdahil olmuştur. Sanayi devrimi sonrası, devletin bu müdahilliğinin boyutu bir ölçü haline gelmiş ve bu ölçü noktasında ekonomik sistemler tanımlanmıştır. Ekonomik kararların alınmasının kontrolünün tamamen özel sektöre bırakılması yerine, devlette olması gerekliliği “kamu yararı” ile ilişkilendirilmiştir.
Kapitalist sistemde, serbest piyasa ekonomisi modeli en ağırlıklı uygulanan modeldir. Dünyada ilk kez İngiltere’de Thatcher hükümetiyle birlikte başlayan özelleştirme uygulamaları sonucu devletin ekonomideki rolü sınırlanmaya başlamıştır. Dünya çapında benimsenen/dayatılan serbest piyasa ekonomisinin bir sonucu olarak, önceden sadece devletin üretip sattığı çeşitli mal ve hizmetlerin, özel teşebbüsler tarafından da üretilip satılmaya başlanmasıyla birlikte devlet, ilgili piyasalardan çekilme eğilimi göstermiştir. Böylece işletmeci devletten düzenleyici devlet modeline geçilmiştir. Ekonomiye müdahale devlet kaynaklı değil piyasa kaynaklı gerçekleştirilmiştir. Devlet, bu modelde işletmeci olmak yerine düzenleyicidir. Bu tarz bir ekonomik sistem ve devlet rolüne, içinde bulunduğumuz coğrafyada 1980’li yıllarda geçilmişti. Öncesinde saydığımız devlet işletmelerinin özelleştirilmesini aynı politikaların devamcısı olarak görmek yanlış olmayacaktır.
Küresel kapitalist sistemin, sermayenin hızlı dolaşımını sağlamak için bu tarz bir devlete yani çok müdahil olmayan devlete ihtiyacı olduğu açıktır. Ulus-devletlerin yok olduğu, sınırların ortadan kalktığı, ekonomik birlikteliklerin sınırlarının küreselleştiği bir kapitalizmin “kriz” içerisine girdiği bir süredir konuşuluyordu. Küreselleşme-sonrası gibi farklı şekillerde isimlendirilen yeni kapitalist ekonomik süreçte, ortadan kaldırılamayan devletin ekonomideki rolü açık bir şekilde beliriyor. İçinde bulunulan krizden (daha öncelerde olduğu gibi) devletin ekonomiye müdahalesiyle kurtarılmaya çalışılıyor. Bunu yaparken ortaya çıkan otoriter başkanlar, hükümetler ve OHALvari devlet uygulamaları bir gereklilik olarak görülüyor.
Yaşadığımız topraklardaki devletin de ekonomiye müdahilliğini bundan bağımsız düşünmemek gerek. Anayasanın 48, 167 ve 168 gibi maddeleri devletin ekonomik alanı denetleme, gözetleme yetkilerinin yanında müdahaleler yoluyla da düzenleme yetkisi veriyor. Gerçi yeni sistemde, siyasal iktidarın anayasaya dayanarak iş yapmasına gerek yok. Her ne kadar bu ekonomik müdahaleler “bağımsız idari otoriteler” ya da “düzenleyici kurullar” tarafından gerçekleştirileceği iddia edilse de (Sermaye Piyasası Kurulu, Bankacılık Denetleme ve Düzenleme Kurulu vs.) bu kurulların bağımsızlığından bahsetmek gerçekçi olmaz.
Korporatizm
Bir yandan siyasal iktidara yakın ekonomik gruplara çekilen peşkeşin devlet politikası haline gelmesi ve ne olursa olsun bundan vazgeçilmemesi; öte yanda ekonomiye devlet müdahaleleri… Yani kapitalist sistemin korunduğu ancak, siyasal iktidarın hoşuna gitmeyen sermaye gruplarının yeri geldiğinde zor yoluyla etkinliklerinin engellendiği bir sistem.
Yani ekonomik sınıflar var; bu sınıfların bağlı oldukları yapılar var (sendikalar ve dernekler vs.) ve bu yapıların stratejisi devlet eliyle oluşturuluyor. Devlet istemediği takdirde, serbest piyasanın eline vurabiliyor.
Fransız devriminden sonra Orta Avrupa’da düşünce olarak ortaya çıkan, daha sonra yeni korporatizm adını alan, ilk kez İtalya’da Mussolini’nin iktidara gelmesiyle uygulanan ve ardından Almanya ve İspanya’daki Franco Diktatörlüğünce de benimsenen bir sistem var. Sınıfların loncalar biçiminde tanımlandığı ve devletin tüm bu loncaların temsilcisi olduğu, iktisadi hayata sınırsız bir biçimde müdahale ettiği, sermaye ve sendikalar arasındaki sınıf çatışmasını dengelenmeye çalıştığı ve özünde kapitalist sistemin korunduğu bir sistem.
Sistemde işçiler de vardır; patronlar da. Ancak herşey (haklar, ücretler, vergiler) devlet tarafından belirlenir, kontrol edilir. Özel mülkiyet yasak değildir; ancak devletin ekonomideki ağırlığı hissedilir. Sistemde hedef birey ya da sınıf çıkarları değil, devlet çıkarlarının korunmasıdır.
Mevcut siyasal süreci diktatörlük ya da faşizm diye okuyanların; devletin ekonomik hareketlerine bir de bu gözle bakması gerekir.
Devlet müdahalesini, otoriter devlet uygulamalarıyla beraber düşünmenin, en önemli kısmı geleceğe ilişkin öngörülerde bulunmak olacaktır. Bu öngörüden tanzim uygulamasına geri dönersek…
Peki, Pazarda Sebze-Meyve Neden Pahalı?
Hükümetin, Tanzim Satış uygulamasını uzunca bir zaman sonra tekrar çözüm olarak uygulamasına neden olan fiyatlardaki artışın sebebini iyi anlamak gerekiyor.
2014’te %8.2; 2015’te %8.8; 2016’da %8.5; 2017’de %11.9; 2018’de %20.3… Ekonomide son 5 yılda tırmanan enflasyon oranları. Son 10 yılda Dolar 1.31’den 7.20’ye yükseldi. Tanzim satışlarının temel sebebi gıda fiyatlarındaki artış. Bu da “olmayan” ekonomik krizle ilintili. Artan fiyatlarla ilgili suçluları sadece marketler ve hal toptancıları diye belirlemek; meseleyi ekonomik krizden uzaklaştırıyor.
Ocak ayında, enflasyonda yıllık en yüksek artış %30,97 ile gıdaydı. Yazın ortasından bu yana yoğunlaşan ekonomik kriz verilerinin sayısal göstergeler dışında da bir şeylere tekabül ettiğini deneyimlemekteyiz. Ekonomideki hareketliliklerin etkisinin uzun vadede hissedileceğini bilmek için iktisatçı olmaya gerek yok.
Artan fiyatlara ilişkin “enflasyonla mücadele” kampanyaları, depo baskınları ve saldırgan ekonomi politikaları işe yaramayınca, belediyeler aracılığıyla tanzim satış noktaları kuruldu. Kuruldu kurulmasına ancak 2,5 aylığına! Tanzim satış noktalarının geçiciliği, ekonominin geleceğine ilişkin soru işaretleri yarattığı gibi, tüm bu kurgunun yerel seçimlere yönelik olduğu tartışmalarına yol açtı. Tartışılan bunun seçim kampanyası olduğundan çok, alenen yapılan bu “seçim şov”unun başarıya ulaşabileceğiydi.
Seçim için Tanzim Şovu
Bir yandan spekülatif hareketlerin yatıştırması öte yandan da pazar ve marketlerdeki fiyatların düşmesi… Tanzim satışlarla kısa süre içerisinde planlanan şey işte tam da bu. Piyasanın dengeleyici elinin ortalarda görünmediği bir anda devletin eli giriyor devreye.
Aslında bu tarz bir ekonomik müdahalenin uzun vadede daha derin bir krizi besleyeceği tahmin ediliyor. Ve daha serbest piyasacı yorumlarla bu tarz müdahalelerle piyasanın dengesinin bozulacağını öngörenler de var.
“Yine karneli ve kuyruklu günler” eleştirileri, muhalefetin ana gündemini oluşturuyor. Ekonomik olarak kötüleşme ve refahın azalmasının bir sonucu olarak tanzim satışları ve satış noktalarındaki kuyrukları yorumlayanlar bunun sandığa yansıyacağı kanaatindeler.
Tabi bir de bu kuyrukların, devletin hizmetine yönelik ilginin yansıması olduğunu düşünenler var. AKP, fiyatlara yönelik gereken hamleyi tam zamanında yapıyor ve bir zoruluğu daha alt ediyor! Zorluklarla mücadele edebilme; durdurulamayan enflasyona karşı savaş açma imajının, sandıkta AKP lehine bir duruma evrileceği de muhalif yazarların konuştukları arasında. İçerde ve dışarıda savaş ve güç üzerinden çizilen AKP imajının önceki seçimlerdeki etkisini hesaba katmak önemli.
Önemli olmasına önemli ancak, mevcut ekonomik krize ilişkin tek somut çözümü iktidar değişikliği olan muhalefetin çözümünün ne kadar gerçekçi olduğu tam bir muamma. Aslında ekonomik kriz, seçim odaklı muhalefetin de seçim kampanyası.
Biz hemen söyleyelim; seçimler sadece ekonomik krize değil, siyasal krizlere de çözüm olmayacak. Ve ekleyelim, üretim-tüketim-dağıtım, devlet ve kapitalizm dışında örgütlenmediğinde gerçekliği olmayan muhalefet düzen siyaseti içerisinde kendine biçilen rolü oynamayı sürdürecek!
Migros’tan Tansaş’a Tanzim
Tanzim satışlar, bu topraklarda daha önce hiç uygulanmamış değildi.
Belediyelerin, tanzim satışları sadece kurulan devlet iştiraklarıyla olmadı. 1954’te İstanbul Valisi ve Belediye Başkanı Fahrettin Kerim Gökay, İsviçre’de ucuzluğun kralı olarak tanınan Migros’la anlaştı. Koç ailesi ortaklığıyla pazara giriş yapan Migros, tartılmış ve ambalajlanmış ürünleri önceleri kamyonlarda tüketiciye sundu. Belediyenin 20 seyyar kamyonuyla İstanbul’da satışlara başlayan Migros’la fiyatların yükselmesinin önlenmesi hedefleniyordu. Fiyat düşürme işini, kamusal kuruluşlar yerine Migros yapacaktı. Rekabet şartları içinde, üreticiden malı büyük miktarlarda alıp ucuza satacaktı.
Migros ilerleyen zaman içinde mağazalarının artması, ürünlerini çeşitlendirmesi ve üst düzey mağazalarının açılmasıyla dünyadaki süpermarket furyasının içindeki yerini alacaktı.
Aslında, belediyelerin özel teşebbüslerle ortaklaşmadan gerçekleştirdiği tanzim satışları Migros’tan sonra kurulan Tanzim Satışlar Müdürlüğü’nün ilk mağazasıyla gerçekleşti. Çok değil 2005 yılındaki satılışına kadar, Tansaş ucuz ürünlerin satıldığı bir market olarak bilinirdi. Hatta 2005 yılında Koç’lar Tansaş’ı Migros’a dahil ettiğinde, İzmir’deki tüketim alışkanlığını birden değiştirmemek için isim değişikliğini oldukça sarkıtmıştı.
1973’te İzmir Belediye Başkanı İhsan Alyanak’ın kurduğu Tanzim Satış, ucuz et, sebze-meyve temin etmek için ilk mağazasını İzmir-Konak’ta açmıştı. Sonradan halka açılarak Tansaş adını aldı. İzmir’in ardından coğrafyanın birçok bölgesinde açıldı. Amaç, satıcı fiyatlarının yükselmesini önlemek ve tüketiciye daha uygun fiyatla ulaşmasını sağlamaktı. Belediye ve kamu kuruluşları tarafından yönetilmekteydi.
1976’da Tanzim Satış İstanbul’da, belediye başkanı Ahmet İsvan tarafından kuruldu (aynı şekilde 1977’de fırıncıların fiyat tekelini kırmak için Halk Ekmek kurulmuştu).
1986’da mağaza sayısı 12’ye ulaştı. Aynı tarihte, Tansaş İzmir Büyükşehir Belediyesi İç ve Dış Ticaret A.Ş. kuruldu. 1999’da hisseleri Doğuş Grubu aldı. 2005’te Migros’a satıldı. 2008’de mağaza sayısı 270’ti. Tanzim Satış noktası, süpermarkete dönüşmüştü.
Bu yazı Meydan Gaztesi’nin 48. sayısında yayınlanmıştır.
The post Devletin Görünmez Eli: Tanzim Satış appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post Üreticiden Tüketiciye Aracıların Sömürüsü – Nergis Şen appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>Geçtiğimiz haftalarda Hazine ve Maliye Bakanı Berat Albayrak, uzun zamandan beri çok tartışılan ve konuşulan aracılar ve komisyoncularla ilgili beklenmedik bir çıkış yaptı. Albayrak “yeni hal yasası” adı altında aracılar ile komisyoncuların sayısının azaltılacağını, ürünlerin makul bir fiyata çekileceğini, ürünlerin kalitelerinin arttırılacağını açıkladı.
Bu açıklamanın iki nedeni olabilir. Birincisi yine bir seçim öncesinde tabi ekonomik krizin çok da uzak olmadığı bu dönemde böyle açıklamalarda bulunarak insanların içine su serpmektir. Bir diğeri de, üretici tüketici arasındaki komisyoncu zincirini kimi büyük şirketlere devrederek şeffaflık söylemi altında kapitalistlere peşkeş çekmektir.
Peki, üreticiden çıkıp tüketiciye ulaşana dek ürünlerdeki fiyatların dengesizliği bu kadar aşikarken, yapılması düşünülen bu müdahaleler var olan gerçekliği değiştirebilir mi? Arada kapitalistler ve devlet oldukça, elbette hayır!
Pazara, markete ya da manava gittiğimizde meyve sebzelerin üzerinde yazan fiyatlar adeta cep yakıyor. Fakat öte yandan bu meyve ve sebzeleri üretenler hiçbir şey kazanamadıklarını söylüyor. Peki sizce bunda bir çelişki yok mu? Üretim maliyetleri ortada, satış fiyatları ortada. Bu durumda üreticinin kazanması hatta ve hatta zengin olması gerekmiyor mu? Fakat kazın ayağı öyle değil.
Burada gözden kaçan önemli bir faktör var. Hatta bir değil, birden çok fazla faktör var. İşte o faktörler dediğimiz şey, aracılar ya da komisyonculardır. İşte bu aracılar, hem tüketicinin çok daha ucuza alabileceği gıdalara astronomik rakamlar ödenmesine hem de üreticinin “yeter artık bu sene de mahsul elimizde kaldı.” diyerek tonlarca meyve ve sebzeyi kamyonlarla sokağa dökmesine sebep oluyor.
Elimizdeki tabloya baktığımızda ortada zarar eden iki tarafın olduğu çok açık. İşte iki tarafın zararını topladığımız zaman ortaya çıkan rakam ise aracıların karını gösteriyor. Peki kim bu aracılar? Neden bir ürün tarladan markete gelene kadar bu denli zamlanıyor? Bu süreç nasıl gelişiyor? Şimdi bu süreçlere şöyle bir bakalım.
ÜRÜNLER | ÜRETİCİ | HAL | PAZAR | MARKET | HAL/ÜRETİCİ | PAZAR/ÜRETİCİ | MARKET/ÜRETİCİ |
Kilogram Fiyatı | Kilogram Fiyatı | Kilogram Fiyatı | Kilogram Fiyatı | Fiyat Farkı
(%) |
Fiyat Farkı
(%) |
Fiyat Farkı
(%) |
|
ELMA | 1,31 | 3,06 | 3,33 | 5,21 | 133,59 | 154,45 | 297,91 |
NOHUT | 2,94 | 5,00 | 9,86 | 11,02 | 70,07 | 235,46 | 274,72 |
DOMATES | 1,58 | 2,10 | 2,83 | 4,08 | 32,63 | 78,95 | 157,51 |
PATATES | 1,28 | 1,73 | 2,42 | 3,03 | 35,69 | 89,54 | 137,56 |
KIRMIZI MERCİMEK | 1,89 | 3,20 | 6,86 | 6,97 | 69,31 | 263,10 | 268,93 |
TZOB’un Temmuz ayına ait üretici-tüketici fiyat raporu
Üretici ve Tüketici Arasındaki Zincirler
Çiftçiler farklı üretim şekilleriyle ürünlerini üretirken bizler bu üretim koşullarının bilgisine ulaşamadan neyin tam olarak nereden geldiğini, nasıl üretildiğini bilmeden bu ürünleri alıyoruz ve tüketiyoruz. Soframıza gelmeden önce tarladan çıkan bir meyve veya sebze -üretici ve tüketiciyi dışarıda bırakırsak- en az altı tane aracının elinden geçiyor. İsterseniz bu aracı zincirine sırasıyla bir bakalım. Meyve veya sebze üreticiden çıktıktan sonra; ilk olarak tüccar tarafından alınıyor. İkinci adımda komisyoncuya ulaştırılıyor. Komisyoncu elindeki ürünü üçüncü aracı olan sevkiyatçıya veriyor. Sevkiyatçı zincirin dördüncü halkası olan nakliyeciye, nakliyeci beşinci aracı olan ikinci komisyoncuya ve ikinci komisyoncu ise altıncı ve son aracılar olan pazarlara veya marketlere veriyor.
Bu zincirin her halkasında ürüne, herkes kendi karını ekliyor. Bir de üstüne devletin vergilerini koyduğunuzda, her seferinde ürünün fiyatının üzerine yüzde hesaplamaları ekleniyor. Biraz bunları detaylandırdığımızda da komisyoncu haliyle -biraz kar edebileyim düşüncesiyle- bir miktar eklemelerle fiyatı arttırıyor. Her halci aldığı fiyatın üzerine komisyon bedeli olarak; kendi komisyon bedelinden devlete ödediği %18 oranındaki vergiyi de düşünerek hemen hemen %8 oranında ekleme yapıyor. Sevkiyatçı; halden aldığı ürünü diğer şehirlerdeki hallere sattıran kişi. Sevkiyatçı ürüne bir miktar komisyon ekleyerek başka hallere ulaştırmak için ürünü nakliyecilere veriyor. Ellerine geçen üründe nakliyeciler, kendi kazançları için de bir miktar fiyat arttırma yapıyor. Burada da ürün fiyatına yine ekleme yapmaya sebep olacak nakliyat bedeli altında %18 denk gelen bir vergi ve mazot parası karşımıza çıkıyor. Ayrıca bir de bu durumların hepsine stopaj ekleniyor. Bu da üreticinin tescilli ürünü üzerinden %2’lik oranında kesilen gelir vergisidir. Eğer ürün tescil ettirilmezse bu oran %4’e çıkmaktadır. Bu şekilde ürünün bir bölgeden başka bir bölgeye gelene kadar çok fazla halkalara uğramasıyla, üst üste gelen vergi, komisyon ve masraflarla fiyatların sürekli arttığını görüyoruz.
Peki Üreticinin Kazancı Ne?
Üretici elindeki ürününü kendi yaşamını devam ettirebilmek için satışa sunuyor. Tüccarlar üreticiden var olan ürünü alıyor. Tüccar %2 gelir vergisi stopajını ve %1 bağ-kur kesintisini yaptıktan sonra kalan tutarı üreticiye ödüyor. Haliyle üreticinin de aslında bir şey kazanamadığını görmüş oluyoruz.
TZOB (Türkiye Ziraat Odaları Birliği)’nin bu sene temmuz ayında açıkladığı üretici-market fiyatlarında kirazın üreticiden 2 liradan çıkış yaptığını görüyoruz. Kiraz hale geldiğinde 3,33 lira oluyor. Pazarda karşımıza 3,88 liradan çıkan kiraz markette ise 6,48 lira oluyor. Tüm bu aşamaların sonunda, üretilen meyve veya sebzelerin marketlerdeki fiyatlarından %45’inin aracıların payına ve %11’inin vergilere gittiğini öğrenince fiyatların nasıl pahalı olduğunu görüyoruz.
Hal böyle olunca da elimizde bir kilo olan domatesin üçte birini devlet, üçte birini ise aracılar alıyor. Ee geri kalan kısmı ise biz şehirde domates bekleyenlerle üretici paylaşmış oluyor. Aslında bu, şu anlama geliyor: Akşam kurduğumuz sofraya tam oturmak üzereyken ve sofrada leziz bir menemen bizi beklerken ansızın kapı çalıyor. Kapıyı açıyorsunuz, bir bakıyorsunuz ki, karşınızda iki kişi… Biri devlet diğeri aracı. “Ooo biz de çok acıkmıştık.” diye teklifsizce kapıdan içeri giriveriyorlar. Sen masaya oturmaya fırsat bulamadan ekmeği banıp banıp menemenin çoğunu bitiriyorlar. Onlar evden ayrılırken sofrada kırıntılarla, sen ve kapıda bekleyen üretici hüzünlü ve aç bir geceye buruk bir merhaba diyorsunuz.
Ürünün her halkasındaki kişiler bu durumun çok normal olduğunu, kendilerinin zaten çok az kazandığını söyleseler de bizlerin cebinden çıkan tutarın kat kat arttığının, üreticinin ise bir şey kazanamadığı gerçekliğinin üstünü hiçbir şey örtmüyor.
Aslında Biz Ne Yiyoruz?
“Çiftçinin farklı üretim şekilleri” diyerek yazıya başlamıştım. Şimdi bu üretim şekillerini ve aslında bu kadar pahalı ne yediğimize bakalım. Yaşadığımız topraklarda çiftçiler genellikle iki farklı şekilde üretim yapmaktadırlar; modern tarım ve geleneksel tarım. Modern tarım; yapay gübrelerin, ilaçların, makinaların kullanıldığı ve genetiğiyle oynanmış yada hibrit (melez) tohumlarla üretimin yapıldığı tarım yöntemidir. Geleneksel tarım ise bunların (gübre, ilaçlama, makina vs.) çok az kullanıldığı ya da hiç kullanılmadığı ve genellikle “atalık tohumlar”ın kullanıldığı bir tarım yöntemidir.
Tüccarlar genellikle ürünü ucuza alabilmek adına modern tarım yöntemiyle elde edilmiş ürünleri tercih etmektedirler. Fakat bu ürünlerin pahalı olmasının yanında besin değeri açısından da hiçbir değeri bulunmamaktadır.
Geleneksel tarımın ise aşamaları hem emek hem de maliyet olarak daha fazla olduğundan tüccarlar bu yöntemle üretilen ürünleri, satabilmeleri pek mümkün olmadığından tercih etmiyorlar. Tabi bu arada geleneksel tarım yöntemi de adına “organik, ekolojik, doğal” denilerek kendi piyasasını yaratmış bulunmakta. Ekolojik pazarlarda veya marketlerin organik reyonlarından bu ürünlere ulaşmak artık çok kolay. Ancak günümüzde bizler modern tarım yöntemiyle üretilmiş ürünleri zaten yüksek rakamlara alırken geleneksel tarım yöntemiyle üretilmiş ürünleri bu ekolojik pazarlarda veya organik reyonlarından çok daha fahiş fiyatlara alıyoruz.
Hem Sağlıklı Hem Ucuz Gıda Mümkün Mü?
Bu sorunun cevabı ise elbette mümkün olmalıdır. Çünkü bunu mümkün kılmak isteyen birçok üretici ve birçok tüketici var. Aracıları ortadan kaldırarak geleneksel tarım yöntemini benimseyen üreticilerin ürünlerini ise, bu ürünleri karşılıksız bir şekilde tüketiciyle buluşturan kolektifler, gıda toplulukları ve kooperatiflerde bulabiliriz. Üstelik herhangi bir aracının olmadığı doğrudan üreticinin ve tüketicinin arasındaki ilişkisi üzerine kurulu bu sistematikte “yediklerimiz gerçekten ne” sorusunun cevabı “temiz, sağlıklı ve güvenilir” olacaktır. Bahsettiğim bu sistematiği benimsemeyen üretici ya da tüketici köylü ya da kentli kurnazları da yok değil. Ancak bırakalım onlar kendi kurnazlıklarının peşinde birbirlerini yesinler. Ben samimiyeti ve doğruluğu benimseyenlerden bahsediyorum.
Bu tarz bir kolektif, gıda topluluğu yada kooperatifin amacı; geleneksel tarım yöntemiyle üretilen meyve ve sebzenin, üreticiden doğrudan, hiçbir kar amacı gütmeden tüketiciye ulaştırmaktır. Ürünün üretiminden, dağıtımına ve tüketimine kadar gerçekleşen sürecin tamamında üretici ve tüketici başta olmak üzere tüm ilgili kesimlerin sözünü söyleyebileceği ve inisiyatif olabileceği yolları geliştirmektir. Tüketici istediği zaman üretim alanlarını ziyaret edebilir hatta üretimin bir parçası olabilir. Bu tarz bir sistematikte daha fazla üreticiyle tanışarak, yeni bileşenleri ile beraber var olan ihtiyaçların doğrultusunda üretimin ne kadar gerçekleşebileceğini zamanla üretici ve tüketici birlikte karar verebilirler. Bu şekilde, aracılar vasıtasıyla aldığımız güvensiz ürünlerin yerine hem üreticisini tanıdığımız hem üretim koşullarını bildiğimiz hem de daha da ucuza aldığımız güvenilir gıdaya ulaşmak mümkün hale gelmektedir.
Nice aracısız yaşama, nice güvenilir ürünlere, nice kolektif ve kooperatiflere…
Nergis Şen
Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 47. sayısında yayınlanmıştır.
The post Üreticiden Tüketiciye Aracıların Sömürüsü – Nergis Şen appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post KRİZE KARŞl PAYLAŞMA VE DAYANlŞMA appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>
1 Mayıs 2012 tarihinde, 26A Kolektifi Taksim’de bulunan işçilere 5 bin adet sandviç dağıttı.
Olmayan Kriz
Kabine üyeleri aralarında söz birliği etmiş. Kimse ağzına kriz kelimesini almıyor. Tayyip Erdoğan öyle buyurduktan sonra ters de düşmek istemiyorlar. Kişisel gelişim kitapları gibi; olumlu düşünürsen olumlu olur! Eğer kriz yok dersen kriz olmaz. Ya da söylem politikası; söyleme döküp var olmasını istemiyorlar! Medya aracılığıyla krizi oldurmamaya çalışıyorlar!
Eğer para biriminiz bir yıl içerisinde %45 değer kaybediyorsa; %17.9’luk enflasyon, %6.25 faiz artırımı, %15’e varan işsizlik oranları ortaya çıktıysa; farklı ürünlerde değil fiyat artımı yaşanması, gizli stratejik “zam sanatları” oluşturuluyorsa; başkanın damadı Hazine Bakanı ara ara çıkıp kısa, orta ve uzun vadeli programlardan bahsediyorsa; kemer sıkma politikalarının yönetilmesi için Maliyet ve Dönüşüm Ofisi kurulmuşsa; ABD kaynaklı olduğu iddia edilen krize, yine aynı kaynaklı ekonomik danışma şirketi McKinsey ile çözüm aranıyorsa; iş yeri kapatmalar, işten atılmalar, ücretlerdeki genel düşüş artmışsa; ekmekten domatese, elektrikten doğal gaza fiyat değişiklikleri sadece bizi şaşırtmakla kalmıyor ihtiyaçlarımızı karşılayamaz bir duruma geliyorsak… O zaman kriz var demektir. Termodinamiğin birinci yasası; enerji yoktan var edilemez, varsa da yok edilemez! Tüm bu somut verilerle, krizin olmadığını iddia edenler var olanı yok etmeye çalışıyorlar.
Daha geçen yıl protesto için dolarlarını yakanlar ya da iphone’larını kıranlar, bugün bu gelişmeleri sessizce izliyor. Ne oldu da ekonomimizi bir ABD şirketine devrettik diye de sormayınca kriz olmayıveriyor!
Ama gerçek ekonomik durum hiç de öyle parlak değil. Kendini ekonomide de tek güç olarak belirleyen Erdoğan, varlık fonuna da kendini başkan olarak atayarak günü kurtarmaya çalışıyor. Sıcak para gelmesi uğruna Venezuela ve Katar gibi ülkelerle ilginç ilişkiler geliştirmesi de, imar barışı bahanesiyle ev sahiplerinden gelecek paraya gözünü dikmesi de bundan.
Son seçimler öncesi her bir oyun peşine düşerek “kardeşinizi destekleyin, görün dövizin faizin halini” diyen Erdoğan, şimdi içine girdiği durumdan nasıl çıkacağını düşünüyor. Bugüne dek olduğu gibi şimdi de ekonomideki kötü gidişin kabahatini hep başkalarına yüklüyor. Böylece bir taşla iki kuş vurmanın hesabını yapıyor.
Oysa olmadığı iddia edilen kriz bırakalım teğet geçmeyi, tam da 12’den hedefini vuruyor. Çünkü bu sistem, ithalatı artırarak dış borcun daha da kabarmasına yol açan, para politikalarındaki uygulamalarıyla dövizin değerini iki katına çıkaran, rantçıya ve köşe dönücüye teşvik veren bir sistem, bu sistem kapitalizm.
Krizden ve Kapitalizmden Çıkış: Yeni Bir Ekonominin Şimdi Yaratılması
Küresel bir kapitalist sistemde, küresel ölçekte bir güce sahip olanların ve sermayeye sahip olanların ezilenlere dayattığı toplumsal bir gerçeklik olarak kriz; ezilenler için işsizlik ve yoksulluk anlamına gelir. Bu yüzden de yoksulluktan, ezilmekten ve krizden kurtuluşun yöntemi kapitalizmden kurtulmayı gerektirir.
İşte bu bağlamda, farklı farklı coğrafyalarda ve dönemlerde ekonomik krizlere karşı kolektif çabalarla gerçekleştirilen yeni ekonomik işleyişler, sadece ekonomik krizin etkilerine karşı değil, tüm bu krizlerin sebebi olan kapitalizmin var olmadığı bir dünyayı yaratmak adına da önemlidir.
Ekonomik krize, kapitalizmin sömürü, yoksulluk ve katliam sistemine karşı uygulanan, geliştirilmesi ve yaygınlaştırılması gereken, kolektif işleyişe sahip pek çok ekonomik çaba bulunmaktadır.
Yerel üretici birliklerinin, gıda topluluklarının, kentlerde üretim ve tüketim kolektiflerinin, kooperatiflerinin kurulması ve bu toplulukların aralarında oluşturdukları ağlarla dayanışmacı ve kolektif bir şekilde üretim ve dağıtım ilişkilerinin yeniden biçimlendirilmesi bahsedilen ekonomik çabalara en önemli örneklerdendir. Bu yollarla rekabete ve kar etmeye odaklı bir ekonomi yerine paylaşma ve dayanışmaya dayalı, ihtiyaçların giderilmesine odaklı bir ekonomik işleyişin kuruluşu sağlanabilir.
Tüketim ağlarını ve bütçelerini ortaklaştırmak, yerellerde dayanışma ilişkileri geliştirmek, bütünlüklü bir mücadele hattı kurmak ve yaşamlarımızı dönüştürmek, alternatif üretim-tüketim ilişkilerinin oluşturulması, yaşamla iç içe oluşturulacak yaşamsal bir kültür aracılığıyla kapitalist ve devletli ilişkilerin yıkıcılığından kurtulmak.
Tüm bu alternatifler, mevcut ekonomik krizlere karşı çözüm için birer ihtiyaç olduğu gibi, kapitalizmden çıkışın ve yeni bir toplumsal yaşamın örgütlenmesinde uygulamamız gereken yöntemlerdir.
Mülkiyete ve Otoriteye Dayalı Tüm Mekanizmalara Karşı Örgütlenmeliyiz!
Tabi ki kapitalizmin etkilerinden kurtulmak ya da kapitalizmden çıkış, sadece alternatif ekonomik çabalar üretmekle gerçekleştirilemez. Kapitalizm özgür bir dünyanın önünde engel olan iktidarın biçimlerinden biri olduğu için, kapitalizmden kurtulmayı istemek, diğer tüm iktidar biçimlerine karşı doğrudan politik faaliyetler yürütmeyi de gerektirir.
Bahsedilen politik faaliyetler, giderek yaklaşmakta olan, tüm toplumu -sistemin tamamına karşı çıkma konusunda- pasifize eden (yerel) seçimler değildir. Sözü edilen, sistemi doğrudan hedef alan faaliyetlerdir. Bu alternatif ekonomik işleyişleri güçlendirecek, toplumsallaştıracak, diğer tüm alanlarda gerçekleşen sosyal ve siyasal krizlere direniş gösterecek, bu krizlere çözüm olacak ve sistemin kendisine karşı verilecek bir bütünlüklü mücadeledir. Bu bütünlüklü mücadele de tüm iktidar biçimlerine karşı örgütlenerek gerçekleştirilebilir.
İçerisinde bulunduğumuz ekonomik, siyasi ve toplumsal durum oldukça belirsiz. Ekonomik krize dair konuşulanlar ya da tartışılanlar ört bas edilmek istense de; ekonominin yakın bir zamanda daha büyük sorunlarla karşılaşacağı aşikar. Hazırlıklı olunması gereken şey, devlet ve kapitalizm dışı bir ekonomiyi kolektif bir şekilde oluşturmanın koşullarını hazırlamaktır. Bu hazırlık, devletin yapay gündemleri dışında, toplumsal muhalefetin örgütlemesi gereken bir süreçtir. Paylaşma ve dayanışma ilişkilerini örgütsel düzeyde somutlaştırmak ve toplumsallaştırmak gereklidir.
Bizleri bir arada ve ayakta tutacak olan öz-örgütlülüğümüzden başka güvenebileceğimiz hiçbir şey yok. İktidarlar “kriz yok” yalanıyla bizleri bir krizin en derinine sürüklerken; patronlar krizden pay kapmaya ve daha da zengin olmaya çalışırken; yapabileceğimiz tek şey yüzümüzü birbirimize dönmektir; dayanışmayı örgütlemektir.
Devletlerin tarih boyunca yarattıkları ekonomik krizlere karşı yaşamanın ve krizden kurtulmanın yolunu yeni bir ekonomik model yaratmakta bulan farklı deneyimlerde olduğu gibi; yapmamız gereken bizleri özgürleştirecek ve kapitalist krizin sıkışmışlığından çıkartacak olan üretim-dağıtım-tüketim kolektiflerini, öz-örgütlülükle oluşturulmuş atölyeleri ve kooperatifleri, paylaşma ve dayanışma temelli ilişkilerle bugünden yaratmaktır.
Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 46. sayısında yayınlanmıştır.
The post KRİZE KARŞl PAYLAŞMA VE DAYANlŞMA appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post Krizin Faturasını Ödemeyeceğiz! Krize Karşı Kadın Dayanışması appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>Ekonomik kriz, aslında sadece belli dönemlerde ortaya çıkan bir durum değildir. Çoğunlukla sömürünün yoğunlaştığı, büyük kırılmalarla zengin ve fakir arasındaki uçurumun açıldığı dönemleri ifade etse de; biz kadınlar biliriz kapitalist sistemin her gün yaşadığımız bir kriz olduğunu. Ve biliriz sömürülmeyeceğimiz bir şekilde, ihtiyaçlarımızı karşılamamızın yollarını.
Tarihteki deneyimlerimizden biliriz. Paris Komünü’nün kadınlarının sadece barikatların arkasından değil, Komün için yaşamı yeniden yaratmasından; ihtiyaçların üretimini ve tüketimini planlayıp hayata geçirmelerinden biliriz. Ya da Avrupa’nın ekonomik krizle boğuştuğu bir süreçte, hem de bir yandan da faşizme karşı savaşırken Mujeres Libres’in öz-örgütlülükleriyle organize ettiği kooperatiflerden, kolektiflerden; Katalonya’da yarattığı devrimden biliriz.
Ne erkeğe, ne devlete, ne de patronlara ihtiyaç duymadan yaratılan kadın deneyimleri, dün nasıl ekonomik ihtiyaçlara çözüm olduysa, bugün de aynı şekilde kadın öz-örgütlülükleriyle kapitalizmden uzak çözümler yaşanmaya devam etmekte.
Abahlali Kadınlar Birliği:
Kapitalizmin sömürüsü denildiğinde akla ilk gelen coğrafyalardan birisi Afrika’dır. Güney Afrika’nın yoksul gecekondu mahallelerinde 2005’ten bu yana, devlet ve kapitalizmin saldırılarına örgütlü bir şekilde direnen gecekondulular, Abahlali Basemondjolo/Gecekondulular Hareketi’ni yarattı. Mahalleli kadınların hareketten bağımsız bir şekilde kurdukları Abahlali Kadınlar Birliği, tacize ya da tecavüze uğrayan kadınların, rehabilite edilmesi ve tekrar yaşama katılması, mahallelerde yaşanan taciz ve şiddet olaylarının önüne geçilmesi, kıtada çok yaygın olan AIDS hakkında özellikle kadınların bilgilendirilmesi konusunda çalışmalar yürütüyor. Ayrıca, tekstil atölyeleri, ortak bahçeler ve el ürünleri atölyelerinden oluşan kooperatifler aracılığıyla, kadınlar kendi ihtiyaçlarını kendileri karşılıyor. Açlık ve sömürüye terkedilen bir coğrafyada kadınlar, özörgütlülükleriyle bir yandan yaşamlarını sürdürüyor, diğer yandan mücadelelerini…
Zapatist Kadın Kooperatifleri
Güney Amerika’da Zapatist deneyim bugün, devlet ve kapitalizmden uzak bir yaşamın nasıl olacağına ilişkin devam eden en büyük deneyimlerden. 1993’te yayınladıkları bildiriyle, Zapatist Kadınlar kendi özgün politik varoluşlarını bu deneyim içerisinde kattılar. Kurmuş oldukları sağlık ve eğitim merkezleri aracılığıyla, bir yandan bu ihtiyaçlarını karşılarken, öte yandan gündelik işleyiş içerisinde kadın hareketliliğinin toplum içinde de artmasını hedefliyorlar. Zapatist Kahve Kooperatifleri’nin içerisinde yer almak dışında, sadece kadınların ihtiyaçlarını karşılamak amacıyla kurdukları mısır, fasulye ve kabak kooperatifleriyle, üretim-tüketim ilişkilerini kadın eliyle örgütlüyorlar. Zapatist Kadın Kooperatifleri, oluşturdukları tekstil atölyeleriyle; bölge halkının gıda ihtiyacı dışında giyim ihtiyacını da karşılamaya çalışıyor.
La Via Campesina Bağımsız Kadın Kooperatifi:
Uluslararası Çiftçi Hareketi olan Via Campesina, dünya üzerindeki farklı farklı “topraksız hareketlerin” ve yoksul köylülerin oluşturduğu bir federasyon gibi hareket ediyor. Küresel kapitalizme, GDO’lu ürünlere ve endüstriyel tarım uygulamalarına karşı köylüler arasında dayanışma ilişkilerinin oluşturulması ve baskılara karşı beraber mücadele edilmesi amacıyla kurulmuştu.
Kadınların bir hayli aktif olduğu hareket içinde sadece kadınlardan oluşan bir çok kooperatif ve kolektif de bulunuyor. Mozambik’ten Hindistan’a; Filistin’den Brezilya’ya kadar yayılan Bağımsız Kadın Kooperatifleri, hem kadınların gündelik yaşam içerisinde karşılaştığı tecavüz, şiddet ve taciz gibi saldırılarla mücadele ediyor hem de bu kolektiflerde ürettiklerini farklı kanallarla dolaşıma sokarak kooperatiflerin paydaşı olan kadınların ekonomik ihtiyaçlarının da karşılamalarını sağlıyor. Öte yandan Bağımsız Kadın Kooperatifi, her yıl ayrı bir kadın buluşması düzenleyerek “kadın çiftçilerin” sorunlarını masaya yatırıyor ve bunların çözümüne dair tartışmalar yapıyor.
Kadınların ortaya koydukları bu öz-örgütlüğe dayanan deneyimler her geçen gün daha da önem kazanmaktadır. Sadece, kapitalizm kaynaklı ve dönem dönem yoğunlaşan krizler nedeniyle değil. Dünyanın dört bir yanında, tarihin farklı zamanlarında kadınlar, krizlere kendi deneyimleri ve birliktelikleriyle hep çözüm bulabilmişlerdir. Ancak bu deneyimlerin en önemli yanı, aynı zamanda yeni bir yaşamın şimdiden inşa edilmesinin örnekleri olmasıdır.
Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 36. sayısında yayınlanmıştır.
The post Krizin Faturasını Ödemeyeceğiz! Krize Karşı Kadın Dayanışması appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post “Krize Hazır Mısın?” appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>İşsizlik her zaman bir seçimdir. Daha düşük ücretle çalışmayı kabul eden insanlar için iş vardır. (Klasik Ekonomi Ekolü)
Siyasi İktidar rejim değişikliği manevrasında referandumdan sonuç bulmayı beklerken ekonomi uzun bir süredir krizde! Ekonomistler krizi enflasyon, resesyon, stagflasyon ile açıklarken, bizler yani işçiler içinde olduğumuz bu krizi, işyeri kapatmalar, işten atılmalar, ücretlerde ki genel düşüş ve zamlarla hissediyoruz. Ancak iktidarlar tarafından bulandırılmaya çalışılan gerçekler kafamızı karıştırıyor olabilir ya da kafamızı karıştıranların kafası gerçekten karışık olabilir. Şu süreçte önemli olan da bunu ayırt edebilmek ve harekete geçmek.
Anlaşılmazlığı Kırmaya Çalışmak
Stagflasyon. Yani, resesyonla enflasyonun aynı anda yaşanması… İçinde bulunduğumuz kriz en çok da buna benziyor. Neden mi?
Bir devletin ekonomik büyüklüğü, gayrisafi yurt içi hasılasıdır. Yani o devletin sınırları içerisinde, üretilen tüm nihai mal ve hizmetlerin para birimi cinsinden değeridir. (Örneğin üretilen kamyonun para cinsinden değeri GSYH’ya dahil edilir.) GSYH, genellikle bir yıl için ele alınır.
Nihai mal ve hizmetlerse, üretilen toplam mal ve hizmetlerden üretim için kullanılan ara mallar düşüldükten sonra geriye kalan değerdir. (Yani, kamyon için üretilen tekerlekler hesabın içerisine katılmaz; kamyonun son hali katılır.) İki ya da daha fazla çeyrek yıllık zaman diliminde, ekonominin arka arkaya negatif büyüme göstermesinin ismi resesyon yani ekonomik durgunluk olarak tanımlanır. Özetlemek gerekirse resesyon, genel olarak ekonomiye yayılmış, istihdam, gelir ve diğer değişkenlerde birkaç aydan fazla süren önemli ölçüdeki düşüş demektir.
Enflasyon ise, dolanımda bulunan para miktarıyla, malların ve satın alınabilir hizmetlerin toplamı arasındaki açığın büyümesi sonucu ortaya çıkan; fiyatların toptan yükselişi ve para değerinin düşmesi biçiminde kendini gösteren ekonomik ve parasal süreçtir.
Enflasyon ve ekonomik durgunluk(resesyon) aynı anda yaşanınca, işsizlik artarken fiyatlar da hızla yükselir. Bu yüzden ekonomistlerde içinde bulunduğumuz krize stagflasyon adını koyuyorlar. 1920’lerden Bugüne, Başkan Koltukta Kriz Kapıda
Ekonomisi 1920’li yıllar boyunca dünyanın geri kalanından çok daha iyi durumda olan ABD; Birinci Dünya Savaşı yıllarında ekonomik olarak zorda olan Avrupa ülkelerine yardımlar yaptı. Buna öncülük eden isimlerden birisi, 1920-28 arasında Ticaret Bakanı olan Herbert Clark Hoover’dı. Hoover, 1928 yılında ABD’nin 31. Başkanı oldu. Cumhuriyetçi Parti’den başkan seçilen Hoover “Dünyada başka hiçbir devlet, tarihinde yoksulluğa karşı elde edebileceği son galibiyete biz Amerikalılar kadar yaklaşmamıştır” açıklamasında bulunduktan yedi ay sonra New York borsası çöktü; ABD dünya tarihinin en büyük krizine yakalandı.
Krizle birlikte şirket iflasları ve fabrika kapanmaları ardı sıra sürdü. 1932’ye gelindiğinde, ABD’de işsiz insan sayısı 13 milyonu aştı. Dolayısıyla ilk elden Avrupa’ya verilen krediler ve yardımlar geri istendi. Sonraki süreçteyse dünyada 50 milyon işsizin olduğu, toplam üretimin %42 oranında düştüğü, ticaretin %65 oranında azaldığı küresel bir kriz patlak verdi.
Geçtiğimiz Ocak ayında Ankara’da gerçekleşen Dünya Gümrük Günü Kutlamaları kapsamında Başbakan Binali Yıldırım’ın Türkiye Odalar ve Borsalar Birliği’nde gerçekleştirdiği konuşma, bize sadece Hoover’ı hatırlatmakla kalmadı. ABD’de başkanlık koltuğuna oturacak olanın Trump olma gerçeğiyle ilişkili olmak üzere yüreğimize su serpilmek şöyle dursun, Yıldırım’ın konuşması yangına bir varil benzinle gitme etkisi yarattı: “Şimdi ABD başkanı da oturdu yerine, kısa sürede her şey düzelecek.” Kesinlikle!
Hiçbir Kriz Çözümsüz Değildir
Ekonomik kriz, kapitalizmin işlediği her coğrafyada, sermaye sınıflarının ezilenlere dayattığı toplumsal bir gerçekliktir; krizin kimler için fırsat kimler için işsizlik ya da yoksulluk olacağı da aşikardır. Ancak farklı zamanlarda farklı coğrafyalarda ekonomik krizlere karşı girişilen kolektif çabalar, yalnızca krizin etkilerinden sıyrılabilmeyi değil, kapitalizmin işlemediği bir yaşamı düşünebilmeyi mümkün kılmak adına önemlidir. Bu yüzden hiçbir kriz çözümsüz değildir.
Söz konusu bu kolektif çabalardan birisi, 1930’larda İberya’da yaşanmıştır. CNT (Ulusal Emek Konfederasyonu) içerisinde hareket eden işçiler halkın katılımıyla, şehirlerde ve köylerde, yüzlerce kolektifin işletebildiği bir ekonomi oluşturmuşlardı. Bahsedilen bu yeni ekonomik ve toplumsal düzen, krizin patlak verdiği bir zamanda aniden ortaya çıkmamıştır, yıllarca süren hazırlıklar sonucu gerçekleşmiştir.
Kendinden yönetim komitelerince idare edilen bu kolektifler, kendi üretim-dağıtım-tüketim ağlarının kontrolüne sahipti. Devletten bağımsız oluşturulan bu ekonomi, ekonomik krizden sadece ezilenlerin lehine bir sonuç çıkarmadı; üretim artışı ve altyapının geliştirilmesi ile devletten ve kapitalizmden bağımsız bir ekonominin gerçek olabileceğini de gösterdi. Keza, devletsiz ve kapitalizmden bağımsız yeni ekonomiyi oluşturabilmek için dönemin en örgütlü sendikası olan CNT’nin (1936 Zaragoza Kongresi’nde) aldığı kararlar da bu yöndeydi; gereksinimleri karşılayacak öz-örgütlülükler oluşmalı, özgür üretici örgütleri üretim-dağıtım-tüketim ağlarını örmeli, özel mülkiyet ve devlet mülkiyeti ortadan kaldırılmalı.
Bu süreçte sadece ekonomi değil, tüm toplumsal yaşam yeniden yaratıldı. Oluşmaya başlayan kolektifler, kıtlıkta bile ihtiyaçları bedelsizce halka dağıttı, kıt olanı karneye bağladı. Ürün değişimi için bir dizi komün oluşturuldu. Neyin, nasıl yapılacağının konuşulduğu halk meclisleri ve federasyonlar oluşturuldu.
Bunların hepsi bir yandan ekonomik krize, bir yandan devlet faşizminin dayattığı siyasal koşullara karşı yaşamlarını idame ettirmeye çalışan halkın örgütlü gücü tarafından başarıldı.
Arjantin 1998-2002 Krizi’nde Başarılan
Kapitalizm, 1930’lardan bu yana aşikar bir şekilde değişti. Küreselleşme, üretim sistemlerinde değişim, teknoloji, hız ve tüketim kültürü kapitalizmin ivme kazandığı dayanaklar oldu. Kapitalizm, en basit toplumsal ilişkilerin içine sızabildiği gibi makro düzeyde de her şeye etki edebilme gücüne ulaştı.
Ancak kapitalizm krizden kurtulamadı ve sermayedarlar bu durumu “kısa sürede büyük vurgun” yapabilecekleri zamanlar olarak gördü. Bu süreçlerden birisi, 1998-2002 yılları arasında Arjantin’de yaşandı. Ekonomik kriz süresince, birçok patron ve yatırımcı, paralarını başka coğrafyalarda muhafaza etmeyi seçti. Sonuç olarak, küçük ve orta ölçekteki işletmeler kapandı; buralarda çalışan birçok işçi, işsizlik ve yoksullukla karşı karşıya kaldı. Ancak, onlar da 1930’lardakine benzer bir şekilde, üretim, dağıtım ve tüketim ilişkilerini kendi kontrollerine aldılar; onları bu durumda bırakan kapitalistlere ve devlete güvenmeden, kendi çözümlerini oluşturdular. Kapanan fabrikaları yeniden açıp işletmeye başladılar ve işçi kooperatiflerini kurdular.
Bu işçi kooperatifleri bünyesinde, sonradan FaSinPat (Patronsuz Fabrika) ismini alacak Zanon’u, Hotel Bauen’i, takım elbise üreten Brukman fabrikasını ve Chilavert Matbaası’nı bulunduruyordu. Kriz süresince söz konusu bu şirketlerin bazılarının patronları, işçileri fabrikadan çıkarmak için polis zorunu kullanmaya çalıştı; ancak işçiler birçok kez devlete, polise ve patronlara karşı üretim alanlarını korudu.
Bölgesel toplantılar, mahalle toplantıları gibi karar alma süreçleri işletildi ve nüfusun 3’te 1’i bu toplantılara katıldı. Bu toplantılar sokak başlarında, kentin açık alanlarında yani kısacası insanların buluşabileceği her yerde yapılıyordu. İnsanlar, birbirlerine sağlık, kolektif yiyecek alımı, bu yiyeceklerin dağıtımı noktasında dayanışma gösterebilmek üzere örgütlülükler oluşturdu. Sağlık ve eğitim için yine benzeri karar alma süreçlerinden, yeni yapılar ortaya çıktı.
Devletten ve Kapitalizmden Bağımsız Bir Ekonomi Örgütlemek
Devletin propaganda araçlarıyla “çok uzağındayız” izlenimi verilmeye, iç ve dış siyasal gündemlerle görünmez kılınmaya çalışsa da aslında bugün bir krizin içerisindeyiz. Son üç aydan bu yana sözde “terörizme karşı” düzenlenen “sokağa çıkın” kampanyasının aslında “sokağa çıkıp alışveriş yapın kampanyası”ndan başka bir şey olmadığını; elinde dolar tutup da dolarını bozdurmayanın “vatan haini” ilan eden “milli ekonomik seferberlik kampanyaları”nın varlığını; Türkiye’nin puanını düşürüp “ülke üzerinde oyun oynayan” ve üstüne bir de FETÖ’cü olan kredi derecelendirme kuruluşlarını yeniden hatırlar; sayısız siyasetçinin “Kriz mi, o da ne! Ekonomi tıkırında!” yalanlarını da eklersek, bugün hissettiğimiz ve giderek daha da içine sürüklendiğimiz krizi görmek daha mümkün olur.
Bugün içerisinde bulunduğumuz ekonomik, siyasi ve toplumsal durum oldukça belirsiz. Ekonomik krize dair konuşulanlar ya da tartışılanlar “komplo teorisi” olarak damgalanıp ört bas edilmek istense de; ekonominin yakın bir zamanda altüst olacağı aşikar. Aşikar olan bir başka durumsa, bu ekonomik krizden kurtuluşun makarna, bulgur depolamak, döviz almak, altın saklamak gibi yöntemlerle aşılamayacağıdır.
Hazırlıklı olunması gereken şey, devlet ve kapitalizm dışı bir ekonomiyi kolektif bir şekilde oluşturmanın koşullarını hazırlamaktır. Bu hazırlık, devletin yapay gündemleri dışında, toplumsal muhalefetin örgütlemesi gereken bir süreçtir. Paylaşma ve dayanışma ilişkilerini örgütsel düzeyde somutlaştırmak ve toplumsallaştırmak bu süreçte asıl yapılması gerekendir.
İşsizliğin gün be gün arttığı; kişi başı gelirin giderek azaldığı; alım gücünün mütemadiyen azaldığı ve “asgari yaşama koşulları”nın düştüğü bu koşullarda ve belirsizlikte; bizleri bir arada ve ayakta tutacak öz-örgütlülüğümüzden başka güvenebileceğimiz hiçbir şey yok. İktidarlar “kriz yok” yalanıyla bizleri bir krizin en derinine sürüklerken; patronlar krizden pay kapmaya ve daha da zengin olmaya çalışırken; yapabileceğimiz tek şey yüzümüzü birbirimize dönmektir; dayanışmayı örgütlemektir.
Devletlerin tarih boyunca yarattıkları ekonomik krizlere karşı yaşamanın ve krizden kurtulmanın yolunu yeni bir ekonomik model yaratmada bulan farklı halklar gibi; yapmamız gereken bizleri özgürleştirecek ve kapitalist krizin sıkışmışlığından çıkartacak üretim-dağıtım-tüketim kolektiflerini, öz-örgütlülükle oluşturulmuş atölyeleri, kooperatifleri paylaşma ve dayanışma temelli ilişkilerle bugünden yaratmaktır.
Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 36. sayısında yayınlanmıştır.
The post “Krize Hazır Mısın?” appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post Wan Market appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>Devletin ve şirketlerin kontrolündeki ekonomik sistemin karşısında, üretim-tüketim ilişkilerinin aracısız bir şekilde kurulduğu kooperatiflerin sayısı giderek artıyor. Son zamanlarda bu kooperatifler, Kürdistan’da devletten ve şirketlerden bağımsız bir ekonomik işleyişin yansımaları olarak ortaya çıkmaya başlıyor. Bu kooperatiflerden biri olan Medya Tüketim Kooperatifi ile Wan’da bulunan marketlerinde gerçekleştirdiğimiz röportajı sizlerle paylaşıyoruz.
Meydan: Kürdistan’daki ilk tüketim kooperatif olma özelliğini taşıyan Medya Tüketim Kooperatifi’nin parçası Wan Market ne zamandan beri var?
Medya Tüketim Kooperatifi: Aslında Medya Tüketim Kooperatifi’nin esas yeri burasıdır. Bu market, 7 aydır açık. Bu çalışmanın projelendirilmesi, kooperatifleşme için üyelik çalışmaları gibi işler, daha önceden gerçekleştirildi ve neredeyse bir yıldan bu yana devam eden bir serüvenimiz var.Bu çalışma, Kürdistan’da ilktir. Kürdistan’da kendi bünyesinde kooperatifler açan bazı kurumlar vardı. Mesela Colemerg’de, çalışmalarını yalnızca kendi üyeleriyle sınırlı tutan kooperatifler vardı, bunlar da zaten devlete bağlı kuruluşlardı. Biz, başlatmış olduğumuz bu çalışma ile halkın tümüne katkı sağlamak istedik.
Bölgede etkisini artırmaya çalışan, daha fazla sömürebilmek için tekeller oluşturan ve insanları kendine mahkûm eden tüketim alanlarından olan AVM’lere karşıt bir şekilde Medya Tüketim Kooperatifi neyi amaçlıyor?
Zincir mağaza dediğimiz mağazalar, ürünlerini hemen her zaman bölge dışından alıyor ve üretimlerini de bölge dışında yapıyor. Bu durum, bölgede yetiştirilen ürünlerin değerlendirilememesine sebep oluyor. Biz, bunu defalarca dile getirdik. Bizim amacımız yerelde üretim yapan üreticiyi desteklemek.Biz, Wan’da üretim yapan üreticiden ürününü değerinde alıyor ve aynı değerde satıyoruz. Tarlada 5 kuruş iken, pazarda 15 kuruşa çıkan ürünler var. Bu üreticilere ulaşıp, ürünlerini kendi değerinde satabilme imkanı yaratmaya çalışıyoruz.
Bildiğimiz kadarıyla market, bölgedeki istihdamı da artırmaya çalışıyor. Şuan markette kaç kişi çalışıyor?
Şu anda, marketimizde dört arkadaşımız çalışıyor. Ancak zaten yalnızca çalışan istihdam etmeyi amaçlamıyoruz. Aynı zamanda dolaylı olarak üretimde istihdam sağlamak gibi bir amacımız var. Mesela üreticinin ürettiği ürünün değerlenebildiğini görüp, yeniden bir istekle üretime devam etmesi gibi…
Kapitalist sömürücü ilişki biçimlerine karşı, marketin işleyişi nasıl?
Kooperatifler esasen demokratik esaslarla kurulan yapılardır. Kapitalizm, paradan para kazanma yönünde bir sistem oluştururken; biz bunun tam tersi bir yönünde çalışmalar yürütüyoruz. Paradan ziyade emeğin değerlendirilmesi, emekten gelen değerin ön plana çıkarılmasını istiyoruz. Bu anlamda, toplantılarımıza katılan dostlarımızı da üretime yönlendirmeye çalışıyor; onlara, kendi ürettiklerinden daha fazla para kazanmak yerine, bir komün mantığıyla hareket etmeleri gerektiğini anlatıyoruz. Şu an, 183 üyemiz var ve çalışmalarımızı hep birlikte yürütüyoruz. İnsanlar, birlikte çalışınca farklı üretimlerin ortaya çıkabildiğini; dayanışmanın kapitalizmi yenebileceğini görüyorlar. Burada, kar amacı gütmüyor, kazanılanı paylaşıyoruz; ürünlerimizi maliyetine satıyor, kar hırsını ortadan kaldırıyoruz.
Kooperatifleşme bir paylaşmadır. Herkes nesi varsa, buraya getirip diğer insanlarla paylaşıyor. Kimisinin bir bilgi becerisi varsa gelip burada onu paylaşıyor, öğrenciler buraya gelerek bize yardım ediyor. Biz “getirin ürünlerinizi biz alalım, sizin adınıza satalım” demiyoruz. Üretici ürününü getirip buraya bırakıyor ve satıldığında, ücretini kendisi alıyor. Ya da örneğin bir bal üreticisi ürünü satıldığında onun parasını almak yerine, ihtiyacı olduğu bir ürünü buradan alabiliyor. Biz, her şeyin kapitalist bir işleyişte devam ettiği bu zamanda, parayı minimalize ederek, kapitalizme karşı barikatlar kuruyoruz. Bir karşı duruş koyarak, bütün toplumun bu yönde yapacağı bir çalışmayla hareket etmek zorundayız.
Kapitalizmden farklı bir ekonomik modelle işletilmesi dolayısıyla, markette farklı olarak ne tür ürünler satılıyor? Yerel ürünlere markette yer verilecek mi?
Zaten temel amacımız yerel ürünlerin burada değerlendirilmesi. Eğer yerel ürünlere burada yer vermezsek, bizim kapitalist işleyiş içindeki marketlerden hiçbir farkımız kalmayacaktır. Bu yüzden, örneğin Bitlis’ten tahin, Amed’den biber getirerek, Erih ve Riha taraflarından zeytin-zeytinyağı getirerek, yerel üreticinin tüketiciye aracısız ulaşması için çalışıyoruz.
Bu marketle birlikte, bölgede kooperatifleşmenin yaygınlık kazanması ve üretimin teşvik edilmesi için hangi kooperatiflerle ilişki içerisindesiniz?
Biz, kooperatifimizi bir örnek oluşturabilmek için kurduk. Özellikle mahallelerde olan üreticilerin bir araya gelerek oluşturacağı bir kooperatif olması ve birlikte hareket ederek üretime odaklı çalışmalar yapılmasını sağlamaya çalışıyoruz. Bunun haricinde Bika-Koop isimli bir kadın kooperatifimiz var, burada onların üretimlerine de yer veriyoruz. Onun haricinde bir bal kooperatifi ve başka kooperatifler ile de iletişim halindeyiz.
Son olarak, eklemek istediğiniz başka bir şey var mı?
Bu ve benzeri oluşumların daha da fazlalaşması gerek. Bu deneyimler, sömürünün önünde bir karşı koyuştur. Sömürüyü ortadan kaldırmak için, insanların bir araya gelmesini, kendi çalışmalarını bu şekilde yapmasını ve kapitalizmden ancak bu şekilde kurtulabileceklerini görmesi gerekiyor.
Bu Yazı Meydan Gazetesi’nin 30. sayısında yayımlanmıştır.
The post Wan Market appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post Anarşistlerin Ekonomi Tartışmaları (12) : “Özgürlüğün Birikimi” – Iain McKay appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>Giriş
Ekonomi, haklı olarak, çoğunlukla aşağılanan bir konudur. Malatesta’nın unutulmaz bir şekilde ifade ettiği gibi: “Papaz seni uysal ve itaatkâr tutmak için her şeyin Tanrı’nın iradesi olduğunu söyler; ekonomist ise doğa kanunu der.” Yani ekonomist “yoksulluğun bir sorumlusu yoktur, bu yüzden ona karşı isyanın da bir anlamı yoktur. “ demeye getirir. Proudhon’un doğru şekilde ifade ettiği gibi, “ekonomi-politik… sadece mülklülerin ekonomisidir, uygulaması da doğası gereği, kaçınılmaz olarak halkın sefaletine yol açar.” Dünyanın her yerinde, tasarruf tedbirlerinin acısını çekenler onunla aynı fikirdedir: “Ekonomistler halkın düşmanıdır.”
Hiçbir şey değişmedi, sadece her zamanki alternatifin daha kötü olduğu görüldü. Ancak işçi olmayan biri Lenin’in vizyonunu ortaya atabilirdi: “Bütün vatandaşlar devletin maaşlı işçilerine dönüştürülecek… Toplumun tamamı tek bir ofis ve tek bir fabrika olacak”. Diğer bir açıklamasında ise “Bütün ekonomiyi posta servisi gibi örgütlememiz” gerektiğini söylüyor oluşu, bu sosyalizm anlayışının kıtlığını özetliyor.
Kropotkin’in uzun zaman önce belirttiği gibi, Marksistler “Sosyalist Devlet düşüncesinin, herkesin devlet memuru olduğu bir çeşit Devlet kapitalizminden ne farkı olduğunu açıklama zahmetine girmiyorlar.”
Kapitalistlerin yerine bürokratları koymak… bundan daha iyi bir vizyona ihtiyacımız var.
Alternatif ihtiyacı
Anarşistler uzun zamandır (her iki taraftaki) sınırlı vizyona karşı mücadele ediyorlar. Örneğin, Emma Goldman “gerçek zenginliğin yararlı ve güzel şeylerden, sağlam, güzel cisimleri ve çevreyi yaratmaya yarayan şeylerden oluştuğunu” savunur. Bunu ekonomi ders kitaplarında bulmazsınız! Kropotkin şurada iyi anlatmış:
“Ekonomistler, kar, kira, kapital faizi adları altında… toprak ya da kapital sahiplerinin… düşük-ücretli-emekçilerin yaptığı işten elde edebileceği çıkarları… hevesle tartışırken, … en önemli soru olan ‘Ne üreteceğiz ve nasıl üreteceğiz?’ mecburen arka planda kaldı… Bu nedenle, toplumsal ekonominin ana konusu -yani, insani ihtiyaçları karşılamak için gereken enerjinin ekonomisi- bu ekonomi tezlerinde incelenmesi beklenen en son konudur.”
Bunlar, burjuva ekonomisinin bir bilim değil, kapitalizmi ve zenginleri koruyan bir ideolojinin biraz fazlası olduğunu ve ancak bu sona erdiği zaman ekonominin gerçek bir bilim olarak doğacağını gösterir.
Anarşist ekonomi nedir?
O zaman, Anarşist ekonomi nedir? Bence, iki şey demektir. Birincisi kapitalizmin anarşist analizi ve kritiği, ikincisi ise anarşist ekonominin nasıl çalışacağı hakkında düşüncelerdir. Bu ikisi şüphesiz birbiriyle ilişkilidir. Kapitalizmde karşı olduğumuz şey, anarşist ekonomi vizyonumuza yansıyacaktır. Aynı anda, özgür toplum tahayyülümüz de yaptığımız analize ilham verecektir.
Fakat anarşist ekonomiyi tartışmaya başlamadan önce hızlıca, özgürlükçü olmayan alternatiflerden bahsetmem gerekiyor. Tarihte, sosyalist ekonomi problemini ele alan iki bakış açısı görülür ve her ikisi de yanlıştır. Birincisi gelecekteki toplumun detaylı tasvirlerini sunmak; ikincisi sosyalizm üzerine kısa yorumlarla sınırlanmaktır.
Geleceğin yemekhaneleri için tarifler…
İlk sosyalistler, Fourier ve Saint-Simon gibiler, detaylı planlar sundular ve iki şey açıkça ortaya çıktı. Birincisi, tasarladıkları mükemmel toplulukların imkânsızlığı; ikincisi elitist nitelikleri – gerçekten de en doğrusunu kendilerinin bildiklerini düşünüyorlardı ve bu yüzden “sosyalizm” vizyonlarında demokrasi ve özgürlük önemli değildi. Proudhon bu sistemleri tiranlık olarak eleştirdi.
Bu vizyonların ne kadar istenir ya da pratik oldukları tartışması bir yana, bunların altında yatan, detaylı tasvirler oluşturabileceğimiz düşüncesi yanlıştır. Örneğin Adam Smith kapitalizmin nasıl çalışması gerektiği hakkında detaylı bir model sunmamıştır; hâlihazırda nasıl çalıştığını tarif etmiştir. Soyut modeller ise daha sonra, neo-klasik ekonomi ile birlikte, mevcut sistemi savunmak için ortaya çıkmıştır. Bunlar, ekonomistlerin imkânsız varsayımlara dayalı, olmayacak modeller ürettiği savaş-sonrası ekonomi döneminde zirveye ulaşmıştır. Maalesef bunlar gerçek ekonomilerde, gerçek insanlara korkunç koşulları dayatmak için kullanıldı ve hala kullanılıyor.
Bir imkânsızlık olarak (en iyi durumda) ya da devlet kapitalizmi olarak (en kötü durumda) Marksizm
Sosyalist ekonomiye ikinci bakış açısı Marx’la birlikte anılır. Şüphesiz Ütopyacı sosyalistlere ve onların detaylı planlarına tepki olarak, sosyalizm hakkında çok az yazmıştır. Maalesef, bir kaç yazıda planlama hakkında yaptığı yorumlar sosyalizmin felaketine yol açmıştır.
Problem, Proudhon’un pazar sosyalizmine karşı alternatif olarak yazdığı Felsefenin Sefaletinde, üç cümleyle özetlenebilecek eleştiride görülebilir. Marx burada terkip hatasının en basit örneklerinden birini yapar: öne sürülenler, iki kişi (Peter ve Paul) arasındaki ekonomik ilişkiyi tartışırken mümkün gözükür, ama milyonlarca insanı, ürünü ve çalışma yerini kapsayan bir ekonomi için kesinlikle mümkün değildir. Eleştiride önerdiklerinin böyle şartlarda ütopik olduğu, Marx nasıl işleyeceğini açıklamaya çalışsaydı açıkça görülürdü.
Marx Felsefenin Sefaletinde öne sürdüğü dolaysız (merkezi) komünizmden kolayca vazgeçti ve Komünist Manifestoda geçiş dönemi olarak devlet kapitalizmini savundu. Kapitalist yapılar üzerine kurulan ve merkezileşmenin damgasını vurduğu sosyalizm, bu temelde yavaş yavaş uygulamaya konacaktı. Fakat bu merkezi planlama savunusu bir yanılgıya dayanıyordu: kapitalist şirketlerin büyüdükleri zaman pazardan daha bağımsız, geniş çapta bilinçli karar alabilmeleri. Ancak kapitalizm altında dar bir karar oluşturma kriteri vardı ve Marks şunu sorgulamadı: büyük şirketlerin planlamalarını mümkün kılan şey planlamalarının sadece tek bir etkene dayanmasıydı – kar. İşte bu indirgemeci yaklaşım, merkezi planlamanın işleyebileceği yanılsamasını yaratır.
Ayrıca mutlu bir tesadüf eseri, yöneten azınlığın karını ve gücünü artırmaya yarayan kriterin biçimlendirdiği bir endüstriyel-ekonomik yapının, kapitalizmin bizi mahrum bıraktığı ihtiyaçları karşılama iddiasında olan sosyalizm için mükemmel olması ilginçtir.
Neo-klasik ekonomide olduğu gibi, yanlış düşüncelerin ciddi sonuçları vardır. Bu düşünceler, Rus Devrimi sırasında Bolşeviklerin fabrika komiteleri yıkıp yerine kapitalizmden miras kalan merkezi endüstriyel yapıları (Çarlık Glavki) koymaları için gerekli ideolojik altyapıyı sağlamıştır – sonuç hem ekonomi, hem de toplum için felaket olmuştur.
Iain McKay Britanya’nın önemli (ve en eski) anarşist dergisi Black Flag (Kara Bayrak)’ın yayın kolektifi üyesi olan Iain McKay, Black Flag’in yanı sıra Freedom dergisinde ve Anarchist Writers sitesinde yazardır. 1996’da internette yayımlanan ve daha sonra iki cilt olarak kitaplaştırılan “An Anarchist FAQ” (Anarşist bir Sıkça Sorulan Sorular)’ın ana yazarlarından olup, AK Press’ten yayınlanan ve Kropotkin’in “Karşılıklı Yardımlaşma” düşüncesine bir giriş ve değerlendirmenin yazarıdır.
Bugünü analiz ederek geleceğin taslağını çizmek
Yani Marksist perspektif kusurludur: birkaç cümle yeterli değildir. Geleceğin taslağı, modern toplumun ve eğilimlerinin analizine dayanmalıdır.
Anarşistlerin, kapitalizm ve mükemmel bir model arasında soyut karşılaştırmalar yapmadığını vurgulamalıyım. Proudhon’ın 1846’da (Ekonomik Çelişkiler Sistemi’nde) açıkladığı gibi, emeğin örgütlenmesinin “bugünkü biçimi yetersiz ve geçicidir.” Bu konuda Utopyacı Sosyalistlerle aynı fikirde olsa da, onların vizyon oluşturma tarzını reddederek, kendi sosyalizm anlayışını kapitalizm içindeki eğilimlerin ve çelişkilerin analizine dayandırmayı tercih etmiştir: “ekonomik gerçeklerin ve pratiklerin anlamlarını keşfeden ve felsefelerini ortaya çıkaran araştırmaları başlatmalıyız… Sosyalizmin şimdiye kadarki hataları, onu ezen gerçekliği kavramak yerine fantastik bir geleceğe atılarak hayali inançları sürdürmesi yüzünden olmuştur.” Bu analiz ve kapitalizm eleştirisi olumlu vizyonları besler.
Örneğin Proudhon, işçilerin, emeklerini kontrol ederek ürettikleri “kolektif güce” el koyan patrona “kollarını satıp özgürlüklerinden vazgeçtiklerini” savunur. Fakat “kolektif gücün prensibi, işçiler ve liderlerin eşit ve ortak olmasıdır.” Ancak “bu ortaklığın gerçekleşmesi için, katılanların eşitliğine dayalı bir mecliste, bilinçli birer ses ve aktif birer etken olmaları gerekir.” Bu, özgür erişimi ve toplumsallaşmayı gerektirir ve işçiler bir çalışmaya katıldıklarında “iş arkadaşlarının ve hatta yöneticilerin hak ve imtiyazlarına derhal” sahip olmalıdır. Bu yüzden “eşitliğe dayalı bir çözüm, diğer bir deyişle, ekonomi-politiğin reddini ve mülkiyetin -devletinki dâhil- kaldırılmasını içeren bir emek örgütlenmesi” yaratılmalıdır.
Bugün kavga vererek geleceği yaratmak
Bugün sadece kapitalizmi analiz ediyoruz, dinamiklerini anlıyor ve geleceğini belirleyen unsurlarını tespit ediyoruz. İki yapı var: Kapitalizm içinde, geniş-çaplı üretim gibi amaca yönelik eğilimler ve buna karşı gelen eğilimler (örneğin sendikalar, direnişler, grevler).
İkincisi kilit önem taşır ve anarşizmi genelde ilkini vurgulayan Marksizm den ayırır. Bu yüzden, Proudhon 1848 devriminde oluşturulan kooperatif işyerlerine ve kredilere işaret ederken, Bakunin ve Kropotkin gibi devrimci anarşistler emek hareketlerine önem vermişlerdir. Örneğin Kropotkin, “sendikalarda örgütlenen işçilerin… endüstrinin tüm dallarını ele geçirip… bunları toplum yararına işletmelerini” savunmuştur. Ve bugün kapitalist ezilmeye ve sömürüye karşı kavga veren grev meclislerinin, komitelerin ve federasyonların, geleceğin özgür toplumcu ekonomisinin meclislerine, komitelere ve federasyonlara dönüşebileceğini kolayca görebiliriz.
Bu perspektif, devrimin tabanda, ezilenlerin kendi özgürlükleri için verdikleri kavgada yaratılacağını gösterir. Bu da gösterir ki, özgürlükçü sosyalizmin temel yapıları, işçi sınıfının sömürüye ve ezilmeye karşı verdiği mücadele içinde, işçi sınıfı tarafından yaratılacaktır.
Ve zaman alacaktır. Kropotkin’in vurguladığı gibi, anarşistler “Devrimin, bazı sosyalistlerin hayal ettiği gibi, göz açıp kapayıncaya kadar, bir vuruşla elde edilebileceğine inanmazlar.” Yine onun doğru tahmin ettiği gibi, toplumsal devrimin karşılaştığı ekonomik problemleri çözmek özellikle zaman alacaktır. Bu yüzden, “Devrimin, isyanlarla birlikte başladığı anda açıkça komünist ya da gerçekten kolektivist bir karaktere sahip olmasını bekleseydik, Devrim fikrini ilk ve son kez denize atmış olurduk.” savunusu doğrudur. Ve bu her devrimde görülebilir – 1936 İspanya devriminde bile CNT üyelerinin yarattıkları kolektifler anarşistlerin planlaması ya da önerisiyle değil, o zamanın koşulları gerektiği için yaratılmıştır (Marksistler bunun pek farkında değiller).
Anarşist Ekonominin Yapı Taşları
Anarşist ekonomi bilimi devrimden sonra, anarşist ekonomi evrilirken gelişecek. Ancak anlatılanlara dayanarak temelde bir taslak çizebiliriz.
Anarşizmin her akımında ortak olan birçok şey vardır. Proudhon’un “toplumun toprağa ve emeğin araçlarına sahip olduğu, çok geniş bir federasyonda birleşmiş, demokratik, örgütlü işçi birlikleri” savunusu temeldeki vizyonu özetler.
Böyle bir ekonomide, özel ve devlet mülkiyeti kalmayacak, kullanım hakkı, elde tutma ve toplumsallaştırma ile birlikte üretimde öz-yönetim görülecektir (çünkü Kropotkin’in sürekli vurguladığı gibi, işçiler “endüstrilerin gerçek yöneticileri olmalıdır”). Endüstri, tarım ve komün seviyelerinde sosyo-ekonomik federalizmin yanı sıra kullanıcı grupları ve ilgi grupları olacaktır.
Bu merkezsiz bir ekonomi olmalıdır. Kropotkin’in doğruca belirttiği gibi, “toplumsal devrimin getireceği ekonomik değişiklikler o kadar büyük ve o kadar temelden olacak ki… [yeni] toplumsal biçimleri tanımlamak bir ya da birkaç kişinin yapması imkânsız bir iş olacak… [Bu] ancak kitlelerin kolektif çalışmasıyla olabilir.” Bu ise, ekonomik birlikler arasında, gerçek otonomi ve yatay bağlantılarla yapılan serbest anlaşmaları gerektirir.
Basitçe, üretimin merkezsiz yapılanmasına ve bu yüzden birlikler arasında anlaşmalara ihtiyacı vardır. Merkezi bir kuruluş, doğası gereği kendine özgü olan ihtiyaçların tüm koşullarını bilemez. İhtiyaçların karşılanması için gerekli kriterleri ya da kabul edilebilir maliyetleri bilemez. Bunların ne zaman ya da nerede gerekeceğini de bilemez. Bilmeyi denese bile, (ne soracağını bildiğini ve tüm verileri toplayabildiğini varsayalım) verilerin içinde boğulur.
Bu, bireyler için olduğu gibi, çalışma yerleri ve topluluklar için de böyledir. Kropotkin’in doğruca tahmin ettiği gibi, “önceden belirli miktarda malzemenin belirli bir günde, belirli bir yere gönderilmesini kumanda eden güçlü merkezi hükümet” düşüncesi “istenen bir şey değildir” ve “çılgın bir ütopyadır.” Gerçekçi ve cazip bir sistem, halkın “birlikte uyumlu çalışmasını, hevesini ve yerel bilgisini” gerektirir.
Böyle bir sistem uygun teknolojilere dayanır. Burada vurgulamam gerekir, anarşistler geniş çaplı endüstriye tümüyle karşı değildir ve bunu Proudhon’dan beri açıkça belirtmişlerdir. Örneğin Kropotkin “modern endüstrileri analiz edersek, bazıları için, aynı yerde toplanan yüzlerce, hatta binlerce işçinin gerekli olduğunu görürüz. Dev demir-çelik ve maden işletmeleri kesinlikle bu türdendir; okyanusu geçen gemiler, köydeki fabrikalarda yapılamaz.” Özgür bir toplumda, endüstrinin çapını nesnel ihtiyaçlar belirler. Kapitalizmde ise, bu çap, karı artırmak için, teknolojinin gerektirdiğinden çok daha fazla genişler.
Ayrıca, üretim bölünmeye değil entegrasyona dayalı olmalıdır. El emeği ve düşünce emeğinin birleşmesi ve endüstri ve tarım emeğinin birleşmesi sayesinde iş (emek) bölümü yerine iş miktarının bölünmesi gelecektir. Özgür komünitelerde, tarım ve endüstri bir arada bulunur ve işlerin çeşitliliğini artırarak çoğunluğun sağlıksız ortamlarda sıkıcı işlerle uğraştığı, emir-veren ve emir-alanlar şeklindeki bölünmeyi yok eder.
Bunun anlamı tabii ki işyerlerinin, çevresinin ve işin kendisinin dönüştürülmesidir. Maalesef birçokları endüstriyel yapının ve çalışma biçimlerinin kapitalizmde olduğu şekliyle, değişmeden kalacağını düşünüyorlar, sanki bir toplumsal devrimden sonra işçiler işleri aynı şekilde yapacakmış gibi!
Özgürlükçü Komünizm
Tekrar edelim, bütün bunlar anarşizmin bütün akımlarında neredeyse aynıdır. Kilit fark dağıtımdır: tüketimin emeğe dayalı olması (eski sözleşme) ya da komünizm (tartışmak gerek).
Çoğu anarşist komünisttir – Sovyetler Birliği’nin anlamında değil (akıllı görünen insanların bunun söylediklerine tanık oldum), “herkesten kabiliyetine göre, herkese ihtiyacına göre” anlamında. Etik olarak, Kropotkin’in çok iyi belirttiği burada özetlemeyeceğim nedenlerle, çoğu anarşist bunun en iyi sistem olduğu konusunda hem fikir olacaktır.
Böyle bir sisteme ne kadar çabuk ulaşılabileceği ve tam olarak nasıl işleyeceği anarşist çevrelerde tartışma konusudur. Şimdilik, bir özgürlükçü komünist toplumun, onu yaratanların arzularına ve bulundukları koşullara göre gelişeceğini söylemek yeterli olacaktır. Ancak bugünden açıkça görülen bazı sorunları tartışabiliriz.
Mesela mutualizmden farklı olarak fiyat yoktur. Kapitalizm altında kar ihtiyacı ekonomik krizlere ve belirsizliğe yol açar, ama pazarlar kapitalist olmasa bile problemlidir. Pazar fiyatları ekonomik kararları yönlendirir çünkü emek, hammadde, zaman, vb. gerçek maliyetleri yansıtır (ama birçok başkasını yok sayar, ya da en iyi ihtimalle gizler) ve bir yandan da (her ne kadar kapitalizm altında tekeller, kar vb. ile çarpıtılsa da) değişen üretim koşullarını yansıtır.
Peki, fiyatlar olmadan kaynakları en iyi nasıl paylaştırabiliriz? Bu çok açık değildir. Örneğin altın ve kurşunun benzer kullanım değerleri varsa neden birini ya da diğerini kullanalım? Pazarlar (kötü de olsa) bunu yapar (altının kilosu 100£ ve kurşunun 10£ olduğu için seçmek basittir, ama fazla basittir). Bunun için özgürlükçü komünist ekonominin, pazarların yarattığı bozucu etki olmadan, insanları üretimin gerçek maliyetleri ve koşulları hakkında bilgilendirmesi gerekir. Kropotkin’in önerdiği gibi, “fiyat dediğimiz bu bileşik sonucu, davranışlarımızın yüce ve kör yöneticisi olarak kabul etmek yerine analiz etmemiz gerekmez mi?” Bu yüzden fiyatı analiz etmemiz ve ekonomik ve sosyal karar alma sürecini bilgilendirmek için “farklı bileşenlerini ayrı tutmalıyız”.
Kaynakları paylaştırmak için kullanacağımız prensipleri, özgür toplumun federal yapıları dâhilinde anlaşarak belirlememiz gerekir. Örneğin, karar alma sürecinde kullanılmak üzere, bir ürünün yaratılmasındaki her aşamada bir maliyet-fayda analizi yapmak için çeşitli etkenler (daha önce hesaplanan maliyetlerin ve verilen kararların doğruluğuna dayanarak) bir katsayı oluşturacak şekilde önem dereceleriyle çarpılarak toplanır. Böylece nesnel maliyetler yansıtılabilir (zaman, enerji, kaynaklar), ama arz ve talep değişimleri ne olacak? Bu önemli bir sorundur çünkü özgürlükçü komünist toplum, ürünleri ihtiyaca cevap verecek şekilde üretmelidir. Öncelikle, her işyerinin üretimde ya da talepte oluşacak beklenmedik değişimler için bir stok tutması mantıklı olacaktır. Ayrıca, her işyerinin talep ve/veya üretimdeki göreli değişikleri tanımlayan bir az bulunurluk ölçüsü olabilir ve diğer işyerleri bunları kullanarak alternatifler arayabilirler – yani bir ürün tedarik edilemiyorsa bu değer artar ve bu ürünü kullananlar başka işyerleri ile iletişime geçerler ya da farklı seçenekleri araştırırlar.
İşyerleri federasyonları bütün bu değişimleri takip eder, ilgi grupları, kullanıcı grupları ve diğer toplumsal örgütler ve federasyonlar ile diyalog halinde, geniş-çaplı projeleri ve büyük girişimleri ve kapanışları örgütler. Bu girişimler farklı seviyelerde olabilir. Örneğin tek bir işyeri, çalışanlara daha fazla serbest zaman tanımak için üretim zamanını kısaltmaya çalışabilir: işte süreçler ve üretkenlik konusunda yenilikçilik için gerçek bir teşvik. Federalizm ihtiyacı tam olarak şu gerçeğe dayanır: Farklı kararlar, farklı (uygun) seviyelerde alınmalıdır.
Fakat üretim, ürünleri üretmenin ötesinde bir şeydir. Ucuzluk ve mekanik yapılabilirlik sorularından çok daha önemli olan bir insan meselesi vardır. Bu yüzden tek tek hedefleri ya da (karı artırma ya da zamanı kısaltma gibi) kriterleri reddetmeli ve resmin bütününe bakmalıyız. Kapitalizmin temelinde “ucuz mu?” sorusu varken, özgürlükçü bir ekonominin temeli “doğru mu?” olacaktır.
Sonuçlar
Sonuçta, kendi çıkarımız ekonomik özgürlük yönündedir. Bir patrona kölelik yapmanın bencillik örneği olarak verilmesini hiç anlayamadım ama burjuva ekonomisinin söylediği bu.
Kropotkin’in vurguladığı gibi, “üretim, insanın ihtiyaçlarını gözden kaybetti ve tamamen yanlış bir yöne saptı ve bunun sorumlusu hatalı örgütlenme yapısıdır… gelin… üretimi gerçekten bütün ihtiyaçları karşılayacak şekilde yeniden örgütleyelim.” Ve bu ihtiyaçlar, bütün bir insanın ihtiyaçlarıdır, bir kullanıcı, bir üretici, topluluğun bir üyesi ve ekosistemin bir parçası olan eşsiz bireyin. Kapitalizmin esirgediği ya da hayatlarımızın eşit derecede önemli diğer yönleri pahasına kısmen karşıladığı ihtiyaçlar.
Marksistlerden farklı olarak, sınıf hiyerarşisi ve kar güdüsünün mevcut ekonomik yapıda yarattığı kusurların farkındayız. Bu yüzden kısa vadeli amacımız kapitale el koymak ve onu insan ihtiyaçlarını karşılar hale dönüştürmektir. Uzun vadeli amacımızsa endüstriyel yapıyı dönüştürmektir. Bunun nedeni tam olarak, kapitalizm altında “verimli” olanın, Lenin ne derse desin, insanlar için iyi olmadığıdır.
Daha önce söylediğim gibi, anarşist ekonomi biliminin gelişmesi, devrimden sonra, anarşist ekonomi evrilirken olacaktır. Varılacak noktayı tahmin edemeyiz, çünkü görüşümüz kapitalizm tarafından zayıflatılmıştır. Bugünden yapabileceğimiz tek şey, sınıf ve hiyerarşiyi yok ederken ortaya çıkan özgürlükçü toplumun eskizidir. Bu eskizin temeli kapitalizm analizimiz ve eleştirimiz, ona karşı mücadelemiz ve umutlarımız ve hayallerimizdir.
Çeviri : Özgür Oktay
Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 23. sayısında yayımlanmıştır.
The post Anarşistlerin Ekonomi Tartışmaları (12) : “Özgürlüğün Birikimi” – Iain McKay appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post Syn Allois Kooperatifi appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>2011 yılında Yunanistan’ın Atina kentinde bir dayanışma ekonomisi kooperatifi olarak ortaya çıkan Syn Allios, Yunanca’da “başkalarıyla birlikte” anlamına geliyor. “Mevcut baskın ekonomik modelin bizim de dâhil olduğumuz Yunan toplumunda öfke çaresizliğe yol açtığı bir zamanda bu şekilde hareket etmeye karar verdik” diyen kahve kooperatifinden Ilias Ziogas ile dayanışma ekonomisi modelini, kooperatifin amacını işleyişini konuştuk.
Meydan: Merhaba. Syn Allios Kooperatifi’nin amacı nedir?
Ilias Ziogas: İki hedefimiz var; birincisi, düzgün bir yaşam için ihtiyaçlarımıza anlamlı ve toplumsal olarak faydalı işlerle kolektif bir çözüm sağlamak. İkincisi, farklı ekonomik modeller deneyimleyerek toplumumuza neo liberal kapitalizmin yok edici yolu haricinde alternatiflerin mümkün olduğunu göstermek.
Syn Allois’te ürüne erişim ve ürünün dağıtımı nasıl yapılıyor?
Ürün bizim için ucuza alıp pahalıya satarak kar edeceğimiz bir nesne değil; insanlar ve doğa arasındaki bütünsel ilişki zincirinin nesneleşmiş hali. Amacımız bu zincir içerisinde güven ve karşılıklı faydaya dayanan stabil ve uzun vadeli ilişkilerin ortaya çıkmasını garantilemek.
Bu felsefeyle, kahvemizi Chiapas’taki Zapatista üreticilerden ve ayrıca Yunan kooperatif ve üreticilerden temin ediyoruz. Atina’daki dükkânımız aracılığıyla halka satış yapıyoruz, bunun yanında dağıtımımız, geniş bir dayanışma ekonomisi inisiyatifleri ağı ve çok düşük ekonomik kar ile katılım yapmak isteyen küçük dükkanlar aracılığıyla da oluyor.
“Dayanışma ekonomisi” olarak tanımlanan ekonomik modelinizden kısaca bahsedebilir misiniz?
Bu ekonomi kâr elde etmeyi değil, insanların ihtiyaçlarının en iyi biçimde giderilmesini amaçlıyor; insanları “üretim ve tüketim etkenleri” değil ekonomik sürecin her alanında yer alan eşit katılımcılar olarak görüyor, kolektif düzlem üzerine yoğunlaşıyor. Daha da önemlisi, ekolojik yıkımla gelen büyümeyi değil sürekliliği hedefliyor.
Syn Allois’te çalışma koşulları nasıl?
Kooperatifte çalışan 5 kişi, vardiyalı olarak eşit işi bölüşüyor. (Hala oldukça mütevazı olan) Ücretimiz de herkese eşit dağıtılıyor. Amacımız herkes için makul bir ücrete ulaşmak ve eğer büyümeye devam edersek, kooperatife daha çok insanı dâhil ederek, satış fiyatlarımızı düşürmek veya diğer dayanışma ekonomisi projelerine yardımcı olarak faydayı toplumsallaştırmak.
Chiapas ile nasıl iletişime geçtiniz?
Zapatista hareketiyle bağlantımız çok eskiye dayanıyor. Zapatista kahvesinin Yunanistan’daki dağıtımı gayri resmi olarak 2004’te Chiapas’taki bir dayanışma projesine dâhil olan insanlar aracılığıyla başladı. Kahveyi ilk başlarda Avrupa’da Zapatista kahvesini ilk ithal eden kolektif olan Almanya’daki Café Libertad alıyordu, ama sonra “O Sporos” (Tohum) adında, gönüllülerden oluşan bir kooperatif doğrudan Yunanistan’a ithalat yapmaya ve genel olarak dayanışma takası üzerine denemeler yapmaya başladı. Hepimiz, bir işçi kooperatifi olan “Syn Allois”in de içinden doğduğu bu kooperatifin üyesiyiz. Yani ilham kaynağımız Zapatista hareketi oldu.
Kahvenin Chiapas’tan Yunanistan’a getirilmesini nasıl organize ediyorsunuz? Kahvenin kavrulması, paketlemesi vb. süreçler nasıl işliyor?
Zapatista kahve kooperatifleri, kahve Meksika’daki Vera Cruz limanından çıktığından itibaren bütün prosedürlerden ve giderlerden kendileri sorumludur. Bu noktadan itibaren kahve Atina’daki limana ulaşana kadar sigorta, nakliyat gibi bütün giderleri karşılamakla yükümlüyüz. Bu giderler kahvenin asıl değerinin yaklaşık %5’i kadar oluyor.
Yılda yaklaşık 15 ton Zapatista kahvesi ithal ediyoruz. İthalatı koordine etmek ve diğer Zapatista kahvesi kooperatifleriyle ortak bir iletişim ortamı sağlamak için, Avrupa’daki Zapatista kahvesi satan dayanışma grupları ve kooperatiflerden oluşan RedProZapa ağına dâhiliz. Böylece, ithalatın fiyatı ve miktarı bütün üreticiler ve dayanışma alıcıları arasındaki bir dayanışma süreci sonunda ortaya çıkıyor ve bütün hususi ihtiyaçlar dengeleniyor. Kahve pazar fiyatını hatta adil ticaret standart fiyatını bile takip etmiyoruz; bunun yerine üreticilerin ihtiyaçlarına ve dayanışma alıcılarının sınırlarına cevap verebilen, genellikle market fiyatından çok daha yüksek olan fiyatlar ödüyoruz. Ayrıca kahvenin değerinin %60’ını teslimattan yaklaşık 6 ay öncesinde ödüyoruz ki üreticiler masraflarını önceden karşılayabilsin.
Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 23. sayısında yayımlanmıştır.
The post Syn Allois Kooperatifi appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post “Yunanistan’da Yeniden Doğrudan Demokrasi” – Didem Deniz Erbak & Furkan Çelik appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>Festivalin ilk gününde Yunanistan’ın güney doğusunda altın madeni projelerine karşı mücadele veren Halkidiki halkı ve çalıştıkları fabrikayı işgal ederek öz-yönetimle işleten ve yeniden üretime geçen Vio.Me. işçileri konuştu. Panelde ana hatlarıyla mücadelelerin ortaklaştırılmasından ve dayanışmanın nasıl büyütülebileceğinden bahsedildi. “Sorunlarımız aynı, düşmanlarımız ortak. Bu yüzden birliğimizi güçlendirmeliyiz.” mesajı verildi.
İkinci gün konuşmalarında Kanada, İtalya, Japonya ve Fransa’dan katılan anti-otoriter oluşumlar “commons” (kamusal ya da kolektif) kavramı üzerine bir tartışma gerçekleştirdiler.
Festivalin üçüncü ve son gününde gerçekleştirilen, Devrimci Anarşist Faaliyet adına Alp Temiz’in de konuşmacı olarak katıldığı kapanış panelinde, Bosna’dan Minel Abaz, Saraybosna başta olmak üzere tüm Bosna’da yükselen faşizmin ve anti faşist hareketin gelişimini aktardı. Panelde Hollanda’dan RoarMag editörlerinden Jerome Roos “Ölmekte olan dünyanın yerine doğan yeni dünyada patlak veren isyanlar” başlığı altında gerçekleştirdiği konuşmasında son süreçte birbiri ardına gelişen toplumsal isyanların siyasi arka planını ve birbirine olan etkilerini yorumladı. Alp Temiz ise Devrimci Anarşist Faaliyet adına yaptığı konuşmasında “Taksim Gezi İsyanından Geriye Ne Kaldı?” başlığıyla bir sunum gerçekleştirdi. Bir önceki yıl yine Doğrudan Demokrasi Festivali’nde ayrıntılı olarak Taksim Gezi isyanından ve onun toplumsal etkilerinden, sonrasında gelişen mahalle forumlarından ve mahalle forumlarında doğrudan demokrasinin işleyip işlemediğinden bahseden Alp Temiz bu sunumda yalnızca Taksim Gezi İsyanından sonraki toplumsal politizasyonun değişimini inceledi.
Politik olarak gittikçe homojenleşen ve liberalleşen algılarda toplumsal muhalefetin örgütsüzleştirildiği, bireye indirgendiği bir dönemde Soma katliamı ile sonrası kapitalizme karşı verilen mücadelede örgütlülüğün şart olduğunun toplum nezdinde daha anlaşılır hale geldiğine değindi.
Öte yandan özellikle Taksim Gezi İsyanıyla birlikte artan toplumsal muhalefetin, AKP ve Erdoğan karşıtlığına indirgenerek etkisizleştirilmesine vurgu yaptı. AKP karşıtlığıyla seçimlerden medet uman siyasi partiler ve örgütlerin, yerel seçimler ve cumhurbaşkanlığı seçimleri ile üst üste yenilgiye ve hayal kırıklığına uğrayarak derin bir sessizliğe gömüldüğünden bahsetti.
Taksim Gezi İsyanının ve diğer toplumsal olayların yarattığı politizasyonu seçimlerde oy’a dönüştürmeye çalışan siyasi yapıların; mücadeleye yeni adım atmış olan bireylerin algılarında yeşeren umudu seçimlere kanalize ettiğinden ve seçimlerde gerçekleşen yenilgilerle de bu bireylerde umutsuzluğa ve devrime olan inancın yitmesine yol açtığından bahsetti. Tıpkı bugün, geçmişte yaşadığı yenilgilerin etkisiyle “Biz zamanında çok mücadele ettik olmadı, sen kendini kurtarmaya bak” propagandası yapan ebeveynler gibi bu yenilgiyi içselleştiren günümüz gençlerinin bir on sene sonra kendi çocuklarına aynı propagandayı yapan ebeveynlere dönüşebileceği örneğini verdi.
Festival süreci boyunca festivale katılan siyasi grupların yanı sıra suyun ticarileştirilmesine karşı mücadele eden grupların, üretim ve tüketim kooperatiflerinin, çeşitli kitapevlerinin ve Vio.Me. işçilerinin ürettiği temizlik malzemelerinin tanıtımı ve ürün satışları yapıldı.
Patronlarla Devlet El Sıkışırken Selanik Halkı Sokaklardaydı
Üç gün süren festivalin ardından 6 Eylül günü Selanik’te kapitalist şirketlerle yunan devletinin yöneticilerinin pazarlık konferansına karşı bir yürüyüş gerçekleştirildi. Aralarında Yunanistan başbakanı ve bakanlarının ve Yunanistan’daki en büyük holdinglerin patronlarının da olduğu konferansın katılımcılarını korumak için Atina dahil pek çok şehirden otuz binin üzerinde polis Selanik’e getirildi.
Aristoteles Üniversitesi önünde toplanan Doğrudan Demokrasi Bloğu pankartının arkasında Antiotoriter Hareket, Vio.Me. işçileri ve Halkidiki’de madenlere karşı mücadele veren köylüler ortaklaşa bir kortej oluşturdu.
Devrimci Anarşist Faaliyet de, geçen yıl olduğu gibi bu yıl da, Doğrudan Demokrasi Bloğu içerisinde “Anarşist Devrime Faaliyetle” pankartıyla ve kara bayraklarıyla yürüyüşe katıldı.
Konferansı protesto etmek için sokaklara çıkan on binlerce kişi Selanik içerisinde uzun bir yürüyüş gerçekleştirdi. Yürüyüşe katılımın fazla olması nedeniyle dükkanların büyük bir bölümü kepenk kapattı. Yürüyüş sırasında sık sık kapitalizme ve devlete karşı sloganlar atılırken yürüyüş kortejlerini sağlı sollu ablukaya alan polis, eylemcileri sürekli provoke etti.
Geçtiğimiz yıl kapatılan, ardından işsiz kalan işçilerinin binayı işgal etmesiyle bu sefer özyönetimle yeniden yayın yapmaya başlayan Yunanistan Devlet Radyosu ve Televizyonu’nun (ERT) önüne gelindiğinde Doğrudan Demokrasi Bloğu korteji ERT binasına dayanışma pankartı astı. Bu bekleme sırasında eylemcileri kalkanlarıyla itmeye başlayan polis, korteje biber gazı sıktı. Bu esnada ERT televizyonu penceresinden bir ERT işçisi de slogan atarak polisin saldırısını protesto etti. Eylemcilerin kol kola girerek sloganlar atmasıyla polis geri çekilmek zorunda kaldı ve Doğrudan Demokrasi Bloğu yürüyüşüne devam etti. Yürüyüşün başladığı noktaya gelindiğinde ise eylem sonlandırıldı.
Vio.Me. Dayanışması Toplantısı
Vio.Me. işçilerinin yanı sıra direnişteki metro işçilerinin, su ve kanalizasyon işçilerinin, Dayanışma Hastaneleri’nin gönüllüsü hekim ve hemşirelerin ve Anarko-sendikalist örgütlenmelerin de yer aldığı toplantıda endüstri işçileri sendikası kurulması önerisine karşılık Selanik yerelinde tüm sektörleri kapsayan ortak bir sendika kurulması önerisi tartışıldı. Tartışma sonrasında sendikal bir çalışma başlatılması noktasında ortaklaşıldı. Devrimci Anarşist Faaliyet adına Alp Temiz de toplantıda söz alarak Vio.Me. deneyiminin Anadolu topraklarındaki işçi mücadeleleri için de önemli bir örnek teşkil ettiğini vurguladı. Devletlere ve kapitalizme karşı verilen mücadelede işçilerin yanı sıra tüm ezilenlerin örgütlü mücadelesinin kaçınılmaz olduğunu ifade etti.
Atina Nosotros Sosyal Merkezi’nde Taksim Gezi İsyanı ve Sonrası Etkinliği
Selanik’te düzenlenen Doğrudan Demokrasi Festivali’nde konuşmacı olarak davet edilen Devrimci Anarşist Faaliyet, festivalin sonlanmasının ardından, 11 Eylül günü, Atina’da gerçekleştirilen bir etkinlikte daha yer aldı.
2008 yılında Aleksis’in polis tarafından katledildiği Exarcheia Mahallesi’nde yer alan Nosotros Sosyal Merkezi’nde düzenlenen etkinlikte “Taksim Gezi İsyanı, Yeni Bir Siyasal Tarz Mı?” ve “Taksim Gezi İsyanı’ndan Geriye Ne Kaldı?” başlıklı iki sunum gerçekleştirildi. Birincisi isyan süresince gerçekleşen sosyal politik ve kültürel etkileşimler ve mahalle forumlarında doğrudan demokrasinin ne kadar uygulanabildiği incelendi. İkinci sunumda ise isyan sonrasındaki gelişmelerin siyasal etkileri incelendi. Özellikle Soma katliamının toplumsal muhalefet üzerindeki etkileri ve seçimlere yüklenen anlamın toplum üzerindeki etkileri tartışıldı.
Sunumun ardından soru cevaplar, tartışmalar ve değerlendirmelerle etkinlik son buldu.
Yunanistan Devletinden DAF’lılara Polis Baskısı
Doğrudan Demokrasi Festivali’ne konuşmacı olarak Yunanistan’a davet edilen DAF’lılar Selanik’e vardıkları ilk gün polis baskısıyla karşılaştı. Festival’in birinci günü gece saat 1 civarlarında Aristoteles Üniversitesi’nden ayrılıp konakladıkları yere doğru ilerleyen DAF’lılar XANΘ (Hant) meydanından geçerlerken 80 motosikletli polis (yerel adıyla Zeus) ve 3 polis aracıyla toplamda 90’dan fazla polis tarafından etrafları sarılarak durduruldu. “Yasadışı dokümanlar nerede?” “Neden Yunanistan’dasınız” gibi sorularla çantaları ve üstleri aranan DAF’lılar daha sonra Yunanistan’a giriş izinlerinin olup olmadığının kontrol edileceği gerekçesiyle kendilerinden istenen pasaportlarını polislere gösterdi.
Pasaport kontrolünün ardından polis tekrardan üst araması yapmak isterken çıkan gerilim sonucunda Devrimci Anarşist Faaliyet’ten Berk Rona çeşitli bahaneler gösterilerek göz altına alındı. Gözaltına alınarak karakola götürülen Berk Rona’yı diğer DAF’lılar, Selanik’te mücadele veren Antiotoriter Hareket’ten yoldaşları ve avukatlar sabah saatlerine kadar karakol önünde bekleyerek yalnız bırakmadı. Gözaltına alınan Berk Rona ertesi gün öğle saatlerinde çıktığı mahkeme sonrasında “suçsuz bulunarak” serbest bırakıldı.
7 Eylül günü ise Vio.Me. işçilerinin davetiyle işgal edilen fabrikada gerçekleşen Vio.Me. dayanışması toplantısına katılan ve burada bir dayanışma konuşması yapan DAF’lılar fabrikadan ayrıldıkları sırada yine 10 motosikletli polis (Zeus) tarafından arabaları durduruldu. Pasaportlarına el konan DAF’lılara araç içerisinde uzun süre bekletilerek fiili gözaltı işlemi gerçekleştirildi.
DAF’lıların dokümanlarına el koymak isteyen polis ile DAF’lılar arasında çıkan kısa süreli tartışmanın ardından DAF’lılar tüm dokümanlarını ve pasaportlarını geri alarak yollarına devam ettiler.
Didem Deniz Erbak & Furkan Çelik
Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 21. sayısında yayımlanmıştır.
The post “Yunanistan’da Yeniden Doğrudan Demokrasi” – Didem Deniz Erbak & Furkan Çelik appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>