The post “Şirketlerin Yoluna Taş Koyuyoruz” – Büşra Cengiz appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>Kapitalizm şehirlerdeki yaşamın zenginler için elverişli olmasını sağlarken, bunun dışında kalan kırsalları da kendi hizmetine sunuyor. Gelişme, kalkınma, ilerleme derken yüzlerce proje üretenler, yüzlerini nükleer santrallere, HESlere, GESlere, RESlere ve termik santrallere dönüyor. Bunun temelini şehirlerdeki AVM’lere, şirketlere, fabrikalara enerji sağlamak ile kurarken, yine kendi cebini dolduruyor. Durmadan büyüyen endüstri, enerji ihtiyacını “daha ucuza gelen” kömürden sağlıyor ve çarkın dönebilmesi için her gün bir maden daha kazılıyor.
Kazılan her bir maden onlarca yaşama son veriyor. Bu madenler için yüzlerce işçi göz göre göre ölüme yollanıyor. Kozlu’da, Soma’da, Ermenek’teki gibi yaşamlar yok ediliyor. Ancak devlet ve şirketler durmuyor, her yere yol açıyor; duble yolları, köprülü kavşaklar takip ediyor. Adım başı karşımıza bir inşaat çıkıyor. Bu inşaatların hammaddesi kırlardan, dağlardan, ormanlardan, köylerden sağlanıyor. Devlet ve şirketler bu topraklarda, “kamu yararı”na yaşamı katlediyor. “Kamu” ise bu yarardan payını, bahçesindeki ağacın kesilmesiyle, biraz uzağındaki ormanın yakılmasıyla, çocukluğunda yüzdüğü derenin kurumasıyla alıyor.
Taş ocakları da “kamu yararı”na yapılanların önemli bir parçası. Taş ocakları, geri dönüşü olmayan etkileriyle yaşamın her alanında tehlike yaratıyor. Taş ocaklarında yapılan her patlama, yüzlerce yılda oluşan yer altı su yollarının çökmesine sebep oluyor. Bu yeraltı suyuna sızan suyun da açığa çıkmasına, akış yönünün değişmesine, buharlaşmasına ve kaybına sebep oluyor. Bütün bunların sonucunda, bölgeyi büyük bir kuraklık bekliyor.
Taş ocaklarında yapılacak her bir patlatma işlemi, küçük çaplı bir deprem etkisinde. Bursa ve Trabzon’daki patlatmaların şiddeti rasathaneler tarafından 2,6 olarak ölçülüyor. Bununla birlikte patlatmalarla oluşan enerji birikimi, doğal depremleri tetikliyor. Ortalama bir ocakta ise haftada en az üç patlatma yapıldığını düşünürsek, bölgedeki yaşam alanlarını ne ölçüde etkileyeceği açık.
Taş ocaklarından çıkan kil ve toz, eğimli arazi üzerinden çevredeki su varlıklarına buluşarak, balıkların solungaçlarını tıkıyor ve toplu balık ölümlerinin sebebi oluyor. Bunun yanı sıra, patlatmalar esnasında oluşan kil ve toz bulutları yerleşim yerlerinin ve tarım arazilerinin üstüne çökerek ciddi akciğer rahatsızlıklarına neden oluyor, bitkilerin yapraklarını kaplayarak fotosentezi engelliyor. Böylece meyve oluşumu zayıflıyor.
Taş ocakları arkalarında devasa büyüklükte çukurlar bırakıyor, bu çukurlarda çöp ve atık maddelerin biriktiği, lağım sularının boşaltıldığı bir alana dönüşüyor. Bu atıklar da yine yer altı sularına sızarak, var olan suyu zehirliyor.
Şu sıralar talan projelerinden biri olarak karşımıza çıkıyor, taş ocakları. 2004 yılında ÇED raporundan muaf tutulmasıyla birlikte, 85.000’i aşkın taş ocağına ruhsat verildiği biliniyor. Bu topraklarda azımsanmayacak kadar çok olan taş ocakları, Antalya ve Muğla’da da oldukça fazla. Kayıt dışı olanlar bir kenara Antalya’da 1059, Muğla’da 450 tane ocak bulunuyor. Kentsel dönüşüm yalanlarıyla talana devam eden şirketler, Düzce’den Bolu’ya, İzmir’den Ordu’ya kadar taş ocağı planlarını sürdürüyor.
Var olan taş ocaklarının genişletilmesi şimdi de Yalova ‘da karşımıza çıkıyor. Güneyköy başta olmak üzere, Orhangazi’yi, Fındıklı’yı, Kurtköy’ü, Soğucak’ı, Hamzalı’yı, Sugören’i, Cihanköy’ü ve Paşakent Mahallesi’ni etkileyecek olan taş ocakları halkın ve yaşam savunucularının tepkisini çekiyor. Yalova’da yapılan taş ocaklarında üç isim öne çıkıyor; Bahadır Madencilik, Gürer Madencilik ve Karayolları. Öncelikle bunlardan ilki olan Bahadır Madencilik’in var olan kapasitesini 8 kat büyütmek için yaptığı çalışmalar dikkat çekici.
Normal şartlarda, yıllık 260.000 ton olan kapasite yıllık 2.000.000 tona çıkarılmak isteniyor. Bunun beraberinde 95 hektarlık orman arazisinin 78 hektarlık kısmı yok edilecek, 192.444 ağaç yok edilecek. Haftada 3 patlatma yapılacak ve toplam 1694 kilo patlayıcı kullanılacak; nakliye için günde yaklaşık 220 kamyon, köy yollarını kullanarak taş taşıyacak. Günde 54 ton su, köylerin şebekelerinden çekilerek taş ocağı için kullanılacak. Üstelik tüm bu veriler sadece bir şirketin yaratacağı tahribatı anlatıyor. Orada bulunan, üç büyük taş ocağı göz önüne alınırsa rakamlar daha da vahim hale geliyor. Çoğunluğu orman arazisinde ve tarım arazilerinin yakınında bulunan taş ocaklarının 550.000 m2 olan işletme izni 1.085.000 m2’ye çıkartılacak. Yıllık toplam kapasite 889.000 tondan 2.143.000 tona çıkarılacak. Her ay 30 patlatma yapılacak. Her seferinde 2686 kg patlayıcı kullanılacak. Köy ve mahalle yollarını kullanan kamyon sayısı 98’den 238’e çıkacak. Yaz boyunca ana haber bültenlerine konu olan ve kaygıyla suyu bitti bitecek denilen Yalova gibi bir yerde, bu taş ocakları için günde 117 ton su şehir ve köy şebekelerinden çekilecek.
Yaşamlarımızdan her geçen dakika bir parça daha götürülürken, talanın adı ve yeri değişiyor fakat failleri değişmiyor. Havamızı suyumuzu ve toprağımızı çalanların adı dün Loç Vadisi’nde HES olarak karşımıza çıktığı gibi, Bugün Yalova’da, İzmir’de taş ocağı oluyor, tıpkı yarın Mersin’de nükleer olacağı gibi…
Gelişme, kalkınma, ilerleme diyerek talan projelerine tumturaklı isimler verenlerin, aklımızı bulandırmaya çalışanların yalanlarına inanmıyoruz. Hava, su, toprak ve yeryüzündeki tüm canlılar için yaşam mücadelemize devam ediyoruz.
Büşra Cengiz
Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 25. sayısında yayımlanmıştır.
The post “Şirketlerin Yoluna Taş Koyuyoruz” – Büşra Cengiz appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post Üzüntümüz Öfkemizin Tohumudur! appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>Bu mesleğin kaderinde maalesef ölüm var. – RTE
2013 yılı madenlerde yine katliamla başladı. Türkiye Taşkömürü Kurumu’na (TTK) ait bir maden ocağında 7 Ocak Pazartesi günü bir işçi katliamı yaşandı. Öğlen saatlerinde 630 metre derinlikte yaşanan metan gazı patlaması sonucu maden işçileri yine toprak altında kalarak yaşamını yitirdi. Zonguldak’ın Kozlu ilçesinde meydana gelen bu katliamda Ahmet Şekerci, Hasan Bozacı, Muharrem Yapıcı, Yüksel Koca, Hüseyin Kürekçi, Satılmış Arslan, Köksal Kadıoğlu ve Muhsin Akyüz yaşamını yitirdi. 8 işçinin ölümünü hükümet kader olarak değerlendirip çok üzgün olduğunu belirtirken muhalefet ise hükümeti eleştirecek bir koz olarak değerlendirip derin üzüntü içerisinde olduğunu belirtti. Ardı ardına süren bu açıklamalar ile 8 işçinin öldüğü bu maden katliamında, hükümetiyle muhalefetiyle devlet şaşırmadı, üzüldü!
Devlet bu ölümlere şaşırmıyor, zaten şaşırması da beklenilemez. Çünkü bu sonucun sebebi kendisi ve sebebi olduğu bu sonuca sahte üzüntüsü ise, bu gerçekliği görünmez kılma politikasıdır. Üzgünlük propagandası yaparak herkesin ölümlere alışmasını istemektedir. Bu alıştırma politikası içerisinde gazete ve televizyonların konumu devlet için önemli bir araçtır. Maden ocaklarında her yıl onlarca, yüzlerce işçi katlediliyor. Her maden katliamıyla beraber, maden sektöründe ölümün olağanlaşması artıyor. Sadece Türkiye’de de değil tüm dünyada maden ocaklarında ölüm olağanlaştırılarak, adeta iş sürecinin bir parçası haline geliyor. Yani bir maden işçisiyseniz işinizin gereği yerin yüzlerce metre altını, kömür çıkarmak için kazarsınız. Bazıları kazdıkları gün başına para alırken, bazıları ise kazdıkları metre başına para alır. Ve bu şekilde çalışmayı sürdürürken yaşamınızı yitirirseniz, bu olağandır. Adeta babadan oğula geçen bu mesleğin tüm incelikleri aktarılırken, ölmek de tüm olağanlığıyla aktarılmaktadır. Maden işçisinin yaşamını sürdürebilmek için metrelerce yerin altından çıkardığı bu kömür ne için çıkıyor?
Yaşadığımız topraklardan çıkan kömürün ortalama yüzde 85’i termik santrallerde, yüzde 12’si sanayide kullanılırken, sadece yüzde 3’ü evlerin ısınması için kullanılıyor. Termik santrallerin ürettiği elektriğin kullanımında ise en yüksek oran üretim sektörlerinde ve tüketim merkezlerinde bulunmaktadır. Kapitalizmin lüks araçlarının kullanımıyla, ev içi elektrik kullanımı da azımsanamayacak kadar çoktur. Maden işçisinin çıkartacağı kömür, kapitalizmin işleyişi için bu kadar önemli olduğundan, kapitalizm içerisindeki rantı da çok yüksektir. Gün ya da metre başına aldığı parayla yaşamını zar zor geçindiren maden işçisinin emeğinden, birçok patron büyük paralar kazanmaktadır. 2012 senesinde sektörde beklenilen yatırımların toplamı 4.224.000.000 TL idi. Bu kadar büyük paraların döndüğü bu sektörde maden işçisinin değeri milyarda bir iken, yaşamını yitirmiş her işçinin ölümü yükseltilerek, toplum için feda olmuş bir kahramana dönüştürülür. Hiç umursamadıkları maden işçilerinin ölümünü kutsayarak, kazanmak için yarattıkları sınırsız üretim ve sınırsız tüketim sisteminin saçmalığını anlamamızı engellemek isterler.
Maden işçisi, bu saçmalıklar sisteminin, kapitalizmin, bu sınırsız üretim ve tüketim taleplerini karşılamaktayken, gün be gün girdiği toprağın altında, yaşamını yavaş yavaş yitirmektedir. Ezenler sahte üzüntüleriyle bu ölümleri olağanlaştırmak isterken, yaşamını yitiren her yakınımızda hissedeceğimiz üzüntümüzün öfkeye dönüşmesinden korkuyorlar. Hükümetiyle muhalefetiyle devletin, patronları ve şirketleriyle kapitalizmin tüm telaşı bundandır. Alıştırılmak istendiğimiz bu ölümler, alışamayacak kadar yakınımızda, yani tam içimizde, bu yüzden üzgünüz. Ama şu bilinmeli ki ezilenlerin üzüntüsü öfkenin tohumudur, bu tohumlar yüreklerimizde yeşeriyor.
Yukarıdaki bildiri son yaşanan maden işçisi ölümlerinin ardından Devrimci Anarşist Faaliyet tarafından dağıtılmıştır.
The post Üzüntümüz Öfkemizin Tohumudur! appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post “Maden İşçisi Olmak İçin Ne İstersin?” – Halil Çelik appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>Kaza meydana geliyor, Çalışma Bakanı olarak omuzumdaki yükten dolayı o gün yerin altına giriyorum
Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanı Faruk Çelik, Nisan, 2012
Yaşanan bir maden kazasının ardından daha, çalışma bakanı hala yerin dibine giremedi.
Ekmek parası için yerin metrelerce altında, dipsiz kuyularda çalışmak zorunda bırakılanların ölüm haberi geldi yine yeni yılın ilk haftasında Zonguldak madenlerinden. Kozlu maden işletmelerinde yaşanan patlamada yine işçiler öldü; bu defa sekiz madenci “kaderlerinin kurbanı” oldu. Artık normalleştirilen bu ölümlere devlet erkanı yine “çok üzülürken”, o erkanın başbakanı yaşanan vahim olaya “kader” diyerek, geride kalan madencileri de ölüme mahkum etti. Zaten daha önce de bakanının ölen madencilerin ardından “Acı çekmediler, güzel öldüler” dediği bir devletin başbakanının, madencileri ölüme mahkum etmemesi olanaksızdı.
Yaşanan katliamın yankıları son bulmamışken, madencilerin Türk bayraklarına sarılı tabutlarıyla yapılan cenaze törenlerini günlerce televizyonlarda izledik, gazetelerde okuduk. Ölümlerinin ardından birer kahraman ilan edilen “maden şehitleri”nin cenazeleri ulusal çapta bir yas havası estirdi, ölümler “bütün bir milletin acısı” haline geldi.
Ancak Zonguldak’ta yaşananlar, bayrağa sarılmış tabutlarla düzenlenen cenazeler, bizlere hiç de yabancı değildi. Bayrağa sarılmış tabutlarla dolu cenaze görüntüleri, cenazelerin ardından yakılan ağıtlar hep aynıydı; Şubat 2010’da Balıkesir’de 13, Aralık 2009’da Bursa’da 19 ve daha birçok sayısız madencinin ardından olduğu gibi…
Madenciler: Milli Kahramanlar
Ekmek parası için dipsiz karanlıklara inenlerin yanlarına alamadıkları bir şey vardır; yaşamları. Her defasında yaşamlarını yeryüzünde bırakarak yerin yüzlerce metre altına inenler, ölmeyi göze almak için neye inanırlar? Zonguldak’taki maden işçilerinin bayrağa sarılı tabutlarını koklayanları bu ölüme ikna eden şey, nedir? Yaşamak için ölmeyi göze alan bu insanların “kader”i hep aynı olur; ölümün kader olduğuna inandırılanların tek dayanağı “öldüklerinde birer kahraman” olacakları gerçeğidir.
Karanlık madenlerde yaş, renk, sınır, millet yoktur; o karanlıktakilerin tek isteği yeniden yaşayabilmektir. Herkesin bir olduğu o madenin karanlığı her yerde aynıdır; Türkiye’de, Çin’de, Şili’de, Bolivya’da, Güney Afrika’da, Yeni Zelanda’da… Çin’de ölen 203 madenci de, Yeni Zelanda’da ölen 29 madenci de, Güney Afrika’da polisin tarayarak katlettiği 34 madenci de, Zonguldak’ta ölen 8 madenci de… Ve her ölümün ardından atılan “milli birlik” naraları aynıdır. Ölenler artık birer kahramandır, “milletin bağrına basacağı evlatları”dır. “Milli kahramanlar” ilan edilen madenciler, yaşanan ölümlerin gerçekliğini gizleyemeyecektir. Bu ölümleri kahramanlaştırarak kanıksatmak, ölümlere duyulan öfkeyi bastıramayacaktır.
2010 yılında Şili’de yaşanan maden patlamasında 33 işçinin 69 gün boyunca yerin 700 metre altında mahsur kalması ve sonrasında yaşananlar, hala unutulmadı. Madencilerin yeryüzüne çıkarılacağı gün gelip çattığında ise yaşananlar şöyleydi: Şili bayrağı rengine boyalı kapsülle 700 metre derinlikten yeryüzüne taşınan madencileri bekleyen devlet başkanı ve bakanlar, “özgürlüğüne yeniden kavuşan” madencilerin kurtulduklarında attığı “Şili çok yaşa” çığlıklarıyla, “millet olarak birliğin gücünü” yeraltında geçen 69 günün ardından yeniden ilan etti. 33 insanı onlarca gün boyunca yerin dibinde bırakan devlet, yaptığını madencileri kahramanlaştırarak gizledi. Ve bu kahramanlık öyküsü madencilerin ağzından şu sözlerle döküldü, “Hepimiz çalışmaya devam edeceğiz. Madenci yüreği işte böyle bir şey.”
Maden Şehitleri, Neyin Şehidi?
Dünyanın birçok yerinde sayısız madenci bugüne kadar yaşanan patlamalarla, zehirlenmelerle, göçüklerle katledilmiş; ölenlerin ardından yaşananlarsa hep aynı olmuştur; yaşananlara dair hep derin üzüntüler duyulmuş, ölenlerin ardından hep geçici süreli yaslar tutulmuştur. Yaşanan her maden katliamının ardından yükselen “ulus olarak derin yas içindeyiz, şu kadar madencimiz şehit oldu, onlar kahramandılar” söylemleri, yaşanan katliamları unutturamayacak kadar sahtedir. O madenlerde yitecek canları sonradan ilahlaştırıp kahraman yapanlar, kendi katliamlarını gizleyemeyeceklerdir.
Aldıkları (hatta bazen de alamadıkları) yüzlerce lira karşılığında dipsiz kuyulara inenleri kahramanlık kimliğiyle uyutanlar her yerde aynıdır. İş gücünün ucuz olduğu tüm coğrafyalarda madencilere dayatılan iki gerçek vardır; aç kalmak ya da o madenlere inmek ve gerektiğinde ölmek. Yakın zamanda ölen 8 maden işçisinin ardından “üzüntülere gark olan bir millet”in ve bayraklara sarılı cenazelerin de başka bir ifadesi yoktur. Aldıkları parayla yaşayamayacaklarını bilerek yeraltına inmeye razı olanların, ölürlerse gururla arkalarında bırakacakları birer sıfatları vardır: Maden şehitleri.
Ölüme İkna Olmanın Bir Yolu Daha Var
İnsanların “milli hissiyatlarla” ölüme ikna edilemediği yerlerde ise, madencileri dipsiz karanlıklarda ölüme yollamanın başka bir yolu vardır: Daha fazla para. Şili’de saati 1 dolara çalışmak zorunda olan madencilerin durumu, ekonomik olarak “daha gelişmiş olan coğrafyalarda” farklıdır; örneğin Kanada’da madenciler saatte 25-35 dolar arasında para kazanabilmektedir. Çünkü yaşam koşularının “iyi olduğu” bir yerde, insanları ölmek için yerin metrelerce altına yollamak neredeyse imkânsızdır. Bunu yapmanın tek yolu kesenin ağzını açmak, madencilere ölüme ikna olunacak kadar para vermektir.
Ondandır ki örneğin Avusturalya’da çalışan bir madenci ayda yaklaşık 30 bin lira kazanır ve bir hayli iyi para bırakan mesleğinden yakınmaz. Onun, diğer madenciler gibi yerin metrelerce altına inerken hissettiği bir ölüm korkusu yoktur; çünkü ona yerin dibinde ölebilme ihtimali, verilen yüksek maaşlarla unutturulmuştur. O öldüğünde kahraman maden şehidi olmayacaktır. Ancak yaşamı boyunca daha çok paralar kazanma ve istediğini tüketme lüksüne sahip olmasına sebep olmuş bu ölüm mesleğini yapmış olmaktan da hiçbir pişmanlık duymayacaktır.
Devletin, maden ölümlerine söyledikleri her yerde aynıdır. Güney Afrika’da 34 madencinin polis tarafından katledildiği Marikana Katliamı’nda madencileri Apartheid rejiminden kalan “ortak amaç doktrini” ile suçlayan devlet, bu coğrafyada da 700 lira maaşı beğenmeyen ve “elim bir kaza sonucu” ölen madencilerin ardında da onları suçlu bulmuş, madencilerin “hep daha fazlasını isteyerek bulunamayacak nimetleri reddettiğini” söylemişti. Bugün 8 madencinin 1.5 ton kömür altında ölüme mahkum edildiği Kozlu maden işletmelerinde bundan tam 21 yıl önce de bir maden faciası yaşanmıştı ve 263 madenci yaşamını yitirmişti. Devlet o gün de, tıpkı bugün olduğu gibi, çok üzülmüş, “kader” olan bu ölümlerin ardından “takdir-i ilahi” diyerek yapılacak bir şey olmadığını söylemişti. Ancak unutulan bir şey vardı ki, o da bu ölümlerin ne önceden ne de şimdi kader diyerek yok sayılamayacağı gerçeğiydi.
Zonguldak Büyük Madenci Grevi
Onları yerin yüzlerce metre altında günışığına hasret bırakanlara, ölmeye mecbur bırakıp buna kader diyenlere karşı bundan 22 yıl önce, yine Zonguldak’ta birlikte haykırdı binlerce maden işçisi. 30 Kasım’da 48 bin işçiyle başlayan grevin ardından, sayılar 100 binlere ulaştığında, ölüm onlar için artık kader olmaktan çıktı, artık kader bozuluyordu. Onları bir araya getiren ne yaşayacakları “kader ortaklıkları olan şehitlik” idi ne de “uğruna şehit olunacak bir ulus” idi. Onları bir araya getiren aynı vatanın evladı olmak değil, aynı toprağın altına giriyor olma gerçeğiydi. Güney Afrika’daki, Şili’deki kardeşleri gibi…
Bu toprakların gördüğü en büyük direnişlerden olan Zonguldak Büyük Madenci Grevi yalnızca onlar için bir kırılma olmadı, farklı şehirlerden birçok işçinin gösterdiği dayanışmalarla büyüdü grev; genel grev oldu, 100 binleri buldu… ’92 yılının 4 Ocak’ında Zonguldak’tan Ankara yollarına çıkan madenciler birlikte yürüdükleri yollarda birlikte haykırdılar; gün onlarındı. Arkadaşlarıyla, aileleriyle, yaşamları için yürüdüler. Ne barikatlar durdurabildi onları ne gözaltılar… Devlet savaşı bahane edip “ulusal güvenlik” açısından tüm grevleri yasaklasa da onlar devam ettiler, sendika patronları onları yarı yolda bıraksa da onlar bu toprakların gördüğü en büyük mücadelelerden birini verdiler. Yeraltına inerken yaşamlarını yeryüzünde bırakanlar, kazmalarının ucuna takılmış ölümlerini söküp atmak için bir araya geldiler.
Onlar bu yolda yalnız değildi. Hem bu coğrafyanın hem de dünyanın farklı yerlerinden birçok kardeşleriyle birlikteydiler. Çünkü onların sınırı da milleti de yoktu. Güneşin batmadığı ülkeden, İngiltere’den, liman işçileri duydu Zonguldaklı madencilerin sesini. Güney Afrika’daki madenciler, dünyanın diğer ucundan omuz verdiler bu direnişe. Bıraktılar işlerini, yaşam için başlayan bu grevle dayanışmak için yüklemediler gemilere kömürleri, yollamadılar. Çünkü onlar sınırsızdı ve milletsizdi.
Nerede olurlarsa olsunlar hepsine biçilen rol aynıydı; ya oynayacaklardı ya da oyundan atılacaklardı. Onlarsa, kendilerine dayatılan bu oyunu oynamamayı hep birlikte seçtiler. Şimdilerde ise yalnızca ölüme mahkum edilen madencilerin değil, tüm işçilerin yapması gereken de aynı şeydir. Yıllardır süregeldiği gibi kader diye dayatılan açlığa, yoksulluğa, ölüme karşı, oynamak zorunda bırakıldıkları rolleri reddederek yaşamları için hep birlikte direnmek.
Halil Çelik
The post “Maden İşçisi Olmak İçin Ne İstersin?” – Halil Çelik appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>