The post Kullan-at: Çocuğa Yönelik Şiddete Karşı appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>
Kapitalist işleyiş içerisinde zaman zaman kullanılabilecek ama paylaşma ve dayanışmayla örülü özgür dünyada hiçbir şeye yaramayacak bilgiler…
Gazetelerde, televizyonlarda özellikle son dönemde iyiden iyiye tartışılan çocuğa yönelik şiddet, hiç kuşku yok ki kanunlarda değil insanlarda ve dolayısıyla toplumda gerçekleşecek bir değişimle sona erebilecek. Ancak bu yazıda özellikle acil müdahale gerektiği durumlar olmak üzere çocuğa uygulanan şiddete karşı başvurulabilecek yasal yollar değerlendirilecek. Yazının başında belirtmek gerekir ki çocuk olarak 18 yaşından küçük kişiler değerlendirilmektedir.
Çocuğa yönelik şiddete karşı hukuken başvurulabilecek imkânlar, temel olarak Çocuk Koruma Kanunu ile Ailenin Korunması ve Kadına Yönelik Şiddetin Önlenmesine Dair Kanun’da yer almaktadır. Hemen burada ufak bir parantez açmak gerekiyor. Kanunun isminin aksine söz konusu olan çocuğa yönelik şiddetin önlenmesi değil hâlihazırda var olan şiddetin durdurulması ve yenilerinin önüne geçebilmektir. Kanunun başlığında kendine yer bulan ve sanki şiddet mevcut değilmiş algısı yaratan “şiddetin önlenmesi” yerine bu nedenle “şiddetin yok edilmesi/tasfiye edilmesi” gibi bir ibare kullanılması daha uygun olacaktı. Acil tedbir olarak değerlendirilebilecek hükümlerse Çocuk Koruma Kanunu’ndan çok Ailenin Korunması ve Kadına Yönelik Şiddetin Önlenmesine Dair Kanun’da yer almaktadır.
Öncelikle kanunun hangi durumda uygulanacağını vurgulamak, konunun aciliyeti bakımından önemli olacaktır. Çocuğa yönelik şiddet söz konusu olduğunda bu durum hemen bir soruşturmaya tabi olacaktır. Belirtmek gerekir ki çoğunlukla çocuğa şiddet uygulayan kişi 18 yaşından büyük olmakla birlikte çocuklar arasında da bu şiddet söz konusu olabilmektedir. Şiddeti uygulayan kişinin çocuk olması durumunda bu çocuğun ifade alınması dâhil tüm işlemleri savcılık nezaretinde gerçekleşirken şiddetin mağdurunun çocuk olması durumunda gerekli işlemler “savcılığın bilgisi dâhilinde” polis nezaretinde gerçekleşecektir.
Her ne kadar polisler fiili duruma uygulanması gereken kanunu bilseler de kendilerine çıkacak evrak işlerinden dolayı çoğunlukla tedbir uygulanması gibi başvurulabilecek yollara yanaşmak istemeyeceklerdir. Burada önemli olan nokta, ulaşabileceğiniz bir avukatınızın olmaması durumunda baronun sizin için zorunlu olarak görevlendireceği avukatın çocuğa haklarını hatırlatması gerektiğidir.
Ailenin Korunması ve Kadına Yönelik Şiddetin Önlenmesine Dair Kanun kapsamında koruyucu ve önleme tedbirlerine mülki amir (vali, kaymakam), gecikmesinde sakınca bulunan hallerde kolluk amiri ve hâkim karar vermektedir. Gecikmesinde sakınca bulunan hallerde kolluk amirinin ve mülki amirin vereceği tedbirler çocuğun bulunduğu yerde veya başka bir yerde uygun barınma yeri sağlanması ya da hayatî tehlikenin söz konusu olması durumunda ilgilinin talebi üzerine veya kendiliğinden çocuğun geçici koruma altına alınmasıdır. Mülki amirin şiddete uğrayan çocuk için tek başına vereceği kararlar geçici maddi yardım yapılması ile psikolojik ve mesleki anlamda rehberlik ve danışmanlık hizmeti verilmesidir.
Bunlar dışında şiddeti uygulayan kişiye yönelik ancak hâkimin verebileceği birçok karar bulunmaktaysa da dişe dokunur olarak değerlendirilebilecek olan tedbir, uzaklaştırma tedbiridir. Uzaklaştırma tedbirinde şiddeti uygulayan ile çocuk aynı konutta yaşıyorsa şiddeti uygulayan kişinin konuttan veya bulunduğu yerden derhâl uzaklaştırılması ve beraber kullanılan konutun korunan kişiye yani çocuğa tahsis edilmesi; ayrıca şiddet uygulayan kişinin, çocuğun konut ve okuluna yaklaşmaması tedbirleridir. Durum gerektiriyorsa bu tedbirlere geçici olarak kolluk amiri karar verebilir. Bunun dışındaki tedbirler şiddet uygulayana yönelik şiddet tehdidi, hakaret, aşağılama veya küçük düşürmeyi içeren söz ve davranışlarda bulunmaması yönünde tedbir verilmesi ya da korunan kişiyi iletişim araçlarıyla veya sair surette rahatsız etmemesi gibi pek elle tutulur olmayan tedbirlerdir.
Önem kazanan durum, şiddet uygulayan ve hakkında tedbir kararı verilen bu kişinin bundan sonraki hareketlerine karşı verilecek olan tepkilerdir. Örneğin hakkında uzaklaştırma kararı verilen bir kişinin çocuğun bulunduğu yere yaklaşması durumunda derhal kolluk kuvvetlerine bildirilerek durumun tutanak altına alınmasıdır. Hakkında tedbir kararı verilen kişi, bu karara uymadığı takdirde “zorlama hapsi” denilen yola başvurularak bu durumda kişi bir süreliğine nezarethanede tutulacaktır. Aynı davranışları kişi tekrar sergilerse bu durumda bu kişi daha uzun sürelerle nezarethanede tutulacaktır. Sonuç olarak bu tedbirle acil durumlarda olmak üzere çocuğun can güvenliği bir süreliğine de olsa tehlike altında olmayacaktır.
Ayrıca belirtmek gerekir ki şiddet uygulayanın, bir sağlık kuruluşuna muayene veya tedavi için başvurması ve tedavisinin sağlanmasına yönelik tedbirler de söz konusu olabilmektedir. Ancak bu tedbirlerin ilgili makamlardan uygulanmasının istenmesi gerekir. Önemle vurgulanması gereken, ilgili makamların bu tedbirlere kendiliğinden karar vermeye pek yanaşmayacak olmaları durumudur. Bunun için mutlaka bu tedbirlerin uygulanmasına ilişkin talepte bulunulmalı ve talebin tutanaklara geçtiğine emin olunmalıdır.
Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 50. sayısında yayınlanmıştır.
The post Kullan-at: Çocuğa Yönelik Şiddete Karşı appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post Kullan-at: Sigortası Yapılmayan İşçi appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>Kapitalist işleyiş içerisinde zaman zaman kullanılabilecek ama paylaşma ve dayanışmayla örülü özgür dünyada hiçbir şeye yaramayacak bilgiler…
Emek sömürüsünün en sık görüldüğü alanlarından birisi, yapılmayan sigortalardır. O kadar ki hayatını idame ettirebilmek için bir işte çalışmak zorunda kalan insanların çalıştıkları halde sigortalarının yapılmaması, hemen hemen hepsinin başına gelmiştir. Bu yazıya bu nedenle sigortası yaptırılmayan işçinin dikkat etmesi gereken noktaları ve atması gereken adımları konu alıyoruz.
Öncelikle belirtmek gerekir ki her ne ad altında çalıştırırsa çalıştırsın patron, bir gün dahi çalışmış olsa işçinin sigortasını yapmak zorundadır. 5510 sayılı Sosyal Sigortalar ve Genel Sağlık Sigortası Kanunu’na göre işçinin işyerinde işe başladığı andan itibaren Sosyal Güvenlik Kurumu’na bildirilmiş ve sigortasının başlatılmış olması gerekir. Deneme süreli olarak çalıştırılan bir işçinin deneme süresine dayanılarak sigortasının yapılmaması gibi bir durum söz konusu değildir.
İşçiye sigorta yapılması zorunluluğu, işçiye zorla imzalatılan bir sözleşmeyle geri alınamaz. Bu nedenle işçinin adli ve idari alanda başvurabileceği çeşitli mekanizmalar mevcuttur. İşçi, herhangi bir idari başvuru yapmadan dahi adli mercilere başvurusunu gerçekleştirebilir.
Sigortası yapılmayan işçi bu nedenle iş mahkemesinde “hizmet tespit davası” adı verilen davayı açabilir. Hizmet tespit davasının amacı, işçinin sigortasız çalıştığı süreyi sigortalı çalışmış gibi telafi etmektir. Bu davada tespiti istenen hususlar, işçinin prime esas kazançlarının ve prim ödeme gün sayılarının tespitini içerir. Hizmet tespit davası sadece hiç sigorta yapılmaması durumunda değil eksik sigorta yatırılması durumunda da açılabilir. Bu davada davalı olarak patron ile birlikte işçilere sigorta yapılıp yapılmadığını denetlemekle görevli Sosyal Güvenlik Kurumu (SGK) da yer almaktadır.
İşçi, bir işte çalıştığını her türlü delille ispatlayabilir. Patronun tutmak zorunda olduğu belgeler, ücret bordroları, taraflar arasındaki yazışmalar gibi işçinin o işte çalıştığını gösterir her türlü belge bu nedenle delil olarak kullanılabilir. Örneğin işyerine giriş çıkışta işçiler tarafından çalışma saatlerinin tespiti için atılan imzalar veya kartla giriş varsa bu kayıtlar delil olarak gösterilebilir. Ayrıca işçiler çalışma durumunu sadece belgelerle değil tanıklar aracılığıyla da ispatlayabilir. Tanıkların delil niteliğinin kuvvetli olması için dinlenecek tanığın o işyerinde kayıtlı olarak çalışmış olması veya komşu işyeri çalışanı olması önem arz etmektedir.
İşçi, sigortasız çalışarak geçirdiği sürenin son yılından itibaren başlamak üzere 5 yıl içerisinde hizmet tespiti davasını açmak zorundadır. SGK’nin herhangi bir denetiminde sigortasız işçi çalıştırıldığı tespit edilmediyse ya da patron tarafından SGK’ye herhangi bir işe giriş veya buna benzer bir bildirge verilmediyse, işçi bu 5 yıl içinde dava açmadığı takdirde bu hakkı elinden alınacaktır. Belirtmek gerekir ki eğer işçi bu davayı açamadan öldüyse miras hakkına sahip olan kişiler de bu davayı açabilecektir.
İdari açıdan başvurular ise SGK’ye yapılabilir. Şikâyet, işçinin çalıştığı işyerinin bağlı olduğu Sosyal Güvenlik İl/Merkez Müdürlüğü’ne ve yazılı olarak yapılmalıdır. Söz konusu şikayette işyeriyle ilgili bilgilerin yanında ilgili işyerinde hangi tarihler arası çalışıldığı gibi bilgilerin yazılması gerekir.
Şikâyet üzerine işyerine gelerek denetim yapılmakta ve halihazırda orada çalışanlar tutanağa alınmaktadır. Bir işçi çalıştıran işyerlerinde gerekli bildirimlerin yapılmaması durumunda söz konusu işyerine idari para cezaları uygulanmaktadır. Patronlar böyle bir durumla karşılaşabileceklerini anladıklarında işçilerin sigortasını da yapmak zorunda kalmaktadır.
Kullan At
Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 49. sayısında yayınlanmıştır.
The post Kullan-at: Sigortası Yapılmayan İşçi appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post Kullan-at Kılavuz: Çalışma Yaşamında Cinsiyet Ayrımcılığı appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>Kapitalist işleyiş içerisinde zaman zaman kullanılabilecek ama paylaşma ve dayanışmayla örülü özgür dünyada hiçbir şeye yaramayacak bilgiler…
Çalışma yaşamında cinsiyet kimliği ya da cinsel yönelime dayalı cinsiyet ayrımcılığı oldukça sık karşılaşılan bir durum. Kanuni değişikliklerle bu ayrımcılığa karşı mücadele edildiği iddia edilse de gerçeklik birçok nedenle bunun tam tersi şekilde işlemeye devam ediyor. Bu durumu da gözardı etmeden çalışma yaşamındaki ayrımcılıklara karşı kullanılabilecek çeşitli araçlar ve ilgili kanun maddelerinin aklımızın bir kenarında durmasında fayda var.
Anayasada ve birçok uluslararası sözleşmede cinsiyet ayrımcılığını yasaklayan maddeler bulunmakla birlikte bu yazının konusunu özellikle çalışma yaşamındaki ayrımcılıklar ve haklar oluşturmaktadır. 4857 sayılı İş Kanunu’nun “Eşit Davranma İlkesi” başlığını taşıyan 5. maddesinde iş ilişkisinde dil, ırk, cinsiyet, engellilik, siyasal düşünce, felsefi inanç, din, mezhep ve benzeri sebeplere dayalı ayrım yapılamayacağı öngörülmüştür. Madde içeriğine “benzeri sebepler” ibaresinin eklenmesiyle birlikte örneğin cinsel yönelimin de ayrımcılık nedeni olamayacağının altını çizmemiz gerekiyor. Aynı maddede “biyolojik veya işin niteliğine ilişkin sebepler zorunlu kılmadıkça, bir işçiye, iş sözleşmesinin yapılmasında, şartlarının oluşturulmasında, uygulanmasında ve sona ermesinde, cinsiyet veya gebelik nedeniyle doğrudan ve dolaylı farklı işlem yapılamayacağı” da hüküm altına alınmıştır.
İş ilişkisinde, işe girişte, görevlendirmede, iş şartlarının düzenlenmesinde, mesleki ve hizmet içi eğitimde, mesleki yükselmede ve işten çıkarmada ayrımcılık yasağı bulunmaktadır. Örneğin sırf hamilelik nedeniyle patron, işçi ile iş sözleşmesi yapmaktan kaçınamaz. Veyahut gebelik nedeniyle işçiyle var olan iş sözleşmesi sona erdirilemez.
İş duyurularında sadece erkeklerin işe alınacağının belirtilmesi veya bu imajı veren iş ilanları, görüşme esnasında yöneltilen sorular doğrudan veya dolaylı ayrımcılık teşkil eder. Bir işçi ilke olarak işyeri ve işle ilgisi olmayan soruları cevaplamakla yükümlü değildir. Özellikle kadın işçilere yöneltilen “kısa süre içinde evlenmek isteyip istemediklerine” ilişkin sorular, ayrımcı sorulardır.
Çalışma koşullarının uygulanmasında, başta ücret olmak üzere işyerinin yönetimine ilişkin konularda, iş sözleşmesinin türüne göre çalışanlar arasında eşit işlem borcuna aykırı uygulamalar yapamaz. Birçok devletlerarası sözleşmede de kendisine yer bulan eşit ücret ilkesine göre aynı veya eşit değerde bir iş için cinsiyet nedeniyle daha düşük ücret ödenemeyeceği kabul edilmiştir. Bu durum İş Kanunu’nun 5. maddesinin 4. fıkrasında da hüküm altına alınmıştır.
Önemle belirtmek gerekir ki İş Kanunu’nun 24. maddesinde patronun işçiye tacizde bulunması veya işçinin işyerinde diğer işçiler yahut üçüncü kişiler tarafından cinsel tacize uğraması ve işverene bildirmesine rağmen işverence gerekli önlemlerin alınmaması durumunda işçinin haklı nedenle iş sözleşmesini feshedebileceği öngörülmüştür. Ayrıca cinsel taciz anlamına gelecek eylemlerde bulunmadan örneğin kadın işçiye sürekli bir yemek yeme davetinin yapılması da mobbinge girecek olup iş sözleşmesi haklı nedenle feshedilebilir.
Ayrımcılık yasağına aykırı eylemlerin var olması durumunda işçi, dört aya kadar ücret tutarındaki uygun tazminattan başka yoksun bırakıldığı haklarını da talep edebilecektir. Önemle belirtmek gerekir ki ayrımcılık uygulandığını işçinin ispat etmesi gerekmektedir. Ancak işçi bir ihlalin varlığı ihtimalini güçlü bir biçimde gösteren bir durumu ortaya koyduğunda patronun böyle bir durum olmadığını ispatlaması gerekir. Ayrımcılığa maruz kalanların maddi ve manevi tazminat davası açmasının önünde de hiçbir engel bulunmamaktadır.
Son olarak belirtmek gerekir ki TCK’nın 122. maddesi “nefret ve ayrımcılık” başlığı altında düzenlenmiş olup cinsiyet kimliği ya da cinsel yönelim farklılığından kaynaklanan nefret nedeniyle bir kişinin olağan bir ekonomik etkinlikte bulunmasını engelleyen kimsenin bir yıldan üç yıla kadar hapis cezası ile cezalandırılacağını hüküm altına almıştır. Cinsiyet ayrımcılığına maruz kalan bir kadın dilerse ilgili kişiler hakkında suç duyurusunda da bulunabilir.
Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 48. Sayısında yayınlanmıştır.
The post Kullan-at Kılavuz: Çalışma Yaşamında Cinsiyet Ayrımcılığı appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post Kullan-at Kılavuz: “İşten Atmalara Karşı İşe İade Davaları” appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>Kapitalist işleyiş içerisinde zaman zaman kullanılabilecek ama paylaşma ve dayanışmayla örülü özgür dünyada hiçbir şeye yaramayacak bilgiler…
Ekonomik kriz zamanlarında, işverenler iş maliyetlerini düşürmek isterler. Ve genelde bunun için başvurdukları ilk yol, işçi sayısını azaltarak aynı işi daha az işçiye yaptırmak böylece işçi ücretlerinden tasarruf etmektir. İşten çıkarmalara karşı en önemli hukuksal araçlardan biri işe iade davalarıdır.
İş Kanunu’nun 18. maddesinde iş güvencesi hükümleri düzenlenmiştir. İş güvencesi, işverenin geçerli bir sebep olmaksızın işçiyi işten çıkarması durumunda, işçiye işe iade davası açarak işine geri dönmesini amaçlayan bir düzenlemedir. İşveren mahkeme kararına rağmen işçiyi işe iade almadığında, işçiye tazminat ödemek durumunda kalır.
Kanuna göre bir işçinin iş güvencesi hükümlerinden faydalanması için öncelikle işverenin aynı iş kolundaki işyerlerinde çalışan işçi sayısının en az 30 olması gerekir. Buna ek olarak işçinin bu işverene bağlı olarak belirsiz süreli iş sözleşmesiyle ve en az 6 ay çalışmış olması gerekir. Burada belirtmek gerekir ki, yer altı işlerinde yani madenlerde çalışan işçilerde 6 aylık kıdem şartı aranmaz.
Bu koşulları taşıyan işçi; işletmenin, işyerinin veya işin gereklerinden yahut işçinin yeterliliğinden veya davranışlarından kaynaklanan geçerli bir sebep olmadığı sürece işten çıkarılamaz. Burada belirtmek gerekir ki, işe iade davası iş akdinin işveren tarafından fiili olarak feshedildiği tarihten itibaren 30 günlük süre içerisinde açılmalıdır.
– Örneğin, işveren “işçinin performansının/veriminin düşük olduğu” iddiasıyla iş akdini feshederse, işe iade davası açan işçi bir şeyi ispat etmek durumunda değildir. İspat yükü işverendedir. İşveren, işyerinde objektif kriterlere göre performans değerlendirmesi yapıldığını, bu değerlendirme sonuçlarına göre işçinin veriminin düşük olduğunu ispat etmek durumundadır. Buna ek olarak işçinin yazılı savunması alınarak performans düşüklüğünün sebepleri araştırılmalı ve öncelikle işçinin bildirdiği nedenlerin ortadan kaldırılmasına çalışılmış olmalıdır. Örneğin işçiye işle ilgili bir eğitim verilerek verimi arttırılabilecekken bu yapılmayıp iş akdinin feshi yoluna gidilmesi durumunda bu fesih geçersiz bir fesih olacaktır. İş güvencesi hükümlerine göre fesih, son çare olarak başvurulabilecek yoldur.
– İşletmenin/işin/işyerinin gerekleri diye ifade edilen sebep ise, uygulamada genelde işyerindeki bir departmanın kapatılması veya ekonomik nedenlerle küçülmeye gidilmesi olarak karşımıza çıkmaktadır. Bu durumlarda da mahkemeler, işçinin başka bir departmanda çalıştırılmasının mümkün olması durumunda veya işverenin işçi çıkarmadan önce diğer konularda tasarruf tedbirlerine başvurup başvurmadığını araştırmaktadır. İşveren, feshin son çare olarak uygulandığını ispat edemediği takdirde işçinin davası kabul edilir.
Öte yandan işveren, fesih bildirimini yazılı olarak yapmazsa ya da fesih bildirimin yazısında fesih gerekçesi açıkça belirtilmemişse, bu fesih şekli anlamda geçersiz sayılmakta ve işçinin davası kabul edilmektedir.
İşe iade davasını kazan işçi, kararın kesinleşmesinden sonra 10 gün içinde işverene işe başlatma başvurusu yapar.
– İşveren 1 ay içerisinde işçiyi işe başlatırsa, işçinin boşta geçirdiği sürenin ücretini ödemek durumunda kalır. Boşta geçen süre ücreti en fazla 4 aylık ücret olur. İşçi fesihten sonra dava sürecinde ve işe başlatılana kadarki süreçte 4 aydan fazla süre boşta kalmışsa dahi 4 aya kadar ücretini alabilir.
– İşveren 1 ay içerisinde işçiyi işe başlatmazsa bu durumda işveren (kıdem ve ihbar tazminatlarının dışında) işçiye boşta geçen 4 aya kadar sürenin ücretini ve işe başlatmama tazminatını ödemek zorunda kalır. İşe başlatmama tazminatı -işçinin kıdem süresine göre en az 4 ay, en fazla 8 ay olarak mahkeme tarafından belirlenir.
Av. Davut Erkan
The post Kullan-at Kılavuz: “İşten Atmalara Karşı İşe İade Davaları” appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post Kullan-at Kılavuz: “OHAL’in Yasakladıkları ve Yasaklayamadıkları” – Av. Davut Erkan appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>
15 Temmuz darbe girişiminin ardından 20 Temmuzda 3 aylığına Olağanüstü Hal (OHAL) ilan edildi. Daha sonra OHAL 3 ay süreyle uzatıldı. Sürenin daha ne kadar uzatılacağı ise şimdilik muamma. OHAL döneminin en önemli özelliklerinden biri Bakanlar Kurulu’nun Kanun Hükmünde Kararname çıkarma yetkisinin olmasıdır. Bir diğeri ise OHAL Kanununda yer alan tedbirleri uygulayabilecek olan OHAL Kurulları’nın kurulmasıdır.
Yakın zamanda Anayasa Mahkemesi, OHAL KHK’larına karşı yapılan Anayasaya aykırılık başvurularını incelemeyeceğine karar verdi. Bu karar, yürütme organına, OHAL’in ilan edilme amacının ve Anayasa’da düzenleme yetkisi verilen konuların dışına çıkarak KHK düzenleme keyfiyeti veriyor. Öyle ki Anayasada, OHAL dahil hiçbir olağanüstü dönemde, “kişinin yaşama hakkına, maddi ve manevi varlığının bütünlüğüne dokunulamaz; kimse din, vicdan, düşünce ve kanaatlerini açıklamaya zorlanamaz ve bunlardan dolayı suçlanamaz; suç ve cezalar geçmişe yürütülemez; suçluluğu mahkeme kararı ile saptanıncaya kadar kimse suçlu sayılamaz” hükmü yer almasına rağmen, bu ilkeyi ihlal eden bir KHK yayınlanması durumunda bunun denetimini sağlayacak bir mekanizma bulunmamaktadır.
Bu yasal garabetin ötesinde, toplumda, OHAL döneminde devletin istediği herkese istediği herşeyi yapabileceği yönünde bir korku yaratılmış durumda. Özellikle kolluk kuvvetleri, yaptıkları her hukuksuzluğa OHAL kılıfı uydurmaya çalışıyorlar. Yaratılmak istenen bu korku iklimine teslim olmak, hak ve özgürlüklerine sahip çıkma ve koruma noktasında toplumda telafisi zor kırılmaların oluşmasına neden olur. Bu nedenle yasal çerçevede OHAL döneminde KHK’larla hangi değişikliklerin yapıldığını, hangi hakların ne oranda kısıtlandığını bilmekte fayda var. Elbette bu yazıda tamamına yer veremeyeceğiz ancak birkaç örnekle açıklamaya çalışacağız.
Olağan dönemde evde/işyerinde arama, ancak hakim kararıyla yapılabilir. KHK ile savcının mahkeme kararı olmaksızın arama emri verebileceği düzenlendi. Ancak kolluğun yani polis veya jandarmanın böyle bir yetkisi yoktur. Kolluk amirinin emri ile evde veya işyerinde arama yapılamaz. Mutlaka savcının yazılı emri gerekir.
Yine olağan dönemde mahkeme tarafından verilebilen yakalama emri, KHK ile yapılan düzenlemeye göre savcılık tarafından verilebilecek. Ancak kolluğun, kolluk amirinin veya başka bir idari organın kendiliğinden yakalama emri çıkarma yetkisi OHAL döneminde de yoktur.
KHK’larla, ifade özgürlüğünün en önemli görünümlerinden biri olan toplantı ve gösteri yürüyüşü, basın açıklaması, protesto gösterisi gibi eylem ve etkinliklere dair herhangi bir kısıtlama henüz getirilmemiştir. Olağan dönemde dahi muhalif sesleri bastırmak amacıyla sürekli müdahale edilen bu haklar, OHAL döneminde daha fazla saldırıya maruz kalmaktadır. Ancak bu uygulamaların herhangi bir hukuki dayanağı yoktur. Her ne kadar OHAL Kanunu’nda, bu tür eylem ve etkinliklerin izne bağlanmak ve ertelenmek suretiyle sınırlandırılabileceği belirtilmişse de, bu konuda OHAL Kurullarınca verilmiş bir karar olmaksızın kolluğun OHAL yasasına dayanarak bunları engelleme yetkisi yoktur.
Bu örneklerde olduğu gibi, hukuksal bir dayanak olmaksızın hak ve özgürlüklerin kısıtlanmasına çalışılmaktadır. Medya da, bu algıyı beslemekte ve korkuyu büyütmektedir. İktidarın iki ortağının savaşında toplumsal muhalefetin baskılanmasını engellemek için, bilgi kirliliği üzerinden yaratılmaya çalışılan korku duvarını yıkmak gerekir.
Bu Yazı Meydan Gazetesi’nin 35. Sayısında Yayınlanmıştır.
The post Kullan-at Kılavuz: “OHAL’in Yasakladıkları ve Yasaklayamadıkları” – Av. Davut Erkan appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post ”Kullan-at Kılavuz : Göçmen ve Mültecilerin Sağlık Hakkı” – Av. Gökhan Soysal appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>
Kapitalist işleyiş içerisinde zaman zaman kullanılabilecek ama paylaşma ve dayanışmayla örülü özgür dünyada hiçbir şeye yaramayacak bilgiler…
Suriye’deki savaştan kaçan milyonlarca mülteci, sağlık koşullarına uygun olmayan yerlerde hayatlarını devam ettirmek zorunda kalmaktadır. Çadır kentlerde ve konteynırlarda yaşamlarını sürdürmeye çalışan mültecilerin kaldıkları mekanlar bir dizi hastalık ve kötü etkenlere karşı korunaksız olduğunan; mültecilerin önemli bir bölümü sabit yerde kalma sorunları yaşadığından; ya da kalablık aileler şekilde küçük ve izbe evlerde yaşamaya çalıştığından dolayı ciddi sağlık sıkıntıları yaşamaktadır. Bu mekanlar, özellikle kanalizasyon altyapılarının yetersizliğinden kaynaklı, sağlık açısından kötü yaşam koşullarını ve sağlık sorunlarını da getirmektedir. Savaş koşullarından kaçan milyonlarca insan, bu ve benzeri koşullarda bir taraftan yeni hastalıklarla karşılaşırken diğer taraftan mevcut hastalıkların iyileşme sürecine ilişkin de problem yaşamaktadır.
Dil ve kültür farklılıkları, sağlık sistemine uyumsuzluk, ücretli sağlık hizmetleri gibi durumlar mültecilerin sağlık hizmetinden yararlanmasını güçleştirse de, sağlık hususuna ilişkin yaşanan en temel sorun, bu kişilerin yasal ve fiziki engeller nedeniyle sıkıntılar yaşamasıdır. Özellikle sağlık personellerinin, mültecilerin yasal hakları ve gereksinimleri konusunda keyfi uygulamaları, devletin bu alanda bilinçli bir şekilde oluşturduğu belirsizlikle ilgilidir.
Hem konteynır ve çadırlardan oluşturulan geçici barınma kamplarında yaşayanlar, hem de coğrafyanın farklı alanlarında elverişsiz koşullarda yaşayanlar, açlık ve yoksulluğun yanında önemli sağlık problemleri ile karşı karşıya kalmaktadır. Ancak, TC’nin taraf olduğu sözleşmeler ve iç hukuk; mülteci ya da sığınmacı bireylerin sağlık hakkını güvence altına almaktadır. Bu noktada, sağlık hizmeti verenlerin mülteci ya da sığınmacılara vereceği hizmet temel ve zorunludur; her şeyden önce “vatandaşlarla” eşit koşullarda sunulur.
6458 sayılı Yabancılar ve Uluslararası Koruma Kanunu’na göre, mültecilik, yarı mültecilik, ikincil koruma statüsü, sığınmacı gibi statüler, şartların oluşması ile kendiliğinden doğar. Yasal mercilere yapılan başvurunun ve bu başvurunun neticesinin, statülerden kaynaklanan “hakkın” doğumuna etkisi yoktur.
Bunun dışında mültecilerin ya da sığınmacıların karşılaştığı sorunlardan birisi, sağlık hizmeti notkasında “turist” gibi yaklaşılmasıdır. 23.07.2013 tarihinde, 25541 sayılı bakanlık onayı ile yürürlüğe giren turist sağlığını düzenleyen yönerge esas alınarak sağlık hizmetinde ücret alınmaktadır. Bu ücretler, bazı sağlık hizmetlerinde fahiş bedellere denk düşmekte, bunları ödeyemeyen ve zaten yoksulluk koşullarında yaşayan bu kişiler, Yabancılar Şubesi’ne teslim edilmekte, hatta bu kişilerin evraklarına el konulmaktadır. Ancak, bu durumun hukuki bir dayanağı yoktur.
Hatta 6458 sayılı Yabancılar ve Uluslararası Koruma Kanunu, md.89/3/a, başvuru sahibi veya koruma statüsü sahiplerinin 5510 sayılı yasaya tabi olacakları ve primlerinin devletçe ayrı bir fondan karşılanacağı düzenlenmiştir. Yani, mülteciler ya da sığınmacılar, Genel Sağlık Sigortası kapsamına alınmıştır. Yukarıda da belirtildiği gibi, bu haktan yararlanmaya başlama tarihi “başvuru tarihi” olarak belirlenmiştir.
6458 sayılı kanunun 65 ve 59. maddelerince, başvurular valiliklere ya da kolluğa yapılmakta, geri gönderme merkezlerinde tutulan kişilerde başvurularını buralarda yapabilmektedir.
Yani sığınma ya da mültecilik başvurusunu herhangi bir kolluğa ya da valiliğe yapan kişi, başvuru sonucunu beklemeksizin GSSli olarak sağlık hizmetinden yararlanabilir. TC vatandaşlarından ayrı bir muameleye maruz kalamaz, “turist” işlemi uygulanamaz ya da daha önce uygulanan “sağlık giderlerini kendilerinin karşılanması” ya da “başka illerden kimlik kartı alınması zorunluluğu” bahane edilemez.
TC sınırları dahiline yasal yollardan girmeyenler içinse, uluslararası sözleşmeler bağlayıcı niteliktedir. “Kişilerin yaşama hakkının, bedensel ve ruhsal bütünlüğünün statü farkı gözetilmeksizin korunması”, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi (AİHS) tarafından güvence altına alınmıştır. TC Anayasası 90/5. maddesine göre, çelişki halinde AİHS hükümlerinin TC kanunlarına göre uygulamada öncelik taşıyacaktır. Yasal yollardan TC sınırlarına girmeyenlerin yaşam hakkı, sağlık sunumunun gerçekleştirilmemesi sureti ile ihlal edilemez.
Bir başka sıkıntı da gerek mülteci ya da sığınmacı, gerekse bu statüde bulunmayanların sağlık kuruluşları tarafından polise ihbar edilerek sağlık hizmeti verilmemesi ya da sağlık sunumunun hemen sonrasında kolluğa teslim edilmeleridir. TCK. md.280’le çelişen bu uygulama, bir hukuksuzluk örneğidir.
Buna benzer ihlaller, devletin kendi “normali” olduğundan, bu uygulamalar noktasındaki çelişkiler de şaşırtıcı değildir. Ancak savaş, açlık, yoksulluk dışında bürokratik engeller ve ırkçı reflekslerle yaşamları birer savaş alanı haline gelen göçmenler ve mültecilerle geliştirilecek dayanışma noktasında, sağlık hizmetlerine ilişkin yapılacak bu küçük bilgilendirme, belki de yaşamsal sonuçlar verecektir.
Av. Gökhan Soysal
Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 34. sayısında yayımlanmıştır.
The post ”Kullan-at Kılavuz : Göçmen ve Mültecilerin Sağlık Hakkı” – Av. Gökhan Soysal appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post Kullan-at Kılavuz : “Durdurma ve Üst Araması” – Av. Gökhan Soysal appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>
Yüzlerce kişinin katledildiği patlamalardan sonra, kamusal herhangi bir yerde herhangi bir sebep yokken, devletin kolluk kuvvetleri tarafından, eskisinden çok daha fazla üstünüzün veya çantanızın aranmasıyla karşılaşmışsınızdır. İçinde olduğumuz şiddet ortamı dolayısıyla “güvenlik kuvvetleri”nin yaptığı neredeyse her eylem meşru gibi gösterilmeye çalışılsa da, en basitini düşünürsek, üstünüzün aranması dahi o kadar kolay değildir. Bu yazıda mekânsal veya zamansal olarak birçok çeşidi olan arama türlerinden, durdurma sonrası arama ve önleme araması konu edilmiştir.
Öncelikle söylemek gerekir ki, yolda yürürken polis sizi kafasına göre durduramaz. “Polis Vazife ve Salahiyet Kanunu”na göre, ancak bir suç veya kabahatin işlenmesini önlemek amacıyla durdurma yapılabilir. Durdurma yetkisini kullanabilmesi için, kolluk görevlisinin tecrübesine ve içinde bulunulan durumdan edindiği izlenime göre, durdurulacak kişinin suç işlediği veya işleyeceği yönünde makul bir şüphenin bulunması gerekir. Her ne kadar bu ifadeler hukuken yetersiz ve muğlak ifadeler olsa da durdurma işleminin keyfi olarak uygulanamayacağı düzenlenmiştir.
Durdurma durumunda, polis size durdurma sebebini bildirmelidir; eğer kendiliğinden bildirmezse, neden durdurulduğunuzu polise sorabilirsiniz. Polis sizden kimliğinizi göstermenizi isteyebilir, ama ondan önce siz de polisten kimliğini göstermesini isteyebilirsiniz. Kimliğiniz yanınızda değilse, polis size, kimliğinizi ispatlamanız için gerekli kolaylığı sağlamak zorundadır.
Durdurma işleminden sonra, arama yapılabilmesi için, üzerinizde silah veya tehlike oluşturan diğer bir eşyanın bulunduğu hususunda yeterli şüphenin varlığı gerekir. Eğer böyle bir şüphe varsa (örneğin ceketinizin altında bel kısmında silah kabzasına benzer bir şişlik varsa) bu halde polis sizi el ile dıştan arayabilir. Buna üst yoklaması veya sıvazlama araması denir. Bu arama, kişinin cinsiyetinde bulunan görevli tarafından yapılır ve kabaca kişinin üstünü yoklamaktan öteye geçemez. Bu aşamada sizden üstünüzdekileri çıkarmanız veya eşyalarınızın aranması istenemez. Üst aramasında ancak, kişinin kanunlara göre izin verilmeyecek bir şeyi taşıdığına ilişkin makul şüphenin bulunması ve aramanın amacına başka türlü ulaşılamaması hâlinde, üstünüzdekileri çıkarmanız istenebilir.
El ile dıştan kontrol hariç, kişinin üstü ve eşyasının aranması ancak yetkili kolluk amirinin emriyle yapılır ve bu karar 24 saat içinde görevli hâkimin onayına sunulur. Yani üstünüzün kaba olmayan detaylı araması düşündüğünüzden çok daha ciddi bir durumdur. Önemle belirtmek gerekir ki eşyanız mümkünse elektromanyetik cihazlarla, değilse “beş duyu organı aracılığıyla” aranır. Örneğin polis çanta gibi kapalı bulunan eşyalarınızı açamaz. Polis kimi zaman sizden çantanızı açmanız istese de; bu durumda çantanızı açmak zorunda değilsinizdir. Herhangi bir mahkeme kararı olmaksızın yapılan “yoklama araması”nda polis çantanızı ancak eliyle kontrol edebilir, açamaz. Arama yapmak isteyen polis sizi çantanızı açmaya zorlarsa, bununla ilgili herhangi bir mahkeme kararı olup olmadığını sorabilir, karar yoksa aramaya ilişkin tutanak tutulmasını isteyebilirsiniz.
Ancak unutmamak gerekir ki, bu yazının konusu durdurma sonrası aramalardır. Mahkeme kararıyla yapılan önleme aramalarındaysa hukuksal durum daha farklıdır.
Av. Gökhan Soysal
Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 33. sayısında yayımlanmıştır.
The post Kullan-at Kılavuz : “Durdurma ve Üst Araması” – Av. Gökhan Soysal appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post Kullan-at Kılavuz: CİNSEL SUÇLAR – Cinsel Taciz ve Cinsel Saldırı appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>Erkek egemen toplumda, kadının ezilmesinin en yaygın görünümlerinden biri de cinsel taciz ve cinsel saldırıdır. Toplumdaki kültürel kodlar ve ataerkil kabuller nedeniyle birçok cinsel suç hiçbir şekilde açık edilmemekte, çoğu zaman suçun mağduru tarafından da değişik korku ve kaygılar yüzünden gizlenmektedir.
Mağdurlar, anlattıklarına insanların inanmayacağını düşünerek ya da insanların düştüğü durumdan kendisini sorumlu tutacağını ve suçlayacağını, iffetsiz damgası yiyeceğini düşünerek uğradığı taciz ve saldırıyı kimseye açıklamamakta. Ya da mağdurlar, hukuki yollardan bir sonuç elde edilemeyeceği, kendisine iddiasını ispat külfeti yükleneceğini ve bu şekilde yaşadığı travmayı tekrar tekrar yaşamak zorunda kalacağı düşüncesiyle şikayet mekanizmasını veya başkaca hukuksal mekanizmaları kullanmamayı seçmektedir. Bazen de saldırgan, teşhir veya şikayet durumunda daha ileriye gitme tehdidinde bulunmakta ya da bu tehdit çoğu zaman hal itibariyle varsayılmaktadır.
Elbette, erkek egemen toplum düzeninin bir sonucu olan cinsel şiddete, aynı sistemin bir parçası ve hatta koruyucusu olan yargı mekanizması ile nihai bir çözüm bulunamayacaktır. Cinsel şiddetle mücadelenin en önemli ayağı, örgütlü mücadele ve dayanışmadır. Ancak hukuk düzeninin tanıdığı imkanların da mücadelenin bir parçası olarak kullanılabileceği akıldan çıkarılmamalıdır.
Kişiye yönelik cinsel yönden rahatsız edici her türlü davranışa cinsel taciz denir. Bu davranış cinsel içerikli sözler, tavırlar, laf atmalar, ısrarcı bakışlar veya sarkıntılık olabilir. Tacizin cezalandırılması için fiziksel temas olması gerekmez. Fiziksel temas durumunda, daha ağır bir suç olan cinsel saldırı söz konusudur.
Telefonla mesaj göndererek, internet üzerinden mail yoluyla, sosyal medya aracılığıyla yapılan taciz de aynı niteliktedir ve aynı şekilde cezalandırılır.
Cinsel saldırı suçu, fiziksel temas içeren ve zorla birlikte olmayı da içeren suç tipidir. Bu suç için ille cinsel birleşme gerekmez. Elle taciz, zorla öpme veya tecavüz teşebbüsü de bu suç tipine girmektedir.
Cinsel suçlarda, ispat sorunu ikincil bir sorundur. Mağdurun beyanı tek başına ciddi bir delildir. Bu beyan, eğer başkaca bazı bulgular veya delillerle uyuşuyorsa, saldırganın mahkum edilmesi bakımından yeterli olmaktadır.
Örneğin, telefonda cinsel taciz suçunda görüşmenin kaydedilmiş olması ya da görüşmeyi başka birinin de duymuş olması ve tanıklık yapması şart değildir. Eğer iddia edilen zamanda şikayet edilen kişinin mağduru aradığı aranma kayıtlarından anlaşılabiliyorsa, bu mağdur beyanıyla uyuşan bir delildir ve iddiayı ispat aracı olarak kullanılabilir.
Aynı şekilde, cinsel saldırı eylemini ispat etmek için, saldırıyı birinin görmüş olması şart değildir. Saldırıdan sonra hemen hastaneye başvurmuş olmanız ya da tanıdığınız/tanımadığınız birine konuyu anlatmış olmanız veya yardım istemiş olmanız da birer delildir.
Saldırgana ait izler önemli delillerdir. Bu nedenle cinsel saldırı veya saldırı teşebbüsü durumlarında, tırnak aralarında ya da vücutta kalan dokular ve dna örnekleri, hem saldırganın kimliğinin tespitinde hem de iddianın ispatında önemli delillerdir. Bu nedenle cinsel saldırıya maruz kalan kişinin yıkanmadan en kısa zamanda ve en geç 2 gün içinde şikayetçi olması ve rapor alması önemlidir.
Unutulmaması gereken, her somut olayın kendi özelliklerine göre atılacak adımlar değişmektedir. Cinsel suçlara maruz kalan kadınların, en önce en yakınındaki kadınlardan ve en yakın kadın örgütlerinden destek istemesi en doğru adımların atılmasını kolaylaştıracaktır.
Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 32. sayısında yayınlanmıştır.
The post Kullan-at Kılavuz: CİNSEL SUÇLAR – Cinsel Taciz ve Cinsel Saldırı appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post Kullan-At: Göçmenlik ve Mültecilik – Sinem Uludağ Gök appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>Kapitalist işleyiş içerisinde zaman zaman kullanılabilecek ama paylaşma ve dayanışmayla örülü özgür dünyada hiçbir şeye yaramayacak bilgiler…
Devletlerin kendi çıkarlarına göre çizdiği sınırlar, yine devletlerin kendi çıkarlarına göre hareket etmelerinin neden olduğu krizlerde anlamını yitirmektedir. Milyonlarca insanın hayatının mahvolmasına yol açan Suriye’deki vekâlet savaşı da buna bir örnektir. Savaşın kendisi değil de savaş yüzünden yerinden edilen milyonlarca insan kriz olarak görülmekte ve bu duruma “mülteci krizi” adı verilmektedir. Bu yazı, hayatlarını kurtarmak için başka ülkelere gitmek zorunda kalanların haklarını konu edinmektedir.
Hukuki anlamıyla “göçmen” yaşadığı yeri kendi rızasıyla ya da rızası dışında, farklı nedenlerle terk eden kişiyi anlatan genel bir kavramdır. “Mülteci” ise özel olarak, ülkesini zorunlu sebeplerden ötürü güvenli bir yer bulma amacıyla terk eden kişidir. Mülteci, ülkesinin korumasından faydalanamayan ve güvenliği tehlikede olan kişiyi ifade eder. Özetle mülteci ırkı, dini, milliyeti, belli bir sosyal gruba mensubiyeti veya siyasi düşünceleri nedeniyle zulüm göreceği konusunda haklı bir korku taşıyan ve bu yüzden ülkesinden ayrılan ve korkusu nedeniyle geri dönemeyen veya dönmek istemeyen kişidir.
Göçmenlerin hukuki durumu 11 Nisan 2013 tarihinde yürürlüğe giren 6458 sayılı Yabancılar ve Uluslararası Koruma Kanunu ile düzenlenmiştir. Bu yasada; Avrupa’da meydana gelen olaylardan dolayı gelen kişiler için “mülteci” kavramı kullanılmaktadır. Avrupa dışında meydana gelen olaylardan dolayı gelenler ise “şartlı mülteci” olarak adlandırılmakta ve bu kişiler ancak ikincil koruma statüsünden yararlanabilmektedir.
Uygulama da göçmen, yasal ya da yasal olmayan yollarla TC’ye girdikten sonra sığınma başvurusunda bulunabilir. TC’de bir kişi Birleşmiş Milletler Mülteciler Yüksek Komiserliği’ne (BMMYK) kaydını yaptırsa bile kati suretle İçişleri Bakanlığı’na da kaydını yaptırmak zorundadır. Başvuru dilekçeleri alındıktan sonra görüşme günü verilir. Bu görüşme gününe kadar sığınma başvurusu sahibi gösterilen uydu kentte yaşamaya başlar. Görüşmeler sonucu talebi kabul edilen kişi üçüncü bir ülkeye yerleştirilene kadar TC’de ikamet eder. Bu kişiler kural olarak sağlık, eğitim ve benzer temek haklardan yararlanırlar.
Kayıt yaptırmayan mülteciler ise her an idari gözetim altına alınma tehlikesiyle karşı karşıyadır. “İdari gözetim” uygulamada, kişilerin belli başlı yerlerde bulunan geri gönderme merkezlerinde tutulmaları anlamına gelmektedir. Geri gönderme merkezlerinin cezaevinden beter koşulları ve buralarda tutulma sürelerinin uzunluğu da göz önüne alındığında mülteciler yönünden bu kayıt büyük önem taşımaktadır.
2011’de başlayan iç savaş sonrasında TC’ye gelen Suriyelilerin durumu ise çok daha farklıdır. 6458 sayılı kanunun 91. Maddesi ile Suriyelilerin durumu düzenlenmiştir. Buna göre:
(1) Ülkesinden ayrılmaya zorlanmış, ayrıldığı ülkeye geri dönemeyen, acil ve geçici koruma bulmak amacıyla kitlesel olarak sınırlarımıza gelen veya sınırlarımızı geçen yabancılara geçici koruma sağlanabilir.
Bu madde ile kanundan önce “misafir” olan Suriyelilere “geçici koruma” statüsü verilmiştir. Bu madde doğrultusunda çıkarılan Geçici Koruma Yönetmeliği, Ekim 2014’te Resmi Gazete’de yayınlanarak yürürlüğe girmiştir. Bu yönetmelikle Suriyelilerin nasıl kayıt yaptıracağı, sağlık ve eğitim gibi hizmetlerden nasıl yararlanacağı düzenlenmiştir.
Gerek geçici koruma, gerekse uluslararası koruma statüsündeki yabancılar TC’de Göç İdaresi’ne kayıt yaptırmak zorundadırlar. Bu kayıt işleminden sonra kişilere yabancı kimlik numarası verilir ve bu numara ile sağlık, eğitim ve benzeri hizmetlerden yararlanabilirler. Bu işlemler sırasında kişilerin uydu kentleri belirlenir ve oraya yönlendirilirler. Yasaya göre kişiler mutlaka uydu kentlerinde kalmak ve imza yükümlülüklerini yerine getirmek zorundadırlar. Aksi halde başvuruları geri çekilmiş sayılabilir. Böyle bir durumda sınır dışı kararı verilebilir. Tabi ki sınır dışı kararına karşı hukuk yolları açıktır. 6458 sayılı Kanun’un 81. Maddesine göre Avukatlık ücretlerini karşılama imkânı bulunmayan kişilere, adli yardım hükümlerine göre avukatlık hizmeti sağlanır.
Ancak bu noktada belirtmek gerekir ki, geri gönderme yasağı (non-refoulement ilkesi) uyarınca halen savaşın sürdüğü Suriye’den gelen mülteciler yönünden sınır dışı kararı uygulanamaz. Fakat maalesef son dönemde Suriyeli mültecilerin “Gönüllü geri dönüş” adı altında istemedikleri halde zorla imzalatılan belgelerle sınır dışı edilebildiklerini duymaktayız.
Devletlerin savaşlarından kaçarken yine devletlerin cenderesinden geçmek durumunda kalan, yasalarda düzenlenen veya uluslararası sözleşmelerle güvence altına alınan haklarını kullanmaları dil, bürokrasi ve milliyetçi nefret engelleri yüzünden çok zor olan göçmen ve mülteciler açısından, paylaşma ve dayanışma hayati önem taşımaktadır.
Sinem Uludağ Gök
Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 31. sayısında yayımlanmıştır.
Düzeltme: Yazı Sinem Uludağ Gök tarafından yazılmış fakat mizanpaj sırasında bir karışıklık yüzünden basımda yazarın ismi yanlış yazılmıştır.
The post Kullan-At: Göçmenlik ve Mültecilik – Sinem Uludağ Gök appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post Kullan At: İşkenceye Karşı – Davut Erkan appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>Kapitalist işleyiş içerisinde zaman zaman kullanılabilecek ama paylaşma ve dayanışmayla örülü özgür dünyada hiçbir şeye yaramayacak bilgiler…
İşkence,bahanelerle, kişiye bedensel veya zihinsel acı çektirmek için uygulanan eylemlere denir. İşkence dendiğinde akla, itiraf alma ya da bilgi alma amacıyla sorgu odalarında uygulanan işkenceler gelir. Bu yazı daha çok özgürlüğü için mücadele eden insanların, gözaltılarda karşılaştığı işkenceyi konu edinmektedir.
Devletin kolluk kuvvetleri, eylem alanlarında sizinle karşı karşıya gelir gelmez, saldırmak amaçlı hazırlanır ve emir edildiğinde ise saldırır. Gözaltına alma anında el-kol bükme, yumruklama, tekmeleme, sürükleme, vesaire derken; otobüsülere alınırsınız. Otobüsler görünür eylem alanı boyunca görünmez ilk kapalı alandır. (Fotoğraf ya da kamera ile görüntü alınması esas alırsak) Aşağıda gözaltı sürecinin başından sonuna kadar görünür ya da görünmez alanların tümünde işkenceye maruz kalmanız durumunda yapmanız gerekenler sıralanacaktır.
– İşkencecilerin adını, kask ya da sicil numarasını, yüzünü veya başkaca eşkal bilgilerini aklınızda tutmaya çalışın.
– Şayet polis, hastanede, sizinle birlikte doktorun muayenehanesine girmeye çalışırsa itiraz edin. Özellikle doktora, meslek ilkeleri ve İstanbul Protokolü gereğince polisi içeri almaması gerektiğini hatırlatın.
– Kısaca başınızdan geçen vakaları, aldığınız darbeleri anlatın ve doktorun bunları raporda “hasta öyküsü” kısmına geçmesini talep edin.
– Eğer doktor zaten yapmıyorsa, vücudun tamamını muayene etmesini sağlayın. Sizin görmediğiniz bölgelerde aldığınız darbelere ilişkin işkence izleri bulunabilir.
– Nöbetçi hekimin uzmanlık alanına girmeyen konularda, örneğin Kulak-Burun-Boğaz, Ortopedi ya da Psikoloji, Psikiyatri gibi kliniklere sevk talep edin. Hastanede ya da gözaltında tutulduğunuz zamanı uzatacağı düşüncesiyle bundan imtina etmeyiniz.
– Cildinizde işkenceye dair iz, kanama, şişlik, kızarıklık vs. olmaması, o bölgeye ilişkin doktorun tespit yapamayacağı anlamına gelmez. Sadece yara-bere izi bulunan yerleri değil, darbe aldığınız tüm bölgeleri muayene ettirin. Bölgede ağrı veya hassasiyet olması da doktorun o bölgeye darbe alındığın dair rapor düzenlemesini mümkün kılar.
– Eğer kafa bölgesine, iç organlara denk gelen karın ve sırtın alt kısımlarıyla genital bölgelere darbe aldıysanız, sadece fiziki muayene ile yetinmeyin ve tomografi, MR (emar), kemik sintigrafisi gibi ileri tetkik yöntemlerini doktordan talep edin.
– Ciddi olduğunu düşündüğünüz ayrıntılar dahil olmak üzere, maruz kaldığınız fiziki müdahaleleri ve psikolojik baskıyı avukat görüşmesinde avukatınıza anlatın ve eğer mümkünse avukatınızdan “Görüşme Tutanağı” düzenlemesini talep edin. Bu tutanağa hem olayları hem de avukatın tespit edebildiği işkence delillerini yazdırıp tutanağı birlikte imzalayın.
– İfadenizi verirken (savcılıkta veya mahkemede), maruz kaldığınız tüm bu muameleleri ayrıntılı olarak, yer, zaman, kişi, araç ve şekil unsurlarını içerir şekilde anlatınız ve şikâyetçi olduğunuzu belirterek tüm bunları tutanağa yazdırın.
– Polis nezaretinde alınan gözaltı raporlarının yeterli olmadığını düşünüyorsanız, serbest bırakıldığınızda hastaneye giderek, tutuklanırsanız cezaevinden sevk isteyerek yeniden raporlama sağlayın.
– Olayın üzerinden zaman geçmeden, hatırladığınız tüm detayları yazılı hale getirip, bir dilekçe haline getirerek savcılığa şikayet dilekçesi verin.
-Lüzum görüldüğü takdirde, Adli Tıp Kurumu’na sevk edilmeniz söz konusu olabilir. İşkence gibi bir konuda üşengeçlik göstermeyin ve süreci sonuna kadar takip edin.
– İşkence konusunda uzmanlığı ve deneyimi bilinen Türkiye İnsan Hakları Vakfı’na başvurarak, işkencenin raporlanmasını sağlayınız. Ayrıca İnsan Hakları Derneği gibi, insan hakları ihlallerini raporlayan kurumlara başvurun yapın.
– Savcılar ve doğal olarak emniyet, olayın üstünü örtmek, açığa çıkmamasını sağlamak için gönülsüz bir soruşturma yaparak dosyayı kapatmak isteyecektir. Burada sizin dikkatli ve ısrarcı olmanız, süreci ilgili kişi ve kurumlarla birlikte dayanışma içerisinde yürütmeniz, olayın tanıklarını ve kamera kaydı gibi delilleri gerekirse bizzat bularak işkenceyi delillendirmeniz sadece münferit olay bakımından sonuç doğurmakla kalmayacak, benzer vakaların yaşanmaması için caydırıcı bir mücadele pratiği olacaktır.
The post Kullan At: İşkenceye Karşı – Davut Erkan appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post Kullan-at Kılavuz : Gözaltı, Tutuklama, Ceza Davaları appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>Kapitalist işleyiş içerisinde zaman zaman kullanılabilecek ama paylaşma ve dayanışmayla örülü özgür dünyada hiçbir şeye yaramayacak bilgiler…
Ezilenlerin, var olan tahakküm düzenini yıkarak yeni bir dünya yaratma mücadelesi, elbette bu tahakküm ilişkilerinin koruyucusu olan devletin “asayiş” mekanizmalarının hedefi olacaktır. Ezilenler zulme karşı seslerini her çıkardıklarında, sokağa her çıktıklarında düzenin koruyucusu olan polisle karşı karşıya kalmaktadırlar. Bu karşılaşma kimi zaman savcıyla veya hakimle tanışma fırsatına da dönüşebilmektedir. (Burada hemen belirtmek gerekir ki, eylemlere polisçe müdahale edilmesi sonucunda gözaltına alınan insanların neredeyse tamamı ya dava dahi açılmadan ya da dava sonucunda beraat ederek suçlamalardan aklanmakta, hatta karşı dava açarak devleti tazminata dahi mahkum etmektedirler.)
Devletler, teorik olarak kendi yasalarına, anayasalarına ve uluslararası sözleşmelere bağlıdırlar, bunların dışına çıkamazlar. Örneğin bir ifade özgürlüğü veya protesto hakkı konusunda belirlenmiş standartlara riayet etmek durumundadırlar. Gazetemizin 26. sayısında toplantı ve gösteri yürüyüşleri ile ilgili kılavuzu yayımlamıştık. Ancak belirtmek gerekir ki ne zaman ezilenlerin mücadelesi yükselse, devlet kendi koyduğu kuralları çiğneyerek, polisi-savcısı-hakimi ile halk üzerinde bir korku yaratmaya ve bu şekilde onları sokaklardan geri çekmeye çalışır.
Adaletsizliklere karşı mücadelede sokağa çıkmak, devlet terörü nedeniyle elbette belirli tedbirler almayı gerektirir. Kitleler, kendi güvenliklerini sağlamak için gerekli tedbirleri almak ve saldırıları püskürtmek için gerektiğinde öz-savunma yapmak durumundadırlar. Ancak bunun ötesinde devletin karakollarla ve adliyelerle yaratmaya çalıştığı korku psikolojisini aşmak önemlidir.
GÖZALTI
Gözaltı, devletin en sık başvurduğu korkutma yöntemidir. Çoğunlukla hukuksal bir amaçla değil, sadece sokağa çıkan insanların dağılmasını ve eylemin sonlanmasını sağlamak üzere başvurulan bir yöntemdir. Gözaltı işlemi -kabaca- polis tarafından alıkonulmayı ifade eder. Bu alıkonulma, eylem yerinde başlar, polis aracında ve karakolda devam eder, bazen de adliyede savcı tarafından ifade alınmasıyla sona erer. Gözaltında yapılan neredeyse tek işlem, ifade almaktır. Ortalama 15 dakika süren bir işlem için kişinin ortalama 15 saat tutulması, bunun hukuksal bir işlem olmaktan ziyade bir yıldırma yöntemi olduğunun en bariz göstergesidir.
TUTUKLAMA
Tutuklama bir ceza değil, soruşturmanın sağlıklı yürümesini sağlamak amacıyla başvurulması gereken bir tedbirdir. Tutuklamanın amacı, bir suç işlediği yönünde kuvvetli şüphe bulunan kişinin suçun delillerini yok etmesini ya da yargılamadan kaçmasını engellemektir. Tabii ki bu yola başvurulabilmesi için, kişinin bu sayılanları yapmaya çalıştığı yönünde delillerin olması gerekir. Ancak söz konusu siyasi soruşturmalar olduğunda tutuklama, “sen biraz içerde kal da aklın başına gelsin” amacıyla başvurulan bir araçtır. Evet, cezaevleri birçok özgürlüğü ortadan kaldıran ya da ciddi anlamda kısıtlayan yerlerdir. Ancak bilinmesi gerekir ki, cezaevinin içerisi ve dışarısı bir bütünün sadece duvarlarla çevrilmiş farklı parçalarıdır. Cezaevinde özgürlüğünden yoksun ama dışarıda özgür olduğunu sanmak, sistemin yaratmaya çalıştığı bir yanılsamadır. Oysa bu düzende dışarısı, sadece büyükçe bir cezaevidir.
CEZA DAVALARI
Devlet mücadele eden insanlara dava açarak, onları yargılamaktan daha çok, dışarıdaki insanlara bir gözdağı vermeyi amaçlar. En ufak bir eyleme katılan insanı, hukuk düzeni karşısında ona ceza veremeyeceğini bilmesine rağmen onlarca yıl hapis cezası istemiyle yargılayan sistem için yargılama süreci, karara varmak için kullanılan bir araç olmaktan çok amacın kendisidir. Böylece, yıllar süren davalarla yargılanan kişilerin, onların ailelerinin ve tanıdıklarının, davayı takip eden kamuoyu ve nihayet bütün bir toplumun, devletin nefesini ensesinde hissetmesi amaçlanır.
Devlet; adaletsizliğe, talana, sömürüye, savaşa ve katliama direnen insanları karakollar, adliyeler ve cezaevleri ile korkutmaya ve yıldırmaya çalışmaktadır. Ancak bizler biliriz ki, mücadele tam da hayatın bir cezaevine dönüştürülmesine karşı direnmenin adıdır. Bu yolda devlet elbette yıldırma politikaları izleyecektir. Ancak diz çökerek kölece yaşamaktansa, ayakta durarak mücadele etmek yeğdir.
[email protected]
Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 28. sayısında yayımlanmıştır.
The post Kullan-at Kılavuz : Gözaltı, Tutuklama, Ceza Davaları appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post Kullan-at Kılavuz: Meşru Müdafaa Hakkı appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>Kapitalist işleyiş içerisinde zaman zaman kullanılabilecek ama paylaşma ve dayanışmayla örülü özgür dünyada hiçbir şeye yaramayacak bilgiler…
Ceza hukukunda, bir eylemin cezalandırılabilmesinin ön koşulu o eylemin kanunda suç olarak tanımlanmış olmasıdır. Ancak buna ek olarak, eylemin hukuka aykırı da olması gerekir. Bunun anlamı, kanunda suç olarak tanımlanan eylemin her zaman hukuka aykırı olmayacağıdır. Kanunda suç olarak nitelendirilen eylem; hukuka uygunluk sebeplerinden birinin var olması durumunda hukuka aykırı sayılmaz. Bir diğer deyişle, suç olarak düzenlenen eylemi hukuk uygunluk nedenlerinden biri tahtında işleyen kişinin eylemi suç sayılmaz.
Suç olarak tanımlanan eylemleri hukuka uygun hale getiren nedenlerden biri de bu yazının konusu olan “meşru müdafaa” diğer adıyla “meşru savunma”dır. TCK’ya göre, kendisine veya başkasına ait bir hakka yönelmiş haksız bir saldırıyı derhal uzaklaştırma zorunluluğu ile işlenen suçlardan dolayı faile ceza verilmez( TCK m.25/1).
Meşru savunmanın hukuki temeli, insanın kendisini koruma içgüdüsüdür. Kişinin kendini savunmasını hukuk kurallarıyla yasaklamak olası değildir. Meşru savunma doğal bir haktır, insanın kendini koruma hakkı vardır. Bu nedenle, kendini veya bir başkasını saldırıya karşı savunan kişi cezalandırılmaz.
Meşru savunmanın koşulları, ortada haksız bir saldırı bulunması ve bu saldırıya karşı savunma yapmanın zorunlu olmasıdır.
Söz konusu saldırı, aktif veya pasif hareketle yapılmış bir saldırı olabilir. Aktif saldırıya bir erkeğin bir kadını dövmesi örnek olarak gösterilebilir. Pasif saldırı ise; örneğin bir erkeğin kilitli bir kapıyı açmayarak kadının bir yere gitmesini engellemesidir.
Meşru savunmaya esas teşkil edebilecek haksız saldırının üç hali kanunda gösterilmiştir:
Meşru savunma; sadece kişinin kendini savunması değildir; saldırıya uğrayan bir başkasını savunmak da meşru müdafaa kapsamına girer. Örneğin şiddet gören bir kadına yönelik saldırıyı defetmek için, çevredeki insanların kullanacağı şiddet de bu kapsama girer. TCK m. 25/1 e göre, “gerek kendisine ve gerek başkasına ait bir hakka yönelmiş” saldırının o anda defedilmesi zorunluluğu ile işlenen fiillerden dolayı faile ceza verilemeyecektir.
Yasada “saldırıyı defetmek zorunluluğu”ndan söz edilmiştir. Burada bahsi geçen zorunluluk, karşı koymak dışında bir seçeneğin bulunmaması anlamına gelmemektedir. Buna karşın, kaçma olanağı bulunduğu halde kaçmayıp kendini savunmak, yasal savunma kapsamına girer. Haksız bir saldırıya uğrayan kişiye, kendisini savunmayarak kaçması yükümlülüğü yüklenemez.
Takdir edilir ki, saldırı ile savunmanın araç ve yöntemlerinin aynı olması da gerekmez. Kişi, hal ve şartlara göre en uygun olan aracı ve yöntemi kullanacaktır. Örneğin, bir erkeğin tekme tokat saldırısına maruz kalan kadından, ille de aynı teknikle yani tekme tokatla karşılık vermesi beklenemez. Örneğin kadın, eline kesici bir cisim geçirirse bununla da savunmasını yapabilir.
Ancak burada belirtmek gerekir ki, savunmanın saldırıyı defetme amacına yönelik olarak “orantılı” olması gerekir. Örneğin saldırıyı defetmek için saldırganı bacağından yaralama imkanı varsa, hayati bölgeler hedef alınmamalıdır. Ancak hal ve şartlara göre, saldırı altındaki kişinin bu dengeyi sağlaması her zaman beklenemez. Bu nedenle de kanun; kişinin meşru savunma sınırını, mazur görülebilecek bir heyecan, korku veya telaştan dolayı aşması durumunda dahi kişinin cezalandırılamayacağını düzenlemiştir. (TCK md. 27/2).
Kadına yönelik şiddet vakalarında meşru müdafaanın uygulanması konusunda en çok duyulan iki örnek var: Kendisine şiddet uygulan kocasını elektrik kablosuyla boğarak öldüren Gülfidan Kuşçuoğlu ile daha önce kendisini kaçırıp tecavüz eden ve yeniden görüşmek isteyen Ali Kalkan’ı öldüren Nafiye Kaçmaz, meşru müdafaa haklarını kullandıkları için beraat etmişlerdi. Ancak yüzlerce kadın, yasal savunma hakkını kullandığı halde kasten öldürme suçundan ya da yaralamadan dolayı yargılanmakta, tutuklanmakta ya da ceza almaktadırlar.
Devlet eliyle haksız tahrik ya da iyi hal indirimleri uygulanarak, cezaları ertelenerek serbest bırakılan erkekler her gün kadınları katlederken, kendini savunan kadınlar tutuklanarak, tutukevlerinde yine erkek şiddetine maruz kalmaktadır.
Devlet tarafından sağlanamayan adaletin, kadın tarafından sağlanması en doğal haktır. Kadına hem erkeğe hem de erkek devletin tüm erk’lerine karşı kendi savunmasını yapması ve adaleti kendi eliyle uygulaması dışında başka seçenek bırakılmamıştır.
Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 25. sayısında yayımlanmıştır.
The post Kullan-at Kılavuz: Meşru Müdafaa Hakkı appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>