The post Devletleri Saran Bölünme Telaşı – Emrah Tekin appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>“Galyalılar, Kimriler, Vaskonlar ve Ligürler olmak üzere dört farklı soyun yerleştiği Galya; kırktan fazla halk topluluğunun arasında bölünmek sureti ile komşusu Germania gibi bir konfederasyondu. Ona ilk anayasasını tabiat sağlamıştı, özgür halkların anayasası; birlik ise ona fetih ile beraber gelmişti ve sezarlarının eseri idi.”
P.J.Proudhon, Federasyon İlkesi
Proudhon’un Federasyon İlkesi’nde geçen Galya, sınırları Fransa devletinin bugünkü sınırlarından daha büyük bir alanı nitelemek için kullanılan bir isimdi. Kırktan fazla halk topluluğunu barındıran Galya, yerini tek uluslu Fransa’ya bırakmıştı. Son yıllarda artan küresel hegemonya mücadelesinin bir benzerinin yirminci yüzyılın ilk yarısında yaşanmasıyla beraber Fransa benzeri ulus devletler ortaya çıkmıştı. Ulus devletlerle farklı coğrafyalarda yaşayan binlerce halk görünmez kılınmıştı.
Yakın süreçteki referandumlar, bu görünmezliğe devletlerin neden ihtiyacı olduğunu anlamak adına önemli bir yerde duruyor. Katalonya ve Başur Kürdistan’daki referandumlarda bağımsızlık, İtalya’nın iki bölgesinde de özerklik isteğiyle gerçekleştirilen referandumlar, şu anda dünyanın 80 bölgesinde yaşanmakta olan savaş ve çatışmaların iz düşümü niteliğinde. 21.yüzyılın “refah coğrafyası” olarak tahayyül edilen Avrupa’da da süren ekonomik krizler, söz konusu değişimlerin nedenleri arasında yer alıyor.
Şimdilerde, yaşanan bu değişimlere dair sorulan soruların başında, söz konusu hegemonya savaşının sonuçları olarak belirginleşen bağımsızlık ve benzeri taleplerin, geçen yüzyıldaki gibi mi sonuçlanacağı geliyor.
Küreselleşme ve Terörokrasi Dönemi
Küreselleşme süreciyle birlikte ulus devletlerin yapısında ve işleyişinde, önemli değişiklikler meydana gelmişti. Devletler arası etkileşim ve ilişkiler zamanla sivil topluma ve şirketler arası ilişkilere kaymıştı. Bu süreçte devletler yeniden inşa süreçleriyle, küresel şirketlerin müstakbel pazarlarına uygun olarak dizayn edilmeye çalışıldı.
Kırgızistan, Ukrayna ve Gürcistan’da 2000’lerin ilk on yılında yaşanan “renkli devrimler” bu “yeniden inşa” sürecinin deneyimlendiği örneklerdi. “Demokrasi, insan hakları” gibi kriterlerin temel alındığı bu süreç, daha sonrasında dikkatini, Arap milliyetçiliğinin düşüşe geçtiği Müslüman-Arap coğrafyasına çevirerek, bu ülkelerde var olan seküler-otoriter rejimleri, seçimle gelip seçimle gitmeye ikna olmuş, kapitalizmle barışık ılımlı muhafazakar devletlere dönüştürme hedefiyle “Arap Baharı’na” evrildi.
Ancak “beklenen bahar” bir türlü gelmezken, onun yerini Ortadoğu coğrafyasını 2010’ların başından beridir kasıp kavuran cihatçı terörizm aldı. 11 Eylül 2001 sonrası terörizme karşı başlatılan küresel savaşın sonuçlarından biri olan bu durum, bölgedeki sınırların değişimini tetikleyen dinamiklerden biri oldu. Terörokrasi sürecinde tüm bu yaşananlar, özellikle Suriye ve Irak’ta yaşanan savaşlara devletlerin 2013’ten itibaren daha direkt dahil olması ile Ortadoğu’da siyasal yapıyı değiştirdi. 20. yüzyılın başında belirlenen Irak, Suriye, Libya, Yemen sınırları 2001’den bu yana devam eden savaşlarla 15 farklı egemenlik alanına bölündü.
Birlik Olamayan Avrupa
Ortadoğu coğrafyasının sınırlarında, savaşlar nedeniyle yaşananlardan farklı olarak, ekonomik temelli ve bu savaşlarla dolaylı ilişki içindeki değişimlerin işaretleri Avrupa’da da görüldü. 2016’daki Brexit referandumuyla AB gibi ulus devletler üstü bir birlikten ayrılmaya “evet” diyen İngiltere’de yaşanan süreç, küreselleşme döneminin “parlayan yıldızı” AB’de yaşanan ilk büyük çatlak olarak değerlendirildi.
Brexit Referandumu ile AB’den ayrılma yönünde beliren eğilimde işsizlik, artan vergiler, savaşlar nedeniyle yaşanan göçmen akışı gibi ekonomik arka plana sahip nedenler bulunuyordu. Avrupa’da yaşanan ekonomik temelli ayrılık girişimlerine son olarak İtalya’da yaşanan özerklik referandumu eklendi. İtalya’nın ekonomik açıdan zengin bölgeleri, kuzeydeki Veneto ve Lombardiya’da gerçekleştirilen, ancak yasal bağlayıcılığı olmayan referandumlarda, Roma hükümetiyle vergilerin, iktisadi kaynakların yönetimi ve devri gibi ekonomik maddeler ön plana çıktı.
Küreselleşme, ulus devlet gibi kavramların tartışmaya açıldığı bir “geçiş dönemi”ni andıran bu süreçte, devletlerin bu kavramlarla kurduğu ilişki ve atfettiği anlamların da etkisiyle, farklı coğrafyalarda bağımsızlık ve özerklik talep eden hareketler meydana geldi.
İngiltere’nin yaşadığı Brexit süreci sonrası, İskoçya Bölgesel Hükümeti’nde bağımsızlık ruhu yeniden canlandı. 2014’teki referandumda İngiltere’den bağımsızlığa karşı oy kullanılmasına karşın, bölgesel hükümet 2018 sonbaharında bir kez daha bağımsızlık referandumu için sandık kurmayı planlıyor.
İtalya’daki Veneto ve Lombardiya referandumlarına benzer şekilde, yine ekonomik ağırlıklı nedenlerle Belçika’nın Flaman bölgesinde bağımsızlık düşüncesi dillendiriliyor. Flamanların ayrılması sonrası ise Belçika’nın yarıdan fazlasının ekonomik gücünü kaybedeceği, bu kopuş sonrası Fransızca konuşan Valonya’nın topraklarının Almanya ya da Fransa’ya katılması gündeme gelen ihtimaller arasında yer alıyor.
Birinci Dünya Savaşı sonrası İtalya’ya katılan ve Mussolini döneminde İtalyanlaştırma şeklinde asimilasyon yaşayan Güney Tirol bölgesindeki bağımsızlık fikri ise, yine ekonomik bir arka plana sahip. AB’de Yunanistan’dan sonra, en yüksek borca sahip olan İtalya’da, ekonomik durumu iyi olan Güney Tirol, bu sorunlarla boğuşmak yerine, bağımsızlığı tercih ediyor.
Avrupa’da Bağımsızlık ve Özerklik Hareketleri
Avrupa’nın doğusunda Hırvatistan, Polonya, Romanya ve Çek Cumhuriyeti’nde özerklik ya da bağımsızlık talebiyle ortaya çıkan siyasi hareketler söz konusu. Bunlardan Hırvatistan-Slovakya sınırında bulunan İstria bölgesinde, merkezi yönetimin yetkilerinin yerele devredilmesi ve ulus-üstü tanınma talep ediliyor. Benzer şekilde Romanya’da Macar azınlığın yaşadığı Sekelistan ve Polonya’nın güneybatısındaki Yukarı Silezya bölgesinde yaşayan ve kendilerini etnik anlamda “Silezyalı” olarak tanımlayanların özerklik talebi var.
Çek Cumhuriyeti’nde ise toplam nüfusun yüzde 30’unu oluşturan Moravya’da Moravane adlı parti aracılığıyla 2005’ten bu yana bağımsızlık mücadelesi sürdürülüyor. Danimarka’nın da Bornholm ve Faroe adalarında özerlik talepleri Katalonya Referandumu’nun da etkisiyle bağımsızlığa evrilmiş durumda.
İngiltere işgali altındaki Kuzey İrlanda’da ise, 1920’den bu yana, bölgenin İrlanda’ya bağlanmaksızın bağımsızlığını savunan siyasi hareket, geçirdiği on yıllar boyunca önemli bir toplumsal destek sağladı.
Avrupa’nın güneyindeki bağımsızlık ve özerklik hareketleri daha çok etnik ve siyasi belirginliğiyle ön plana çıkıyor. Toprakları hem Fransa hem de İspanya devletlerinin sınırları içinde yer alan Bask bölgesinde 19. yüzyıldan bu yana bağımsızlık hedefli mücadele yürütülüyor. Üniter devlet yapısıyla bilinen Fransa’da ise, Korsika adasında 1960’lardan bu yana özerklik talep eden siyasi hareketler söz konusu.
Rusya’nın “Malorossiya’ları”
2014 Başlarında Doğu Ukrayna’da Rusya ile Ukrayna devletleri arasında yaşanan savaş sonrası bu bölgede Rusya Federasyonu etkisinde “devletçikler” kuruldu. Luganks ve Donetsk Halk Cumhuriyetleri aynı yılın 24 Mayıs’ında birleşerek Novorossiya (Yeni Rusya) Federal Devleti adını aldı. Geçtiğimiz yaz aylarında ise Rusya yanlısı ayrılıkçılar, isim konusunda “çıtayı yükselterek” Malorossiya (Küçük Rusya) adıyla yeni bir bağımsız devlet ilan edildiğini duyurdu. Ancak ilan edilen bu yeni devlete Rusya dahi temkinli yaklaşarak, Doğu Ukrayna sorununun çözümü için oluşturulan Minsk Anlaşması sürecine bağlı kalacağını duyurdu.
Aynı bölgede, devletlerin taraf olduğu çatışma ve gerilim noktalarından Kırım ve Sivastopol’da ise Rusya tarafından “hülle” yöntemiyle fiili ilhak gerçekleştirildi. 2014 Mart ayında, Doğu Ukrayna’da yaşanan savaş sırasında Kırım’a asker gönderen Rusya’nın etkisiyle, ileriki süreçte bir referandum yapıldı. Rusya’ya katılma kararının çıktığı referandum sonrası Kırım ve Sivastopol, Rusya’ya bağlı federasyonlar olarak ilan edildi.
Yine Ukrayna ile Moldova sınırları arasında yer alan ve Rusça konuşan Transdinyester bölgesi de Moldova’dan tek taraflı bağımsızlık ilan etti. Yaklaşık 500 bin nüfusunun 200 bininin Moldova ve Rusya olmak üzere çift pasaport taşıdığı Transdinyester, Rusya’ya katılmak istiyor.
Özerklik, bağımsızlık ve benzeri kavramların bütün dünya siyasetinin ana gündemini oluşturduğu bu süreçte, üniter yapıların içine girdiği sıkıntı, bu merkezi iktidar mekanizmalarını zorluyor. Hukuki el çabukluklarıyla aşılamayan sorunlar Katalonya ve Başur Kürdistan’da gördüğümüz gibi devletin şiddet aygıtlarıyla çözülmeye çalışılıyor. Üniter yapıların içerisine girdiği bu telaş, merkezi iktidar konumlarını kaybetmeleriyle ilgili.
Emrah Tekin
Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 41. sayısında yayınlanmıştır.
The post Devletleri Saran Bölünme Telaşı – Emrah Tekin appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post “Kapitalist Küreselleşmenin Öncesi de Sonrası da Kriz” – İlyas Seyrek appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>
İsviçre’nin Davos kasabası 47 yıldır, her Ocak ayında devlet yöneticilerinin ve patronların yani kapitalist sistemin efendilerinin toplanarak kapitalizmin rotasını ve ezilenlerin kaderini belirlediği bir ekonomik merkez. Bu toplantılarda efendiler sistemin nasıl daha iyi işleyebileceğinin, ezilenleri nasıl daha kolay yönetebileceklerinin ve sömürebileceklerinin hesabını yaparak politikalar belirliyor. Daha kurulduğu ilk yıllarda, kapitalist sistemi ve sömürüyü küreselleştiren neoliberal politikalar oluşturma kararlarının bu toplantılarda alınması, Dünya Ekonomik Forumu’nun kapitalizmin dönüşümü ve gelişimindeki önemini gözler önüne seriyor.
Bu yıl 100’den fazla devlet ve 3 bin kadar patron, CEO, siyasetçi, akademisyen ve sivil toplum kuruluşu temsilcisinin katıldığı toplantılarda konuşulan konulara bakılırsa kapitalizmin yarattığı krizlere karşı kapitalizmde yaşanacak yeni bir dönüşüm tartışılıyor.
Küreselleşme Tehlikede!
Yaşanan ekonomik ve sosyal krizlerle, artan gelir eşitsizliğiyle, işsizlikle ve bunlara bağlı olarak sisteme karşı dünyanın kimi coğrafyalarında artan sosyal hareketlenmelerle birlikte küreselleşme son 10 yıldır ciddi boyutlarda sorgulanıyor. Küreselleşmenin sorunları önemli görülüyor ki, Dünya Ekonomik Forumu bu sene küreselleşme olgusunun üzerinde durmak ve muhasebesini yapmak durumunda kaldı. Kapitalizmin küreselleşme paradigmasının politik, sosyal, ekonomik ve ekolojik pek çok krize yol açması kapitalizmi “sürdürülebilir” kılmaya yönelik olarak yeni programları, paradigmaları tartıştırıyor.
İngiltere’nin AB’den çıkma kararı alması ve ABD Başkanı Trump’ın Trans-Pasifik Ortaklık Anlaşması’nı iptal etmesi gibi çok taraflı serbest ticari etkinlikler aleyhine gerçekleşen olaylar tartışmaların tonunu ve kapitalizmde dönüşüm ihtimalini yükselten olaylardı.
Çin Devlet Başkanı Şi Cinping’in Davos’ta küreselleşmeyi savunan tavrı ve Trump’ın çok taraflı serbest ticareti hedef alan müdahaleciliğini ima ederek eleştiren konuşmaları, bugün yaşananları anlayabilmemiz için önemli. Dünyada korumacı ekonomik anlayışların yerini kapitalizmin küreselleşmesi paradigmasının almaya başladığı dönemde, Çin’in sistemdeki konumu ile bugün Çin’in kendisini küresel kapitalizmin en önemli ve en büyük temsilcisi olmaya aday yapan çıkışı karşılaştırıldığında bu çıkış, kapitalist sistemdeki dönüşümlerin ve bu sistemde yerini alan aktörlerin yaşadıkları dönüşümlerin açık bir göstergesidir.
“Sorumluluklu” Kapitalizme “Duyarlı ve Sorumlu Liderlik”
Kapitalist sistemin dönüşüm sancılarının hissedildiği Davos’ta küreselleşme aynı zamanda yarattığı sorunların popülist eğilimleri arttırmasıyla ilişkili olarak sorgulandı. Davos bu yılki temasını “duyarlı ve sorumlu liderlik” bağlamında kurarak kapitalizmdeki bu “belirsiz” hali aşmayı ve kapitalizmin dönüşümünü yeni tür liderlerle gerçekleştirme hedeflerinden aldı. Popülist eğilimleri olan, sorunlar yaratan ve sorumsuzca davranan liderlere karşı Davos, sistemdeki sorunları bilen ve dönüşümü öngören yani, ezilenleri en kolay yönetebilecek ve sömürebilecek liderlerin peşinde.
Görünen o ki, nasıl daha önce “sorumluluklu kapitalizm” gibi sömürüyü görünmez ve yeni bir meşruiyete dayandıran söylemler kullanıldıysa bugün Davos’ta küresel kapitalizmin dönüşümünde liderlerin olmaları gerektiği biçim belirtilmekte.
Dönüşümün 4. Sanayi Devrimi’yle Entegrasyonu
Davos’ta küresel kapitalizmdeki dönüşüm tartışıldığı gibi bu dönüşümü tamamlayacak konular da tartışıldı. Gelişen bilişim teknolojilerinin üretim sektöründe kullanılmasının önlenemeyecek olmasıyla birlikte kapitalizmin efendileri yeni ve aşılması zorunlu bir sorunla daha karşılaşmış oluyor: “4. Sanayi Devrimi”. Kapitalistler yapay zeka, genetik tasarım, veri koruma gibi kavramların ortaya çıktığı bu dönemde bilişim teknolojilerinin gelişmesiyle birlikte meydana gelecek sonuçlara sistemi hazırlamak zorunda kalıyor. Çünkü, çok sayıda işçiyi işsiz bırakacak ve işçilerin yerini alacak bu yeni endüstri sisteminin yeni ve ciddi ekonomik krizler yaratacağını söylemek yersiz olmaz. Dolayısıyla, kapitalizmi sürdürmek isteyen efendiler de küresel kapitalizmin dönüşümünü 4. Sanayi Devrimi’yle uyumlu gerçekleştirmek istiyor.
Küreselleşme Sonrası Dönem Başlıyor!
Şimdilerde çokça konuşulan küreselleşmenin yarattığı sorunlar ve ona karşı alınan tutumların hepsi “post-globalization” yani “küreselleşme sonrası” olarak betimlenen döneme giriyor olduğumuzu göstermektedir. Neoliberal politikalar ve küreselleşmenin küresel sorunlara yol açtığı görüşleri ve kapitalizmde dönüşümlerin gerçekleştirilmesi fikri savunuluyorsa da küreselleşme döneminin ortaya çıkardığı süreçlerin tamamen sona ermemesi küresel sistemin ve serbest ticaretinin devam ettiğini, ama dönüşüyor olduğunu tarif etmektedir. Devletler, ekonomik sistemin barındırdığı ve kendi meşruiyetlerini de tehdit eden gelişmelere karşı küreselleşme döneminin ortaya koyduğu serbest ticarete karşı olmak yerine onu sürdürmek istemekte, yalnızca serbest ticari etkinlikleri daha fazla kontrolleri altına almayı ve ekonomiye bu tarz bir müdahaleyi (korumacılığı) öngörmektedir.
Fakat bugün devletlerin bir hamlesi olarak gerçekleşen bu dönüşümün ezilenler için ne ifade ettiği, onlara neler getirdiği önceki dönüşümlerin neler getirdiğiyle ilişkilendirilerek düşünülmelidir. Kapitalist ekonominin tarihine bir bakarsak görürüz ki, kapitalizmin tüm aktörlerince dönem dönem öngörülen, daha çok kontrol, kazanç ve daha da önemlisi sistemin devamlılığını hedefleyen yeni programlar, paradigmalar yani kapitalizm içi dönüşümlerin hepsi ezilenlerin karşısına yeni kriz, baskı, sömürü ve katliam yöntemleri yani yeni felaketler olarak çıkmaktadır.
The post “Kapitalist Küreselleşmenin Öncesi de Sonrası da Kriz” – İlyas Seyrek appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post TERÖROKRASİ appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>Korku, endişe ve sürekli bir panik hali başta coğrafyamızda olmak üzere tüm toplumsal yaşamı yönlendirmeye başladı. Ne zaman nerede bomba patlayacağı, hangi örgütün hangi saldırıyı üstleneceği, kaç kişinin öldüğü, bombanın türü, silahın hangi devletin malı olduğu, saldırıların kimin çıkarına çıkar kattığı, kimi daha anlaşılmaz kıldığı gibi sorular tartışma gündemlerini oluşturuyor. Artık sadece savaşın yoğun yaşandığı bölgelerde değil her yerde insanlar ölüm ile burun buruna yaşıyor. Ayrıca savaş da artık sadece Lübnan’da, Afganistan’da, Irak’ta Suriye’de değil. Savaş yaşadığımız coğrafya başta olmak üzere tüm dünyaya terörizm olarak yayıldı, yayılıyor. Hizbullah, El Kaide, IŞİD ile varlığını tescilleyen dönem öncekilerden farklı bir yerde duruyor.
Tarih içerisindeki dönemler adlandırılırken, bir tarihsel dönem, ona ilişkin tarihsel kırılmanın ertesi günü adlandırılmaz. Tarihsel kırılmanın kısa ve uzun dönemli etkilerinin görülmesi gerekir. Dönemin ismini koymak, belki yıllar alabilir. Toplumsal, siyasal ve ekonomik sonuçların etkisi gözlemlenir; bu etkinin bütün dünyada yarattığı ortama bakılır.
Bu tarz bir isimlendirmeye, sadece siyasal tarihçilerin işini kolaylaştırsın diye değil; var olan siyasal, toplumsal ve ekonomik süreçlerin içerisindeki problemler tespit edilsin ve bunlara ilişkin geliştirilecek çözümlerin bir önceki dönemden daha farklı olması gerektiği ortaya konulsun diye ihtiyaç vardır.
Özellikle Suriye’deki, iç savaş gibi başlayan ama aslında başından itibaren iç savaş olmayan süreç, bugün bir dünya savaşı olarak bile değerlendiriliyor. Savaşın yarattığı etkinin bu kadar geniş bir alanı etkiliyor oluşu, şimdilerde yeni bir kavramı popüler hale getiriyor: küresel iç savaş. Siyasal belirsizlik, kriz, siyasal düzenin devamlılığı adına hukukun askıya alınması ve bunun hukuk halini alması, kesintiye uğrayan toplumsal işleyiş, sadece bugün içerisinde bulunduğumuz OHAL’in özelliklerini değil, bir süredir dünyada devam etmekte olan bir dönemin özelliklerini yansıtmak için gösterilebilir örneklerdir.
Bugün demokrasi ortadan kalkmıştır; Dolayısıyla, meşruluğunu bundan alan devlet mantığı da. Yeni bir siyasal dönem, yeni bir devlet politikasını beraberinde getirmiştir. Bu sürecin gelişimini iyi anlayabilmek için, öncelikle bu sürece yol açan siyasal kırılmalara bakmak gerekir.
Soğuk Savaş Sonrası Düzen
Soğuk Savaş sürecinin bir savaşla değil de, şiddet unsurları içermeyen, barışçıl bir şekilde sona ermesi ve bu sürecin uluslararası ilişkiler alanında çalışan akademisyenlerce öngörülememiş ve açıklanamamış olması, bir kırılma noktası olarak kabul edilebilir.
Soğuk Savaş’ın bitişiyle beraber, dünya siyasetinin yapı ve süreçleri önemli bir değişim ve dönüşüm sürecine girmiştir. Karşılıklı bağımlılıklar ve iç içelik artmış; dünya siyasetinde sayıca daha çok aktörün daha bütünleşik bir ağ oluşturduğu yapılar ortaya çıkmıştı.
Küreselleşme denilen bu süreçte, “devlet güvenliği” tanımlamasından “uluslararası güvenlik” şeklinde tanımlanan, bölgesel ve küresel güvenlik anlayışına geçilmiştir. Önceki süreçte, dar anlamda, savaş, silahlı çatışma, kuvvet kullanma halleriyle tanımlanan güvenlik, ele alındığı çerçevenin ötesine geçerek ekonomi, enerji, çevre, sağlık, sosyo-kültür ve eğitimin de içinde olduğu daha geniş bir çerçeveden tanımlanmaya başlanmıştır.
İçeriği genişletilen güvenlik kavramının daha bütüncül hale getirilmesiyle, devletler de güvenliğin sağlanmasına yönelik farklı stratejiler geliştirmeye başlamıştır:
Tehditlerin karşılanması ve karşı konulması bağlamında bir ulusal güvenlik stratejisi ortaya koymak,
Tehdidin kaynağındaki asli nedenlere inerek tehdidi tümden ortadan kaldıracak tedbirler almak, yani bir uluslararası güvenlik stratejisi takip etmek.
Soğuk Savaş dönemi bitene kadar; güvenlik, öncelikli olarak askeri unsurlar çerçevesinde tanımlanmış ve ulus devletlerin ulusal güvenlikleriyle özdeşleştirilmiştir. Bu uluslararası sistemde, hâkim aktör olan devletler, arasındaki ilişkileri düzenleyecek bir merkezi otoritenin yokluğundan hareketle, kendi güvenliklerinden sorumludur. Bu dönemde devletler, güvenlik için askeri güce başvurur. Küçük devletler de büyüklere yakınlaşır. Sovyetlerin yıkılışıyla birlikte bu yaklaşım tarzı çökmüştür. Uluslararası ilişkiler teorilerinin, devletler sistemi çerçevesinde yapılandırılan, büyük güçlerin ve bunların karar vericilerinin savaşa ve barışa dair verdikleri kararlara odaklanan bakış açısı kabul görmemeye başlar. Devletlerin arasında işbirliğini sağlayacak bir sistem kurulması, iletişimin ve bilgi paylaşımının arttırılması, ortak ilkeler, normlar, değerler ve kuralların geliştirilmesi, çatışmaların önlenmesi ve kriz yönetiminin artması, Soğuk Savaş sonrası uluslararası siyasetin “demokratik” sınırları olmuştur.
Bu dönem, dünyada kapitalizmin küresel versiyonunun işlerlikte olduğu, liberal demokrasinin tek meşru devlet rejimi kabul edildiği ve bu sistemi işletmeyenlerin buna zorlandığı bir dönemdir.
11 Eylül
Hitler, iktidarı eline alır almaz “Halkın ve Devletin Korunması Kararı”nı ilan etti. Karar, bireysel özgürlüklerle ilgili maddeleri askıya alıyordu. Buna yaşam özgürlüğü de dâhildi. Siyasi sistemle bütünleşmeyecek olan bütün kesimleri bedenen ortadan kaldıracak bir zemin hazırlandı. O zamandan bu yana, bu uygulama kalıcı bir hal aldı ve devletlerin (demokratikleri de dâhil olmak üzere) kalıcı uygulamalarından birisi haline geldi.
Liberal demokrasinin, mevzu bahis uygulamayı ortadan kaldırmak şöyle dursun, uygulamayı demokrasi örtüsü altında koruyacağını tahmin etmek çok zor değildi. Bu, demokrasinin olağanüstü durumlarda açığa çıkaracağı totaliter yandı (Platon’un meşhur sözünde olduğu gibi “Halk bir tiran tarafından yönetilmek istediğinde ne olacak?”).
Hitler’inkine benzer bir uygulama 13 Kasım 2001’de ABD başkanının “askeri buyruk” isimli çağrısında kendini gösterdi. Buna göre “terörist faaliyetlere karıştığından kuşkulanılan, ABD vatandaşı olmayan kişilerin “süresiz alıkoyulmasına” ve “askeri komisyonlarca” yargılanmasına yetki verilmişti. Demokrasi süreci, anayasal meşruiyetine ilişkin ilk soru işaretini böyle verdi.
Daha önce de senatonun 26 Ekim 2001’de geçirdiği ABD Yurtsever Yasası (USA PATRIOT ACT), devletin güvenliğini tehlikeye sokacak faaliyetlerinden kuşkulanılan yabancıyı gözaltına alınmasına izin veriyordu ama 7 gün içinde bırakılmasını öngörüyordu. Askeri buyruğun yeniliği bir bireyin bütün hukuki statüsünü ortadan kaldırması, böylece hukuki açıdan adlandırılması ve sınıflandırılması olanaksız bir varlığın ortaya çıkmasıydı. “Batı Demokrasisi” bu iki kararla, kendi propagandasının altını oymaya başladı.
Soğuk Savaş Sonrası Düzen 11 Eylül ile Bozuluyor
ABD Başkanı Bush, 11 Eylül sonrası yaptığı açıklamasında, “Düşman, global menzile sahip her terörist grup ve bunlara destek veren her devlettir” demişti.
21. yüzyıla girerken gerçekleştirilen bu eylem, bundan sonra dünyanın gidişatını siyasi, ekonomik ve askeri yönden etkileyecek boyutlara sahiptir. Bu eylemin içerdiği mesajı ve yol açtığı ya da açacağı sonuçları doğru tahlil etmek gerek.
Öncelikle, saldırının hedefinde ABD’nin üzerine oturduğu sacayağını oluşturan üç güç vardır: siyasi iktidarlar, askeri iktidarlar, ekonomik iktidarlar…
Bu saldırıyla hedeflenen ekonomik iktidarlar, küresel kapitalizmin sermayedarlarıydı. New York, Wall Street, İkiz Kuleler ABD ekonomisinin ve küresel ekonominin kalbidir. Askeri iktidarlar hedef almıştır, yani Pentagon. Dünyanın askeri komutası burasıdır; ABD’nin askeri prestijidir. Üçüncü saldırı, Beyaz Saray’a yapılması planlanmış ama gerçekleşmemiştir.
Bu saldırıyı kimin gerçekleştirdiğine ilişkin birçok komplo teorisi ileri sürülmüştü. Ancak saldırıyı Usame Bin Ladin liderliğindeki El-Kaide gerçekleştirmediyse bile, ABD bunu gerekçe yaparak Afganistan’a “müdahale etti”, ardından da Irak’ı işgal etti. Hem de demokrasi ve özgürlük getirme bahanesiyle. Şimdi de Suriye’de bir pozisyon aramakta, niyetse aynı.
Sözde radikal dinci hareket, grup, örgüt ve devletlere gözdağı vermek niyetiyle girişilen tüm bu hareketliliğin ismi “Teröre Karşı Savaş” olarak adlandırılıyor. Ancak aşikâr olan, bu işgallerin ekonomik, jeopolitik ve stratejik nedenleri olduğudur.
Eğer 11 Eylül değişimin başlangıç noktası ise, bu tarihten sonra olan biteni iyi irdelemek gerek. Her şeyden önce bu saldırı birçok yeni kavramı yaşamımıza soktu: Küresel terör, küresel tedirginlik gibi… İlk defa bu çapta bir “eylem”, bütün dünyada canlı yayında izlendi. Şimdiye kadar küresel birlikler, bağlar, ilişkiler vardı ama böylesi küresel bir gösteri yaşanmamıştı. Bu denli küresel tedirginlik görülmemişti. Bu gelişme, bir şok etkisi yarattı ve toplumsal bir travmaya yol açtı. Bunun sonucunda ABD vatandaşları korktu; bu korku ve endişe oranında ABD milliyetçiliği tetiklendi, hatta ırkçılığa yol açtı.
Dolayısıyla ABD’deki saldırı, organizasyonu, çapı, biçimi ve etkileri bakımından küresel bir etkiye yol açtı. Sonunda küreselleşme olgusu her alanda olduğu gibi kendi terörünü de yaratmıştı. Bu saldırı, bunu yapan daha büyüğünü de yapabilir endişesi yarattı. Güpegündüz, New York’ta gökdelenlerini yıkan güç, her şeyi yapabilir!
Bütün dünyanın “korumasını üstlenen” Pentagon’un merkezinin vurulması, ABD’nin dokunulmazlığını ortadan kaldırmıştır. Bunun, Soğuk Savaş sonrası oluşan devletlerarası güç dengelerini değiştirmesi de diğer açık göstergelerden biri. Asimetrik dünya, asimetrik savaşlar gibi kavramların konuşulduğu yeni bir dünya düzeni yürürlükte artık.
Bu düzende her ne kadar baskın tarafların olduğu biliniyor olsa da, baskın güçlerin birbirlerine ilişkin pozisyonlarının ne olacağını tahmin etmek oldukça güç. Bu güçlüğün derecesini anlamak için Suriye’nin asimetrik durumuna bakmak yeterlidir.
Değişen Yönetim Biçimi: Demokrasi
Demokrasi kavramı, her ne kadar halkın yönetimi ile ilişkilendirilse de ilk elde bir şey anlatmaz. Kavram birçok şey ifade etmek için kullanılır. Birçok şey ifade edilmeye çalışan başka sözcükler gibi hiçbir şeyi ifade etmeme tehlikesini de içerisinde taşır. Şimdilerde, başkanlık sistemi için dillendirilen “halkın, halk tarafından, halk için yönetimi” tanımı, demokrasi için de sık kullanılan bir tanımdır.
Özellikle, Soğuk Savaş’ın ardından, “küreselleşen” siyasal sistem olarak demokrasi ya da gerçek adıyla liberal demokrasi, vaat ettiği “siyasi iktidarın belirlenmesinde herkesin eşit paya sahip olması” ilkesini açık bir şekilde gerçekleştiremedi. Bu sadece, kapitalizmin yarattığı adaletsizliklerin, yönetimsel düzeye yansıması ve daha zengin olanın yönetimde daha fazla söz hakkına sahip olmasıyla alakalı değil. Durum aynı zamanda demokrasinin sözde siyasal eşitlik ilkesinin dayandığı mantıktan da kaynaklanır. Demokraside yönetme hakkının çoğunluğa verilmesi hedeflenir. Siyasal üstünlük, temsili demokrasinin parçası olan ve belirli periyotlarla gerçekleşen seçimlerle belirlenir. Yani demokrasiyi seçimlerle demokratik kılan mantık, sayısal üstünlüktür. Dolayısıyla ortaya çıkan sonuç, sırf çoğunluğa ait olduğu için doğru ya da haklı olanlar üzerine kurulu bir siyasal sistemdir. Azınlığın, çoğunluğun baskı ve zorlamasına maruz kalmamasını önleyecek ne yapılabilir? Demokrasinin, azınlığın hak ve özgürlüklerini garanti altına alacak kurumlara da sahip olduğu iddiasına karşı, bugün dünyanın farklı yerlerinde farklı nedenlerle azınlık olanların konumlarına bakmak yeterlidir. 2001’den bu yana farklı adaletsizliklere maruz kalanların, adaletsizlikleri dillendirildikleri için bile baskı, zorlama hatta katledilmeye maruz kaldığı aşikârdır.
Sözde halk iradesini, yönetimde belirleyici güç olarak muhafaza edebilmek için işletilen “temsil” kurumunun, “halk için yönetmek” maksadıyla ne hale dönüşebileceğini tahmin etmek için çok uzak coğrafyalardaki siyasi yönetimlere bakmaya gerek yok. Demokrasinin içerisinde potansiyel olarak barındırdığı totalitarizm, tüm halkın çıkarlarının birleştirildiği ve halk adına en doğru kararın verildiği bir neden-sonuç ilişkisiyle kendisini belirginleştirir.
Bugün demokrasi, üzerinden yükseldiğini iddia ettiği tüm erdemler noktasında sahteliğini açıkça ortaya koymaktadır. Bireylerin, kendi kaderini tayin edebilmesi; farklı hayat tarzlarını meşruluğu ve barış içinde birlikte yaşama; bireyin ve bireysel özgürlüklerin değeri; adaletin sağlanması; çatışmaların çözümü gibi erdemlerin demokrasinin işlemesiyle gerçekleşmeyeceği ortaya çıkmış oldu.
Batı toplumları için demokrasi, evrensel oy hakkına dayalı olarak düzenli ve rekabetçi seçimlerin yapıldığı bir sistemdir. Soğuk Savaş sonrası, liberal kapitalizmin zaferinden sonra; devlet iktidarının “ahlaki” olarak savunulabilecek tek kaynağı demokrasiydi. Ancak özgürlük, katılım, anayasal devlet, seçimler, halk egemenliği gibi demokrasi için olmazsa olmazların hiçbiri kendisine demokratik diyen rejimler tarafından gerçekleştirilememiştir.
Bireysel özgürlükler, kapitalist sistem içerisindeki tüketim serbestlikleri ile çerçevelenmiş; siyasal özgürlükler sunulan partilerden birini seçmeye indirgenmiştir. Halkın yönetime sözde katılımı belirli aralıklarla kendilerini yöneteceklerini seçtiği seçimlere sıkıştırılmış, halkın siyasal iradesi böylelikle bütün siyasal ve ekonomik sorunlardan uzak başka gündemlerle manipüle edilen yapay bir işleyişin içine sıkıştırılmıştır. Dünyanın farklı bölgelerinde gerçekleşen “demokratik seçimler”deki katılım oranlarının her defasında artan bir şekilde düşmesini neyle açıklamak lazım? Mevcut siyasal düzene ve işleyişe bir güvensizliğin ifadesinden başka nasıl açıklanabilir bu durum? Demokratik yapı içerisinde, tek meşruluğunu anayasadan alan devletler, mevzu bahis dönem içerisinde kendi yazdıkları, uygulamaya koydukları, uygulamayanlar için cezalar hazırladıkları yasaları, kuralları “aşikar” bir şekilde çiğner bir duruma gelmiş, bu hukuksuzluk asıl hukuk haline gelmiştir. Sadece içerisinde bulunduğumuz devletin son dönem OHAL uygulamalarına değil; Batı’nın en demokratik geçinen devletlerinde(ABD, Fransa…) bile benzeri uygulamalar artık normal hale gelmiş, devletin şiddet uygulamaları her koşulda meşrulaştırılmıştır.
Yükselen Sağ
Bu, zorla dayatılan demokratik sistemin, dünyanın ezilen coğrafyalarına ne getirip ne götürdüğünü hepimiz biliyoruz. 11 Eylül 2001’den sonra, terörizme karşı başlatılan savaş, demokrasi ve özgürlükler götürmeye evrilmiş, toplumsal dinamiklerden yararlanılıp iç savaşlara dönüştürülmüş; sonuç olarak hiç de söylendiği gibi “olumlu” sonuçlara yol açmamış, tam tersine müdahil olunan coğrafyayı tam bir keşmekeşe çevirmiştir. Bu keşmekeş coğrafyaların bir parçasında yaşıyoruz. Keşmekeşle kastedilen belirsizliğin, sıkıştırılmışlığın, baskının ve şiddetin ne olduğunu iyi biliyoruz.
Öte yandan, demokrasinin beşiği diye tabir edilen coğrafyalarda, demokratik sistem ekonomik, siyasi ve toplumsal anlamda da vaat ettiklerini gerçekleştirememiş ya da gerçekleştirdikleri üzerinden bu coğrafyalarda yaşayanları tatmin edememiş bir durumdadır. Bunun siyasal yansımasını en belirgin olarak gözlemleyeceğimiz kırılma, 2001 sonrasında Batı’da yükselen popülist sağ hareketlerdir.
Batılı coğrafyalarda sağ popülizmin yükselişte olduğu zaman dilimi, sürecin değişimini gözlemlemek adına önemlidir. Öte yandan sağ popülist politikacıların yükselttikleri söylemler, liberal demokrasicilik oyununun Batı’da herkesi tatmin edemediğinin en açık göstergesi. Bu söylemlerin dayanak noktası göçmen karşıtlığıdır. Karşıt olunacak şey olarak yerli işçi sınıfına, ekmeklerini ellerinden alan düşman olarak göçmenleri hedef gösteriyorlar. Bu siyasal söylemin arkasında her ne kadar güçlü bir teorisi olmasa da, insanları kararsızlığa sürükleyen bir yöntemi var. Sorunların kaynağını tekleştiren (göçmenler…) popülist politikalar, böylelikle çözümü de basitleştirmiş oluyor. Toplumsal sorunların ağırlığı arttıkça sunulan basit çözümler, bu söylemi çoğunluk için cazip kılmaya olanak veriyor.
Avrupa coğrafyasında, aşırı sağ partiler, 2001’den bu yana oylarını artan bir şekilde yükselttiler. Şimdilerde %5-21 arasında aldıkları oylarla, siyasal iktidara ortak olma ya da etki edebilme gücüne sahipler. İngiltere’de milliyetçi sağ parti Birleşik Krallık Bağımsızlık Partisi, 2001’de %1,5’ini aldığı oyların, 2015’te %12,5’ini aldı. Fransa’da Ulusal Cephe lideri Marie Le Pen’in, 2011’de %10’unu aldığı oyları, 2017 cumhurbaşkanlığı seçimleriyle %25’e çıkarması bekleniyor. Hollanda’da sağ Özgürlük Partisi, 2006’da %5,9 oy alırken, 2012’de %10,1 oy almış; son seçimlerde Danimarka Halk Partisi %20’lere, İsviçre Halk Partisi %29’lara çıkardığı oylarıyla artış gösteren sağ eğilimin en açık göstergesi olmuştur. Öte yandan bu partilerin olduğu gibi, Belçika Flaman Çıkarları Partisi, Finlandiya Gerçek Finliler Partisi, İtalya Kuzey Ligi, Macaristan Jobbik partileri de popülist bir yöntemi, göçmen karşıtı söylemleri, yabancı düşmanlığını ve küreselleşme karşıtlığını benimsiyor. Bu partilerin dışında Avrupa’da (PEGİDA, Altın Şafak gibi) daha radikal/ırkçı hareketlerin yükselişte olması var olan siyasal popülizmin faşizme evrilebilme potansiyelini göstermesi açısından yakıcı örnekler.
Kapitalizm Deri Değiştiriyor
Kapitalizmin bugün içerisinde girdiği sıkıntıyı anlamak önemlidir. Çünkü kapitalizmin bu versiyonu Soğuk Savaş sonrasında yaygınlaştırılmaya çalışılmış siyasal sürecin ekonomik yansımasıdır. Küresel kapitalist sistem, 2008’den bu yana kritik düzeyde bir krizin içerisine girmiş ve bu kriz geniş bir zaman diliminde küreselleşebilmiştir.
Artık küreselleşme sonrası (post-globalization) dönemin yaşandığı dillendiriliyor. Bu, açık bir şekilde kapitalizmin deri değiştirmesinden başka bir şey değildir. Kapitalist işleyiş, farklı dönemlerde dayanak noktalarını değiştiriyor. Bu yeni süreç de bunun habercisi. Son Davos Ekonomik Forumu’nda “küreselleşme” kavramının bir problem şeklinde ele alınması bunun en açık göstergesi. Peki, kapitalizmin küresel yöntem geliştirmesi ne demek?
Küreselleşmenin, ulus-devlet gibi siyasal kurumların sonunun habercisi olduğu sıklıkla dile getirildi. Tabi aynı zamanda, tam tersi tartışmalar da yapıldı. Ancak bu tartışmalarda asıl karşı vurgu, ulus-devletin küreselleşme sürecinin bir parçası olarak yola devam edeceğiydi. Her ne kadar liberal yöntemin nihai olduğunu vurgulayan ekonomistler ya da bugün artık parçalanmaya başlayan ekonomik birliktelikler, SSCB’nin çökmesinden beri genel söylemin belirleyicisi olsa da, kapitalizm kendine şu an farklı bir yörünge çizmişe benziyor.
Küreselleşme döneminin en önemli özelliklerinden biri hızlı bilgi akışı ve teknolojiydi. Öte yandan merkezi olmayan bir yöntemle, sermaye akışı ulus-devletin yavaşlığından ve merkezi yapısından kurtarılarak daha bölgesel/yerel açıdan yönlendiriliyordu.
Bu tarz bir işleyiş kapitalist ekonominin içindeki farklı sektörlerin gelişmesine ve sermayenin bu yönlü gelişimine (merkezsiz biçimde) yol açmıştı.
Ancak şu an küreselleşmenin kapitalist gelişimin önünde bir engel ya da işe yaramayan bir yöntem olarak ele alınması, devletlerin ve şirketlerin ekonomi politikalarının konuşulduğu bir mecrada bir sorun olarak dile getirilmesi, belki de merkezi yapıların (ve dolayısıyla ulus-devletlerin) yeniden önem kazanmasına sebep olacak.
Son süreçte, kapitalist ekonominin başarılı örneklerinden biri olan Çin örneği bu noktada önem taşıyor. Farklı bir kapitalizm yapısına sahip Çin için devlet bu ekonominin merkezinde konumlanıyor. Ucuz iş gücünü otoriter önlemlerle kara dönüştürmeyi başaran Komünist Çin, kapitalizmin değişen yapısında Batılı sermaye için örnek alınacak bir ekonomi olarak görülüyor.
Öte yandan, 4. Sanayi Devrimi gibi bir başlığın ekonominin gündemi olduğu bugünlerde, üretimde yoğun olarak kullanılan robotların dağıtım ve tüketim alanlarına doğru genişlemesi konuşulur hale getiriliyor. Teknolojinin, üretim araçlarının gelişim süreçlerini de otomatize etmesi ve yapay zekâ unsurlarını bu süreçlere dâhil etmesi dünyanın her yeri için olmasa da, özellikle endüstri-sonrası bölgeler için önemli bir yerde duruyor.
Terörokrasi Dönemindeyiz
11 Eylül 2001’den beri devam etmekte olan süreç, bütün dünyada birçok değişime neden olmuştur. Soğuk Savaş sonrası tek güç konumuna gelen ABD’nin yaşadığı siyasi karizma yitimi, uluslararası düzlemde güç dengelerinin değişmesine yol açtı. Bu noktada uluslararası ilişkilerdeki durumu, sadece ABD ve İslami örgütlerin çatışması ya da sıkça yapıldığı şekliyle Batı medeniyeti ve Batılı olmayan şeklinde bir kutuplaşmadan kaynaklı bir denge değişimine indirgemek yeterli değildir.
Devletlerarası ilişkiler, özellikle küreselleşme süreci ile birbiriyle bu kadar ilintili hale gelmişken; tüm uluslararası arenanın bu sürecin sonunda değişmeyeceğini beklemek imkânsızdır.
Öte yandan, süreci “emperyalizm” tezleri üzerinden açıklamaya çalışanların yaşadığı sıkıntı, bu güç dengelerindeki tek aktif aktörü ABD olarak görmelerinden kaynaklanan sıkıntıdır. Devletlerarası ilişkilerde ufacık bir değişim bile daha önce aktif olmayan aktörleri daha hareketli kılacaktır.
Yeni bir devletler sisteminin şekillendirildiği açıktır. Ancak bu çok aktörlü bir şekillendirmedir. Baskın olan tek bir devlet değil, devletlerdir. Bu sürecin “sonu zaten belli” değildir. Bu devam etmekte olan bir süreçtir. Bugün Suriye’de olup bitenler, hem bu çok kutupluluğun hem de önceden tahmin edilemezliğin en büyük örneği konumundadır.
Devletlerarası durumun bu dengesiz halinde, devletler sadece Suriye gibi savaş bölgelerinde “savaş hukukunu” bile es geçmekle kalmayıp, aynı zamanda bu dengesiz durumu iç siyasetlerine de yansıtabilmektedirler.
Bu küresel iç savaş durumunun farklı yansımalarını, tüm dünyada gözlemlemekteyiz. Yukarıda da bahsettiğimiz, yeni sağ söylemin tetikleyicisi göçmen karşıtlığının sebebini de benzeri yere koymak gerek. 2001’den bu yana Batı’da yükselen yabancı düşmanlığı/göçmen karşıtlığının El-Kaide ve IŞİD benzeri örgütlerin yaptığı eylemlerle ilişkili olduğu açıktır. Ancak terörizme karşı başlatılan küresel savaştan kaynaklı, milyonlarca insan, yaşadığı coğrafyaları terk etmek durumunda kalmıştır. Bu milyonlarca insan, mikro düzeyde Batılı göçmen karşıtlığına maruz kalıyorken, makro düzeyde ise Batılı devletlerin dış siyasetinde insani içeriğinden tamamen arındırılmış dış politikalarına konu olmaktadır.
Yazının başında belirttiğimiz gibi, bu kaotik durum; farklı coğrafyalarda yaşayan insanları korku, panik ve endişe içerisinde bırakmaktadır. Yabancı düşmanlığı/göçmen karşıtlığının altında yatan önemli sebeplerden biri de budur. Öte yandan sürekli bir tehlike psikolojisi içerisinde bırakılan toplumlarda, gündelik yaşamın olağanlığı da giderek farklılaşmıştır.
Gündelik yaşamın olağan halinin farklılaşmasına ilişkin en belirgin örnek; toplumsal tüm alanlarda giderek örgütlenen panik haliyle karşımıza çıkar. Bütün bir toplumun kontrolünü mümkün kılmak için, toplumun tamamını baskı altında tutan iktidar açısından panik, özellikle içerisinde bulunduğumuz bu dönemde, kaçınılmaz bir araçtır. Yaşadığımız coğrafyada son yıllarda patlayan ve giderek normalleştirilen bombalar, bu panik halini yaratmakta en sık kullanılan araçlardan olmuştur. Bombalar ya da sıkça kullanılan tabiriyle “terör eylemleri”, özellikle devletin birey üzerinde yaratmak istediği korku halinin en etkili yoldan yaratılmasına zemin sağlar. “Herhangi bir zamanda herhangi bir yerde patlaması mümkün herhangi bir bomba”nın var olma ihtimali, bahsedilen bu panik halini ve devletin bu panikten faydalanarak açığa çıkarttığı baskısını sürekli kılar. Panikle birlikte korku, korku aracılığıyla baskı ve kontrol açığa çıktıkça, hâkim kılınmak istenen otorite süreklileşir; “demokrasi” ya da “demokratik yöntem”ler ortadan kalkar. “Terörokrasi” olarak adlandırabileceğimiz yeni bir siyasal siteme geçiş başlar.
Devlet, söz konusu bu siyasal sistemle birlikte, elindeki tüm araçları da terörokrasi döneminin ihtiyaçlarına göre şekillendirmeye başlar. Terörokrasi dönemiyle birlikte siyasal iktidar, kendi varoluşu için, üretilmiş şiddete başvurur. Bu dönemde kimi zaman kendi terör örgütlerini yaratan devlet, kimi zaman da var olan terör örgütlerinin önünü açar; bu yolla, toplumsal psikolojiyi de istediği yönde şekillendirir. Devlet “terör örgütleri”nin varlığında, “kendi terörünü” gizlemeye çalışır. Aynı zamanda karşısında olan herkesi bu “terör örgütü” aynılığında eritmeye çalışan devlet; tüm muhalif kesimleri “terör örgütü” tanımının ardına iter; bu aynılıkta topyekûn bir “kendinden olmayan herkesi yok etme” politikası güder.
Öte yandan terörokrasi döneminde devlet “terör örgütleri”ni, “kendinden olmayan herkesi” susturmak amacıyla da aktif olarak kullanmaya başlar. 20 Temmuz’da Suruç’ta ya da 10 Ekim’de Ankara’da olduğu gibi, devlet, kendisine muhalif olan tüm kesimleri yok etmek ya da korkutmak amacıyla kendi yarattığı ya da önünü açtığı terör örgütlerini kullanmaya başlar. Terörokrasinin işlemeye başlamasıyla birlikte “terör örgütlerinin varlıkları ve saldırıları”, devlet ve iktidarı için kullanışlı olan birer araca dönüşür.
Artık yeni bir siyasal işleyişin içerisinde, terörokrasi dönemindeyiz. Bugün kapitalizm ve demokrasi işlevsizleşmeye- yetersiz kalmaya başlamışken; devlet, terörokrasi dönemiyle birlikte, ekonomik ve siyasal krizlerden çıkış yollarını aramakta.
Bugün kapitalizm, yüzyıllardan bu yana vaat ettiği toplumsal refahı hala sağlayamadığından yetersiz kalmaya; içine girdiği krizle birlikte işlevini kaybetmeye başlamıştır. Ekonomik adaletsizlikler küresel çapta daha hızlı bir şekilde yaygınlaşmaya başlamışken; bunları yaratan devlet ise siyasal işleyişi değiştirmekle birlikte bu çıkmazdan sıyrılmanın yollarını aramıştır. Bugün demokrasi, adalet-özgürlük ya da eşitlik gibi iddialarını halen yaratamamış ya da bilinçli bir şekilde yaratmamış olduğundan, toplumun farklı kesimleri için gerçek dışı; devlet mekanizması içinse işlevsiz hale gelmiştir.
Kapitalizmin ve demokrasinin artık işlemediği bu siyasal düzende, sınıfsal çelişkiler daha da artmış; artan çelişkiler toplumsal hareketlenmeleri de beraberinde getirmiştir. İçinde bulundukları ekonomik ve siyasal adaletsizliklerden muzdarip olan kesimler yaşadıkları bu çelişkilere itiraz etmeye başladıkça; bu itirazlara karşı iktidarın “kontrol mekanizması” da gelişmiştir. Söz konusu kontrolü artık “güler yüzlü demokrasi” ya da “küresel kapitalizm” ile sağlayamayan devlet mekanizması; kontrolün şekliyle birlikte içerisinde bulunduğumuz siyasal dönemi de değiştirmiştir; terörokrasiyi işletmeye başlamıştır.
Ezenler hâkimiyetlerini kaybetme endişesiyle bir korku dünyası yaratırken; “teröre karşı savaş” yöntemi artık birçok devletin siyasal aracı haline gelmişken; terörokrasi işte topyekûn bu yeni dönemin bir tanımlamasıdır.
Terörokrasi, yeni bir siyasal işleyiş olarak artık karşımızdadır. Ekonomik, siyasal ve toplumsal yaşamın tamamının dönüşümüne yol açan bu işleyişin kullandığı yöntemler de elbette geçmişe göre farklılıklar taşımaktadır. Terörokrasi, meşruluğunu artık biten demokratik sistemden ya da kapitalizmden almayan siyasal iktidarların kendilerini dayatmak için yarattıkları yeni bir sistemdir.
Temelini korku, baskı, kontrol ve tahakküm üzerine kuran devletler için terörokrasi, içinde bulunduğumuz bu siyasal ve ekonomik krizden sıyrılmanın yolu; halklar içinse devlet eliyle giderek artırılan panik ve korku, baskı, zulüm demektir.
Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 36. sayısında yayınlanmıştır.
The post TERÖROKRASİ appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post “Yalnızca Sevme… ” – Hüseyin Civan appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>Küresel kapitalizmin normal yanılsamasının uzun süredir uğramadığı topraklarda, anormal bulmak oldukça zordur. Savaşın, göçün ve adaletsizliğin oyun sahasında, acı perdelerindeki geçiş hızlıdır. Bu geçişler arasında neden sonuç ilişkisi aramak boşunadır. Tepende savaş uçakları cirit atarken, top sesleri kulağına “o normallikte” gelirken, ölümün gerçekliği bu kadar yakınken, anlam kuracak zihin ortadan kalkmıştır.
Suriye’de birkaç yıldır devam etmekte olan süreci bu anormalin dışında görmek gerçekçi değil. Ancak, savaşın gitgide çetrefilli bir hale geldiği bir süreçte, St. Petersburg’dan gelen Mariinsky Orkestrası, Rus besteci Shchedrin’in Not Love Alone (Yalnızca Sevme) parçasını; IŞİD’in Temmuz 2015’te 25 Suriye askerini (IŞİD vari bir şovla) infaz ettiği Palmira Antik Kenti’ndeki Roma Amfitiyatrosu’nda, yani yine IŞİD’in havaya uçurduğu sayısız antik tapınağın hemen yanı başında çalıyor olması, bu anormalliği bile zorlayan bir eylemdi.
Fırat’ın 120 km güneybatısında yaşananlar, bütün dünyaya, Rusya’nın uluslararası “gayrı resmi resmi kanalı” Russia Today aracılığıyla canlı yayından verildi. Orkestra şefi Valery Gergiev de, Panama Belgeleri’nde ismi geçen çellist Sergei Roldugin de Putin’e yakınlığıyla bilinen sanatçılardı. Yani konser aslında sadece bir konser değildi, bütün dünyaya verilen bir mesajdı. Konseri izlemeye gelenlerse Rusya ve Esad rejimi askerleri; Putin’in cesaretlerinden dolayı kutladığı, bölgeden getirilmiş insanlar ve restorasyon çalışmalarını hızla başlatmak için orada bulunan UNESCO yetkilileriydi. Palmira IŞİD’den geri alınırken, öldürülen Rusya askeri Aleksandr Prohorenk’e ve antik kentin restorasyonuna adandı konser.
Putin konsere video-konferans yoluyla Rusya’dan canlı katıldı. Konuşmasında, “Palmira’nın canlandırılmasının, yalnızca tüm insanlığın kültürel mirasına hizmet ettiği için değil, aynı zamanda medeniyetin kurtuluşu için de önemli” olduğunu vurguladı. Medeniyetin kurtarılmasında payımız büyük dedi kısacası. İnsanlığın karşısındaki IŞİD’e karşı indirilen her darbe nasılsa kendiliğinden meşruydu!
“Barbarlığa” karşı alınmış bu zaferin, konser aracılığıyla tüm dünyaya ilan edilmesinin dışında, başka anlamlar da mevcut aslında bu konserde. Batı uygarlığının ilahisi senfoni ile Palmira’nın kutsanması, yine Batı uygarlığıyla özdeşleşmiş imparatorluk Roma’nın antik kentinde verilen konser, biz Batı uygarlığının savaşını veriyoruz anlamı da taşıyor. Barbarlıkla medeniyet arasındaki o kadim savaş! Rusya, Suriye’deki mevcudiyetine ilişkin neden-sonuç ilişkileri üretiyor. Tabi anlayana!
Küreselleşmeyle beraber merkezi siyasetin kökten değişeceğine inanan teoriler karşısında, Huntington’ın Medeniyetler Çatışması çok rağbet görmemişti. Devletler arasındaki çatışmaların ve devletlerin sınırlarında yaşanan çatışmaların giderek kültürel ağırlık kazandığını yazmıştı. Huntington haklı mı? Öğrencisinin Tarihin Sonu tezini alt etmişe benziyor. En azından son birkaç yılda, Suriye’de olanlar düşünüldüğünde…
Uluslararası siyasette iktidarın önemli parçası konumunda bulunanların Ortadoğu’daki sonuç hamleleri, sadece Suriye’deki sürecin gidişatını belirlemeyecek; aynı zamanda kendi izlerini de bırakacak. Peki biz ne düşüneceğiz? Barbar IŞİD’i alt eden, ileri uygarlığın kültürüyle kutsayan bu hareketi nasıl algılayacağız? Medeniyeti kurtarma sevdalılarını nasıl göreceğiz? Bu noktada Huntington’dan çok, Edward Said’in şarkiyatçılık meselelerine ilişkin yazdıklarını hatırlamak yerinde olacak.
Batı zihniyeti tarafından şekillendirilmiş bir çözüm, Suriye’de çözüm olmaktan çok uzaktır. İnsanlığın sözde kurtuluşu, temellerini küresel kapitalizmi doğuran düşünsel birikimden alacaksa, Ortadoğu’da anormal normalliğin sonu gelmeyecek demektir. Rodion Shchedrin’in bestesini isimlendirdiği gibi; “yalnızca sevme” aynı zamanda ekonomik anlamda sömür, siyasi anlamda bağımlı kıl, küresel kapitalist üretimin çarklarından biri haline getir, kültürünün altını boşalt…
The post “Yalnızca Sevme… ” – Hüseyin Civan appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post ” %100 Doğal Rant ” – Emre Bayyiğit appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>Şehirlerdeki “yaşam kalitesi” küreselleşmenin güncel sorunu haline gelmiştir. Günümüzde insanlar artık yaşadıkları kentlerde daha “insancıl” ve daha “sürdürülebilir” bir yaşam arayışındalar. Bu da; gündelik koşturmacasından daralan insanların, yılın belli dilimlerinde soluğu turizm acentalarında almalarını yahut “kocaman” sırt çantalarına sarılıp yola düşmelerini sağlamaktadır. Parası olan kesim kendilerine tahsis edilen imkânlarla gittikleri yerlerde “doğa ile barışık” bir iki hafta geçirdikten sonra yıllık “kurtarıcı” insani görevlerini yaşamanın tatminkarlığı ile rutin hayatlarına geri dönerler. Sırt çantalı grup ise; “gönüllü”lük esasına dayanan kapitalist düzendeki “ekolojik sorunlara çözüm çiftlik”lerinde yahut benzer alanlarda toplaşarak, şehir yaşamından bunalıp daha sade, “öz” bir yaşam talebiyle kırsala yerleşen insanların oluşturdukları alanlarda işin bir ucundan tutup, karşılığında kalacak yer ve yemek alacaktır. O gönüllü sıfatlamasıyla parasız tatil yapmanın, ona kapısını açansa sigortasız, keza masrafsız taze kan olan işçi çalıştırmanın hazzına varacaktır. Hepsi olmasa da, büyük bir kısmı kapitalistlerce fonlanan bu alanlarda kapitalistlerin katlettiği dünyamıza katkı sunduğunu düşünmek de cabası. Son olarak da “kırsalda” üretenlerin “şehirli” kardeşlerine %100 doğal pazarlar aracılığıyla ulaştırdığı “organik sertifikalı” ürünleri fahiş fiyatlardan satarak bu süreci tamamlamış olacaklardır.
Kapitalist dünyada turizm; istikrarlı bir şekilde büyüyen bir sektör olmaya devam ediyor. Devletler ve işbirlikçileri kapitalistler turizmi bir büyüme lokomotifi olarak ve yerel ekonomiyi canlandıracak bir döviz, istihdam kaynağı gibi lanse etmektedir. Özellikle 1980’lerin ortalarından bu yana popüler trend, kitle turizminden uzaklaşma ve eko-turizm adı altında çeşitli doğa temelli turizm çeşitlerine kayma yönünde olmuştur. 19.yy’ın ikinci yarısı ve 20. yy’ın başları kapitalist sistemin seri üretim için seri tüketime, sürekli genişlemesi gereken bir tüketici ağına ihtiyacı olduğunu fark ettiği dönemlerdi. Ekoturizm, sürdürülebilir turizm, doğa turizmi, etik turizm, yeşil turizm, jeoturizm, miras turizmi, kültür turizmi, arkeolojik turizm ve etnik turizm gibi yeni kavramlar oluşturuldu ve yaygınlaştırıldı.
En büyük yalanları ise; herkes daha fazla mal, daha fazla sosyal hizmet istiyor. İktidarlı ilişkiler içerisinde, devlet politikaları çerçevesinde, kapitalistler bu amaçlara hizmet eden çeşitli uygulamalarına olanak veren pazarları kontrol etmek için yarışıyor. Aslında “ekolojik sürdürülebilirlik” çerçevesine oturtulmuş eko-turizm, kırsal ve doğal alanlarda faaliyet alanını genişleterek, turizm endüstrisini, yerli yaşamları ve ekolojik bütünlüğü yok eden pazar politikasının bir parçasıdır. Bu politikanın uygulanması sırasında, yeni “çevre dostu” ürünler ve ileri teknolojilerle “temiz, güvenli” üretim süreçleri yaratılmakta ve çevreyi kirleten sistemin kendisi tarafından, daha ileri teknolojilerle kirliliği önlemeye yönelik adımlar atılmaktadır. Bu politikalarla devlet ve şirketler; imajını, kârlılığını, enerji tasarruflarını, elde tuttukları kaynak ve kontrolün gücünü arttırmaktadır.
Çevresindeki bitki örtüsü ile üzeri kaplanan, yukardan bakıldığında varlığı gözükmeyen- gizlenmiş, Avustralya’nın Wonthaggi kentinin Bass sahil kıyısına inşa edilen ve Melbourne’ün yıllık su ihtiyacının 3/1’ini sağlayacak olan deniz suyu artıma tesisinin mühendislerinden biri konuşması sırasında; tesisin üzerini orada bulunan bitki örtüsü ile kapatmalarını bu ileri teknolojiye sahip tesisi doğanın kalbine koymak istediklerini, doğanın içinden geliyormuş gibi göstermek istediklerini söylemesi, bize pişkinlik derecelerini bir kez daha gösterirken, zaten kapitalist sistemlerinden ötürü kendilerinin kuruttukları yaşam alanlarını, en azından orta vadeye kadar uzatıp, sömürü varlığını devam ettirme hareketlerinin sıvama halini sunmaktadır.
Eko-turizmin katil şirket ve devletlerin amacına hizmet eden alternatif bir ekonomik kalkınma politikası olduğu ortadadır. Kapitalist biçimde eko-turizm; yaşamı ve içerisinde barındırdığı varlıkları “kaynak” olarak görüp, daha derinden metalaştırır. “Bir şey meta haline gelirse piyasa onu korur” iddiasındaki neoliberal düşünce ve yine bu aynı zihniyet doğanın “evrensel öneme sahip” alanlarını beton bloklar ve tellerle çevirip milli park ilan ederek de doğayı koruduğunu sanmaktadır.
Katil şirketlerin halkın sömürüsüne yol açan eko-turizmi, zamanla sömürmelerinden ötürü kısıtlı olan su kaynaklarını kurdukları yapıların hizmetine geçirerek, yereldeki insanların susuz kalmasına neden olurlar. Tarım için önemli olan toprakları da kah otel kurarak kah baraj gölleri ile su altında bırakarak kah HES(Hidroelektrik Santral), RES (Rüzgar Enerji Santralleri), GES (Güneş Enerji Santralleri) şeklindeki ekolojik kıyım faaliyetleri ile zimmetlerine geçirirler. Evrenin üzerinde bilim ile geliştirdiği teknolojiyle hâkimiyet kurmak, devamında da doğayı insanlardan korumak için çepe çevreleyip müzeleştirilmiş bir şekilde muhafaza edilmesi gerektiğini savunan çevreciler üretmektedir. Unesco’nun yerel halkları yerinden ederek, “evrensel doğal değerleri” koruma altına almayı kendine görev biçmesi, Dünya Miras Projesi’nin de turizmin hizmetine sunması, kapitalist ilişkilerin var ettiği arzulanan doğa üretim biçimleri olduğu da ortadadır.
Kentlerin geleneksel yapılarını korumaları, arabaların merkezlerden çıkarılmasını teşvik etmek ve bununla birlikte sürdürülebilir enerji kullanımını desteklemek gibi kavramlar alternatif turizm türlerine daha fazla yönelmeyi ve yeni trendlerin oluşmasını sağlamıştır. Bu trendlere örnek olarak; doğaya zarar vermeden de kentlerin gelişebileceğini savunan Cittaslow (Yavaş Şehir – Bkz: Seferihisar, Akyaka, Halfeti…) hareketi gösterilebilir. Doğal yaşam alanlarına olan ilgi, daha çok yeşil alana olan özlem, Yavaş Şehir Hareketi’nin hızla gelişmesine ve buna aday pek çok yerel yönetimin ortaya çıkmasına neden olmuştur. Bunun yanında çevreye duyarlı turizm paketleri, bu olguyu destekler nitelikteki çevreyi korumaya yönelik pek çok projeyi de harekete geçirmiştir. Örneğin Eko-Etiketleme; gönüllü bir sistem olup, diğer ürünlere nazaran çevreye daha az zararlı olduğu kabul edilen ürünlere bir ödül olarak verilmektedir. Bunların başında uluslararası bir etiket olan “Mavi Bayrak” ve ulusal etiket olarak çevre duyarlı tesislere verilen “Yeşil Yıldız” uygulaması sayılabilir.
İstenmeyen koşulları yaratan, iyi planlanmış hedefleri olan “yüksek eğitimli” insanlar, popülerliğini her daim koruyan, yerliler arasında kültür turizmlerinde Nepal boyunca köylere yürüyerek, geleneksel değerlerin ve ürünlerin, Coca-Cola ve pizza kültürüyle nasıl yer değiştirdiği yerinden görmektedir. Çok yakınımızdaki bir örnek de; inşaat-gayrimenkul, enerji ve turizm sektörlerine el atmış Ağaoğlu’nun şantiyelerindeki iş güvenliği ekiplerine rağmen “nasıl öldüğünü anlamadıkları” işçi ölümleri devam ederken, şirketin özellikle yerli “doğal ve temiz enerji kaynağı” olduğunu söylediği rüzgar, hidroelektrik ve jeotermal enerji projelerine 1 milyar Euro gibi bir yatırım yapması, temeli insana ve doğaya saygı olan, insanların yuva ihtiyacını sportif ve kültürel aktivitelerle bağını eksiksiz kurarak, yaşamı talan projelerine “yaşam mimarlığı” adı altında devam etmektedir.
Turizm yaygınlaştıkça, yerel halk giderek topraklarını kaybetmeye başlamaktadır. Amaç; sermayenin ekonomik sürdürülebilirliğidir. Sonuçta ülkeye turist çekmek, dünya pazarlarında yüksek teknoloji ürünleri satmaktan daha kolaydır. Devlet kurumları, hükümetler, küreselleşmiş finans ve kredi kuruluşları eko-turizmi yerel zenginlik için hizmet eden yollardan biri olarak desteklemektedir. Bu sahte gerçeklik, devletlerin, politikacıların, akademisyenlerin, büyük şirketlerin ve kitle iletişim araçlarının günlük söylemleriyle kuvvetli bir şekilde desteklenmektedir.
Kısacası eko-turizm denen bu palavra değişen kapitalizmin yeni yüzüdür. Kapitalistler, kendi neden oldukları ekolojik yıkıma karşı ekolojik yıkımı sürdüren hatta kat be kat arttıran yeni projeler üretirler. Yani eko-turizm, yeşil kredi kartlarından, daha az enerji harcayan buzdolaplarından ve çamaşır makinelerinden daha farklı bir şey değil, yalnızca başka bir sektörün “ürün çeşitlendirme”si olabilir.
Gri kentler devasa binalar, gözün alabildiğince ıssızlık, gözün alabildiğince kuraklık. Her yerde çalışmaktan bitap düşmüş insanların solgun suratları… Sanki yaşam her gün her sabah devasa bir enjektörle içimizden çekip alınıyor gibi. İnsanların yaşama duydukları özlem, hobi bahçeleri, bitki çayları reçeteleri, organik tarım, ekolojik yaşam, dingin hayat ve eko turizm gibi anlamsız pazarlama teknikleri ile giderilmeye ve gerçek sıkıntının yani kapitalizmin yarattığı tahribatın üzeri örtülmeye çalışıyor. Oysa yaşamın kendisi açık ve basittir. Doğadaki hiçbir canlı yoktur ki, ister bilerek ister bilmeyerek katliamına ortak olduğu bir yeri terk edip “ayağım toprağa değsin” diye başka bir yere tatile gitsin.
Emre Bayyiğit
Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 19.sayısında yayımlanmıştır.
The post ” %100 Doğal Rant ” – Emre Bayyiğit appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post “Kafanın İçinde “Ne” Var?” – Erdinç Yücel appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>Değişik zamanlarda yaşıyoruz. Nereye baksak kafası karışık ve kaygı içinde insanlar… Herkes mağdur, herkes kırılgan, herkes yine de dünya hakkında bilinmesi gereken her şeyi yalamış, yutmuş ve hazmetmiş görünüyor. İçine gömüldüğümüz gündemler birbirini öyle hızlı takip ediyor ki gündemin içinden bakıp, resmin bütününü görmek pek olası değil sanki.
Patladığı günden bu yana bir parçası kılındığımız Suriye İç Savaşı mı dersiniz, Büyük Ortadoğu Projesi mi, Reyhanlı Katliamı mı? Avrupa’yı sarsan ekonomik krizin gölgesinde AB ilişkileri mi yoksa… Ergenekon operasyonları, KCK operasyonları, “barış” süreci… Devletin el değiştirmesi, cemaat – AKP savaşı, CHP’de kaynayan kazanlar, Taraf’tan ayrılanlar, orduda boy gösteren kadro sıkıntısı… Ermeni meselesi, Kıbrıs meselesi, İsrail’le ilişkiler… Yeniden çizilen sınırlar, küreselleşme, güç gösterileri… Dünyanın dört bir yanında kazanlar kaynarken Türkiye’de kurutulan dereler, Hidroelektrik Santraller, iki milyon ağaç pahasına yapılacak olan İstanbul’daki 3. Köprü ve Havaalanı projeleri, Taksim’in yayalaştırılması ama gösteri yürüyüşlerine kapatılması, dört bir yandan fışkıran AVM’ler, alkol yasağı, ertesi gün haplarının reçeteye bağlanması, internetin kontrol altında tutulması, hapishane kompleksleri, “iki ayyaş”lar, “en az üç çocuk”lar, dört artı dört artı dörtler…
Tüm bunları nefes almadan sıralarken OECD yaşam endeksinde Türkiye’nin sonuncu olmasını filan da es geçmeyelim. Hiçbir gündemin hatırı kalmasın… Bunca şey nefes nefese yaşanırken kimi vatanı korumak peşinde, kimi imanını, kimiyse yaşam tarzını… Kim olduğumuzu, ne olduğumuzu, neyi isteyip neyi istemediğimizi unutturan bir hırgürün içinde, yaşam gailesindeyiz… O halde korkularımızın motorunu durdurup bir nefes almanın tam zamanı…
Algımızı durultmanın, gerçeklikle ilişkimizdeki temassızlıkları gidermenin, Mevlana’nın filine ışıkları açıp bir de öyle bakmanın tam zamanı… “Kardeşim Esad”ın bir günde nasıl “kan emici Esed”e dönüştüğünü anlamanın mesela… Tıpkı yıllar öncesinde kırk yıllık “tedhiş”in bir gecede “terör”e dönüşmesi gibi… Birbiriyle kopuk ve ilişkisiz görünen her şeyin aslında nasıl da birbirine göbekten bağlı olduğunu, hayatın ve hegemonya stratejilerinin boşluk tanımadığını da anlamanın yolu belki bu dil oyunlarını görebilmekten geçmektedir kim bilir…
İki kere iki dört; dilinizi, gündeminizi ve korkularınızı yönetmeyi başaran kişiler algınızı ve davranışlarınızı da yönetebilirler. İşte tekleşmiş bir toplum distopyasına giden yolun köşe taşları… Algınızın iplerini elinizde tutamıyorsanız hayatınızı nasıl savunabilirsiniz ki? Yaşam alanlarınızı ve çocuklarınızı mesela…
O zaman bütün bu muhabbetlerin rotasını kısaca çizmek gerekir: Algı manipülasyonunun ilk adımı bildiklerini unutturmaktır. Buyurun size enformasyon bombardımanı… Gerçeklerle harmanlanmış yalanlar. Arzulara bulanmış kaygılar… Havuç ve sopa… Şeyler arasındaki bağıntıları takip etme yetimizin elimizden alınması izler bunu. Akışı takip etme yeteneğimizin güdükleştirilmesi. Bağlam ile algımız arasına çekilen perdeler… Gerçeklikle aramızda örülen duvarlar…
Masa başında oluşturulan bir dille malul olmak… Tedhiş, dehşetten gelir mesela. Sizi dehşete düşürerek, korku salarak algınızı ya da davranışlarınızı yönlendiren her hareket bir tedhiş hareketidir. Dehşet yoksa tedhiş yoktur. “Üniversite Harçları Kaldırılsın” diyen 17’lik çocuğu tedhiş suçlamasıyla hapislerde süründüremezsiniz mesela… Bağlam ortadadır… Devletin işkencesinin, gözaltında kayıpların, infazların tedhişle ilişkisini gözlerden gizlemeniz de olası değildir. Zira dehşet saçarak algınıza ve davranışlarınıza yapılan bir müdahaledir söz konusu olan… Ama terör dediğinizde her şey değişiverir. Kavramın aslında aynı köke erişmesinin bir önemi yoktur bu noktada. O kökü kimse algılayamamaktadır çünkü. Ve böylece “silahsız terör örgütü” gibi kavramlar bile icat etmeniz mümkündür artık. Sonra kaos ve anarşi vardır. Mutlaka çok “kötü” şeylerdir böyle ama ne olduklarını kim bilebilir ki… Şeyler bağlamlarından tek tek kopartılıp kavramlar yeniden içeriklendirilirken, birbiriyle alakasız her şeyi birbiriyle ilişkilendirebilmek de mümkün olur… Kaos eşittir anarşi, anarşi eşittir terör. E tedhiş ne oldu? Suya düştü… Su ne oldu? Paralel devlet içti… Gerisi oldu da bitti maşallah. “Operasyon”un adı eskiden “ameliyat”mış kimin umurunda? Ne yaptık? Devletin düzenine karşı kargaşa çıkartmaya terör denir… Peki ya kargaşa? “Emek Sineması yıkılmasın” dersin. Polis gelir gaz sıkar. Kargaşa olur. Çocuklarımız ölmesin dersin. Polis gelir cop çeker, kargaşa olur. Ve kargaşa her zaman devletin düzenine karşı girişilmiş bir eylem olduğu içindir ki polis seni dövüyorsa bir bildiği vardır mutlaka. Ve bildiği o şey de senin bir terörist olduğundur… Tenis seyircisinden de, tiyatrocudan da, 12 yaşındaki Uğur Kaymaz’dan da terörist çıkarmanın formülü budur işte. Kuşkusuz postmodern zamanlarda simya, sosyal bilimlerin en mühimidir.
Bağlamları kopar, dün bildiğini bugün unuttur, kavramları yeniden içeriklendir, şeyleri nasıl algılatmak istiyorsan öyle ilişkilendir. Sözde soykırım, sözde vatandaş, sözde muhalefet… Dersim bir kararnameyle böyle Tunceli olur. 1 Mayıs Mahallesi, Mustafa Kemal… Kart-Kurt işte güzel kardeşim. Çaktınız köfteyi… Sonra bir sabah kalkmışsınız “Esad Kardeş” olmuş, “kan emici Esed…” Hani böyle şeyleri pek merak edenlerden değilseniz boşluğu doldurmak yine benim işim olsun: Ondan sonra 11 Mayıs… Ne güzel kasabamızdın sen Reyhanlı.
Sonra gelsin dindar nesil, gitsin Taksim. Gitsin kürtaj, gelsin üç çocuk… Neyin yenilip neyin içileceği, neyin giyilip neyin çıkarılacağı, kaç çocuk yapılacağı, nasıl yapılacağı, kime ne denilip ne denilmeyeceği, neye itiraz edilip neye edilmeyeceği, nerede toplanılıp nerede dağılınacağı filan artık “usta”nın bileceği iştir ve fakat neyin özel hayata ve yaşam tarzlarına müdahale olup olmadığını da o bilecektir elbette… Burada başbakan konuşuyorken, onun lafı üstüne laf söylemek ne haddimize…
Ve ondan sonra aslına bakarsanız on iki gelir… Algımızın ipleri “usta”ların elinde olduktan sonra apoletliymiş apoletsizmiş ne fark eder… Ve her gün 12 olduktan sonra Mart’mış Eylül’müş beyhude…
Erdinç Yücel
Bu yazı Meydan Gazetes’nin 16. sayısında yayımlanmıştır.
The post “Kafanın İçinde “Ne” Var?” – Erdinç Yücel appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>