The post “Kadının Fıtratında Eşitlik Var ” – Zeynep Kocaman appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>Pandora’nın Kutusu
Yunan mitolojisinde tanrılar dışındaki ölümlü ilk kadın, ismi “Tanrıların armağanı” anlamına gelen Pandora’dır. Tanrı erkek Zeus, Pandora’ya yeryüzüne inerken “Asla açmayacaksın!” dediği bir kutu verir. Fakat Pandora kutunun içinde ne olduğunu merak eder, kutuyu açar. Kutunun açılmasıyla tüm yeryüzüne hastalıklar, savaşlar ve felaketler yayılır. Pandora “Açmayacaksın!” denilen kutuyu açarak hem merakına yenilmiş, hem de tanrı erkeğe itaatsizlik etmiştir.
Günümüzdeyse “Pandora’nın kutusu”, “olumsuz ve kötü şeyleri içinde saklayan” anlamında bir deyim olarak kullanılır.
Lilith’in İsyanı
Mitolojide kadın ve erkek arasındaki cinsiyet çatışmasını tetikleyen ilk etken, kadının erkeğe itaatsizliği olmuştur. Yunan mitolojisindeki Pandora gibi bir başka kadın, Lilith de karşımıza itaatsizliğiyle çıkar. Pandora her ne kadar tanrı erkeğe itaatsizlik etmişse de, cinsiyetler arası çatışmanın en net ve belirgin izlerini, Lilith mitinde görebiliriz. Çünkü Lilith’in itaatsizliğinin çıkış noktası, kadın ve erkek arasındaki eşitlik istemidir.
Lilith, erkeğin kendisinden itaat etmesini istemesine karşı çıkmıştır. Cinsel birleşme sırasında Lilith’in sırtı yere, toprağa değmektedir; Adem’inkiyse gökyüzüne. Simgesel olarak; yeryüzü anaerkil, gökyüzü ataerkildir. Yer, yani toprak ile gökyüzü iki uç noktadır. Toprak, doğurganlık ve üretkenlik çağrışımlarıyla kadını imgelerken; diğer yandan ölüm, cehennem, lanetlenme ve kötülük gibi olumsuz çağrışımları da içinde barındırır. Gökyüzüyse tanrısal olanı, temizliği ve saflığı çağrıştırmaktadır. Bu büyük bir farklılıktır ve Lilith bunu kabul etmez. Lilith, yalnız cinsel birleşmelerinde Adem’in hep üstte olmasına itiraz etmekle kalmaz; onun gibi her alanda söz sahibi olma isteğini de dile getirir, savunur. Adem ise Lilith’in bu isteklerini kabul etmez. Bunun üzerine Lilith, Adem’i terk ederek birlikte yaşadıkları cennetten kaçar. Lilith’in isyanı, kadın ile erkek arasındaki cinsiyet çatışmasının başlangıcı olarak görülmüştür. Birlikte yaşamalarının zor olacağına karar verip Adem’den ayrılan Lilith, Tanrı’nın söylenmemesi gereken adını anarak hep imrendiği göğe doğru yükselir. Artık Lilith, dışlanmışların arasındadır.
Lilith’in isyanı, beraberinde ölümü doğurur, cehenneme dönüşür, kötülükleri çağırır. Eski Ahit’teki şeytanlardan birinin, çocuk hırsızı Lilith olduğu söylenir. İnanışa göre Lilith hamile, doğum yapmış kadınlara ve bebeklerine zarar vermektedir. Yahudi mitolojisinde de Lilith önemli bir rol oynar. Çocukları geceleri boğarak öldürdüğü, ancak çocuklar uyurken ona tebessüm ederlerse, o zaman onlarla oynadığı söylenir. Çeşitli kültürlerde, yeni doğan çocukların kötü kalpli Lilith’e karşı korunması için muskalar kullanılır.
Günümüzde Anadolu’da da benzeri bir inanç hala sürmektedir. Alkarası, albastı, alanası ya da değişik yörelerde başkaca isimlerle karşımıza çıkan bu kadın canavarın, doğum yapmış kadınlara ve bebeklerine zarar vereceğine inanılır.
Ataerkil kültürün Lilith’i bir canavar haline getirmesiyle, kadınlara yüklenilen olumsuzluklar bitmemiştir. Bu olumsuzluklardan Havva da nasibini almıştır. Üç büyük dinde de, Havva yasak meyve olan elmayı, Adem’i kandırarak yedirmiştir. Havva’ya elmayı veren bir yılandır ve bu yılanın ise Lilith olduğu söylenir. Havva, Tevrat’a göre, her ne kadar Adem’in cennetten kovulmasına neden olsa da; itaatkâr ve uysal bir kadındır. Lilith ise baştan çıkarıcı, fettan ve şeytandır. Başlangıçta kadın ile erkeği topraktan yaratan tanrı, Adem’in Lilith onu terk ettikten sonra yalvarması ve yalnız kalmak istemediğini söylemesi üzerine, erkeğin gereksiz bir organından kadını yaratır. Yani yeni yaratılan kadın, Lilith gibi eşitlik istemeyecektir.
Lilith, mitolojide bu şekilde biçimlendirilirken, yazınlarda da benzer şekillerde yer bulur. Goethe’nin Faust adlı kitabında “Walpurgin Gecesi” adlı bölümde, Faust ile Mephisto arasında geçen konuşmada, Faust’un “Bu kim?” sorusuna Mephisto “Lilith” diye cevap verir ve devam eder; “Adem’in ilk eşi o, sakın kendini ondan, onun güzel saçlarından, süsünden ve ışıltısından. Çünkü ağına düşürürse genç bir erkeği, asla bırakmaz bir daha geri.” Bu cevabıyla Mephisto, Lilith’in diğer bir özelliği olan, erkekleri güzelliğiyle etkisi altına almasına göndermede bulunur. Lilith, güzel ve arzulu bir kadın olarak söz konusu edilir ve geceleri ziyaret ettiği erkeklere şeytani zevkler yaşatır. Lilith, fantastik roman yazarlarının kitaplarında kullanmaktan hoşlandıkları bir figürdür. Sanat alanında da “femma fatale” (fevkalade tehlikeli olan anlamında) figürüyle karşımıza çıkar.
Lamia’nın Kaçışı
Yunan mitolojisindeki isyankar bir başka kadınsa Lamia’dır. Lamia, mitolojide Tanrı Zeus’un eşi Hera tarafından lanetlenmiş ve şeytani bir canavara dönüştürülmüştür. Zeus’la yaşadığı yasak ilişkiden olan çocukları, Hera tarafından hunharca öldürtülünce, yaşadıklarına dayanamayarak deliren ve kaçan; sonrasında da bir mağarada tek başına yaşamaya başlayan Lamia’nın, bu mağarada geceleri kaçırdığı çocukları yediği söylenir. Aynı zamanda uykusuzluk hastalığına yakalanan Lamia, kaçırdığı çocukların kanlarını emerek bir vampire dönüşmüştür. İlk çağlarda, Yunanlı anneler yaramaz çocuklarını “Lamia canavarı gelecek!” diye korkuturlarmış.
Bu anlatıda, bir erkek için savaşan iki kadın yoktur; aslında güçlü olan erkeğin, her iki kadını kendine itaatkar kılma isteği vardır. Ancak Lamia, Hera gibi Zeus’un isteklerine itaat etmemiştir ve bu yüzden kaçarak lanetlenmiştir. Lilith ve Lamia çeşitli kültürlerde, erkekleri korkutan ve güçlerini çoğunlukla yaptıkları kötülüklerden alan kadınlar olarak varlıklarını sürdürürler.
Medea’nın İntikamı
Medea mitini ilk anlatanın, üçüncü yüzyılda yaşamış bir erkek olan Rodos’lu Apollonios olduğu söylenir. Ama anlatının bilinen birkaç değişik versiyonu vardır. Medea, Iolkos Kralı’nın oğlu Iason’u görünce, ona bir anda aşık oluverir. Aşık olmayı kendi seçmemiştir, onu Iason’a aşık eden, aslında Tanrıça Hera’dır. Hatta Hera’nın Eros’a, okunu Medea’nın kalbine saplamasını emrettiğinden söz edilir.
Medea, ailesindeki diğer kadınlar gibi; simyacı, otacı ve bir büyücüdür. Medea, aşık olduğu erkeğe tahtı ele geçirmesi için yardım eder. Karşılığında istediği tek şey ise, onu Yunanistan’a, ailesinin yanına götürmesidir. Iason, planlandığı gibi Medea’nın yardımıyla tahta çıkar ve birlikte Yunanistan’a dönerler. Iason’un amcası Korinthlilerin kralı Pelias, -hak etse dahi- tahtını Iason’a vermek istemeyince Medea, Pelias’ın kızlarına babalarını gençleştireceği sözünü vererek onların yardımını alır ve Pelias’ı öldürür. Böylece Iason, belirli bir süre için de olsa, tahta geçmeyi başarır. Daha sonra, Pelias’ı öldürdükleri için Iason ve Medea çocuklarıyla birlikte sürgün edilir ve Korinth’e yerleşirler. Iason, kralın kızı Glauke’ye aşık olur ve Medea’ya onunla evlenmek istediğini, çocukları da yanına alacağını söyler. Bir başka kadın yüzünden terk edildiğini düşünen Medea, Glauke’ye zehirli bir gelinlik hediye eder. Glauke gelinliği giyince yanarak ölür. Bu kez Medea bu olaydan dolayı sürgün edilir, yedi kızını ve yedi oğlunu ise koruması için Hera’ya bırakır. Korinthliler kralları ile prenseslerinin öcünü almak için Hera’nın tapınağına gelip Medea’nın bütün çocuklarını öldürürler.
Yazar Eleonora Pfeifer, Yunan mitolojisinde özellikle kadınların bu hallere sokulmasının tarihsel nedenleri üzerinde durmuş ve şöyle yazmıştır:
“Antik dönemde açıkça dile getirilen, ama bize derslerde asla anlatılmayan bir kadın düşmanlığı olduğu gerçeğini bilmek gerekir. Antik dönem, yalnız erkeklerin söz sahibi olduğu ilk toplumsal durumları ortaya koymuştur. Bu dönemin öncesinde, özellikle çocuk doğurdukları için özel bir ayrıcalığın, kadınlara karşı saygının olduğu biliyoruz. Ataerkilliğin başlamasıyla, ideolojik nedenlerden dolayı, dişil olan her şey aşağılanıp ayaklar altına alındı. O zamanlar ortaya çıkan felsefeye göre kadınlar, tam bir insan sayılmazdı. Aristo: ‘Kadın, gelişiminin ilk basamaklarında kalmış eksik bir erkektir. Erkek doğasına uygun olarak daha yücedir; kadın ise daha aşağıdır…’ Antik Yunan’da erkeğin erkeğe duyduğu aşk, erkeğin kadına duyduğu aşktan resmen daha yücedir. Eski anlatılarda geçen, ‘gökyüzünde oturan tanrıçalar’ın yerini erkek Tanrılar aldı. Anlatılarda o kadar korkunç kişilik özellikleri taşıyan kadınlar görüyoruz ki, kadınlar şeytanlaştırıldılar.”
Medea’yı intikama sürükleyen anlatıda, çılgın bir kadının öfkesinin zavallı kurbanı olan bir erkek anlatılır. Aslında gerçek kurban, en başından beri Medea’dır. Çünkü sevdiği erkek için yaşadığı yerden, ailesinden kopmuş, onu yüceltmek ve başarıya ulaştırmak için her şeyi yapmıştır. Ama ataerkil kültür, yarattığı bu fedakar kadına, sonunda ihanete uğradığı için girdiği bunalım sonucu korkunç bir çılgınlık yakıştırmış; onu yalnızca bir katile değil, dahası kendi çocuklarını öldüren bir canavara dönüştürmüştür.
Sonuç
Bahsedilen üç mitolojik figür de, ilk başta eş, sevgili ve erkeğin isteklerini yerine getiren kadınlar olarak ortaya çıkmakta ve erkeğe itaat ettikleri süre boyunca herhangi bir sorun yaşamamaktadır. Ancak Lilith’te olduğu gibi erkekle eşitlik isteminde bulunup tanrı tarafından cezalandırılınca, Lamia gibi Zeus’un yasak aşkı olduğu ve ondan çocuklar doğurduğu için Zeus’un eşi Tanrıça Hera tarafından cezalandırılınca, mitolojide adeta kıskançlığın ve intikamın trajik figürü olarak anlatılan Medea gibi eşi Iason’a karşı bütün özverisine rağmen çocuklarıyla birlikte terk edilip cezalandırılınca, bu üç kadın figürü de birer canavara dönüştürülmüştür.
Antik Yunan’ın Medea’ya kazandırdığı olumsuz özellikler sonucunda günümüzdeki boşanmalar da Medea’nın ruhsal durumuyla özdeşleştirilerek, bir tarafın diğerine karşı çocuğu kışkırtıcı bir şekilde kullanması “Medea Kompleksi” olarak ifade edilir.
Anlatılarda şeytan, büyücü, canavar olarak geçen kadınların her birinin öyküsü, bir eşitlik ve özgürlük öyküsüdür aslında. Yaratılış mitlerinin hemen hepsinde kadınların yaratılışıyla ilgili kısımlar, farklı kültürlerde olsa bile birbiriyle bağlantılıdır. Çünkü dini kitaplar ve kültürlerde kadının var oluş nedeni “erkek” olarak anlatılır. “Evrende ilk önce kaos vardı” diye başlayan sözde, kadınların söz konusu edilen tanrı ve tanrıçalar arasındaki cinsiyete dayalı eşitsizliğe karşı çıkmaları, aslında kadının yüzyıllardır süren toplumsal yapıdaki kabul görme savaşımının ön hazırlıkları gibidir. Kadına biçilen roller -tanrıça da olsa- genellikle ataerkil yapının kadınlara benimsettiği pasiflik, doğurganlık ve ev içi roller olarak karşımıza çıkar. Buna itaat etmeyenlerse bir şekilde cezalandırılır. Tıpkı Lilith’in Adem’e karşı çıkarak eşitlik istemesi ve tanrıya başkaldırdığı için baştan çıkartıcı dişi şeytan, cadı olarak, erkeklere karşı cinselliğini kullanarak kendi istediği şeyleri yaptıran femme fatale bir kadın olması gibi.
Antik dönemden modern çağa kadar kadın ile erkek arasındaki ilişki, hep erkekler lehine düzenlenmiş; erkek egemenliği, gerek anlatılara kültürün verdiği biçimle, formunu değiştirerek yaşamlarını sürdüren simgelerle, gerekse bu tür figürlere dinsel görünüm katarak desteklenmiştir. Ataerkil sistem, tüm dinlerde kadını ikincil konuma yerleştirilerek kadınlar üzerinde tarih boyunca sürecek bir baskı kurmayı başarmıştır.
Zeynep Kocaman
Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 23. sayısında yayımlanmıştır.
The post “Kadının Fıtratında Eşitlik Var ” – Zeynep Kocaman appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post “İşte Şimdi Sahne Sizin” Zeynep Kocaman appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>Örtünen Değil, Örtülen Kadın
Günümüze kadar cumhuriyetin modern kadın kimliği ile ilişkili olarak örtünme, ideolojik bir temelde sorgulanmıştır. Cumhuriyetin gelişiyle topluma dayatılan “modernlik”, kadınlar için yeni bir kimliğin habercisiydi. “Modern” cumhuriyetle kadın başı açık, okur-yazar, seçme ve seçilme hakkına sahip bir kimlikle sınanıyordu. Geleneksel değerlerinden kopartılan toplum, bir de üstüne hiç de tanışık olmadığı Avrupalılar gibi davranmaya zorlanıyordu. Kılık kıyafet değişikliği, sembolik olarak Halifelik misyonunun terk edilişinin bir görüntüsüydü. Ancak bu yeni kimlik sadece biçimseldi ve özde kadının ev hapisliğini değiştirmedi. Genelde ev işçiliğinden çocuk bakıcılığına pozisyonu değişmeyen kadına, ayrıntılarda, yani sembolik olarak, yeni ulusal anlayışın örgütlenmesinde çeşitli pozisyonlar verildi. Bu bazen ulusal anlayışın dikte edildiği eğitim kurumlarında erkeğe yardımcı Fatma Rafet Angın gibi kadın öğretmenler olurken, bazen de erkeklik fabrikası orduda yaşamları için isyan edenlerin üzerine bombalar yağdıran Sabiha Gökçen gibi kadın askerler oldu.
Tek partili dönemden çok partili döneme, değişim vaadiyle yoksullaştırılanlar da yine en çok kadınlar oldu. Seçim zamanları oy uğruna modernizm rüzgarını arkasına alarak “başörtüsünü yobazlıkla” suçlayıp iktidar olanlarla, “başörtüsü değerimizdir” diyerek kaybettikleri iktidarı tekrar kazanmak isteyenlerin nutuklarıyla başörtüsü, erkekler tarafından bir siyaset aracına dönüştürülmüştü.
Meclis ve orduyu elinde tutan Kemalist rejim, yeni kurulan cumhuriyette devletin tüm organlarını kontrol ediyordu. Devlet Kemalist rejimin birebir işlediği bir yapıyken şehir merkezlerinden uzaklaştıkça kenar mahalle ve köylerde muhafazakâr cemaatler Kemalist rejim karşıtlığı yapıyor ve karşı karşıya geliyorlardı. Bu karşılaşmaların en belirgin sloganı ise yine kadının örtüsü oluyordu. Her iki taraf da kadının iradesini hiçe sayarak, kadının iradesi üzerine siyaset yapıyordu.
“Kadının Başındaki Bela: YÖK”
1966-67 yılları… Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi’nde derslere başörtüsüyle girmek isteyen ilk kadın öğrenci Nesibe Bulaycı, yönetmelik gereğince eğitimine devam edebilmek için başörtüsünü çıkarmak zorunda kalır. Aynı fakültenin öğrencisi, aynı zamanda günümüz Ekonomiden Sorumlu Başbakan Yardımcısı Ali Babacan’ın da halası, Hatice Babacan ise başörtüsünü çıkarmayı reddeder, okuldan atılır ancak yaşananlar hafızalara kazınır. Çünkü bu ilk reddedişle “türban eylemleri” şeklinde ifade edilen siyasi çekişme başlamış olur.
“Modern Ortamda Teokratik Giysi Olmaz”
1973 yılında Ankara Barosu’na başı açık kaydolan Avukat Emine Aykenar, bir süre sonra başını örtmeye karar verir. Bunun üzerine dönemin Ankara Barosu Başkanı Yekta Güngör Özen imzasıyla “modern ortamda teokratik giysi olmaz” gerekçesiyle, aynı zamanda “mesleğin gelenek, onur ve kurallarına aykırı davranış” maddesine dayanılarak Ankara Barosu’ndan atılır. Aynı yıllarda benzer gerekçelerle kadın memurlar ve öğretmenler memuriyetten atılmışlar ya da başı açık bir şekilde çalışmayı sürdürebilmişlerdir.
Biçimsel Etkileşim Öze İşlesin Diye…
Kemalist rejimin günümüzde yavaş yavaş kaybettiği etkisinin en belirgin yansımalarından biri, Türk Silahlı Kuvvetleri ile ilgili açılan davalar ve sonuçlarıdır. Özellikle bu yargılamalar arasında Balyoz darbe planı oldukça manidardır. “Yapılamayan” darbenin bir cami bombalamasıyla başlatılacağı bilgisinin varsayım ya da gerçek olmasının da bir önemi yoktur. Böylesi bir bilginin açığa çıkması, zaten bir darbedir. Balyoz planları darbe için yapılmış olsun ya da olmasın, zaten bu planlar açığa çıktığı günden itibaren bir darbe süreci yaşanmaktadır. Hükümet, varsayım olan ya da olmayan bir darbe planı üzerinden alışılagelmedik, anlaşılması zor bir darbe yapmıştır. Aynı ’80 darbesinin en önemli gerekçesi olan “Kardeş kardeşi öldürüyor, durdurmamız gerek” sözünün arkasından darbeyle gelen katliamın ve senelerce sürecek bir savaşın ilk adımlarının atılması gibi.
Bir başka gerekçesi irtica olan Kemalist rejimin komutanı Kenan Evren ise Kuran-ı Kerim’den ayetlerin yer aldığı bildiriler dağıtıyor, konuşmalarında peygamberden Allah’tan bahsediyordu. Bu biçimsel etkileşim öze işlesin diye her şehre, her kasabaya imam hatipler açılıyordu. Toplumun soldan sağa kayışı sağlandıkça daha dengeli bir politikayla başörtüsü yasağı sürdürülüyor ve Kemalist rejimin modern görüntüsü değişmiyordu. ’80 darbesiyle netleşen görüntünün siyah beyazdan renkliye geçişi, adeta televizyon görüntüsünün değişmesi gibidir ve bu değişimi muhafazakar gelenekten gelen liberalizmin sembol karakteri Turgut Özal başlatmıştır. Özal, ekonomik olarak liberalken, sosyal açıdan muhafazakar bir yapıdaydı, yani kendisine biçilen kıyafet buydu, O da bu kıyafeti giymekten oldukça memnundu. 1980 Anayasası’ndaki başörtüsü yasağına yaklaşmadı bile. Özal’ın, sonrası süreçlerde de yasağa yaklaşmama ve uzak kalma tutumu sürdü. Özal’ın ve sonrasındakilerin bu uzak kalma tutumu, resmi yasağın fiili serbestliğine dönüşmeye başlamıştı. Ama başörtüsünün fiili serbestliğinin de sınırları vardı. Öğrenci ve memur olan başörtülü kadınlar ayrıntılarda ufak tefek sorunlar yaşasalar da genelinde sorun yaşamamışlardı. Ta ki başörtüsü serbestliği Kemalist rejim tarafından tekrar bir tehlike olarak görülene kadar.
Milli Görüş’ün devamcısı Refah Partisi’nin 1995’te birinci parti olarak meclise girmesi ve Adalet Partisi devamcısı Doğruyol Partisi’yle 1997’de koalisyon oluşturup hükümet kurmasıyla başlayan “tehlike” 1997’de adeta bir darbeyle karşılandı ve böylece başörtüsü için de her şey değişmeye başladı. Resmi yasak tekrar fiili yasaklamayla sürerken, sonrasında 1998’de Refah Partisi Kemalist rejimin “laik cumhuriyet ilkelerine aykırılık”tan kapatıldı. Bu kapatılmadan üç yıl sonra Refah Partisi yerine kurulan Fazilet Parti’sinden İstanbul milletvekili seçilen Merve Kavakçı’nın yemin törenine başörtüsüyle katılması yeni bir krize yol açtı ve beraberinde başlatılan yargılamanın sonuçlanmasıyla, 2001’de Fazilet Partisi de kapatıldı.
1994’te HEP’li Diyarbakır Milletvekili Leyla Zana yemin töreninde Kürtçe yemin ettiği için, İstanbul milletvekili Merve Kavakçı ise yemin töreni esnasında başörtüsü taktığı için siyasetten ötelendiler. Belki de bu ortak kader, bugünkü Kürt siyasetinin meseleye bakışındaki önemli etkenlerden biridir.
Başörtüsü yasağının fiiliyattaki saçma sapan uygulamalarına karşı, başörtüsü takan her kadın direnmek zorunda kaldı. Saçma sapan uygulamalardı çünkü o dönemlerde üniversite kapılarındaki genç kadınların başörtülerinin üzerine bir de peruk taktığı görüntüler, bize yasağın anlamsızlığını gösteriyordu.
Aynı süreçte belirginleşen Fethullah Gülen cemaati ve bugünün iktidarı AKP de yine Kemalist rejimin tedirgin olacağı benzer anlayışın devamcılarıydılar. Yalnız bu devamcılar kendilerinden öncekilerin birçoğunun birçok özelliğini taşırken, diğer yandan kapitalizme entegre bir Türkiye’nin oluşturulması için oldukça prezantabl davranıyorlardı. Muhafazakar sol ile sağ arasında liberal kimlikli bir AKP’nin kendini bulma çabası hissediliyordu. Bu çabada önemli etkiyi, kanaat önderleri oluşturuyordu. Başörtüsünü biçimselden başlayan bir değişimle öze indirecek olan değişimin bu sembol karakterleri bir bir açığa çıkmaya başlamıştı. Dünün direnen başörtülü kadınının mücadelesi üzerine, toplumun imaj olarak beğeneceği başörtüsü koyuluyor ve başörtüsü direnişin sembolünden, liberallerin imaj savunusuna dönüşüyordu.
Cumhuriyetin başından itibaren ikili kavgadaki taraflar zaman zaman hissettikleri ama bir türlü net olarak göremedikleri üçüncü karakterle ilk kez bu kadar net bir şekilde karşılaşıyorlardı. Bu karakter bir yandan Kemalistlerin ilerlemeci modern özelliklerini taşırken, diğer yandan Kemalizm karşıtı muhafazakar Müslümanların muhafazakar özelliklerini de sahipleniyor ve açığa çıkan modern Müslüman anlayışla bu kapsamdaki tüm kavramları da mülkiyetine geçiriyordu. Modernizmin en belirgin özelliği demokrasinin “savunuculuğundan” muhafazakarlığın olmazsa olmazı alkol yasağına kadar her şeyin kendi bünyesinde bulunmasını istiyordu. Her daim kenar süsü olan milliyetçiliği ise işine gelince yükseltiyor, işine gelince düşürüyordu. Bu algının yarattığı imaj haline gelen başörtüsünün ve onun yaratıcısı kadının serüvenine gelince…
Modern Müslüman Kadının “Şule başı”
1960’lı yıllarda, aristokrat Müslüman gazeteci Mehmet Şevki Eygi öncülüğünde haftalık çıkan Yeni İstiklal Gazetesi’nde yazmaya başlayan Şule Yüksel Şenler, özellikle başörtüsü konusundaki farklı söylemleriyle karşımıza çıkar.
Şule Yüksel Şenler döneminin “misyoner” kadınlarından biridir. Anadolu’yu kapı kapı dolaşarak kadınlara “örtünün” çağrılarında bulunur. Aynı zamanda görüntüsü, düzgün diksiyonu, ikna kabiliyeti ve entelektüel birikimiyle kadınları etkiler. Örtülü kadının özel ve kamusal alandaki kabulünü bir karşı koyuş olarak “modern” Müslüman kadın prototipiyle değiştirmeyi misyon edinmiş ve kısa zamanda bu tarzdaki kadınları etrafında toplamayı başarmıştır. Konuştukları ve yazdıkları kadar taktığı “örtüsü” de dönem itibariyle kadınların “modern” örtüsü haline gelir. Kendi ifadesiyle, protokollerden bıkmış bir prensesin Roma’daki sıkıcı hayatı ve onu haber yapmak isteyen gazeteci arasındaki aşk hikayesini anlatan “Roman Holiday” isimli filmin başrol kadın oyuncusu olan Audrey Hepburn’nun başındaki örtüden esinlenerek taktığı bu örtünme şekli günümüze değin uzanan “şule başı” modelidir.
“I’m Malcom X” ya da “I’m Şule Yüksel Şenler”
Siyah Müslümanlar Hareketi’nin anlatıldığı Malcolm X filminin son sahnesinde Güney Afrikalı ilkokul öğrencilerinin tek tek ayağa kalkarak “I’m Malcolm X!” (Ben Malcolm X’im) demeleri filmi izleyenleri oldukça etkilemiştir. Şule Yüksel Şenler hakkında Star Gazetesi yazarlarından, AKP’nin kalemşoru Hakan Albayrak’ın bir yazısında Şule Yüksel Şenler-Malcom X benzetmesi bizlere tek tek ayağa kalkan ve Şulebaşlarıyla günümüze dek çoğalan “modern” Müslüman kadınlarını çağrıştırmaktadır.
Şule Yüksel Şenler “modern” örtüsüyle bir dönem sonrasını epey etkilemiş ve bu konuda oldukça da başarılı olmuştur. Başbakan Tayyip Erdoğan’ın özellikle televizyonlardan yayınlanmasında ısrarcı olduğu, Şule Yüksel Şenler’in aynı adlı romanından diziye uyarlanan ve şimdilerde ATV kanalında yayınlan Huzur Sokağı da izleyicilere bu başarı öyküsünü anlatıyor. Dizinin kadın karakteri Feyza gerçek hayattaki Şuleyi mi anlatıyor bilemiyoruz ancak bu romanın aynı zamanda birçok üniversitenin kapı girişinde elden ele dağıtılması Şulebaşlı Feyzaların artık her yerde olduğunun bir göstergesi olsa gerek. Ancak “modern görünümlü” de olsa topluma, erkeğe, aileye yakıştırılan ve istenilen kadınlar olarak. Tarih boyunca bir kumaş parçası kadar değersiz görülüp fikri sorulmadan, bu kumaş parçasıyla taçlandırılan kadınlar olarak. Bütün ataerkil yapıların yıkılmadığı, kadın üzerindeki zorunluluklarının yok olmadığı sürece kendi yaşamı hakkında karar veremeyen kadınlar olarak. Ne modern zihniyetli cumhuriyetçilerin, ne de muhafazakar modern görünümlü şulebaşçıların kurtaramayacağı kadınlar olarak.
On Gram Örtünün Altına Gizlenen Özgürlük
Kalemi güçlü yazarlardan Onur Caymaz örtünmeye ilişkin bir yazısında şu şekilde ifade etmiş; bu işin kökü İsa’dan bile yedi yüzyıl öncesine Asurlulara dek dayanıyor diyerek. Eski bir Sami inancına göre, kadının saçları, cinsel organını kaplayan kılların devamıymış ve erkekler tepedeki kıllara bakıp, “aşağıdaki”ni hayal etmesinler diye Asur’da kadınların başları kapalıymış. Fakat bu işin “iktidar mücadelesi”ne dönüşmesine sebep olan sürecin başlangıcı, Aziz Pavlus’a dek uzanıyormuş. Tarsuslu Pavlus, Korinthoslulara Mektup’ta “Tanrı esiniyle dua eden veya konuşan her kadın başını örtmelidir. Erkek başını örtmez, Tanrı’nın imgesidir ve şanıdır, ama kadın erkeğin şanıdır, çünkü erkek kadından değil, kadın erkekten yaratılmıştır ve erkek kadın için değil, kadın erkek için yaratılmıştır” der. Belki de bu yüzden Müslüman yazar Muhammed Kasimi, “Her örtünün ardında, kadına duyulan üç bin yıllık kin vardır” demiş.
Sözün özü; başörtüsü yaşadığımız coğrafyada yüz yıllık cumhuriyetin kuruluşundan önce başlayan belki de yıkılmasından sonra da sürecek bir kısır döngüdür. Başörtüsünün siyasetten arınması oldukça zorken artık tesettür modasıyla bir imaj olarak, başka bir döngüde kısırlaşmıştır. Siyasetin tükettiği başörtüsü, alışveriş merkezlerinde lüks markaların vitrinlerinde pahalı etiketlerle kapitalizmin modern Müslüman kadınına, yani tüketicisine sunuluyor. Müslümanlığın dini gereksinimini uygulamak isteyen kadın, gelenekselden moderne on gram kumaş parçasının altında kendi özgürlüğünü örtüyorsa şayet, örterek sakladığı özgürlüğü aynı zamanda onun kendi benliğidir de ve kadının kendi özgür benliğiyle alacağı kararlarla yaşamasını kimse yasaklayamaz. Çünkü yeryüzüne gelen ilk kadın olduğu söylenen Lilith de, özgür kararlarını yasaklayan Adem’e karşı koyarak yalnız kalacağını bilmesine rağmen yine de özgürlüğü seçmiştir.
Zeynep Kocaman
Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 14. sayısında yayımlanmıştır.
The post “İşte Şimdi Sahne Sizin” Zeynep Kocaman appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>